Solcu kardeş! Lütfen aşağıdaki yazımızı bir oku…

Solcu kardeş!
Lütfen aşağıdaki yazımızı bir oku…
Sonra da aynanın karşısına geç ve sor kendine…

HKP’nin dışında Denizler’in Davasını savunan, onların savunduğu ideolojinin meşru mirasçısı var mıymış? diye.

Cevabını kendine ver. Ama gerçekten inanacağın, vicdanını rahatlatacak bir cevap olsun bu.

2008 yılında, Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal ve Venezuela Büyükelçisi Raul Batancourt Seeland’la birlikte Ankara’da bir konferans vermiştik. Konuşmaların metinlerini “Latin Amerika’dan Türkiye’ye Devrimci Kavga” adıyla kitaplaştırdı, Derleniş Yayınları. Şimdi o konfernasta Denizler’in ve Mahirler’in ideolojisine ilişkin söylediklerimizi, hani denir ya “virgülüne dokunmadan”, diye; öylece aktaralım.

Kendini “solcu” olarak tanımlayan kardeşlerimizin, önyargılarını bir tarafa bırakarak, zihinlerini özgür kılmalarını, sonra da yazılanları anlamak için okumalarını temenni ederiz.

Bilmemek, hiç kimseye bir fayda sağlamamıştır. Bilmekten de kimse kötülük görmemiştir. Kardeşlerimiz gerçekleri bilsinler de, gayrı ne gibi bir tutum takınacakları, kendi içtenliklerine, vicdanlarına ve ahlâklarına kalmış bir konu olur.

İşte metin:

***

Sevrci Sahte Sol’un Denizler’le Bir İlgisi Yoktur

Bu hareket, biliyorsunuz, kimi sömürerek var oldu?

Deniz’i, Deniz Yoldaş’ı değil mi? Hüseyin’i, arkadaşlar. Yusuf’u…

Onları sömürerek var oldular. Oysa bugün onlarla hiçbir ilgisi kalmadı bunların. Hiçbir konuda…

İzninizle bunu göstermek, kanıtlamak için, Deniz’den birkaç paragraf okumak istiyorum, arkadaşlar. Deniz’in 29 Ocak 1971’de babasına, Cemil Baba’ya yazdığı mektup:

“Baba,

“Sana her zaman müteşekkirim. Çünkü Kemalist düşünceyle yetiştirdin beni.

“Küçüklüğümden beri evde devamlı Kurtuluş Savaşı anılarıyla büyüdüm. Ve o zamandan beri yabancılardan nefret ettim.

“Baba, biz Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız. Elbette ki hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı Birinci Kurtuluş Savaşında olduğu gibi. Ama bu toprakları yabancılara bırakmayacağız. Ve bir gün mutlaka yeneceğiz onları.

“Düşün baba, bugün hükümet, işini gücünü bırakmış bizimle uğraşıyor. Çünkü bizden başka gerçek muhalefet kalmamış durumda. Ve hepsi Kemalist çizgiden sapmışlar. Ve Tarih önünde hüküm giymiş durumdadırlar. Biz çoktan onları Tarihin çöplüğüne atmış durumdayız…

“Baba, mektubuma son verirken seni, annemi, Bora’yı, Hamdi’yi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım.

“Ya Vatan Ya Ölüm!”

 (Alkışlar…)

Dikkatinizi çekti mi, arkadaşlar?

Deniz de tıpkı Fidel gibi ve Kübalı diğer yoldaşlar gibi, “Partia o Muerto!” yani “Ya Vatan Ya Ölüm!” diyor, mektubunu bitirirken.

Biz ne diyoruz, yoldaşlar?

Vatan aşkını söylemekten ve o aşk uğruna dövüşmekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir!

(Alkışlar…)

Birkaç paragraf da Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) Savunması’ndan okumak istiyorum. Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in ve diğer THKO Savaşçılarının ortak savunmasından. Yani bunların Deniz’i ağızlarına almaya hiç haklarının kalmadığını göstermek için:

“İddia Makamı, bizim vermekte olduğumuz bağımsızlık savaşına karşıdır. (Kendisini ve yoldaşlarını idama mahkûm eden Ali Elverdi, Baki Tuğ mahkemesinin karşısında söylüyor bunları, Deniz ve arkadaşları. N. Ankut) Türkiye Cumhuriyeti anayasasına karşı, reformlara karşıdır ve bu nedenle bizim anayasayı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir. Çünkü Süleyman Demirel hâlâ ortada gezmektedir. Kudreti yetiyorsa Süleyman Demirel hakkında aynı şekilde dava açsın, onlar 36 milyonluk ülkenin yükünü 20 gencin üzerine yıkmaya çalışmışlardır. Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden hepiniz dâhil, sizlersiniz. Çünkü Amerika sizin döneminiz sırasında Türkiye’ye girdi. Ve hiçbiriniz ses çıkarmadınız. Ve Demokrat Parti İktidarı’na 10 yıl ses çıkarmadınız. Tâ ki 38 yurtsever subay ses çıkarana ve onları devirene kadar.” (THKO Davası, 68’liler Birliği Vakfı Yayınları, s. 317-318)

Bu 38 yurtsever subay, 27 Mayıs Politik Devrimi’ni gerçekleştiren ve sonra Milli Birlik Komitesi (MBK) adı altında örgütlenen subaylardır, arkadaşlar.

Denizler 27 Mayıs’ı Savunur

Gördüğümüz gibi daha burada, THKO Dava Savunması’nda da defalarca geçer, çok açık, net bir şekilde 27 Mayıs’ı savunur, Deniz; THKO Savaşçıları adına yapılan Ortak Savunma’da ve kendi özel sorgusunda, arkadaşlar.

“(…) 1950 tarihinde Amerikan Emperyalizmi iktidara geldi. Demokrat Parti İktidarı 27 Mayıs 1960’ta tarihe gömüldü.

“(…) gerçekler örtülmek isteniyor. Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun “İstiklali tam” prensibini ve onun “İstiklali tam Türkiye” idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.

“(…) Ve meydanlarda bunlara karşı bizler dövüşmek mecburiyetinde kaldık, bizler kurşunlandık. Ve sonunda idam isteğiyle buraya getirildik, dediğim gibi Türkiye’yi bu hale getiren eski yöneticilerin bütün suçları bize yüklenmek istenmektedir. Bütün eski idarecilerin suçu bize yükletilmek istenmektedir. Türkiye’nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk, varlığımızı Türkiye Halkına armağan ettik. Bunun aksini iddia edenler vatan hainidir.”

“(…) bizim düşmanımız Amerikan Emperyalizmi ve yerli işbirlikçileridir.” (agy., s. 316-319) diyor Deniz 1. Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’ndeki ilk duruşmada.

Deniz burada ve daha pek çok bölümde, aynı düşünceleri tekrarlar:

“(…) 27 Mayıs’ı yapan subay kadrosu, iyi niyetli olmasına rağmen, politikadan anlamadıkları için çok zorluk çekmişlerdir. Öyle ki, gece ihtilal planı yapılırken ertesi gün ne yapacaklarını bilmiyorlardı. İhtilal başarıya ulaştıktan sonra ertesi gün bir komite kurmak ihtiyacı duydukları için Milli Birlik Komitesi kurmuşlardır. İhtilal halkın arzusunu ve isteklerini cevaplamış olmasına rağmen toplumsal bir temeli yoktur. İhtilalden önce halk kesimi ile hiçbir ilişkiye ve örgütlenmeye gidilmemiştir.

“Esasen ihtilali yapanlar politikayı uzun müddet ellerinde tutmaya niyetli değildi. DP’nin hatalı yanlarını Anayasa’daki boşluklarda gördükleri için hiçbir iktidarın keyfi muamelesine meydan vermeyecek bir anayasa hazırlayıp iktidarı sivil idareye devretmek niyetindeydiler. İhtilal günü İstanbul’dan uçakla profesörler, Ankara’ya çağırıldı. Cemal Gürsel’in onlara hitabı kısaca şu idi:

“Sizden istediğim yeni anayasa, Türk milletinin yaradılış ve karakteriyle, ilerleyen zamanın icaplarına uygun olmalı ve bu anayasayı bir daha, hiçbir hükümetin istismar edip, millet kaderini oyuncak edemeyeceği bir şekilde olmalıdır.”

“Bunun üzerine toplanan bir Bilim Kurulu, 1961 Anayasası’nı hazırladı. Ve halkın referandumuna sunarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî anayasası oldu.

“27 Mayıs ihtilalinden sonra sermaye çevreleri paniğe kapıldılar. Çünkü istedikleri gibi kullanabildikleri bir hükümet düşmüştü. İhtilal hükümeti, sosyal adaletten bahsediyor; servet beyannamesi istiyor ve yeni anayasa hazırlıyordu. Çıkarlarım tehlikede gördükleri için çok kuşkuluydular. Sıtkı Ulay bu durumu şöyle belirtmektedir:

“İhtilâlin ilk günlerinde gidişten nem kapıp bazı endişeler duyan ve hisseden birtakım kapital sahipleri ile muhafazakâr zihniyetin, mümessilleri Gürsel’i ya direkt olarak kendi fikir çevreleri ve etkileri altına almak ya da sevdiklerini ona musallat ederek, arzuladıkları istikamete yöneltmek çabasında idiler… Yine ihtilâlin ilk günlerinden itibaren iş adamlarıyla paralel yürüyen bir masonlar halkası da etrafımızı çevreleme yolunda idi. Biz, masonların siyasete karışmadıklarını, yalan söylemediklerini ve kötü insanlar olmadıklarını zannediyorduk. Fakat Türkiye’deki faaliyet maalesef böyle cereyan etmiyordu. Kaç defa kabine kurmuş isek sayın Gürsel’e sağdan soldan gelen tesirlerle bu kabinelerde mason arkadaşlar bir türlü eksik olmuyordu.”

“İş çevreleri, ihtilalcileri etki altına almaya çalışırken, toplumun diğer sınıf ve tabakalarının ihtiyaçlarına karşı ihtilal kadrosu belli olanaklar tanıyordu. Gelir Vergisi Kanunu çıkarılarak, dar gelirlilerin hayat seviyesi düzeltilmek istendi. Servet beyannamesi ile vergi kaçakçılığının önüne geçilmeye çalışıldı. Sosyalizasyon Kanunu ile en uzak bölgelere sağlık hizmetleri götürülecekti. Yedek Subay Öğretmenlerle eğitim hizmetine hız verildi. Grev hakkı benimsendi. Böylece kısmen halka dönük çalışmalar yürütüldü.” (THKO Davası, s. s.506-508)

Mahir de 27 Mayıs’ı Savunur

Mahir de çok net biçimde 27 Mayıs Politik Devrimi’ni savunur:

“1960, 27 Mayıs harekâtı bir devrimdi.” (Bütün Yazılar, Atılım Yayınları, s. 351)

“(…) Kısa süren devrimci 27 Mayıs yönetimi bir yana bırakılırsa, son 25 yılın devletçilik politikası ise emperyalizmle bütünleşmiş olan, (işbirlikçiler), tekelci burjuvaziyi geliştirme politikasıdır.” (M. Çayan, THKP-C Savunma, 68’liler Birliği Vakfı Yayınları, s. 130)

“27 Mayıs Devrimi’ni açık seçik ortaya koyabilmek için DP’nin 1950’de politik iktidarı ele geçirmesinin tarihsel anlam ve niteliğini özetle belirtmek gerekir.

“Daha önce de belirttiğimiz gibi, 1950’de Amerikan Emperyalizmine sırtlarını dayamış olan hâkim sınıfların gayri milli partisi DP’nin iktidara gelmesi, Türkiye tarihinde tam bir dönüm noktası olmuştur. DP’nin politik iktidarı ele geçirmesi, yıllardan beri sinsi ve el altından tezgâhlanan, anti-Kemalist, karşıdevrimin zafere erişmesi demekti. 1946’lardan hızla emperyalizmin kucağına kayan Türkiye, DP’nin yönetime geçmesi ile tamamen yarısömürge bir duruma gelmiştir. Amerikan Emperyalizmi “Hür Dünya Bekçisi” adı altında, yardım paravanası ile, ekonomik, politik, ideolojik, askeri, (NATO örgütüyle), kültürel hegemonyasını, müttefiki yerli hâkim sınıfların yardımıyla hızla kurmaya başlamıştır.

“Kemalistlerin iktidarları döneminde, sindirilmiş, pusturulmuş olan Feodal ideolojiler, bir anda hızla gelişmiş, görülmedik bir yayılma alanına sahip olmuştur.

“Bu dönem her alanda; ideolojik, politik, ekonomik, kültürel… alanlarda gayri-milli olanın milli olana tam bir üstünlük sağladığı dönemdir. Ama, emperyalizmin ihraç malı olan şekli demokrasiciliğin kökleşmesi, yerleşmesi ve aynı zamanda ekonomik alanda yerli sermayenin merkezileşmesi ve yabancı tekellerle bütünleşmesidir.

“Bu dönem, oligarşinin anti-Kemalist karşıdevrimi kökleştirdiği dönemdir. Oligarşik yönetim tarımda, ticarette, sanayide ve bürokraside en iri kodamanların yönetimidir. Tarımda, ticarette ve ekonomide feodal mütegalliebenin, büyük Tefeci-Bezirgânların, tekelci burjuvazinin ve büyük bürokrasi ve de Ordu üst kademelerinin emperyalizmle bütünleşmesiyle ortaya çıkan yönetime sosyal bilim oligarşi adını vermektedir. DP, emperyalizmin, işbirlikçi-burjuvazi ve feodal unsurların, Ordu üst kademesi ile büyük bürokrasinin oligarşik yönetiminin iktidar partisidir.

“Anti-Kemalist karşıdevrim sadece ekonomik veya politik alanda değil, her alanda ve her kurumda tezgâhlanmış ve kadrolaşmıştır. Öyle ki, Kemalist, ilerici geleneğe sahip Türk Ordusunun üst kademesi bu oligarşik yönetime dahil edilerek (Namık Argüç’ler, vs.) uzun süre ülkemizdeki devrimci-milliyetçilerin büyük çoğunluğunu barındıran Türk Ordusu, oligarşik yönetime bağımlı kılınmıştır. Ancak Türk Ordusu, ne Latin Amerika’daki oligarşilerin temel dayanağı olan merasim ve bale ordusudur, ne Yunan faşist cuntasını ayakta tutan aristokrat kökenli subayların oluşturduğu Yunan Ordusudur, ne de İran ve Afganistan’da Şah ve Emir’in insanlık dışı, Ortaçağ yönetiminin vurucu gücüdür.

