ÖZEL YETKİLİ İSTANBUL 13. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANI KÖKSAL ŞENGÜN SÜRGÜN EDİLDİ…

TAYYİPGİLLERİN YARGI’YI TESLİM ALMA OPERASYONUNDAN SONRA

AKP’NİN HUKUK BÜROSU’NA DÖNÜŞTÜRÜLEN HSYSK GÖREVE DEVAM EDİYOR…

ÖZEL YETKİLİ İSTANBUL 13. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANI

KÖKSAL ŞENGÜN SÜRGÜN EDİLDİ…

 

Söze girerken hemen belirtelim ki, “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi” falan filan… Hepsi yalan… Bu mahkemeler, geçmişin DGM’lerinin (Devlet Güvenlik Mahkemesi) isim değiştirmiş halidir.

Bir başka anlatımla Tayyipgiller Hükümeti, Batılı Emperyalistlerin halklarımızın gözünü boyamak için başvurduğu bir hile ile eski DGM’lerin adını “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri”ne dönüştürmüştür.

Bu mahkemelerde de (DGM’lerde olduğu gibi) polis fezlekeleri iddianameye dönüşür… Önce kişiler gözaltına alınır sonra kanıtlar toplanır… Daha doğrusu gözaltına alınan şüphelilerin suçluluklarını kanıtlamak yerine şüpheliden suçsuzluğunu kanıtlaması istenir… Ceza yargılamasının temel prensiplerinden olan “delilden sanığa gitme” kuralı yok sayılır, “sanıktan delile” gidilir. Hatta yeri gelir, delil uydurulur. Polisin takdiriyle “organize-örgütlü suçlar” kapsamına sokulup bir kez gözaltına alındın mı, artık 24 saat kimseyle (avukatınla dahi) görüştürülmezsin… Emniyette “susma hakkını” kullanacağım desen dahi gözaltı süresi savcı tarafından uzatılır… Gözaltında en fazla üç avukatın hukuki yardımından faydalanılabilinir… Avukatlar ise dosyadaki “gizlilik kararı” nedeniyle genellikle dosyayı inceleyemeden “savunma” yaparlar… Yargılamaların TUTUKLU yapılması istisna değil kuraldır, bir kere tutuklandın mı birkaç seneden önce tahliye olabilirsen büyük “şans”lısındır. Yargılama aşamasında dahi, dosyadaki delillerin tamamı savunma avukatlarına gösterilmez…

Geçmişte tüm bu hukuk katliamları DGM’ler eliyle, devrimcilere karşı onlarca defa işletilmişti.

Daha pek çok hukuk gasplarını burada sıralamak ancak örnekleri çoğaltmak ve yerimizi daraltmaktan başka bir işe yaramaz. Böylesine antidemokratik ve insan haklarını hiçe sayan bu mahkemelerde hasbelkader göreve gelmiş ve iktidarın beklentilerinin dışında kararlar veren yargıçlar ise anında cezalandırılmaktadır. Köksal Şengün’ün başına gelenler de bunun bir parçasıdır.

Bilindiği gibi, 12 Eylül 2010’da yapılan Anayasa değişiklikleriyle AKP’nin yargı, özellikle Yüksek Yargı üzerindeki denetimi iyice pekiştirildi. Biz buna YARGI’NIN AKP’NİN HUKUK BÜROLARINA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ demiştik. Süreç tam da bu tespit doğrultusunda gelişti. Yargı’yı ele geçirme (teslim alma) planı adım adım uygulanarak, ilkin HSYK’nın yeni yapısı oluşturuldu ardından da kendi yandaşlarını Danıştay ve Yargıtay’a doldurarak buraların Başkanlarını da ilk turda seçtirdiler.

Sıra, yerel mahkemelerdeki, yargının AKP’nin hukuk bürosuna dönüştürülmesine karşı çıkabilecek namuslu, dürüst, insan haklarına saygılı yargıçlardan kurtulmaya geldi. Köksal Şengün ise AKP’ye karşı böyle bir mücadele yürütmüyordu bile… Buna rağmen Bolu’ya sürülmüştür. K. Şengün. Bunlar için, kendilerine karşı doğrudan bir mücadele yürütmek gerekli de değildir. Kendilerinden (Cemaatten, Tayygiller’den) değilsen sürgün vb. cezalar için yeterlidir durumun…

Peki, K. Şengün’ün suçu neydi?

Görünürdeki, açıkladıkları suçu; yıllar önce gündeme getirilen, “Yargıtay üyeliği vaadiyle Ergenekon davasında çeşitli sanıkların tahliye edilmeleri yönünde oy kullanma” iddiasıyla açılmış bir soruşturma.. Yıllar önce ortaya atılmış bu iddiadan dolayı şimdiye kadar bir karar verilmeyerek beklenmesi, uygun zamanın kollandığını açıkça göstermektedir. Nitekim tam da Tayyipgiller için en uygun zamanda bu karar alınmıştır.

Gerçekteyse O’nun suçu; “Ergenekon” Davası’ndaki bir kısım sanıkların tahliye edilmeleri, özellikle de milletvekili seçilen Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal’ın tahliyesi yönünde oy kullanmaktır.