“Türk Ordusu’nun geleneğinde emperyalizme karşı, dünyada zaferle sonuçlanmış olan ilk Milli Kurtuluş Savaşı yatmaktadır. Genellikle halk çocuklarından oluşan Türk subaylarının çoğunluğunun karakterini belirleyen anti-emperyalizm, milliyetçiliktir. (1965’ten sonra, Askeri Liselerin kapatılması ve başka tedbirlerle, oligarşi; Ordu’nun niteliğini değiştirme gayretleri içindedir.)

“Ordu ve bürokrasi içindeki, devrimci-milliyetçiler, bu anti-Kemalist karşıdevrime en sonunda kırmızı ışık yaktılar. Ve oligarşi içinde yer alan bazı Namık Argüç gibi üst kademe subayları nötralize edilerek, 27 Mayıs 1960’ta hâkim ittifakın partisi DP alaşağı edildi.

“Alt yapıda, Amerikan Emperyalizminin ülkedeki varlığından dolayı, radikal ve köklü tedbirlerle gidemeyen 27 Mayıs Devrimci Yönetimi, üst yapıda, oldukça köklü ve radikal dönüşümler sağlamıştır:

“(27 Mayıs Anayasası, özerk kurumlar, teminat müesseseleri, vb.)

“İşte bu niteliğinden dolayı, 27 Mayıs harekâtına politik devrim demekteyiz.

“Türkiye devrimler tarihinde oldukça önemli ve şerefli bir yere sahip olan 27 Mayıs Devrimi, yerli hâkim sınıflara karşı, Ordu ve bürokrasi içindeki aydınların, ilerici, milliyetçi bir harekâtıdır.” (agy., s. 87-88)

Çok açıkça görüldüğü gibi, Deniz de Mahir de, 27 Mayıs ve ordu Gençliği’nin Devrimci Geleneğine bakış konularında bizimle aynı görüşlere sahiptir…

Deniz ve Mahir 27 Mayıs Konusunda Kıvılcımlı’yla örtüşür

Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı, o zamanlar (27 Mayıs 1960’ta) Vatan Partisi’nin Genel Başkanı durumundadır. “İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz” adı altında Milli Birlik Komitesi’ne, yani 38 yiğit devrimci subaya, 1 Haziran’da bir mektup gönderiyor. Yani devrimden 5 gün sonra hemen, arkadaşlar. Onlara hem devirdikleri Demokrat Parti İktidarının bir Finans-Kapital iktidarı olduğunu, satılmış, hain, halk düşmanı olduğunu anlatıyor ve hem de gerçekten halkçı davranmak istiyorlarsa, Mustafa Kemal’in idealini sürdürmek ve tamamlamak istiyorlarsa, ne yapmaları gerektiğini anlatıyor. Yine 10 Temmuz’da bir ikinci mektup daha kaleme alarak, 24 Ağustos 1960’ta MBK’ye elden sunar. Onlara daha ayrıntılı bir program önerir.

Ben de bu sabah gördüm; yeni baskısını yaptık Usta’mızın sözünü ettiğim kitabının, “İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz”in. Stanttan arkadaşlarımız bu kitabı edinebilirler.

Denizler Ortaçağcılığa Karşıdır

Ve Ortaçağcılığa da karşı çıkar Deniz. Türkiye’nin tarikatlar tarafından kuşatıldığını da belirtir Savunma’da. Ayraçladım da ama hepsini okumaya vaktimiz yok. Ancak küçük bir bölümünü okuyabileceğiz. Daha fazlasını merak eden arkadaşlar bilahare okuyabilirler. Yahut da Savunma’yı edinip, okuyabilirler. Partimize, bize de başvurabilirler. O bölümü okuyalım, Denizler’in Savunması’ndan:

“Emperyalizm işbirlikçileri ortaklığı, halkımızı çağdışı koşullar altında tutmaktadır.

“Şeyhlik vardır Türkiye’de. Doktor nedir bilmeyen yoksul insanlar, onların idrarını içerek, bastıkları toprağı muska yapıp saklayarak dertlerine derman aramaktadırlar. En küçük şeyh bir düzüne köyü mürit edinmiştir kendine. Her şeyhin gücüne orantılı halifeleri vardır. Bunlar kasabalarda otururlar ve faizcilik, tefecilik yaparlar. Halifelere de bağlı düzinelerce çavuş vardır. Çavuşlar, hem okur yaşa gelmiş çocukları okuturlar eski usulle, hem de büyük şeyhin propagandasını yapıp “Cer-hak”ını toplarlar.

“Şeyh Selahaddin, Şeyh Sait’in oğludur. Doğu Anadolu’da yüzlerce köyü kendine mürit edinmiştir. Desteklediği partiye, bir düzineden fazla milletvekili sağlayabilecek güçtedir.

“Şeyh Kasım Küfrevi, milletvekilidir. 1965 seçimlerine YTP’den aday olmuş, bu partiye iki sandalye sağlamıştır. 1969 seçimlerine GP’den katılmış, tüm oylar da kendisiyle birlikte bu partiye kaymıştır.

“Adalet Partisi’nin zor günde transfer ettiği Ulusoylar da bunun bir başka örneğidir.

“Toprak ağalığı sorunu herkesçe bilinmektedir. Toprak ağasının emrindeki eğitimden sosyal yaşamdan nasibini alamamış köylünün, ağadan bağımsız düşünemeyeceği, hüküm yürütemeyeceği ortadadır.

“Türkiye bu çağ dışı koşullardan kurtarılmadıkça, Süleymancılık, Nurculuk, Şeyhlik, Derebeyi artığı toprak ağalığı ve işbirlikçi sermaye kurumları tasfiye edilmedikçe DP’ler, AP’ler hep iktidara geleceklerdir. Ve hem de “Milli İrade”yi temsil ettiklerini söyleyeceklerdir.” (THKO Davası, s. 547-548)

Bu konuda Hüseyin de Deniz’le aynı düşüncededir:

“(…) köylerin hala ağa, tüccar, eşraf kontrolünde olduğu (…) tarikatçılığın, nurculuğun ve Kuran kurslarının asırlar öncesinin geri düşüncelerini yaydığı bir Türkiye…”

Mahir, Mustafa Kemal’e ve Kurtuluş Savaşı’na Sahip Çıkar

Mahir de arkadaşlar, hem 27 Mayıs’a sahip çıkar, hem de Kurtuluş Savaşı’na ve Mustafa Kemal’e.

Bir paragraf okuyayım izninizle:

“Bu konuda tutarlı bir tahlil yapabilmek için, ilk önce Kemalizmin niteliği üzerinde biraz durmamız gerekiyor. (Mahir’in, “Bütün Yazıları”ndan, arkadaşlar.)

“Kemalizm, küçükburjuva devrimciliğinin işgal altındaki bir ülkede -Türkiye’de- emperyalizme karşı bir isyan bayrağıdır.

“Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede, Doğu Halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek Milli Kurtuluş savaşlarını açan bir küçükburjuva milliyetçiliğidir. Türkiye’deki küçükburjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizmi karakterize eden yalnızca “Milli Kurtuluşçuluk” ve “Laiklik” öğeleridir” (Yani laikliğe de Mahir sahip çıkıyor, arkadaşlar, gördüğünüz gibi.) Eşyanın doğası gereği Kemalizmin belirli bir iktisat politikası yoktur ve olmamıştır. Küçükburjuvazinin emekle sermaye arasında bocalayan genel niteliği, Kemalizmin iktisat politikasında yansımaktadır. İçinde bulunulan evrenin koşullarına göre yön değiştiren, bazen özel teşebbüsçü yanı, bazen de devletçi yanı ağır basan bir iktisat politikası vardır, Kemalizmin.” (M. Çayan, Bütün Yazılar, Atılım Yayınları, 1992, s. 120)

Yani arkadaşlar, biz Mustafa Kemal’in hangi anlamda mirasçısıyız?

Yurtseverlik, halkseverlik, tam bağımsızlık, antiemperyalist ulusal kurtuluşçuluk ve laikçilik, laiklik konusundaki devamcılarıyız, mirasçılarıyız.

Tabiî bizim Mahir Arkadaştan farkımız, biz Kemalist değiliz, Mustafa Kemal’ciyiz. Çünkü Kemalizm bize göre Mustafa Kemal’den apayrı bir şey. Kemalizmin ne olduğunu Mustafa Kemal’in kendisi de bilmez. Çünkü Mustafa Kemal, Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın önderidir. Ve sınırlı, eksik de olsa Laiklik Devriminin önderidir. Bu anlamda biz mirasçılarıyız. Vatanseverdir-yurtseverdir, halkseverdir, antiemperyalisttir. Ama Kemalizmi, 1923’te iktidara gelen ve giderek Tekelci Finans-Kapital yapısına dönüşen Anadolu Burjuvazisi oluşturmuştur. Onun icadıdır Kemalizm. Anadolu Burjuvazisi kendi sınıfsal çıkarlarını bir araya toplayarak, onu bu maske altında savunmuştur. Yani Kemalizm budur. O bakımdan Kemalizm ayrı şey, Mustafa Kemal ayrı şeydir. Tabiî Mahir Arkadaş, o zamanlar hızla bu teoriyi oluşturduğu için, bu ayrımı gözden kaçırıyor. Ama biz hep bunu söyledik, bunu yazdık, o zaman da öyle vurguladık, bugün de aynı şekilde vurgularız.

Deniz, Kurtuluş Savaşı’nı ve Mustafa Kemal’i Savunuyor

Deniz, 1969’da, “Devrim” dergisi adına kendisiyle bir söyleşi yapan Uluç Gürkan’a da bu konulara ilişkin olarak şunları söyler:

“Türkiye ekonomisi tam bir çıkmaz içindedir. Zamlara rağmen, bütçenin açığı 2.5 milyardır. Bu, tutucular koalisyonunun iflasını açıkça ortaya koymuştur. Tutucu güçler, egemenliklerini uzun süre devam ettiremeyeceklerini anlamış olmanın telaşı içindedir. Devrimci gençlik eylemini engellemek için tertiplere girişmeleri bundandır. Fakat umduklarının tersi olmuş ve bu olaylar bizi daha örgütlü, daha disiplinli ve daha güçlü eylemlere hazırlamıştır. Tertipleriyle gençliği ordunun karşısına düşürmek hedefine ulaşamadıkları gibi, devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemal’ci zinde güçler saflarını birbirlerine kenetlemiştir. Mustafa Kemal adı, geniş öğrenci kitlelerinde daha fazla ağızdan ağıza dolaşır olmuş, forumlarda Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabı tekrarlanmış ve bunlar uygulanmıştır. Emperyalistler ve işbirlikçileri, Gazi Mustafa Kemal’in çizgisinin geniş kitlelerde ve bütün zinde güçlerde yankılanmasından korkmuşlardır bugün.

“- Gençlik eylemleri içinde önemli bir yerin var ve tutucu güçler senin okuldan atılmış olmanı sürekli istismar konusu ediyorlar. Bu durumda senin söyleyeceklerin neler?

“- Üniversite öğrenimi yapmak Anayasa’nın verdiği bir haktır. Öğrenci olarak devrimci mücadeleye katılmak ise, Mustafa Kemal’in bize yüklediği bir görevdir. Dünyanın bütün gericileri bir araya gelseler bu hakkımızı ve görevimizi elimizden alamayacaklardır.

“- Mustafa Kemal’in gençliğe yüklediği devrimci görevler nelerdir, biraz daha açar mısın?

“- Türkiye ilk Kurtuluş Savaşı’ndan 50 yıl sonra tekrar yarısömürge durumdadır. Ve Kemalist bir Cumhuriyetin başına anti-Kemalist politikacılar geçmiştir. Politikacı, anti-Kemalist karşıdevrim hareketine yeşil ışık yakmaktadır. Bu koşullarda gençlik, emperyalizme ve anti-Kemalist gidişe karşı verilen savaşta somut olarak ön safta bulunmaktadır. Elbette tarihi önderlik sorunu ayrı bir konudur. Bugün için gençlik, mümkün olduğu kadar geniş halk kitlelerini emperyalizme karşı mücadeleye katmak için devrimci eylemde bulunacaktır. Kemalist devrim tamamlanacak ve onun emperyalizmle çelişen bütün milli sınıf ve tabakalara mal edilmesi sağlanacaktır. Gençlik bütün Kemalist güçlerle yekvücut olmak zorundadır.

“- Halk kitlelerini emperyalizme karşı mücadeleye katmak için gençliğin dayanışma içinde bulunacağı Kemalist güçler kimlerdir?

“- Bugün Türkiye’de Kemalist Devrim’in bekçiliğini yüklenen güçler arasında başta ordu, 27 Mayıs’ı yapan güçlerin önemli bir yeri vardır. Anti-Kemalist karşıdevrim hareketine karşı gençlik bütün zinde güçlerle el eledir. Emperyalizmin işbirlikçileri gençlik ile öteki zinde güçlerin arasını açmak istemektedirler. Fakat aynı inançta olan, yani emperyalizmi kovmuş, feodal unsurları tasfiye etmiş bir Kemalist Türkiye isteyen bu ilerici güçlerin arasını anti-Kemalist karşıdevrimi tezgâhlayanlar açmayı başaramayacaklardır.

“- Emperyalizme karşı nasıl bir mücadele verilecektir?

“- Bugün Amerikan Emperyalizmi saldırganlık yolunu seçmiştir. Buna karşı biz de, emperyalizmin parmağının bulunduğu her yerde ona karşı aynı silahlarla mücadele yolunu seçtik: Tıpkı Mustafa Kemal’in 50 yıl önce yaptığı gibi. Emperyalizm bugün millici güçleri tasfiye etmek için listeler hazırlamakta ve bütün kurumlarımıza elini uzatmaktadır. Bizse onları defterden sileli çok oldu. Milli kurumlarımıza uzanan elleri de kırmakta kararlıyız.” (Devrim, 23.12.1969, sayı: 10, s. 2-7, Aktaran: Turhan Feyizoğlu, Deniz Bir İsyancının İzleri, Su Yayıncılık, s. 370-371)

Şimdi de yine Mahir’e dönelim:

Savunma’da şöyle der Mahir:

“İddia makamı, ihtilalci kavramı ile Marksist kavramını eş anlamda kullanmaktadır.

“Bu anlayış, hayatın realitelerine, dünya devrimci pratiğine ve de bilime aykırı bir anlayıştır. Sosyalist olmayan bir kişi pekâlâ ihtilalci olabilir. Mesela: Büyük Fransız Devriminin önderleri, Marat, Robespier… sosyalist değillerdi, ama gerçek birer ihtilalci idiler.

“Proletaryanın ideolojisi olan sosyalizm henüz teorik ve pratik temellerinin mevcut olmadığı 18’inci Yüzyıl için geçerli olan bu durum, 20’nci Yüzyılda da geçerlidir.

“Bu gerçek, 20’nci Yüzyılda yani sosyalist ve milli demokratik devrimler çağında emperyalist boyunduruk altında olan bizim gibi ülkelerde özellikle geçerlidir.

“Şöyle ki:

“Bolivya’da Yankee Emperyalizmine karşı isyan bayrağı açarak dağa çıkan Papaz Camillo Torres, sosyalist değildi, ama gerçek bir devrimciydi.

“Cezayir Halk Savaşı’nda, Fransız Emperyalizmine karşı, kanla, ateşle halkının kurtuluş destanını yazan Cezayir Milliyetçileri Marksist değillerdi, ama kelimenin gerçek anlamıyla ihtilalciydiler.

“Dünyanın ilk zaferle biten Halk Savaşını sürdüren Kuvayı Milliye’nin yönetici kadrosu sosyalist değildi, ama sapına kadar ihtilalciydi…

“Keza, bugün, Vietnam’da Amerikan Emperyalizmine karşı dövüşen Budist rahipler Marksist değillerdir, ama devrimcidirler.

“Hayat, bunun tersinin de geçerli olduğunu söylemektedir. 20’nci Yüzyılda devrimci pratiği, sosyalist olmayan devrimcileri kaydettiği gibi, tüzük ve programlarında “Marksist-Leninist” yazan pek çok örgütün (ve de mensuplarının) devrimci olmadıklarını da belirtmektedir.

“Mesela, Latin Amerika’da Milli Kurtuluş harekatına yan çizen pek çok “Marksist Parti” vardır. Ama bu parti ve mensuplarının hiçbiri devrimci değildir. Papaz Camillo Torres bunların hepsinden daha ileridir ve de devrimcidir.

“Keza, Cezayir Halk Savaşı’nda Milli Kurtuluş Savaşı’na yan çizerek, Cezayir için en iyi çözüm yolunun sosyalist Fransa’nın bir eyaleti olmasında gören Cezayirli Sosyalist aydın da, O’nun partisi de devrimci değildir. Bilimsel Sosyalizmden habersiz Cezayirli bir milli kurtuluşçu, bu aydından da, O’nun partisinden de ilericidir, devrimcidir.

“Bu örneklere, sayısız örnekler katmak mümkündür.

“Kısacası, kim emperyalist boyunduruğa karşı, halkının kurtuluşu için, bütün varlığını ortaya koyarak savaşıyorsa ihtilalci de, devrimci de, ilerici de odur!

“İhtilalci ve ihtilal kavramlarından, sadece sosyalist ve proletarya devrimini anlayan iddia makamı için, Atatürk, elbette ki devrimci (ihtilalci) değildir; evrimcidir. Bize ve tarihe göre, meselenin bu izah tarzı, en nazik deyimle, G. M. Kemal Atatürk’ün tarihî kişiliğini ve O’nun eseri olan Anadolu İhtilali’ni hiç ama hiç anlamamanın somut belgesidir. Ve G. M. Kemal Atatürk’ü bu şekilde değerlendirenler ne kadar Atatürkçülük iddiasında olurlarsa olsunlar onların Atatürkçülüğü, “gardrop” Atatürkçülüğünden öteye gitmez.

“Hayatın cilvesine bakın ki, onun açtığı yolda Milli Kurtuluş Bayrağını 1971 Türkiye’sinde dalgalandıran bizler, O’nun adına, O’nunla uzaktan yakından ilişkisi olmayanlar tarafından O’na ihanetle suçlanıyoruz.

“Gerçekten garip olan bu durum, asla bizi şaşırtmıyor. Bu, tarihin her döneminde hâkim sınıfların uyguladığı bir taktiktir. Ülkesinde dünyayı değiştiren, halkına ve ulusuna mal olmuş her ihtilalciyi, ölümünden sonra hâkim sınıflar (O’nun devrimci kişiliğini ve eylemini kendi sınıfsal çıkarları paralelinde tahrif ederek) O’nun izinde yürüyen devrimcilere karşı, kalkan olarak ileri sürerler. Bu, objektif bir olgudur ve bugüne kadar, sınıflar mücadelesinde, ilerici gerici mücadelesinde hep böyle süregelmiştir.

“Büyük Fransız Devriminde, karşıdevrimciler tarafından katledilmiş olan devrimci Marat, bir süre sonra, O’nun izinde yürüyen devrimcilere karşı, karşıdevrimin bayrağı olarak çıkartılmaya çalışılmıştır. Marat’ın izinde yürüyen Jakoben’lere (Robespier ve arkadaşlarına) karşı, tutucu Jirondenler, Marat’ı kalkan olarak kullanmışlardır. O’nun izinde yürüyenleri, O’nun adına, O’nu katledenler suçlamışlardır.

“Ülkemizde de bugün aynı oyun oynanmaktadır.

“Gazi Mustafa Kemal’in “Ya İstiklal, Ya Ölüm” şiarını kendisine şiar edip, O’nun hedeflendirdiği Tam Bağımsız Türkiye için mücadele edenlerin karşısına, karşıdevrim Atatürkçülük iddiasıyla çıkmaktadır.

“Bu, tarihin paradoksudur.” (THKP-C Savunma, s. 127-129)

“(…) Kemalizm, emperyalist boyunduruk altında olan yarısömürge ülkelerin devrimci milliyetçilerinin bir kurtuluş bayrağıdır. Kemalizm’e ruh veren, onu yaşatan Milli Kurtuluşçuluğun (yani, antiemperyalist ve antifeodal) tavır alışıdır.” (agy., s. 130)

“Kemalizm, ülkemizde asker sivil aydın zümrenin geleceğini yansıtan, antiemperyalist ve antifeodal bir tavır alıştır. Bu yüzden Kemalizmin sağı solu olmaz.

“Kemalizm soldur, Milli Kurtuluşçuluktur, emperyalizme karşı bu zümrenin isyan bayrağıdır.

“Milli Kurtuluşçu bir tutum yansıtması açısından bizler sapına kadar Atatürkçüyüz. Onun Milli Kurtuluşçuluk bayrağını, hayatımız da dahil, her şeyimizi ortaya koyarak biz dalgalandırıyoruz.” (agy., s. 131)

Mahir’in Türkiye Aydınlarını Sınıflandırışı

Mahir’den son bir aktarma daha yaparak bu konuyu noktalayalım:

“BÜTÜN TÜRKİYELİ AYDINLAR İKİ ALTERNATİFTEN BİRİSİNİ SEÇMEK ZORUNDADIR

“Burada kısaca belirttiğimiz dünya ve Türkiye’nin şartlarına ilişkin gerçekler, 1971’in Türkiye’sinde bugüne kadar çeşitli şekillerde etraflıca söylendi, yazıldı, çizildi; kamuoyuna mal edildi. Sağcısından solcusuna kadar kimsenin inkâr edemediği gerçekler haline geldi.

“İşte böyle bir durumda, halkımızın % 60’ının okuma-yazma imkânlarına sahip olmadığı ülkemizde, bu gerçekleri bilmemesine imkân olmayan aydınlar iki alternatifle karşı karşıyadır.

“I. Alternatif:

“Ya, Türkiye’nin bugünkü içler acısı durumu, mevcut düzeni, ülkenin “değişmez kaderi” olarak, olduğu gibi kabullenip, “böyle gelmiş böyle gider” “bana ne, ben kendi çıkarıma bakar hayatımı yaşarım” diyerek bu düzenin bir unsuru olacaklardır.

“Bu alternatifi seçenler ülkemizde iki küme teşkil etmektedir. Birinci küme, açık bir ihanet içinde olan aydınlar grubudur. Bu grup tıpkı 1919’da kukla İstanbul Hükümetini destekleyen aydınlar gibi açık ve bilinçli bir şekilde vatana ihanet içinde olup, ülkenin zenginliklerini emperyalist tekellere peşkeş çekilmesini bizzat organize edenlerin grubudur. Bunlar açıkça, 1970’lerin dünyasında bir ulusun bağımsız olarak yaşayabileceğini inkâr eden vatan-millet mefhumlarından yoksun, kozmopolit aydınlar.

“Bunlar için tek bir yüce yasa vardır. O da, kendi çıkarları ve kendi esenlikleridir. Bunlar hayâsızca, bir ulus için kutsal ne varsa, onu emperyalist pazarlarda açık artırmaya çıkarmış vatan hainleridir. Ve bunu da ağızlarından hiç eksik etmedikleri vatan-millet adına yaparlar!

“Türkiye için bu gaflet ve ihanet içinde olanlar açısından iki alternatif vardır:

“a- Türkiye ya Rusya’nın peyki olacaktır,

“b- Ya da Amerika’nın peyki olacaktır.

“Ve bu hain mantığa göre. Amerikan peykliği ehveni şer olduğu için, bu konuda seçilen yol milletin selametidir!

“Bunlar için üçüncü bir alternatif yoktur. Tam Bağımsız Türkiye bir “komünist” yalanıdır. Türkiye mutlaka büyük bir devletin koltuğu altında yaşayacaktır, buna mecburdur. Bu yüzden, “Türkiye tam bağımsız bir ülke haline gelebilir ve mutlaka gelmelidir” diyen Millî Kurtuluşçular, bunlar için derhal yok edilmesi gereken zararlı unsurlardır.

“Bunlar; sırtlarını Amerikan Emperyalizmine dayamış, hâkim sınıfların mensupları, sözcüleri, teknisyenleri ve bürokratlarıdır. Aralarında bizzat hâkim sınıfların çocukları olduğu gibi, emekçi kökenli olup da kökenine ihanet eden, halkına sırt çeviren hainler de mevcuttur.

“Bu grubu teşkil eden aydınlar(!), asker-sivil aydın zümrenin dışında, emperyalizmin ve hâkim sınıfların aydın(!)larıdır.

“Bu birinci grup içindeki diğer kanat ise, ülkenin içinde bulunduğu durumdan gerçekten üzüntü duyan, kalbinde vatan sevgisi henüz sönmemiş, ancak kendi esenliğini vatan esenliğinin üstünde tutan aydınlar grubudur. Bu grubun siyasal niteliği asker-sivil aydın zümrenin sağ kanadıyla milli burjuvazinin bir kesiminden oluşmaktadır. Bunlar ülkenin kurtuluşunu mevcut sömürge ekonomik ve sosyal düzenin birtakım ıslahatlarla tedavi edileceğini ileri süren, devrimci değil, evrimci bir dönüşüme bel bağlamış olan aydınlar grubudur.

“Bunlara göre 20’nci Yüzyılın ikinci yarısında, milyonlarca lira borç altında olan bizim gibi ekonomisi tarıma dayalı geri bir ülke dış yardımsız yaşayamaz. Evet, Amerika’nın iktisadi hegemonyası vardır. Ama bu şartlar altında dev Amerika’yı ülkemizden atamayız. Ayrıca onun yardımına da muhtacız. Bu yüzden Amerika’ya karşı birden sert çıkmak yanlıştır. Yavaş yavaş, bağımsız politikaya tedricen yönelmek en tutarlı yoldur. Özetle bu grubun görüşü budur.

“2. Alternatif:

“Ya da;

“Gelelim ikinci alternatife: Bu alternatif, 20’nci Yüzyılın ikinci yarısı da dahil olmak üzere, her tarihî dönemde, ulusun tam bağımsız olarak yaşayabileceğine inananların, emperyalist boyunduruk altında yaşamaktansa ölmeyi yeğ tutanların alternatifidir. Bu ikinci yol, hayatı da dâhil olmak üzere her şeyini ortaya koyarak. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasını kendisine şiar edip, “Tam Bağımsız Türkiye” için bitmemiş olan Anadolu ihtilali için savaşanların yoludur.

“Bugün, Gazi Mustafa Kemal’in yükselttiği “istiklali Tam Türkiye” bayrağı bu yolu olarak seçmiş olan sosyalist ve gerçek Kemalist Millî Kurtuluşçuların ellerinde dalgalanmaktadır.

“Evet, bütün Türkiyeli aydınlar, bu iki alternatiften birisini seçmek zorundadırlar.

“Birinci alternatifte, rahat bir yaşantı, bu düzenin nimetleri vardır.

“İkincisinde ise, çeşitli zorluklar, kan, işkence ve ölüm vardır.

“Biz, yurtsever kişiler olarak, ikinci yolu seçtik.

“Seçtiğimiz yol, Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur.

“O’nun başlattığı Anadolu ihtilalinin yoludur.

“Parolamız, “Ya İstiklal Ya ölüm!”

“Hedefimiz, “İstiklal-i Tam Türkiye”dir.” (agy., s. 115-117)

Denizler’in Mahirler’in İdeallerine Bugün Sadece Biz Sahibiz

Demek ki Deniz Arkadaşla da, Mahir Arkadaşla da; Mustafa Kemal, antiemperyalist tutum ve laiklik, 27 Mayıs Politik Devrimini değerlendirme ve Ordu Gençliği’ne bakış konularında hemfikiriz, arkadaşlar.

Denizler de Mahirler de Lenin’in İki Basamaklı Devrim anlayışını savunuyor. Onun birinci aşaması, Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist Demokratik Halk Devrimidir. İkinci aşaması da Sosyalist Devrimdir. Demokratik Halk İktidarından Sosyalist İktidara kesintisiz biçimde sıçrayıştır-geçiştir. İşçi Sınıfı İktidarına geçiştir. Bu konuda da görüldüğü gibi, Denizler’le de Mahirler’le de aynı görüşleri savunuyoruz. Hemfikiriz…

E, şimdi bizim Sevrci Sahte Sol diye adlandırdıklarımızın bu arkadaşlarla ne ilgisi var!..

EMEP’in ne ilgisi var, Deniz’le?..

HÖC’ün ne ilgisi var, Mahir’le?..

Diğer Sevrci Solların ne ilgisi var, Mahirler’le, Denizler’le?..

“Türbana Özgürlük” diye bir eylem yapıldı, Boğaziçi Üniversitesinde, hatırlarsınız. 10 gün kadar önce ya da 15 gün mü oldu? O kadar önce.

Bu eylemi yapanlar; SDP, EMEP, Sosyalist Gençlik, Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu, YÖGEH, Otonom, ÖDP Üyesi Öğrenciler, Genç Siviller ve Anadolu Gençlik Derneği.

(Gülüşmeler…)

Yani… Saadet Partisi’nin, Erbakan’ın Gençlik Derneği değil mi bu, Anadolu Gençlik Derneği, arkadaşlar?..

Onunla birlikte, Ortaçağcı düşünceyle kandırılmış, zavallı kızlarımızın, sözüm ona, özgürlüğünü savunmak üzere bir araya geliyorlar.