Benzer kararlar veren yargıçların da sonu böyle olmamış mıydı?

“Ergenekon” ve “Balyoz” davalarında yargılananlarla ilgili tahliye kararı veren yargıçlardan Oktay Kuban, Ercan Çanak, Zafer Başkurt, M. Faik Saban, Yılmaz Alp, Tuncay Aslan da aynı kaderi paylaşmıştı. Son günlerde, önüne gelen dosyalarla ilgili Tayyipgiller’i rahatsız eden muhalefet şerhleri yazan 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Başkanı Şeref Akçay’ın da önümüzdeki günlerde aynı kaderi paylaşması kuvvetle muhtemeldir…

Tabiî bu arada Anayasa’nın 138, 139 ve 140. maddelerinde düzenlenen ve Tayipgiller’in dahi ileride işimize yarar düşüncesiyle dokunmadığı “HÂKİMLİK VE SAVCILIK TEMİNATI”nın, yani hakim ve savcıların serbestçe hukuka ve vicdani kanaate göre karar vermesi ilkesinin yok edildiği malumdur. Diğer bir deyişle, söz konusu AKP ise “Hukuk” da “Vicdan” da teferruattır, yok edilmelidir!

Bu sürgün bir kez daha göstermiştir ki; Tayyipgiller Hükümeti, Beşiktaş’ta kurduğu Nemrut Mustafa Paşa Divanı’nda çatlak ses istemiyor. Bunlar için hak-hukuk-adalet sadece kendileri için vardır. Eğer yargı kendilerinin denetiminde değilse; “kendini milli iradenin üstünde gören, seçilmişlere kan ağlatan bir kurum”dur. Geçmişte Anayasa Mahkemesinin, Danıştayın, Yargıtayın ve HSYK’nın kararlarına karşı yaptıkları saldırgan açıklamalar hatırlanacaktır. Yargıyı kendi hukuk bürolarına dönüştürdükten sonra ise “bağımsız yargının işine karışamayız” derler…

Bu son hamleler, AB-D Emperyalizmi ve yerli satılmışlar cephesinin, Yeni Dünya Düzeni ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin ülkemizdeki uygulanışında, kendilerine direnç noktası olabilecek, bağımsızlıkçı, yurtsever, antiemperyalist, laik, Mustafa Kemalci kesimlerin yıldırılması, susturulması ve teslim alınması sürecinin birer parçalarıdır.

Bu aşamaya gelene kadar yukarıdaki değerleri savunan Basını, Üniversiteleri, Orduyu yıldırıp teslim aldılar. Sıra, yargının teslim alınmasına gelmişti ve yine yukarıda belirtildiği gibi, referandumdan sonra da Yargının teslim alınması süreci tamamlanmış oldu. Böylece geçmişte kendileri ile ilgili iddianame hazırlamış, yargılama yapmış, ceza kararları vermiş yargıç ve savcılardan da intikam almaya geldi sıra. Örneğin AKP’nin Anayasa Mahkemesi kararıyla “irticai faaliyetlerin odağı haline geldiği” tescillenen davanın iddianamesinin hazırlanmasında katkıda bulunan Yargıtay Savcıları da sürgüne gönderilmişti, Yaz Kararnamesi’yle.

Bu teslimiyet o kadar ileri boyutlara vardırıldı ki, görevi yürütmenin işlemlerinin hukuka uygunluğunu denetlemek olan Danıştayın yeni seçilen Başkanı; “Bizim yürütmeyi incitecek bir kararımız olamaz” diyerek, yürütme ile (iktidarla) birlikte davranacaklarını açıklamaktan çekinmemektedir. Maalesef bu pervasız ve bir hukukçu olarak utanılacak sözleri, önümüzdeki günlerde yapılacak yeni Anayasa ile birlikte daha da fazla duymaya başlayacağız.

Ancak Kurtuluş Partili Hukukçular olarak, bir kez daha ilan ediyoruz: Toplumumuzu hızla Ortaçağın karanlığına doğru çekmek isteyenler erken bayram etmesinler…

Bu ülke, Batılı Emperyalistlerin ve onlarla işbirliği yapan Saltanat ve Hilafet özlemcisi Ortaçağcıların açık işgallerine karşı, (tam da işlerini bitirdik dedikleri anda) verilen şanlı mücadelelerle işgalden kurtarıldı. Hain, işbirlikçi Osmanlı yöneticilerine imzalattıkları Sevr Antlaşması dört yıllık bir zorlu savaşın sonunda parçalanıp yüzlerine nasıl fırlatılıp atıldıysa, aynı güçlerin bugün de ülkemize dayattığı Yeni Sevr hevesleri aynı kararlılıkla ve inançla kursaklarında bırakılacaktır. Bunun adı da: İkinci Kurtuluş Savaşı’dır…

Halkın Kurtuluş Partisi bunun için vardır. Halklarımızı uyandıracak, örgütleyecek ve bu emperyalist hayâsızca akına karşı ordulaştırarak, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırarak Demokratik Halk İktidarını kuracaktır. 15/07/2011

KURTULUŞ PARTİLİ HUKUKÇULAR

Print Friendly, PDF & Email