Bunlar bildiğimiz gibi, HÖC de dâhil, Mazlum-Der’le bir araya geldiler defalarca. Mazlum-Der…

Birinci Dinleyici: Özgür-Der…

Nurullah Ankut Yoldaş: Mazlum-Der.

İkinci Dinleyici: Mazlum Der’le de, Özgür-Der’le de.

Nurullah Ankut Yoldaş: Özgür-Der’le de, ikisiyle de bir araya geldiler.

Birinci Dinleyici: Dilipak’ın…

İkinci Dinleyici: İkisi de Şeriatçı.

Nurullah Ankut Yoldaş: Şeriatçı. Mazlum-Der bildiğimiz gibi, Sivas Madımak Katliamı’nda da bizzat rol oynamış bir örgüt, arkadaşlar. O zamanlar namuslu sosyal demokrat Mustafa Kul, CHP milletvekiliydi, kısa bir süre de Çalışma Bakanlığı yaptı sanırım… O açık bir şekilde ortaya koydu. Mazlum-Der’in Sivas Katliamı’nın içinde olduğunu, katliamcılar arasında bulunduğunu.

E, şimdi beraberler… Sevrci Sahte Sol beraber bu canilerle.

HÖC, en keskin eylemi olan “Ölüm Orucu Direnişi”nde bile, Behiç Aşçı’nın Ölüm Orucu Direnişi’nde bile, bir açıklamayı Mazlum-Der Temsilcisine yaptırdı, arkadaşlar. O zamanlar “Askıcı” olmamışlardı bize karşı. Bizim arkadaş soruyor; HÖC’lüye:

“Yahu, bunun ne işi var? Yani, niye bu açıklamayı, bu eli kanlı gericilere yaptırıyorsunuz?..”

“Yahu, geldi de… Biz o görevi vermedik, geldi kendisi yaptı.”

Böyle bir savunma getiriyorlar…

Şu komediye bakın, ya da şu zavallılığa bakın! Güler misin, ağlar mısın…

Yine HÖC de sitesinde yazdığı bir yazıda, türbanı, hem de her alanda savunuyor, arkadaşlar. Bu, kadının özgürlüğüdür, diyerek.

E, şimdi bunların, eğer namuslu iseler, ’i de, Deniz’i de savunmamaları gerekir, ağızlarına almamaları gerekir.

Mahir’in Küba’ya Yaklaşımı

Küba konusunda da, arkadaşlar… Mahir, Küba’yı da savunur açık bir şekilde.

Bu konuda da şöyle der Mahir:

“Biz, kahraman Küba halkı, bir halk savaşı vererek Milli Demokratik Devrimi yapıp sosyalizme geçmiştir diyoruz.” (Mahir Çayan, Bütün Yazılar, Boran Yayınevi, 2004, s. 182)

Daha anlatır. Ama zaman yok, yani… Çok net bir şekilde böyle koyar meseleyi…

Demek ki Küba konusunda da, Küba Devrimi konusunda da Mahir Arkadaş bizim yanımıza gelmiş o zamanlar.

Tabiî Denizler de Mahirler de Kıvılcımlı Usta’nın temel eserlerini okudular. Büyük ölçüde de etkilendiler. Tezlerindeki, görüşlerindeki doğrular hemen hemen tümüyle buradan kaynaklanmaktadır. Yanlışlarsa Mihri Belli’den ve onun MDD (Milli Demokratik Devrim) anlayışından…

Sevrci Sahte Sol ABD’nin “Umut Kaynağı” olmaya Kadar Savruldu

Türkiye Solu, ne yazık ki 1972’den bu yana, bizim dışımızda, hiçbir teorik gelişim gerçekleştiremedi. Önce bir durağanlaşmaya, Sosyalist Kamp’ın çöküşüyle birlikte de çürümeye uğradı. Sağ cepheye doğru savrulup gitti. Ve bizim, Amerikancı Burjuva Milliyetçi Kürt Hareketi dediğimiz Hareketin peşine takıldı. Ve sonunda, en sonunda geldikleri nokta, ABD Emperyalistleri tarafından “umut kaynağı” (aynen bu ibare ABD’ye aittir) ilan edilmek oldu. Ayrıca “Demokrasi güçleri” (bu ibare de ABD’ye aittir) ilan edilmek oldu, arkadaşlar.

Biz hep söylüyoruz, 1921’den bu yana ne savunmuşsak, yine aynı şeyleri savunuyoruz. Küba konusunda da, diğer tüm konularda da, Ortaçağcı hareket konusunda da, onlara karşı oluşumuz konusunda da, ABD karşıtlığı konusunda da, 27 Mayıs Devrimi’ni savunma konusunda da ve Ordu Meselesinde de…

E, işte Deniz’in ve Mahir’in, Mustafa Kemal hakkındaki görüşlerini de gördünüz, arkadaşlar.

Ordu Meselesinde de bunlar, yani Sevrci Sahte Sollar, savrulup gittiler. Artık sınıf esasına dayanan politikayı terk ettiler. MGK karşıtlığı, Genelkurmay karşıtlığı ve sonunda geldikleri nokta: Ordu düşmanlığı üzerine siyaset yapmak oldu. İşi buraya vardırdılar.

Biz diyoruz ki, her şeyde olduğu gibi, Ordu içinde de bir zıtlaşma vardır. Bir anlamda sınıflaşma vardır. Genelkurmay ve generaller, Ordunun burjuva kesimini temsil eder. Toplam 350 general ve amiral vardır 700 bin kişilik Türk Ordusu’nda. Ama daha alt kesimi teşkil edenler-oluşturanlar halk çocuklarıdır. Nasıl sivil bir gençlik varsa, bir de Ordu Gençliği var. Onlar da halk çocuğu bizim gibi. Hasbelkader askeri okula gitmiş. Ve devrimimizde, onların da bir bölümünü, çok önemli bir bölümünü, kazanacağız biz. Tıpkı Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te, Cumhuriyet’te, 27 Mayıs Politik Devrimi’nde olduğu gibi, bizim Demokratik Halk Devriminde ve Sosyalist Devrimimizde de Ordu Gençliği’nin bir bölümü, çok önemli bir bölümü, devrimci saflarımızda yer alacaktır. Bunu çok iyi biliyoruz. Biz onun üzerine bir ideoloji ortaya koymuş durumdayız. Bu nesnel tahliller sonucunda bir ideoloji belirledik. Onu savunuyoruz. Ama Sahte Sol dediğimiz bu arkadaşlar savrulup gittiler…

“İkinci Kurtuluş Savaşçılarıyız”, diyor Deniz Arkadaş.

E, biz de aynı şeyi diyoruz. İşte Usta’mız, “İkinci Kuvayımilliyeciliğimiz”, diyor, bu elimde gördüğünüz eserinin adına.

Ermeni Meselesinde de Denizler’le Aynı Düşünüyoruz

Ve Ermeni Meselesinde de, arkadaşlar, Deniz’le aynı düşüncelere sahibiz.

Belki ilginç gelecek, o bakımdan, Deniz’in bu konudaki birkaç cümlesini de okumak istiyorum.

Ayraçlar, hep, çantamın içinde iç içe girmiş, arkadaşlar onu ararken, Deniz’in Laiklik konusundaki şu satırları, görüşleri gözüme ilişiyor:

“Okul çağındaki yüz binlerce çocuk hâlâ eğitime taban tabana zıt Kur’an kursu ve benzeri yerlerde, çağdışı bilgilerle eğitilmektedirler”, diyor Deniz, Savunması’nda, eğitim sorununda.

Şimdi de Ermeni ve Rum konusundaki görüşlerini okuyalım Deniz’in:

“Emperyalist devletler, Osmanlı Devleti ile ilişkilerinde aracı olarak daima Rum ve Ermenileri kullanmışlardır.”

“Ankara Hükümetini, ilk görüşmelerin 1919’da başladığı, Sovyetler Birliği tanıdı. 1917’de Çarlığın devrilmesinden sonra kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Çarlığın saldırgan, emperyalist politikasına ve Birinci Emperyalist Dünya Savaşı’na karşı çıkıyordu. Devrim Hükümeti, doğu sınırlarımızdaki askerlerini çekmiş ve Anadolu’daki mücadeleye yardım etmek için her türlü çabayı göstermiştir.

“1919 Haziran’ında Albay Budyenni başkanlığında bir Sovyet Heyeti, Havza’da Mustafa Kemal ile buluşarak, genel durumu görüştü. Bu buluşmada Budyenni emperyalizme ve onun emrindeki Ermeni ve Pontus teşkilatlarına karşı olduklarını bildirerek, Kurtuluş Savaşımızı destekleyeceklerine, gerekli silah ve parayı vereceklerine dair teminat verdi. Mustafa Kemal, emperyalist ülkeler, Ermeni ve Pontus meselesinde Sovyetler’le aynı fikirde olduğunu beyan ediyordu. Bu olumlu ilişkiler, savaş süresince ve daha sonra da devam etmiştir. Ankara Hükümeti ile ilk uluslar arası antlaşmayı yine Sovyetler Birliği yaptı. Bu antlaşma ilk olması ve mahiyeti bakımından önemlidir.” (THKO Savunması, THKO Davası, s. 411-412)

“Kurtuluş Savaşımızda, emperyalizmle mücadele eden güçler, değişik taktikler kullanmışlardır. Mücadele, dış düşman ve onun emrindeki hükümetin çıkardığı iç isyanlara karşı yürütülmüştür.

“1. İstanbul’da İngilizlere karşı, Karakol ve Müdafaa-i Milliye öncülüğündeki, şehir gerillasının ağırlık kazandığı mücadele yürütülmüştür. Diğer taraftan, görevleri, Anadolu’ya malzeme, donatım ve adam kaçırmak olmuştur. Bu örgütler, sivil güçlerin de bulunmasına rağmen, subayların ağırlık kazandığı teşkilatlardır.

“2. Ege Bölgesi’nde Yunanlılara karşı yürütülen mücadele, önceleri dağınık bölgesel çete savaşı, sonra örgütlü çete savaşı ve sonunda nizami ordu savaşı şeklinde yürütülmüştür. Zaferi tayin eden mücadelenin ağırlığını nizami ordu mücadelesi teşkil etmiştir.

“3. Güneyde Fransız saldırganlara karşı, Antep, Maraş, Urfa, bölgelerinin yerli halkı, çete savaşına başlamış, daha sonra belirli oranda subay kadrosu katılmasına rağmen, esas başarı yerli halkın kendi çabasıdır.

“4. Karadeniz Bölgesi’nde, Rum Pontosçuları Amerikan yardımıyla ayaklanmış ve ayaklanma, sivil çetelerin ve ordunun mücadelesiyle bastırılmıştır.

“5. Doğu Anadolu’da, Ermenilerin bağımsız bir Ermenistan için Amerika’dan destek alarak çıkardıkları iç isyan, sivil halk ve ordu tarafından bastırılmıştır.

“6. Padişahın emriyle, Anadolu’da Ulusal Mukavemeti kırmak ve güçleri bölmek için başlatılan isyanlar, Kuvayı Seyyare tarafından bastırılmıştır.

“Bu arada, Karadeniz ve Doğu Anadolu Bölgelerinde çıkan iç isyanlardaki Amerikan etkisini belirtmek gerekir.

“1919 yılı başlarında ABD Dışişleri Bakanlığı, Senato Komisyonu Başkanlığı ve Harbord Heyeti’nin Türkiye hakkındaki görüşü şuydu;

“1. Boğazlar’da milletlerarası statüye bağlı bir devlet,

“2. Doğu Anadolu’da bir Ermenistan Devleti,

“3. Orta Anadolu’da Türkiye Devleti kurulacak ve bu üç devlet de büyük bir devletin himayesi altında bulunacaktır.

“Burada bahsedilen büyük devlet bizzat kendisidir. Emellerini gerçekleştirmek için ABD ciddi çalışmalara girmiş, yöneticileri satın almaya, gazeteci, subay, diplomat ve danışmanlar göndermiştir. Türkiye’deki Amerikan kolejlerini cephane depoları haline getirmiş ve gönderdiği 14 bin misyoner, 50 bin 9 yüz misyoner yardımcısı ve 286 yabancı misyon elemanı ile yurdumuzu kendi sömürgesi yapmak için bütün gücü ile çalışmıştır.” (agy., s. 415-416)

Gördüğümüz gibi Ermeni ve Rum isyan ve işgalleri konusunda da Denizler’le benzer görüşlere sahibiz.

Sevrci Sahte Sol’un bu konuda da Denizler’le hiçbir ilgisi yoktur. Bu da açıkça görülmektedir artık…

Sevrci Sol’un bazı bileşenleri, bizim Ermeni Meselesindeki tezlerimizin Kıvılcımlı’yla ilgisi olmadığını iddia etmektedirler. Usta’mızın “Oportünizm Nedir?”, “Halk Savaşının Planları” ve “Devrim Zorlaması, Demokratik Zortlama” adlı Üçlü kitabından:

“En sonunda, Türkiye’nin Birinci Demokratik Devrimi (Milli Mücadele) açıktan açığa sırf bir sömürgeleştirme baskısına karşı İngiliz-Fransız-Amerikan Emperyalizminin maşası Yunan ve Ermeni istilasına karşı bir Kurtuluş Savaşı oldu.”, diyor Kıvılcımlı Usta. (age., Derleniş Yayınları, s. 363)

Gördüğümüz gibi, Usta’mız da apaçık, Ermeni konusundaki görüşünü koyar burada.

Ve yine görüldüğü gibi Denizler de Usta’mızın bu görüşünü paylaşırlar.

Sevrci Sahte Sol AB-D Emperyalistlerinin Değirmenine Su Taşıyor

E, biz hep söylediğimiz gibi, o gün de, bugün de aynı tezleri savunuyoruz. Hep devrimci hattı izliyoruz kararlı bir şekilde. Ama onlar (Sevrci Sahte Sollar), ABD Emperyalizminin saflarına kadar, ABD tarafından “umut kaynağı” ilan edilecek bir noktaya varıncaya kadar savruldukları için, bunu anlayamıyorlar. Ve bu sebeplerden, biz onların üzerine Sevrci Soytarı Sahte Sol etiketini astık, adını verdik. Artık ciddiyetlerini kaybetmişlerdir onlar. Devrimciliklerini de yitirmişlerdir. Ya bunu bilince çıkarıp adam olacaklar, yeniden özeleştiri yapıp devrimci saflara dönecekler, ya da çürüyüp, eriyip, yok olup gidecekler… Deniz bitmiştir artık onlar için. İşte yavaş yavaş da başladılar dağılıp parçalanmaya. Biliyoruz, görüyoruz… Başka gidecekleri yer yok. Bunların yönetimindeki kitle örgütleri de eriyor. İşte Eğitim-Sen, KESK, üye kaybediyor.

Ne kadar azaldı Eğitim-Sen’in üye sayısı Cemal Arkadaş?

Cemal Arkadaş: Yüzde 50 Hoca’m.

Nurullah Ankut Yoldaş: Yüzde 50, arkadaşlar, yüzde 50…

E, neden bu insanlar eridi gitti? Zulüm mü azaldı Türkiye’de?

Hayır. Katmerlenerek artıyor zulüm. Ama bunların ideolojik olarak verebilecekleri hiçbir şey yok. Gösterebilecekleri hiçbir hedef yok. Tükendi, bitti bunlar. Bunların tezlerini ABD Emperyalizmi ve onun Türkiye’deki ortakları çok daha açık, kararlı bir şekilde savunuyor. Ermeni Meselesinde de savunuyor, Mustafa Kemal’e saldırmak meselesinde de savunuyor. İşte, Milli Eğitim Bakanlığı son bir karar aldı. Artık ilköğretim okullarında Atatürk Köşesi yapmak mecburi olmayacak. Özel okulların İlköğretim bölümlerinde, değil mi? Evet, arkadaşlar. Bu ne anlama geliyor? Açık değil mi?..

Zaten bunların ağababası, önderi Tayyip, Mustafa Kemal’e “ölmüş inek” diye hitap ederek bir kasetinde, açıkça saldırıda bulunmadı mı, arkadaşlar?

Saldırdı. Öbürleri de aynı düşünceye sahip Mustafa Kemal konusunda.

E, şimdi bunların, yani Sevrcilerin sol adına Mustafa Kemal’e karşı olmaları neye yarar, onlara hizmetten başka?..

AB-D Emperyalistlerine ve yerli ortaklarına nizmetten başka…

Ermeni Meselesini en aktif şekilde kim savunuyor bugün?

ABD-AB savunuyor.

Niye?

Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürmek için. İşte harita yayımlandı açıkça. Hem de ABD’nin ordu gazetesinde. Ve Ermeni yetkilileri, Türkiye’yle ilişkilerimizin normalleştirilmesi için, Türkiye’nin Sevr’i kabul etmesi gerekir, diyor. Taşnak Partisi yetkilisi Kiro Manoyan aynı şeyi, diyor. Ermenistan Dışişleri Bakanı Oskanyan aynı şeyi, diyor. Amerika’daki Ermeni lobisinin temsilcisi aynı şeyi, diyor…

E, şimdi bunların-bizim sözde Sol’ların ayrıca, Taşnak Partisi’nin emperyalistler tarafından, İngiliz, ABD, Fransız Emperyalizmi tarafından kandırılarak ortaya koyduğu tezleri savunmasına gerek var mı?.. Bakın emperyalistler zaten savunuyor bunu. AB-D Emperyalistleri ve Ermeni şovenleri, ırkçıları zaten hararetle savunuyor bunları. Bu demagojik yalanları. Onların amacı belli: Yeni Sevr! Türkiye’yi oraya götürmek ve orada boğmak. Onlar davranışlarında tutarlı. Ya bizimkilere ne oluyor? AB-D’ye uşaklıktan, hizmetten zevk mi alıyorlar? Zahir öyle…

Soykırım Değil Karşılıklı Katliam

Arkadaşlar, bu konuda çok yazdık. Yayınlarımızı izleyen arkadaşlar, matematiksel bir kesinlikle, bir Ermeni Soykırımı’nın yapılmadığını ve olanın karşılıklı bir savaş olduğunu çok net bir şekilde görürler.

Bunu zamanın Ermeni liderleri diyor. Bogos Nubar Paşa diyor, Fransız Dışişlerine yazdığı mektupta, Paris Barış Konferansı’nda, 1920’de yapılan, emperyalistlerin kendi aralarında Türkiye’yi paylaşma planları, pazarlıkları yaptıkları Konferansta. “Savaştan önce Osmanlı yetkilileri bize geldi. Savaşta bizimle beraber olun, size özerklik verelim dediler. Biz bunu şiddetle reddettik”, diyor Bogos Nubar Paşa. “Ve İtilaf Devletleri’nin davasına sadakatle bağlandık, onlarla birlikte savaştık. Ve bunun karşılığında bizim hak ettiğimiz şeyleri verin”, diyor arkadaşlar. O zamanki Ermenistan Taşnak Cunhuriyeti’nin Temsilcisi Aventis Aharonyan aynı şeyi, diyor. Savaşan Ermeni liderleri, daha sonra yazdıkları anılarında aynı şeyleri söylüyorlar.

Ve geçenlerde okuduğum bir kitapta, Sarkis Çerkezyan, “Dünya Hepimize Yeter” adlı kitabında, Belge Yayınları’ndan çıkmış, tanıdığı Ermeni önderleri, önemli Ermeni şahsiyetleri anlatıyor. Çerkezyan, eski Sahte TKP üyesi, arkadaşlar. Yaşı orta yaşa gelen arkadaşlar hatırlar, o zamanlar “Atılım” diye bir illegal yayım çıkarıyordu eski Sahte TKP. Bunun İstanbul’daki marangoz atölyesinin bodrumunda çıkıyor bu şey. Bodrumu değil de daha doğrusu, gizli bir kapaktan atölyenin altına kazdıkları bir odada, baskı makinesini oraya yerleştirmişler, orada basılıyormuş. Onu anlatıyor burada.

Yine Dırtat Şirinyan diye bir Taşnak savaşçısının anılarını dile getiriyor, arkadaşlar.

Dırtat Şirinyan, 1912 Balkan Savaşı’nda ünlü Ermeni komutan Antranik’le birlikte savaşmış, Gönüllü Ermeni Alayı’nda. Burada açıkça anlatıyor. Yani o zaman Bulgaristan’da gördüğümüz Türk’ü önce sorguya çekip, sonra katlettik, öldürdük. Ve sonunda Türkleri temizledik ve Bulgaristan kuruldu, diyor. Hatta Kraliçeyle de görüştük. İyi de, siz tamam, devletinizi kurdunuz; biz ne yapacağız? dediğimizde, sıra size de gelecek dedi, diyor. Yani 1912’de Gönüllü Ermeni Alayı, Balkan Savaşı’nda yer alıyor. Daha sonra yine bu kitapta söz edilir, Antranik, Sarıkamış Savaşı’nda gönüllü Ermeni birlikleriyle Rus, Çarlık Rusyası Cephesinde, onlarla omuz omuza savaştığını söylüyor. Bunların hepsi Tehcir’den önce, 1915 Tehciri’nden önce, arkadaşlar.

Ve sonra, Mütareke’den sonra yine, savaştıklarını söylüyor.

Yani karşılıklı bir savaş. Ve işin ilginci, Türk düşmanı değil Dırtat Şirinyan. Onlar bizi öldürdü, biz onları öldürdük, diyor. Tıpkı bizim koyduğumuz gibi koyuyor meseleyi:

“Vaktiyle çok savaşmıştı Türk Ordusuna karşı, ama hiçbir zaman Türk düşmanı olmadı. Arı bir yurtseverlik vardı onda. Düşünün ki, “Benim için onurdur Türkiye’nin kurtarıcısının heykelinin altında resim çektirmek” diyerek Samsun’da Mustafa Kemal’in heykelinin altında fotoğraf çektiriyor. Bana sürekli, “Hiçbir zaman hiç kimseyi kıskanmayacaksın, Türkleri kıskanmayacaksın; onların övünmeye de hakkı vardır, sevinmeye de hakkı vardır, bayram etmeye de hakkı vardır, her şeye hakları vardır. Ama sen de seninkini sevmeyi bil” derdi. Böyle arı bir yurtseverdi.

“Koca Mustafa Paşa’da çalışırken, bir araba yaptım ona, süt satıyor, gazete satıyor, yoğurt satıyor… Bir gün Cumhuriyet Bayramı. Radyolarda Cumhuriyet bayramı nedeniyle marşlar çalınıyor. Beni gördü, elimden tuttu, dükkâna getirdi. “Sarkis, (yani Çerkezyan’ın ön adı, Sarkis) üzgün müsün oğlum” dedi. “Yok” dedim, “niye?” “Bak, bugün Cumhuriyet bayramı oğlum, Türkler bayram yapıyorlar, onların bayram yapmaya hakkı var. Sevinmeye de hakları var, kahramanlıklarını anlatmaya da… Her şeye hakları var. Tamam, savaştık, biz de kahramanlık yaptık, onlar bizi öldürdü, biz de onları öldürdük, ama o ayrı bir şey. Sakın kıskanmayasın. Ama onlarınkine saygı duyarken, bizimkini de sevmemiz lazım” dedi.

“1957’de Samatya’da öldü. Beni çok severdi” diye anlatıyor…

Yani insan savaşın içinde yaşayınca, hem kendi tarafının, hem karşı tarafın çektiği acıları somutça görünce, bir insan yüreği de taşıyınca, meseleyi böyle hakkaniyetli olarak ortaya koyuyor, arkadaşlar. Mesele bu.

Şimdi Sevrci Solda, Ermeni İsyanını gayri meşru ilan ettik diye, bizi şovenlikle, hatta faşistlikle suçlayan var.

Yahu, hak iddia ettikleri yahut vatanımız dedikleri topraklarda, yani Kılikya’dan Trabzon’un doğusuna çekilen bir hattın doğusunda kalan topraklarda yaşayan nüfusun yüzde 14 küsurunu teşkil ediyorlar. Vilayet-i Sitte denen 6 ilde ise nüfusun sadece yüzde 18 nokta küsurunu temsil ediyorlar. Ve diyorlar ki, burası bizim vatanımız. Biz burada bağımsız devlet kuracağız.

İyi de, o nüfusun ezici çoğunluğu ne olacak?

Bulgaristan’daki gibi, bir kısmını katledip öldürecekler, bir kısmı da canını kurtarmak için kaçacak. Nitekim Bulgaristan’da, Bulgarlar, savaş öncesi yani özellikle 93 harbi denilen, 1877-78 Harbi öncesi, nüfusun yüzde 45’ini oluşturuyorlar. Ama Çar Ordusu, o meşhur savaşta Osmanlı’yı yenerek Balkanlara girince; çoğunluk olan Türk-Müslüman halkı, Bulgarlarla el ele vererek katlediyor ve muazzam bir Türk göçü gerçekleşiyor, Bulgaristan’dan. Ve benim babaannemin babası da o göçle birlikte Anadolu’nun orta yerine kadar geliyor. Konya’nın bir köyüne kadar geliyor. Ve koca bir aileden sadece 20’li yaşlarda iki kişi gelebiliyor, iki genç gelebiliyor. Ailenin gerisi katliamdan, sefaletten ve yollardaki hastalıklardan, olumsuz diğer koşullardan yok olup gidiyor.

Şimdi onu örnek alarak, emperyalistlerin kışkırtmasıyla Taşnak Partisi’nin Ermeni burjuvaları da 1894’te Sason’da ilk ayaklanmayı, isyanı başlatıyorlar. Ve yine Damadyan ve Murat diye iki Ermeni önderi gelip aylarca çalışıyor, o güne kadar yüzyıllarca Müslüman halkla kardeşçe yaşayan Ermenileri, Türk ve Kürt Halklarına düşman hale getiriyor. Ermenileri uzun bir hazırlık döneminden sonra eğitiyor, silahlandırıyor ve aniden Kürt köylerine saldırıyorlar. E, tabiî Kürt köylüler yüzyıllarca kardeşçe yaşamışlar, böyle bir saldırı beklemedikleri için bozguna uğruyorlar. Muazzam kayıplar veriyorlar. Osmanlı, o bölgedeki askerlerini gönderiyor, onu da yeniyorlar. Onun üzerine başka bölgelerden büyük birlikler sevk ederek isyanı bastırıyor. Kitabı getirmedim, fazla zaman yok diye. Rus General Mayewski’nin, o günler orada, arkadaşlar; Mayewski de Çar’ın generali olarak, bölgeyi inceleyip, rapor edip, Çar’a bildirmekle görevli. Anıları yayımlandı, Türkçede de yayımlandı. Sason İsyanı’nında, gidiyor, isyanın bastırılmasından sonra orada incelemeler yapıyorlar, Batılı devletlerin temsilcileriyle beraber, aynen böyle anlatıyor: O güne kadar masum, kardeşçe yaşayan halkların, bu Taşnak önderleri tarafından kışkırtılarak birbirine hasım hale getirildiğini ve her iki taraftan da büyük canlar yok olup, acılar çekildiğini söylüyor. Ve ondan sonra isyanlar devam ediyor. E, şimdi bunu düşünmüyorlar arkadaşlar.

Mustafa Kemal de Bizim Jose Marti’mizdir

Burada konu gelmişken, bazı Kürt Yoldaşlarımız ve Kürt Arkadaşlarımız, Mustafa Kemal’e tepkililer. Yani Kurtuluş Savaşı sonunda bizim Ulusal Hakkımızı tanımadı, diye.

Tamam, tanımadı, arkadaşlar. Bir burjuva devrimidir 1923’teki. Lenin, çok açık şekilde koyuyor. Bunu yayımlarımızda defalarca belirttik, arkadaşlar; “Mustafa Kemal sosyalist değil”. Ernesto Gomez Abascal Yoldaş da söyledi, Devrimimizin önderi dedikleri Jose Marti de Marksist, Sosyalist değil; Antiemperyalist, Ulusal Kurtuluşçu. Ama Fidel ve Kübalı yoldaşlar, Ernesto Yoldaş da biraz önce aynen söyledi, “onun düşünceleri devrimimizin zafer kazanmasına yol açtı”, diyorlar. İşte Mustafa Kemal’i de biz, Kübalıların Jose Marti’yi değerlendirdikleri biçimde değerlendiriyoruz. Aynı gözle bakıyoruz. E, bir Burjuva devrimi yaptı, sosyalist değildi, ama antiemperyalistti, emperyalistleri yendi. Onun devrimini mantıkî sonucuna ulaştıracak olan bizleriz. Ve o yüzden biz Kemalist değiliz, Mustafa Kemal’i tutarız. Çünkü Kemalizm burjuva ideolojisi. Onu savunduğumuz anda, burjuva ideolojisini savunmuş oluruz. Ama Mustafa Kemal, ömrü savaş meydanlarında geçmiş, bir dahi komutan. Zaferden sonra Çankaya’da ablukaya alınıyor burjuvazi tarafından. Ekonomi tümüyle onun denetimi dışında, arkadaşlar. Anadolu burjuvazisi hemen bir yıl sonra, İş Bankası’nın kuruluşuyla birlikte tekelci aşamaya geçiyor. Ve Mustafa Kemal de denetleyemiyor zaten. Tek kişi, Çankaya’da… Zaten de sosyalist görüşlere sahip değil. Öyle olunca, 1950’de tümüyle Finans-Kapital iktidarı ele geçiriyor. Mahir de, Deniz de aynı şekilde koyar bu meseleyi.  Yani 1950’de ele geçirdiğini koyar.  Ve aynı zamanda Türkiye kayıtsız şartsız ABD Emperyalizminin denetimine girdi 1950’yle beraber.

Usta’mız da arkadaşlar… Yine gazetemizin son sayısında bu bölümü aktardık, arkadaşlar, Usta’mızın kitabının (Halk Savaşının Planları’nın) bu bölümünü. Der ki Usta’mız: Finans-Kapital, Mustafa Kemal’in sağlığında yavaş yavaş ilerleyerek ekonomiyi ele geçiriyordu. Ama Mustafa Kemal’in hastalığıyla beraber, sıçramalar halinde ilerleyerek ekonomiyi tümden eline geçirdi.

Kurtuluş Savaşımız Olmasaydı Emperyalistler Halkları Birbirine Boğazlatırdı

Şimdi eğer Mustafa Kemal’in önderliğinde Kürt ve Türk Halklarının birlikte, kardeşçe dayanışarak verdikleri Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşmamış olsaydı, İngiliz-Fransız Emperyalistleriyle beraber Ermeni Taşnak Burjuvaları tüm Kürt illerinde masum Kürt, Türk, Çerkez ve tüm Müslüman nüfusun bir kısmını katledecekler, bir kısmını da kovacaklar ve o illerde büyük bir etnik temizliğe girişeceklerdi. Planları, niyetleri buydu. Bu kuşkusuz. Mesela Ermenistan’da bugün bir tek Türk yok! Tek bir Türk bulamazsınız. E, orada da Türkler vardı, Müslümanlar vardı daha önce, Çarlık Rusyası-Osmanlı zamanında.

Belge Yayınları’ndan çıkan, Ermeni yazar Mıgırdiç Armen’in “Hegnar Çeşmesi” diye bir kitabı var. Kısa bir kitap, arkadaşlar. Orada anlatır yazar: Erivan’da şu karşı tepeler bir zamanlar Türk Mahallesiydi. Şöyle şöyle biçimde Türk evleri vardı. Ama şimdi sadece boş tepeler haline geldiler, der.

Bu bakımdan asıl soykırım ve katliam, bizim Kurtuluş Savaşı’mız mağlubiyetle sonuçlansaydı gerçekleşecekti. Paris Konferansı’nda biliyorsunuz, ABD ve İngiliz Emperyalistleri tarafından Kilikya’yla Trabzon’un doğusunda kalan, yani o hattın doğusunda kalan (yayımladık da daha önce), 340 küsur kilometrekarelik topraklar Ermenistan’a bırakılmak isteniyor. Fransızların itirazı üzerine, Güneydoğu bölgesindeki bu toprakların bir kısmı Fransızlara bırakılıyor. İşte bugünkü Kürt illerinde Kürt insanlarımız varsa bugün, Kürt ve Türk Halklarının başarıya ulaştırdıkları Kuvayımilliye’nin sonucunda varlar.

Bunu dikkate almamız lazım.

Bizim de, Mustafa Kemal’in mirasçıyız, derken kastettiğimiz, bunlardır. Bu bakımdan beraberce, kardeşçe, Mustafa Kemal’in bu yönünü, (zaten en önemli yönüdür, kişiliğini belirleyen, karakterize eden yönüdür bu; antiemperyalistlik, bağımsızlık ve laiklik) benimsememiz, savunmamız, mantikî sonucuna ulaştırmamız gerekir.

EMEP’in Denizler’e Kesin ve Açık İhaneti

Sevrci Soytarı Sahte Sol’un en kaşar bileşenlerinden olan EMEP, kendisine ait Akyüz Yayınları aracılığıyla THKO DAVASI’nı yayımladı, 1991’de. Bu kitaba, Mustafa Yalçıner imzalı bir de “Önsöz” koydu.

Bu “Önsöz”de, Denizler’e, ideoloji ve mücadelelerine, sinsi ve aşağılık bir şekilde saldırılıyor, böylece de o devrimci kavgaya ettikleri ihanetin ve kendilerini, içine bilerek ve isteyerek atmış oldukları gerizin üstü örtülmek isteniyordu. Her hainin yaptığı gibi, ben ihanet ettim denmiyordu. Terkettiğim, bıraktığım eski davam yanlıştı, çıkmaz yoldu, ben onun için ondan uzaklaştım ve şimdi bulunduğum yer doğru yerdir. Ben ancak şimdi doğru yolu buldum deniyordu. Yasemin Çongar’ın, Taner Akçam’ın, Hasan Cemal’in, Hadi Uluengin’in, Cengiz Çandar’ın, Gülay Göktürk’ün, Aydın Engin’in ve benzerlerinin dediği gibi. İhanetlerinin üstünü örtmeye çalıştıkları gibi… Onlar da aynen böyle diyorlar bildiğimiz gibi. Hasan Cemal, dönekliğinin bir de kitabını yazdı… İşte aynen Hasan Cemal gibi EMEP de dönekliğini “Önsöz”ünde yazıyor, “Evrensel” gibi gazetelerinde yazıyor ve daha bir yığın yayınında yazıyor…

Gelelim yazdığı bu “Önsöz”de dediklerine:

“(…) THKO, kendi geçmişinin kirleri, lekeleri, paslarıyla varolmuştur.

“(…)

THKO, geçmişinden başlıca pratik bir kopuştur, özellikle eylem biçimleri alanında bir kopuştur. Siyasal pratikte reformculuğa karşı devrimciliğin savunuluşudur. THKO’nun geçmişi düzen eklentisi solculuktur, liberalizmdir, reformculuktur, parlamentoculuktur, darbeciliktir, çeşitli siyasal yönelimlerle düzenin savunulmasıdır, yasalcılıktır. Ve THKO’nun gelişme dinamiği ve sosyal dayanağı öğrenci hareketidir. Radikal gençlik hareketinden gelen militanların profesyonelleşmesiyle örgütlenen THKO, önerdiği devrimci tutum ve yöntemlerle bu geçmişten kopar; ancak geçmişinin siyasal pratiğine yol açan siyasal ideolojik kuramlardan, yaklaşımlardan, teorik kavrayıştan kopamaz, kopuşun da yolunu açar ama.

“Bu nedenle elinizdeki kitabı Türkiye devriminin bir dönemine ışık tutan bir belge olarak okumak gerek. Bugüne nereden gelindiğini anlamak üzere okunmalı THKO DAVASI.

THKO geçmişiyle bağlantısı içinde bulanık sosyalist fikirlere sahip olunmasına karşın Marksizm ve sosyalizme henüz varılamayan bir sürecin olgusudur. THKO pratikte burjuvaziden kopuş yoluna girerken ideolojik-siyasal tutum ve yaklaşımlarda henüz kopuşa gidemez.

“(…)

“Kısacası THKO sınıftan ve sosyalizmden uzak bir yer tutmuştur geçmişiyle bağlantısı içinde.” (agy., Önsöz)

Çok açık bir biçimde görüldüğü gibi EMEP ve onun kalemşoru M. Yalçıner, THKO’yu Marksist ve sosyalist saymıyor. THKO’nun eylemlerini devrimci, ama ideolojisini; “düzen eklentisi solculuktur, liberalizmdir, reformculuktur, parlamentoculuktur, darbeciliktir, çeşitli siyasal yönelimlerle düzenin savunulmasıdır, yasalcılıktır” diye değerlendiriyor.

Anlaşılıyor ki EMEP, 1991’de, artık THKO sömürüsü yapmadan da varlığını sürdürebileceği bir aşamaya geldiğini düşünerek, sırtında bir yük olarak gördüğü THKO’nun devrimciliğini fırlatıp atarak ondan kurtulmak istiyor. THKO sömürüsü yaparak devşirdiği kadrolarını, THKO’nun devrimci ideolojisinden koparmak ve sonradan oluşturduğu Sevrci Sahte Sol ideolojisiyle doktrine etmek istiyor. Bu amaçla da THKO’ya-Denizler’e böyle hayâsızca saldırıyor.

Denizler ve Mahirler, yukarıda da belirttiğimiz gibi Mihri Belli’nin MDD çizgisinden tümüyle kopmuş değillerdi. Bu nedenle de ideolojilerinde yer yer bu çizginin izleri görülür. Ve bu etkiden dolayı Denizler de Mahirler de Mustafa Kemal’le Kemalizmi birbirine karıştırırlar. İkisinin de bir ve aynı şey olduğunu sanırlar. Yine MDD etkisiyle, Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşımızın sınıfsal önderinin Anadolu burjuvazisi olduğunu göremezler. Bu Kurtuluş Savaşımıza küçükburjuvazinin sınıfsal önderlik ettiğini sanırlar. MDD’nin bu yanlışlarını da Türkiye Soluna ilk defa, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı göstermiştir. “Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama” adıyla yayımladığı MDD eleştirisiyle de MDD’ye ölüm vuruşunu yapmış, bu ideolojinin Sol ortamdaki hâkimiyetine son vermiştir.

Denizler’in ve Mahirler’in bu ideolojinin etkisinden tümüyle arınamamalarından kaynaklanan yanlışları, On’ların Marksist-Leninist-Sosyalist olmalarını asla ortadan kaldırmaz. Sadece On’ların yanlışları olarak kalır. Denizler de Mahirler de sapına kadar Sosyalisttiler, Marksist-Leninisttiler. Nitekim Usta’mız H. Kıvılcımlı da bu arkadaşları hep derlenilecek, birleşilecek devrimci güçler-gruplar-eğilimler olarak görmüştür. Biz de On’ların devamcısı olduğunu iddia eden hareketleri aynı biçimde değerlendirdik. Tâ ki, bu hareketler Denizler’in ve Mahirler’in devrimci çizgisini terk edip sağa savruluncaya kadar… Bu hareketler, bugün geldikleri yer itibarıyla açık biçimde ihanete karmışlardır. Denizler’le de Mahirler’le de hiçbir ilgileri kalmamıştır. AB-D Emperyalistlerinin, dünyayı yeniden şekillendirerek-bozup düzerek yağmalama-talan etme projesi demek olan “Project Democracy”yi, gerçek demokrasi, devrimci demokrasi sanarak ona dört elle sarılmışlardır. Bu nedenle de AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’deki üslerinden biri olan ve Taner Akçam’la Yasemin Çongar’ın ideolojik rehberliğindeki (bu CIA görevlileri aynı zamanda yazarları arasındadır bu gazetenin) Agos Gazetesini Kâbe edinmişlerdir. Yine CIA’nın bir başka sesi olan ve yine Yasemin Çongar’ın yönetimindeki “Taraf Gazetesi”ni de Kâbe edinmeleri yakındır. Devrimci önderlerine ve geçmişlerine ettikleri bu ihanetlerden dolayı da bu hareketler, ABD Emperyalistleri tarafından “Umut kaynağı” ve “Demokrasi güçleri” olarak ilan edilmişlerdir. Ve tabiî ki de ödüllendirilmişlerdir. Madalyalandırılmışlardır. AB-D Emperyalistleri tarafından dost güçler olarak görülmektedirler artık… Ne acıdır ki durum-gerçek bu… Tabiî onlar, bu ihanetlerinin farkına varıp, onu bilince çıkarıp, açık ve kesin olarak özeleştiri yapmadıkça, nedamet getirmedikçe, bizim onlarla bir ilgimiz ve işimiz olamaz. O yüzden biz onlara kendinizi içine attığınız çukurun, bataklığın farkına varın, nedamet getirin, diyoruz. Tabiî içlerinde eser miktarda da olsa devrimci inanç, devrimci ruh kalmışsa… Ya da kalmış olanlarına…

EMEP’e dönersek, bugün eklendiği, ibrikçiliğini ettiği; “Amerika uzaklardan gelen dostumuzdur” diyen Amerikancı burjuva Kürt Hareketiyle birlikte, Amerika; Ortadoğu’dan ve Irak’tan gitmesin diyen Talabani’nin, Barzani’nin yanına doğru savrulup gitmiştir…

Bir diğer yandan da EMEP, türbancılara, Ortaçağcı hareketlere, Tayyipgiller’e yandan çarklı destek vermekten; onlara da ibrikçilik etmekten geri durmamaktadır. Antiemperyalist ve antifeodal mücadeleye yani Denizler’in-THKO’nun ideolojisine ve mücadelesine sırt dönerek ihanet edince, kaçınılmazca varacağı yer daha doğrusu-geriz burası olacaktır. Tüm Amerikancı güçlerle yan yana duracaktır artık.

THKO’ya-Denizler’e dil uzatma cüretinde bulunabilen bu insan sefaletlerinden oluşan gerici güruh bilmelidir ki, böylelerinin bir milyon tanesi, Denizler’in tırnağı olamazlar… Ve Denizler’in Türkiye Devrim Tarihindeki yüce yerine hiç kimse toz konduramaz, gölge düşüremez.

Ne diyor Deniz idam sehpasında, gecenin sessizliğini yırtan gür sesiyle:

“Yaşasın Türk Halkının Bağımsızlığı!..

“Yaşasın, Marksizm ve Leninizmin Yüce İdeolojisi!..

“Yaşasın, Türk ve Kürt Halkının Bağımsızlık Mücadelesi, Kahrolsun Emperyalizm!..”

Ne diyor Yusuf:

“Ben, halkımızın bağımsızlığı için bir defa ölüyorum. Fakat bizi asan sizler, şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz!.. Biz halkımızın hizmetindeyiz. Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz.

“Yaşasın Devrimciler!..

“Kahrolsun Faşizm!..”

Ve Hüseyin:

“Ben, hiçbir şahsi çıkar gözetmeden, halkın mutluluğu için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım, bundan sonra da bu bayrağı Türkiye Halkına emanet ediyorum…

“Yaşasın İşçiler ve Köylüler!..

“Kahrolsun Faşizm!..”

Gördüğümüz gibi, Denizler’in, darağacında-ölümle burun burunayken bile haykırdıkları her cümlenin her bir hecesinde, yiğitlik, cesaret, onur, devrimci inanç, kararlılık, devrimci ruh ve halklarımıza olan sonsuz sevgi ve güven fışkırmaktadır…

Burada, belki bazı arkadaşların kafasında şöyle bir soru oluşabilir… Peki siz Denizler’le bu kadar yakındınız da neden o zaman aynı hareketin içinde yer almadınız? Birlikte davranmadınız?

Bizim Denizler’le ve Mahirler’le aramızda olan temel ayrılık Devrim anlayışı konusundaydı.

Denizler, Temmuz-Ağustos 1967’de Havana’da yapılan “Latin Amerika Dayanışma Örgütü (OLAS)”ın ilk Kongresi’nde Fidel’in önerileri ve Che’nin “Askeri Yazılar”ı doğrultusunda-onlar esas alınarak oluşturulan kararlarla formüle edilen Devrim Anlayışını benimsiyorlardı. Ve bu anlayışla THKO’yu oluşturdular.

Mahirler’se yine Fidel ve Che’nin görüşleri doğrultusunda, Brezilyalı gerilla örgütü lideri Carlos Mariguella’nın kaleme aldığı Fidelizmin-Cheizmin derinleştirilmesi olarak yorumlanan-değerlendirilen”, “Şehir Gerillası” adlı kitapta ortaya konan Devrim Anlayışını savunuyordu. Mahir de ifadesinde, kendi devrim anlayışını bu esere dayandırdığını beyan eder. Mahir’in “Kesintisiz 1-2” başlıklıklarıyla bu kitap karşılaştırıldığında da bu yoğun benzerlik ve özsel uyum açıkça görülür.

Gerek OLAS KONGRESİ kararları, gerekse Carlos Mariguella’nın kitabı, esasta-temelde, Küba Devrimi’nin izlediği yolu benimser ve onu teorileştirir. Yani aralarında önemli bir farklılık yoktur. Ya da özde bir fark yoktur. Sadece C. Mariguella’nın kitabı daha ayrıntılıca işler, konuyu.

Bizse, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın “Devrim Nedir?” adlı eserinde tüm yönleriyle ortaya koyduğu Leninci Devrim öğretisini benimsiyor ve bunu savunuyorduk. Halen de aynı görüşteyiz. Hep tekrarladığımız gibi, biz 1921’den beri ne yazıp söylemişsek, hepsini bugün de savunmaktayız…

Sevrci Soytarı Sahte Sol’un bileşenleri bugün Denizler’i ve Mahirler’i, devrim anlayışları da dâhil olmak üzere her şeyiyle terk etmişlerdir. Ya da Sevrci ihanetleri, Devrimci Kavga’nın tüm alanlarını kapsamaktadır. Bu yüzden bugün Denizler’in ve Mahirler’in idealleri yalnızca bizim mücadelemizde yaşıyor.  On’lar bizim kahramanlarımızdır, bizim şehitlerimizdir… On’ların davalarının savaşını veren biziz. İdeallerini biz gerçekleştireceğiz. Demokratik Halk Devrimini biz zafere ulaştıracağız. Demokratik Halk İktidarından, Sosyalist Devrime biz geçeceğiz. Proletaryanın Sosyalist İktidarını biz kuracağız. Sosyalist ekonomiyi biz örgütleyeceğiz. Biz bu ülkenin gerçek proletarya devrimcileriyiz. Bizi hiçbir güç yolumuzdan alıkoyamaz, saptıramaz, korkutamaz, ürkütemez.

Biz Halklarımıza karşı son derece sevecen, yufka yürekli, ilgili, sorumlu insanlarız. Fakat düşmanlarımıza karşı aşınmaz, bükülmez iradeli çelikten insanlarız. Bu insanlık davasını, bu en yüce, en kutsal davayı mutlaka başarıya ulaştıracağız. Bundan hiç kuşkumuz yoktur. Kimsenin de olmasın!..

EMEP, İğrenç Gerici İçyüzünü, 27 Mayıs Düşmanlığıyla Bir Kez Daha Ele Verir

Ancak bir insan sefaletinin kaleme alabileceği bu ibretlik “Önsöz”de, yazarı M. Yalçıner ve EMEP, DENİZLER’e 27 Mayıs’ı savundukları için de saldırır. EMEP, ihanetinden beri, 12 Mart ve 12 Eylül’ün faşist generalleri de dâhil olmak üzere Demirel’ler, Özal’lar, Tayyipgiller, Fethullah’ın tüm yazarçizerleri ve yerli-yabancı Parababalarının her türden uşaklarıyla birlikte, onlarla aynı koroda yer alarak, 27 Mayıs Politik Devrimi’ne saldırır. Mesela, 27 Mayıs 2007 tarihli “Evrensel”inde şöyle yazar:

“Darbe “kültür”üne bir ek: 27 Mayıs 1960”

Bu başlık altında şu paragraf yer alır:

“İttihat ve Terakki’nin Babıâli baskınından bu yana Türkiye, neredeyse bir “kültür” haline gelecek şekilde darbeler aracılığıyla yeniden organize edildi. Her defasında var olan sorunlar arttı; ancak sonuçta, o sorunları çözme potansiyeli olan güçler tasfiye edildi.” (agy.)

EMEP; daha başlığının ilk kelimesinde aşağılık, pis, gerici demagojisine başlıyor. Devrimle darbeyi bir ve aynı şey sayıyor. Darbe, 12 Mart ve 12 Eylül’ün faşist, AB-D uşağı generallerinin CIA yönetiminde yaptıkları halk düşmanı faşist hareketlerine verilen addır. Bunlar, bizim gibi geri kapitalist ülkelerde, gelişen devrimci, sosyalist ve antiemperyalist hareketlerin önüne set çekmek ya da bu hareketleri tümüyle ezmek için yapılır. Daha doğrusu CIA eliyle Amerikancı faşist generallere yaptırtılır. Bu hareketler sonunda, devrimci, yurtsever, antiemperyalist güçler ezilir, pek çok devrimci katledilir, on binler hatta, 12 Eylül Faşist Darbesi sürecinde görüldüğü gibi yüz binlerce devrimci ve namuslu aydın, işçi, köylü zindanlara doldurulur. Sosyalist ve antiemperyalist düşünce ve kültür yasaklanır-suç sayılır. Halkın tüm hak arama yolları tıkanır. İlerici, namuslu sendikalar kapatılır,  bu sendikaların yöneticileri zindana atılır. Meydan yalnızca sahte-sarı, Amerikancı sendikacılara bırakılır. Bizde, CIA yönetiminde kurulan ve on yıllarca ABD’den para alan sarı Türk-İş’e bırakılmıştı meydan. Hatta bu işçi düşmanı namussuz sendika 12 Mart ve 12 Eylül Faşist darbecilerinin kurduğu hükümetlere Çalışma Bakanı bile vermişti. Böylece bu darbelerde fiilen yer de almıştı.

Ve toplum bu faşist darbelerle on yıllarca geriye götürülmüştü. Velhasıl halklarımızın ve devrimci güçlerin anası ağlatılmıştı, bu faşist darbeler-darbeciler tarafından. Tek gülen de yerli yabancı Parababaları olmuştu. Bu darbelerin CIA tarafından tezgâhlandığını ve yönetildiğini bugün namuslu olmak kaydıyla hiçbir aydın inkâr edemez…

Peki 27 Mayıs Politik Devrimi, böyle miydi?

Asla! Tam tersine, bu devrim bir kere generaller değil, namuslu, yurtsever genç subaylar tarafından yapılmıştır. Ayrıca üniversiteli Aydın Gençliğimiz de bu harekete bütünüyle katılmıştır. Bu hareketin hazırlanması ve gerçekleştirilmesi sırasında Sivil ve Asker Gençliğimiz 5 şehit vermiştir. Bu şehitlerimiz Turan Emeksiz, Nedim Özpolat, Ersan Özey, Ali İhsan Kalmaz ve Sökmen Gültekin’dir. Yani 27 Mayıs, Asker ve Sivil Aydın Gençliğimizin eseridir.

Kime karşı yapılmıştır 27 Mayıs?

Amerikancı, hain, halk düşmanı yerli Finans-Kapital İktidarına karşı. Atayacağı bakanları bile, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği aracılığıyla ABD Dışişleri’ne soran ve ancak oranın onayını aldıktan sonra atamayı yapan (yani bu denli ABD uşağı) Bayar-Menderes Hükümeti’ne karşı… Türkiye’yi ABD’ye yaranmak için Kore Savaşı’na sokan ve burada beş bin gencimizin telef olmasına yol açan, Türkiye’yi NATO’ya sokan Bayar-Menderes Hükümeti’ne karşı… 27 Mayıs Devrimcileri, bir vuruşta bu Finans-Kapitalistler ve Tefeci-Bezirgânlar Hükümetini alaşağı etti. Bu Amerikancı hain çetenin üç elebaşını ipe gönderdi…

Hazırladığı daha doğrusu kendi anlayışındaki hukukçulara hazırlattığı, “1961 Anayasası” adıyla anılan Anayasayla halka kısmî de olsa hürriyet ve demokrasi getirdi.

1961 Anayasası ya da 27 Mayıs Anayasası, Türkiye Cumhuriyetinin en ileri Anayasasıdır. Bu konuda tüm namuslu aydınlar hemfikirdir. Bu Anayasa, toplumdaki sınıfsal sömürüyü ortadan kaldırmaz. Ama o sömürüye son verecek olan hareketi yani Sosyalizmi serbest bırakır. Onun önündeki engelleri, ayağındaki prangaları kaldırıp atar. Sosyalizmi suç sayılmaktan çıkarır.

27 Mayıs öncesinde, Türkiye’de sosyalistlik en büyük suçlardan biriydi. Sosyalist örgüt kurucu ve yöneticisi olmanın cezası idama kadar varıyordu. Böylesine ağır suçlardandı sosyalistlik.

Bu nedenle de toplumda sosyalist düşünce yayılamıyor, tüm Türkiye’deki sosyalistlerin sayısı 100-150 kişiyi geçemiyordu. Usta’mız H. Kıvılcımlı, bu yüzden 22.5 yıl, Nazım Hikmet 12 yıl, daha pek çok sosyalist de üçer, beşer yıl hapis yatmıştı.

Bu az sayıdaki Sosyalistin her birinin peşine de ikişer, üçer polis takılıyordu. Bu siyasi polisler, sosyalistlerin 24 saatini yani tüm yaşantısını gözetim altında tutuyordu. Bu devrimcilerin görüştüğü, konuştuğu her kişiye hemen gidip, “bu görüştüğün adamın azılı bir komünist olduğunu biliyor musun? Bununla bir daha görüşür, konuşursan başın belaya girer. Bak, benden söylemesi… Sonra başını duvarlara vurursun, ama fayda etmez, iş işten geçmiş olur. Onlarca yıl hapis yersin, kimse de sana iş vermez, aç da kalırsın. Ailen bile seni terk eder, sana beddualar eder. Sadece kendini değil, çoluğunu çocuğunu da yakmış olursun. Komünistin çocuğu diye onlara bile iş vermezler. Aklını başına al!” diye tehditte bulunurdu, aynı siyasi-sivil polisler. Şimdi bunların adlarına “Terörle Mücadele”den polisler deniyor.

Bu insanlık dışı abluka-karantina yüzünden de sosyalist düşünceler yayılamıyordu. Sosyalistler çoğalamıyordu. Marksizm-Leninizmin klasikleri de zaten yasak kapsamında idi. Bunları da arayıp bulmak her insanın başaracağı işlerden değildi…

Türkiye işte ideolojice böylesine ağır, sıkı bir karantina altında idi.

27 Mayıs’tan 32 gün sonra (29 Haziran 1960’ta) Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel’le gazeteciler arasında şöyle bir konuşma olur:

“Soru: -Solcu partiler de faaliyete geçebilecek mi?

“Cevap: -“Ben hürriyetçiyim. Memleketimizde Komünist Partisi’nin muvaffak olacağına inanmıyorum. Bir Sosyalist Parti’nin lüzumuna inanıyorum. Memlekette meselelerin halline yardımcı olabileceğini tahmin ediyorum.” (Hikmet Kıvılcımlı, İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz (MBK’ye İki Açık Mektup), s. 14)

27 Mayıs’ın-MBK’nin lideri bilindiği gibi, Cemal Gürsel-Cemal Aga idi. Yine bildiğimiz gibi Cemal Aga, Cumhurbaşkanlığı maaşını her seferinde, kendisine mektup yazarak işsizlik ve ailevi nedenlerden dolayı maddi ihtiyaç içinde olduğunu bildiren insanlarımıza hemen gönderiyor ve daha ayın ilk yarısında kendisi beş kuruşsuz kalıyordu. Böylesine insan sevgisiyle dolu, temiz kalpli bir halk insanı, bir asker babasıydı. Bu yönünü de asla kimseye açıklamazdı. Bir rastlantı sonucu, gazeteci Mete Akyol’a açıklamak zorunda kalınca da, Mete Akyol’dan bunu ancak kendisi öldükten sonra yazacağı sözünü almıştı. İşte 27 Mayıs Devrimi’nin lideri yukarıdaki sözleri söylüyordu… Dediğini de yaptı. 27 Mayıs Anayasası sosyalizmi serbest bıraktı. Marksist klasikler, hızla çevrilerek basılıp yayımlandı. Kitleler, özellikle de Aydın Gençlik içerce okudu bu eserleri, kitleler halinde devrimcileşti, sosyalistleşti. Sosyalist kültür kitlelere yayıldı. Sosyalist örgütler kuruldu.

Biz bu kültürün insanlarıyız. Bu ortamın ürünleriyiz biz.

İşçi Sınıfımızın önündeki, hak aramayı engelleyen yasaklar-engeller de kaldırıldı. 1963 yılında kabul edilen grev ve toplusözleşme yasasıyla, İşçi Sınıfımız, istediği sendikada örgütlenme, grev ve toplusözleşme yapabilme haklarına kavuştu. Ve İşçi Sınıfımız da on yıllardır özlemini çektiği bu hakkını yoğun biçimde kullandı. Ardı ardına grevler, direnişler patlak vermeye başladı…

Köylülerimiz de bu sınırlı özgürlük ve demokrasiden yararlanmakta gecikmediler. Köylülerimiz de, toprak ağalarının, Tefeci-Bezirgânların zulmüne karşı başkaldırmaya başladılar. Ardı ardına, ağa topraklarını işgal etmeye başladılar. Bu yeni ferahlatıcı havayı mutlulukla soludular… Ayrıca, tütün, fındık, pamuk vb. gibi ürünlerinin gerçek değerini istemek ve elde etmek için mitingler, yürüyüşler yapmaya başladılar…

Türkiye, bambaşka bir Türkiye’ye dönüşmüştü birkaç yıl içinde.

Tabiî bunların hepsi de yerli-yabancı Parababaları için son derece korkutucu gelişmelerdi. Eskilerin “kıyamet alameti” dediği türden olaylardı bunlar sömürücü sınıflar için. Ve tüm bunlardan daha korkutucu olmak üzere, Devrimci Hareket çığ gibi büyüyor, gelişiyordu. Geniş kara halk kitleleri devrimcileşiyor, sosyalistleşiyordu. Yerli satılmış Parababaları ve onların ağababası olan ABD önlem almakta gecikmedi. Faşist Türkeş’e faşist MHP’yi kurdurdu. Ortaçağcı hareketlere olanca gücüyle destek verdi. Onları hem örgütledi hem de finanse etti… “Komünizmle Mücadele Derneği”ni kurdurttu. 1951’de kurdurttuğu, yine antikomünist ideolojiye sahip “İlim Yayma Cemiyeti”ni de hızlı bir faaliyet içine soktu. Bunlar tüm Türkiye çapında örgütlenmişlerdi. Daha bunlara benzer bir sürü bölgesel, yerel antikomünist, Şeriatçı-Ortaçağcı örgütleri de kurdurtup faaliyete geçirtti. Tarikatları, İHL’leri, Kur’an Kurslarını tüm Türkiye’ye yaydı. Bunlara da tüm desteğini verdi. Bu örgütlerin yetiştirdiği karşıdevrimci güçleri, askeri eğitimden geçirip silahlandırarak Devrimci güçlere saldırttı. Böylece, adına “sağ-sol çatışması” dediği bir çatışma başlattı. Amaç, hem Devrimci güçlerin önünü kesmek, hem de planladığı faşist darbe için gerekçe-kılıf yaratmaktı.

Sonunda, 12 Mart 1971’de ilk faşist darbesini yaptırttı, faşist Amerikancı generallere… Bu darbeciler tarafından Mahirler Kızıldere’de, Denizler Ankara Ulucanlar Merkez Kapalı Cezaevi’nde katledildi. Tabiî bu arada daha onlarca devrimci genç de darbe öncesinde ve sonrasında katlettirildi faşist güçlere…

Bu darbeciler, 27 Mayıs Anayasası’nın halkçı bölümlerinin birazını budadılar. Tümünü yok etmeye cesaret edemediler. Bu kadarı da Devrimci Hareketin önünü kesmeye yetebilir diye düşündüler. Fakat yanılmışlardı…

1973’ten itibaren Devrimci Hareket yine hızla gelişmeye başlamıştı. Bunun üzerine CIA ve yerli Parababaları yeniden darbe hazırlıklarına giriştiler. Ve 12 Eylül 1980 Darbesini yaptırttılar, yine faşist Amerikancı generallere. Paul Henze’nin oğlanlarına…

Bu darbeye zemin-gerekçe hazırlayabilmek için de beş bin masum insanın hayatına kıydırttı AB-D Emperyalistleri ve onların en etkin casus örgütü CIA ve onun emrindeki Kontrgerilla…

Darbe sonrasında 27 Mayıs Anayasası tümden yok edildi. Bütün hak arama yollarını tıkayan, düşünceyi ve örgütlenmeyi yasaklayan, ABD’li uzmanlar tarafından ana hatları belirlenen “1982 Anayasası” ya da “12 Eylül Anayasası” adıyla anılan halk düşmanı Anayasa hazırlandı ve uygulamaya kondu.

Bu darbe sürecinde yüz binlerce insan; ağır, insanlık dışı işkencelere uğratıldı. Zindanlara dolduruldu. 51 insan da asılarak katledildi. Ve üç bin kadar halktan insan da yargısız infazlara uğratılarak öldürüldü…

Grev ve toplusözleşme hakkının sadece adı kaldı. Gerçekleştirilmesi ise hemen hemen imkânsız hale getirildi. DİSK kapatıldı… Sendikalaşma hakkı büyük ölçüde ortadan kaldırıldı.

27 Mayıs Politik Devrimi’yle, onun halkımıza getirdiği kazanımları yok etmek amacıyla yaptırttıkları 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerinin farkı budur işte. Bunlar, ölümle yaşam kadar birbiriyle zıttır. 27 Mayıs Halkçıdır, 12 Mart ve 12 Eylül halk düşmanı ve Parababalarından yana, AB-D Emperyalistlerinden yana…

Bunlar nasıl aynı kefeye konulabilir?

Aynı kefeye koymak için insanın, insanlıktan çıkmış, namusu, şerefi bütünüyle terk etmiş olması gerekir.

Bir hareketin ilerici mi gerici mi olduğuna bakmak için, onun kimden yana olduğuna bakmak gerekir…

Halktan yana mı yoksa sömürücü, talancı Parababalarından yana mı diye bakmak gerekir…

Toplumu ileriye mi götürüyor, gelişmesinin önünü mü açıyor, ilerici devrimci sınıfları mı destekliyor, yoksa gerici, sömürücü sınıf ve zümrelerin çıkarlarını mı savunuyor, toplumun gelişiminin önünü mü tıkıyor, toplumu geriye mi götürüyor diye bakmak gerekir… Ona göre hüküm vermek gerekir. Namuslu aydınlar ve devrimciler, Marksist-Leninistler böyle yaparlar. Onların ölçütleri budur…

Bir hareketin, kimin tarafından yani askerler mi, siviller mi tarafından yapıldığına bakarak karar verilemez; o hareketin sınıfsal niteliğini, siyasi niteliğini anlamak için…

Askerler yaptı, öyleyse gericidir, darbedir demek devrimcilik ve ilericilik değildir. Hatta namuslu aydın olmak bile değildir… Ölçütleri yalnızca bu olanlar, yani böyle yapanlar en sinsi, en azılı gericilerdir. Çünkü bunlar mevcut Parababaları düzenini, bu sömürü, soygun ve vurgun düzenini, demokrasi olarak kabul etmektedirler. Meşru olarak görmektedirler. Yani en has “Parlamentocudurlar” bunlar.

Oysa yerli-yabancı Parababalarının bu aşağılık sömürü düzeninin demokrasiyle zerre kadar ilgisi yoktur. Burjuva demokrasisi zaten 19’uncu Yüzyılda kalmıştır. 20’nci Yüzyılla birlikte, yani emperyalizm aşamasına ulaşmasıyla birlikte burjuvazi her türden demokrasiyi reddetmiştir. Artık azgın tekellerin-mali oligarşinin zulüm düzeni vardır dünyanın her kapitalist ülkesinde. Bunlar hak hukuk, insan hakkı filan tanımazlar… Yalnızca acımasız sömürü ve talanlarını düşünürler. Devletler de bu tekellerin hizmetinde ve denetimindedir. Yani finans oligarşisinin devletleridir…

Denizler’i-THKO’yu, yasalcılıkla, parlamentoculukla, düzen eklentisi olmakla suçlayan, M. Yalçıner ve EMEP, tüm bu gericilikleri; askerlerin yaptığı her ilerici hareketi reddetmekle, suçlamakla, aslında en aşağılık ve iğrenç biçimde kendisi yapmaktadır…

5 Mart 1971 “Ankara Tartışmalı Toplantısı”nda Hikmet Kıvılcımlı, Ordu Meselesi’ni işlerken; “Ordu küçükburjuvadır. Devrime de gider, faşizme de. Biz onun devrime giden yönünü tutmalıyız.” diyordu, tabiî çok haklı olarak. 27 Mayıs’ta Ordu Gençliği devrime gitmiştir. Bildiğimiz gibi Ordu Gençliği’nin Osmanlı’nın ilk kuruluşundan gelen devrimci geleneği vardır. İşte 27 Mayıs’ta Ordu Gençliği’ni harekete geçiren güç, sahip olduğu bu devrimci gelenektir.

12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerinde ise, bizim “Ordu fosilleri” dediğimiz, Ordu’nun tepesini tutmuş Amerikancı-NATO’cu generaller ABD’den aldıkları emir doğrultusunda harekete geçerek faşizme gitmişlerdir.

Hiç kimseye siyasetle uğraşmak yasaklanamaz. Yasaklayan düzenbazdır, namussuzdur. Çünkü insan Aristoteles’in dediği gibi “Zoon Politikon”dur.  Yani Politik Hayvandır. Politikliği kaldırırsanız geriye hayvanlık kalır…

Burjuvazi askere siyaseti yasaklamaktadır.

Neden?

Şundan: Askeri bir robot gibi, bir savaş aracı gibi, bir tank, tüfek gibi kendi aşağılık, sömürücü, yağmacı çıkarları doğrultusunda kullanabilmek için. Askeri kolayca kandırarak bir alet gibi kullanabilmek için. Askeri, düşünmekten, toplumun gerçeklerini görüp anlamaktan uzak tutmak için. Burjuvazi, bundan yasaklar askere-orduya siyaseti. Burjuvazinin pis, alçak çıkarları öyle gerektirdiği için yasaklar…

Ya EMEP ve benzerleri?

Bunlar da devrime alçakça, sinsice ihanet edip burjuvazinin, AB-D Emperyalistlerinin safına geçtikleri için…

Ordu, Türkiye’nin Tarihindeki bütün devrimlerde olumlu rol oynamıştır. Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te, Cumhuriyet’te ve en son 27 Mayıs Politik Devrimi’nde hep ön safta yer almıştır…

1908 Meşrutiyet Devrimiyle, 1919-1923’teki Cumhuriyet Devriminde devrimci askerleri Lenin de takdirle belirtmiş ve desteklemiştir.

Şöyle yazmıştır 1908 Meşrutiyet Devrimi sonrasında:

“Ordudaki devrimci hareket başarıya ulaştı. Fakat bu yarım bir devrim oldu. Çünkü bu devrimde halk yoktu.”

1919-1923 Devrimini ise Lenin’in önderliğindeki Rus Şuralar Hükümeti’nin-Sovyetler Birliği’nin nasıl en aktif biçimde desteklediğini artık hepimiz bilmekteyiz. Bizim Birinci Kurtuluş Savaşımızın en büyük müttefikiydi Lenin ve Sovyetler…

 

EMEP 27 Mayıs’a Saldırırken Parababalarına ve AB-D’ye Yaranmanın Hesabını Yapıyor

EMEP’in Evrensel’i 27 Mayıs’a saldırdığı yazısının son cümlesinde şöyle der:

“Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın cenazeleri İmralı’dan alınarak devlet töreniyle İstanbul’da Anıt Mezar’a nakledildi.” (Evrensel, 27.05.2007)

Evet, öyle oldu. Ayrıca da Turgut Özal, Adnan Menderes’in adını, İzmir Uluslararası Havaalanına, yine sadık bir ABD uşağı olan Süleyman Demirel de Aydın’da açılan üniversiteye verdi.

Yalnız, Anıt Mezar’ın projelendirilmesine Özal’ın Başbakanlığı, 12 Eylül Cuntasının Şefi-Başgoril Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı döneminde başlandı. Mezarların nakledilmesi ise 17 Eylül 1990’da, Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde oldu. Yani bu Anıt Mezar yapımına Özal’la birlikte 12 Eylül’ün faşist Amerikancı generalleri de dahil oldu. Faşist generallerin ne oldukları zaten belli. Onlar, yukarıda da belirttiğimiz gibi, CIA şeflerinden ve CIA’nın eski Türkiye Masası Şefi, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Paul Henze’nin “Oğlanları”dır. Hatırlanacağı gibi, 12 Eylül 1980 darbesi sırasında P. Henze ABD Başkanı Jimmy Carter’a giderek; “Bizim oğlanlar bu işi başardı.” demişti.

Turgut Özal’sa, ABD’nin 12 Eylül Faşist Darbesi sürecinde Türkiye ekonomisinin yönetimini eline verdiği kişiydi. Yani Özal, ABD tarafından Türkiye ekonomisinin başına getirilmişti. Kimin adına yönetecekti, Özal ekonomiyi? Tabiî ki ABD emperyalistleri adına.

Bu insanlar, yani bu satılmışlar güruhu, 27 Mayıs Devrimi’nin, Türkiye’ye ihanetlerinden dolayı, ipe gönderdiği Menderesgilleri, İmralı’daki mezarlarından alıyor, İstanbul Topkapı’daki yaptırdığı Anıt Mezar’a gömüyor. Dikkat edelim, biri ipe gönderiyor; öbürü ise onlara Anıt Mezar yaptırıyor. Zıtlığı-karşıtlığı görebiliyor musunuz? Sadece bu mezar nakletme olayı bile 27 Mayıs ve 12 Mart’la onun devamı, tamamlayıcısı olan 12 Eylül’ün birbirine 180 derece karşıt iki hareket olduğunu anlatmaya yeter de artar. Peki, EMEP bunu anlamadı mı? Bizce anladı. Anlamamak için aptal olmak gerekir… EMEP aptal değil… Onun yaptığı anlamamazlığından değil. Onun yaptığı namussuzluğundan.

Bunlar, şöyle bir aşağılık oyun içerisindeler:

Bugün nasıl olsa 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini, halen hayatta olan birkaç faşist darbeci generalden başka hiç kimse savunamamaktadır. Buna cesaret edememektedir. Biz bunların yanına bir de 27 Mayıs’ı eklersek ve ona da darbe, demokrasi karşıtı hareket diye saldırırsak, çoğu insan buna inanır. Biz de böylece 27 Mayıs’ı karalamış oluruz. Efendilerimiz olan yerli-yabancı Parababalarına ve onların en tepesindeki AB-D Emperyalistlerine hizmetimizi yapmış, onları memnun etmiş oluruz. Onlar da bizi sürekli “Umut kaynağı”mız, “Demokrasi güçleri”miz diye alkışlamaya-övmeye devam ederler. İşte aynen böyle düşünmekte ve böyle yapmaktadır, EMEP. (Nurullah Ankut, Latin Amerika’dan Türkiye’ye Devrimci Kavga, Derleniş Yayınları 2016, 2’nci Baskı, s. 71-122)

***

Çok açık ve kesin biçimde görüldüğü gibi, Denizler’in ve Mahirler’in ideolojisini, dolayısıyla da uğrunda hayatlarının baharında kendilerini feda ettiği davasını, bugün sadece biz savunmaktayız. Dolayısıyla da, Denizler’in ve Mahirler’in tek haklı ve meşru savunucusu ve mirasçısı biziz. Onların uğrunda ölümü hiçe saydıkları davasını er geç biz zafere taşıyacağız!

Öyle görülüyor ki, bu savaş uzun sürecek ve büyük fedakârlıklara mal olacak. Ama Tarihte hangi devrimci dava kolay zafer kazanmıştır ki…

Sabırlıyız, kararlıyız, inançlıyız, coşkuluyuz. Öfkeliyiz. Ve sonunda mutlaka zaferi göğüsleyeceğiz. Demokratik Devrim Savaşını zafere ulaştırıp Demokratik Halk İktidarını kuracağız!..

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

10 Mayıs 2017

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı