O ve avanesi, Lozan’a da, 19 Mayıs’a da, 23 Nisan’a da, 30 Ağustos’a da 29 Ekim’e de düşmandır!

iste-lozanin-dusmanlari_hkpO ve avanesi, Lozan’a da, 19 Mayıs’a da, 23 Nisan’a da, 30 Ağustos’a da 29 Ekim’e de düşmandır!
Bu, onların yapımı gereğidir. Doğası gereğidir. Onlar kadar ihanet içinde olan bir kesim de, bu ABD-CIA-Pentagon Yapımı Ortaçağcılardan antiemperyalist, halkçı bir kimlik çıkarmaya çabalayanlardır.

Evet, Kaçak Saraylı Reis…

Sen, Meşrutiyet Devrimlerine de, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaş’ımıza da, onun Önderleri Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve silah arkadaşlarına da onulmaz bir biçimde düşmansın.

Sen, Ortaçağ’ın “Ümmetçilik” anlayışı ve kültürüne sahipsin. Yani, Muaviye-Yezid İslamı’na inanmaktasın. Bu sebeple de, ulusa ait tüm değer ve kavramlar, senin nezdinde birer kötülük simgesidir, nefret simgesidir. Sen ya da siz, Ümmetçisiniz, Saltanatçısınız, Hilafetçisiniz.

Çökkün Osmanlı’nın, senin sahiplendiğin geleneklerine bağlı iki Padişahından birini şu günlerde pek sahiplenmiş görünmektesin. İkinci Abdülhamid’i yani… Onun adını artık askeri hastanelere (GATA’ya), caddelere vermektesin. Bakalım daha nerelere vereceksin.

Bildiğimiz gibi, İkinci Abdülhamid de demokrasiye, özgürlüğe düşmandı. Halka asla inanmaz, güvenmezdi.

Orduya da düşmandı. Kara Ordusuna, Donanmaya… O bakımdan, Donanmayı Haliç’te çürüttü.

Demokrasiden, modernleşmeden yana, Mustafa Kemal’in de dahil olduğu Genç Subaylar’ı, İmparatorluğun değişik bölgelerine sürdürttü. Aynı zamanda, sivil aydınlanmacılara da düşmandı. Mithat Paşa’yı katlettirdi, bilindiği gibi. Boğdurup öldürttü. Cellatlar, başını kesip önüne getirdiler Sultan’ın. Baktı kesik başına kurbanının, “Yaa Paşa, gördün mü? Ne işler oldu…”, dedi. Yani, “Sözümü dinleseydin, ilericilik filan diye tutturmasaydın, başına bunlar gelmezdi.”, demiş oldu.

Yine, namuslu tarihçilerin ortak görüşü şu ki; Abdülhamid döneminde Osmanlı, bir buçuk milyon kilometrekareden fazla toprak kaybetti.

Abdülhamid döneminde Tunus, Mısır, Sırbistan, Karadağ, Romanya, Kıbrıs ve Girit’ten oluşan 1.592.896 kilometrekarelik Osmanlı toprağı kaybedilmiştir.

Böyle olmasına rağmen, Kaçak Saraylı’nın ve AKP’giller’in, “Büyük Sultan”ıdır, İkinci Abdülhamid.

AKP’giller için önemli olan toprak kaybı filan değildir. Önemli olan, Ortaçağcılıktır, Ümmetçiliktir, Hilafetçiliktir. Yani Muaviye-Yezid Dinciliğidir. O bakımdan sahiplenirler Abdülhamid’i.

Fakat, aslında içtenlikle benimsedikleri diğer Padişahın adını açıktan pek dillendiremiyorlar henüz. Bu da, “Vahdeddin”dir.

Bildiğimiz gibi, Vahdeddin, Birinci Kuvayimilliye, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının azgın düşmanıdır. Onun padişahlığındaki İstanbul Hükümetleri, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları için idam fermanları verir, idam fetvaları çıkartır, yine bildiğimiz gibi.

Vahdeddin’le iç içe çalışan Teâlî-i İslâm Cemiyeti ise, ihanetini daha da ileri taşır. İşgalci Yunan Ordusu’nu; “Yunan ordusu halifenin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlûkat Ankara’dadır.”, diyerek savunur.

Bu ihanet örgütünün yöneticileri ise, Fatih Dersiamlarından Mustafa Sabri Efendi, Darü’l-Hilâfeti’l-İbtidâ-î Dâhil Medreseleri Umum Müdürü İskilipli Mehmed Âtıf Efendi, Darü’l-Hilâfeti’l-Âliyye İbtidâ-î Dâhil Medreseleri Osmanlı Edebiyatı Müderrisi Ermenekli Mustafa Safvet Efendi’dir.

Dikkat edersek; Kaçak Saraylı ve AKP’giller, bu hainleri de pek sever ve hararetle savunurlar. Çünkü hepsi aynı çamurdan yoğrulmadır bunların.

Dünkü trajikomik “27’nci Muhtarlar Toplantısı”nda, Kaçak Saray’ına topladığı o zavallıları figüran olarak kullanarak ne fetvalar veriyor Tayyip?

Mesela şunu:

“15 Temmuz Türk milletinin ikinci bir Kurtuluş Savaşı’dır bunu böyle bilelim. 1920’de bize Sevr’i gösterdiler, 1923’te Lozan’a razı ettiler. Birileri bize Lozan’ı zafer diye yutturmaya çalıştılar. Şöyle bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’la verdik. Kıt’a sahanlığı ne olacak, havada ne olacak, karada ne olacak hâlâ bunun mücadelesini veriyoruz. İşte bunun nedeni, o anlaşmada masaya oturanlar. O masaya oturanlar bunun hakkını veremediler, veremedikleri için onun sıkıntısını şimdi biz yaşıyoruz. Herhalde bu darbe başarılı olsaydı, Sevr’i bile aratacak bir anlaşmayla karşımıza çıkacaklardı.” (http://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/erdogan-muhtarlar-toplantisinda-konusuyor-2-1418258/)

Gördüğümüz gibi, insanları yine aldatma peşinde, Kaçak Saraylı Reis. 15 Temmuz’da canına okudukları Laik Cumhuriyet’in mirasını paylaşma kavgasına giriştiler ve o kavgada ABD tarafından kendisi galip getirildi ya; Tayyip, işte o günü; “İkinci bir Kurtuluş Savaşıdır”, diyerek yüceltiyor, kutsuyor.

Ne Kurtuluş Savaşı be!

İki Ortaçağcı hain, ABD işbirlikçisi gücün Ganimet Paylaşım Savaşıdır, o gün ve sonrasında yaşanan. Başka da hiçbir şey değildir.

O gün, Pensilvanyalı İmam’ın tarikatı galip gelseydi ne yapacaktı?

Kaçak Saraylı ve avanesinin bugün yaptığının aynısını… Çünkü bunların yapımcıları da, madenleri de, amaçları da, efendileri ve yöneticileri de, yani oynatıcıları da birdir.

Bir de ne diyor Kaçak Saraylı?

Lozan’a küfrediyor, değil mi?

Tabiî aynı zamanda da Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın komutanlarına küfretmiş oluyor. Ve her zaman yaptığı gibi, yine ahlâkla bağdaşmayan yalanlara, riyakârlıklara başvuruyor. Ege Adaları’nın Lozan’da kaybedildiğini ve hatta verildiğini iddia ediyor. Oysa gerçeğin tam tersidir bu yalan.

Türkiye, Lozan’da ada kaybetmemiş, tam tersine, İmroz ve Bozcaada’yı kazanmıştır. Bu konuda isterseniz, namuslu tarihçi Sinan Meydan’ın, Lozan’ın 93’üncü Yıldönümünde Heybeliada’daki İnönü Evi’nde yaptığı konuşmadan ilgili bölümü aktaralım:

“Lozan Anlaşmasıyla biz, bırakın toprak kaybetmeyi, elimizde olan yani 24 Temmuz 1923 itibarıyla elimizde olan, bizim olan toprakların neredeyse hiçbirini kaybetmiş değiliz.

“Hadi tekrar açıklayalım: Adalar meselesi…

“Efendim ne diyorlar?

“İsmet Paşa Lozan’da Adalar’ı hediye etti, diyorlar.

“Ege Adaları’nı, On İki Adayı hediye etti orada, hatta pazarlıklar yaptı, gibisinden şeyler söylüyor bazı Fesli Tarihçiler. Şimdi o zaman tek tek gidelim:

“Türkiye On İki Ada’yı ne zaman kaybetti?

“Türkiye On İki Ada’yı, İtalyanlarla yapılan Trablusgarp Savaşı’ndan sonra kaybetti. Yani 1911 yılında yapılan Trablusgarp savaşı sonrası 1912’deki Uşi Anlaşmasıyla kaybetti. Biz On İki Ada’yı zaten, hem fiilen, hem resmen kaybettik. Arkasından Balkan Savaşları çıktı, biliyorsunuz, 1912-1913 yıllarında. Balkan Savaşlarının sonrasında, Ege Adaları ve Batı Trakya’yı kaybettik biz. Bakın Uşi Anlaşması, Atina Anlaşması, Londra Anlaşması; 1912-1913 yıllarında imzalanan bu anlaşmalarla, Türkiye Ege Adalarını, On İki Ada’yı kaybetmiştir. Türkiye maalesef Batı Trakya’yı kaybetmiştir. Daha ortada ne Kurtuluş Savaşı var, ne Milli Mücadele, Lozan var…

“Şimdi şöyle bir eleştiri yapılabilir belki:

“Ege Adaları’nı ve On İki Ada’yı geri alamamakla eleştirilebilir belki İsmet İnönü. Ama orada da bir çarpıtma var, bir hata var. Onu düzeltelim şimdi.

“Lozan’da biz bazı adaları kurtardık. Söylenmeyen şey budur. Çok önemli bir noktadır. Lozan’da, Anadolu’da Milli Mücadeleyi kazanan ve Lozan’a giden İsmet Paşa orada da bir savaş verir ve bazı adaları kurtarır Türkiye.

“Hangi adalardır bunlar?

“Bozcaada’yı kurtarır. İmroz’u kurtarır. Tavşan Adaları… Türkiye’ye yakın olan Asya kıyısındaki üç milden yakın olan adaları Türkiye kurtarır, Lozan Anlaşması’yla. Bu adaları Türkiye geri alır. Dolayısıyla Lozan’da biz adaların tamamını kaybettik, iddiası yalan olduğu gibi, Lozan’da biz bazı adaları geri aldık, kazandık. Ki bunlardan, mesela İmroz, hem büyüklük itibarıyla, o kaybedilen adalar açısından bakıldığında, sayı olarak daha fazla olabilir, sayı olarak evet fazla sayıda ada kaybedilmiş olabilir ama toprak olarak baktığınız zaman, kazanılan adalar itibarıyla baktığınız zaman, onun da bir başarı olduğunu görürsünüz.

“Şimdi, dolayısıyla gençlerimizi uyaralım burada:

“Bu sosyal medyada dolaşan yalanlara itibar etmesinler. Lütfen okusunlar. Lozan tutanakları, Lozan telgrafları, Lozan Anlaşması’nın metinleri, 143 maddelik Lozan Anlaşması, ekleriyle, protokolleriyle basılmıştır, elimizdedir. Lozan tutanakları yayınlanmıştır. Ortada gizli kapaklı hiçbir şey kalmamıştır. Eğer Lozan’la ilgili bilgimiz eksikse sorun bizdedir. Okumamaktan kaynaklanmaktadır, sevgili gençler. Dolayısıyla her şey açıktır. Kara propagandaya kanmayınız lütfen.

“Şimdi, Türkiye Meis Adası’nı kaybetmiştir, maalesef. Meis’i kaybettik Lozan’da evet, kaybettiğimiz yer orasıdır.

“İsmet Paşa, lütfen Lozan telgraflarını okuyunuz, “Ben bu Meis’i vermem bunlara”, diyor. Ama diyor, bu konuda çok diretirsek, barış ya çok gecikecek, ya da yeniden savaşmak zorunda kalacağız, diyor.

“Bakın çok önemli bu. “Çok diretirsek, barış ya çok gecikecek, ya da yeniden savaşmak zorunda kalacağız.”, diyor. “Bunu göze alamayız.”, diyor. Ve Ankara’nın oluruyla, hakikaten Meis’ten vazgeçilmek zorunda kalındı.” (http://www.ismetinonu.org.tr/)

Evet, arkadaşlar, gördüğümüz gibi Tayyip, her zaman yaptığını yapıyor, gerçekleri tersyüz ediyor. Onun gerçeklerle filan bir işi yok. Tek derdi var: Halkı Allah’la ve iğrenç yalanlarla kandırarak iktidarını sürdürmek. Kaçak Saray’ını korumak, küpünü doldurmak. Tabiî bu arada ABD’ye vermiş olduğu ihanet sözünü, yani “Yeni Sevr”in-“BOP”un hayata geçirilmesinde taşeronluk rolünü oynamak. 14 yıldan bu yana bunu yapmaktadır, Kaçak Saraylı ve avanesi.

Tayyip’in hüloogg’cularından bazısı, Sinan Meydan’ı “Kemalist Tarihçi”, diyerek kendilerince inanılmaz bulabilir. Malum ya, onlar da Tayyip’le aynı tedrisattan geçtikleri için, Kuvayimilliye’ye ve Mustafa Kemal’e aynı ölçüde düşmandırlar.

Bu sebepten, biz burada bir de, gerici, Amerikancı hukukçu-yazardan aktarma yapacağız. Bu kişi, Tayyip’i çok incelikli savunur. Amerika’ya hizmetten de geri durmaz. Ama o bile, AKP’giller’in Lozan’a ilişkin yalanlarına katılamıyor. Bugünkü Hürriyet’teki köşe yazısını görelim:

“Yine Lozan

“TARİHİ tarihçilere bırakmak doğru bir ilkedir; fakat tarih hakkında tabiî ki tarihçi olmayanlar da konuşur.

“Ben tarihçi değilim ama tarih üzerine yazıp duruyorum işte. Çok mutlu değilim, belki de sıkıcı oluyor… Ama tarih günlük siyasette öyle çok yer tutuyor ki, ben de ikide bir yazıyorum.

“Sayın Cumhurbaşkanı dün adaları “Lozan’da verdiğimizi” söyledi ya, adeta soru yağmuruna tutuldum: Adaları Lozan’da mı kaybettik? İzmir’e giren ordu adaları da alamaz mıydı?..

“Sayın Cumhurbaşkanı’nı danışmanları yanlış bilgilendirmiş olmalı. 12 Adaları 1911’de İtalya, Ege adalarını 1912 Balkan Harbi’nde Yunanistan almıştı; çünkü Osmanlı feci bir mağlubiyete uğramıştı.

“Benim “Bilinmeyen Lozan” adlı belgesel ve kitabımda ayrıntılar vardır, buraları geri almak Lozan görüşmelerinde söz konusu bile olmadı. Niye mi?

“MİSAK-I MİLLİ

“Mondros Mütarekesi’nden sonra, Osmanlı Meclisi’nin ilan ettiği Misak-ı Milli’de Musul ve Kerkük vardır ama adalar yoktur! Çünkü Misak-ı Milli, Birinci Dünya Savaşı’nın ateşkesle bittiği sırada Türk ordusunun bulunduğu yerleri “vatan” olarak tanımlıyordu.

“12 Adalar’da İtalyan ordusu, Ege adalarında Yunan ordusu vardı.

“Balkan Harbi’nden sonra imzalanan Atina Antlaşması’nda Ege adalarının geleceğine “büyük devletlerin karar vermesini” Osmanlı kabul etmişti. Çünkü Edirne’yi zor kurtarmıştık, yeni bir savaşı müttefiksiz göze alamazdık.

“Büyük devletler 14 Şubat 1914’te adaları zaten almış olan Yunanistan’da bıraktı, İmroz ve Bozcaada ile Meis Türkiye’nin oldu. Misak-ı Milli ve Lozan bunun teyididir. Meis mi?…

“Lozan’da İsmet Paşa 14 Haziran 1923 günlü konuşmasında Meis yüzünden barışın tıkanmaması için kendi deyimiyle “ağır bir fedakârlık” yaptı. Zira asıl amaç kapitülasyon zincirinden kurtulmaktı, Lozan’da bu sağlanmıştır.

“ADALARI GERİ ALMAK!

“9 Eylül 1922’de İzmir’i kurtaran muzaffer ordu, adaları da alıp Lozan’da masaya öyle oturamaz mıydık?

“Ne dersiniz? Böyle yapamaz mıydık?

“Fakat Türk ordusu büyük bir zaferle İzmir’e girdiğinde, limanda bekleyen İngiliz ve Fransız harp gemilerine karşı elinde bir tanecik tekne var mıydı?!

“Balkan Harbi’nde Selanik’i kaybetmemizin de önemli sebeplerinden biri Yunanistan’ın elindeki Averof adlı dretnota karşı Osmanlı’nın bir tek dretnotunun olmaması, bu sebeple İzmir’den Selanik’e asker ve mühimmat sevk edememesiydi. Hamidiye zırhlımız Lübnan’dan kömür almak zorunda kalmıştı!

“Musul’u niye alamadığımızı da saygın devlet adamlarımızdan Başbakan Rauf Bey, Meclis’in 28 Ocak 1923 günlü gizli oturumunda anlatmıştı: Musul’da İngiliz harp tayyareleri var, bizim değil tayyare, benzinimiz bile yok!

“Kazım Karabekir Paşa da eklemişti: Orduyu İzmir’den çekip (tabiî yürüterek) Musul’a götürürsek, Mudanya mütarekesi ile kurtardığımız Trakya’yı Yunanistan yeniden işgal edebilir!

“ÖZETİN ÖZETİ

“Balkan ve Birinci Dünya savaşlarındaki ağır kayıplar üzerine, Kurtuluş Savaşı’nda nasıl yokluklar içinde ve nasıl dikkatli stratejilerle zafer kazanıldı, görüyor musunuz?

“Büyük zaferi Lozan’da heba etmediler; bazı eksikler olsa da yapılabilecek olanı yaptılar. En önemlisi de Osmanlı bütçesinin üçte ikisini alıp götüren Düyun-u Umumiye ve kapitülasyonları kaldırarak bağımsız Türkiye’yi kurdular.

“23 Temmuz 1923 günlü Tevhid-i Efkar gazetesinde muhafazakâr gazeteci Ebuzziya Zade Velid Bey, imparatorluk topraklarının kaybından üzüntüsünü belirtirken, Lozan’ı şöyle tanımlamıştı:

“Delegelerimiz siyasi ve iktisadi istiklalimiz açısından mevcudiyetimizi ve milli inkişafımızı sağlayacak bütün esasları kurtarmaya muvaffak oldular.” 

“Doğrusu ve özetin özeti budur.” (Taha Akyol, Hürriyet, 30 Eylül 2012, http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/yine-lozan_40235479)

İsterseniz, birkaç paragraf da Lozan Konferansı’nda Türk Heyetinin Başkanı İsmet İnönü’nün bu konudaki anlatımlarından aktaralım:

“KONFERANSIN AÇILIŞI

“Konferansı Fransızlar İdare Ediyor

“Konferans 20 Kasımda toplanacak. Konferansın açılışı ile ilgili olarak bize tebliğ edilen programa göre, İsviçre Reisicumhuru bir açış konuşması yapacak. Fakat, bu konuşmaya Lozan Konferansı namına birisi belki cevap verecek, dediler. Duyar duymaz, kim cevap verecek, diye sordum. Heyetten birisi dediler. Bir cevap verilecekse, ben de behemahal söz alır bir konuşma yaparım, dedim. Kararım böyle.

“Konferansın açılması hazırlıklarını müttefikler namına Fransızlar idare ediyor ve teması onlar kuruyorlardı. İsviçre Reisicumhurundan başka birisi konuşursa, benim de konuşacağımı söylememden biraz sonra, Fransızlar tekrar temas ettiler. Ve dediler ki, konferansı İsviçre Reisicumhuru açacak, başka hiç kimse konuşmayacak. Peki, hiç kimse konuşmayacaksa, benim de söyleyecek bir sözüm yok, ben de konuşmam, dedim. En son konuşma meselesi böyle kararlaştırılmıştı. Zannediyorum o gece veya ertesi gün tekrar kulağımıza bir söz geldi: Konferansı, kararlaştırıldığı, programda yazılı olduğu gibi, ev sahibi durumunda olan İsviçre Reisicumhuru açacak ve İngiliz Hariciye Nazırı konferans namına reisicumhura teşekkür ederek bir açış nutku söyleyecek. Onun üzerine, ben de reisicumhura teşekkür ederim ve noktai nazarımızı kısaca söylemek isterim, dedim. Benim bu konudaki hassasiyetimi, ısrarımı Mösyö Poincaré’ye duyurmuşlar. Benimle görüşmek istediğini haber verdiler.

“Biz Lozan Palas’ta kalıyoruz. Fransızlar da oradalar. Bundan dolayı Fransızlarla görüşmemiz daha kolay oluyordu. İngilizler, aşağıda Uşi’de Şato adlı otelde kalıyorlardı. Bu, büyük bir oteldi.

“Konferansın başlayacağı gün, konferans salonuna gideceğimizden bir-iki saat evvel, Mösyö Poincaré ile bir salonda ayakta görüştük. Ne yapacaksın, diye sordu. Ben de konuşacağım, dedim. Niçin, ne lüzumu var, dedi. Ben ısrar ettim. Böyle şey olmaz, bir taraf konuşacak biz konuşmayacağız, buna razı değilim, biz burada eşitlik üzerinde duruyoruz, behemahal konuşacağım diye direndim. Mösyö Poincaré bunun üzerine, ne konuşacaksın dedi. Yazdığım cebimde hazır cevabını verdim. Görebilir miyim, diye sordu. Hayhay diyerek okuyacağım nutku çıkardım, Mösyö Poincaré’ye gösterdim. Baştan aşağıya dikkatle okudu. İtiraz etmeye başladı. Bana diyordu ki: İşte daha başlarken şikâyet ediyorsunuz. Bunların hepsi arkada kaldı. Şimdi konferansa iyi bir hava ile gidelim. Bundan vazgeç.

“Konferansa iyi bir hava ile gidelim. Bunu biz de istiyoruz, şüphe yok. Ama konferansa müsavi haklarla ve müsavi durumda başlayalım. Buraya biz böyle geldik. Bunları Mösyö Poincaré’ye anlattım. Aramızda bir hayli münakaşa oldu. Sonra benim nutuk üzerinde cümle cümle, satır satır, fikir beyan etmeye başladı. Bu serttir, bu ileridir, bu lüzumsuzdur, tarzında görüşlerini söyledi. Ben hiçbirisinden vazgeçmedim. Nihayet, şimdi neydi bilmiyorum, bir kelime bulduk, o kelimeyi değiştirmeye razı oldum. Başka bir kelime söyleyerek, onun yerine bunu koyarız dedim. Mutabık kaldık. Nutuk cebimde hazır, birisi konuşursa ben de konuşacağım. Bunları söyledim ve ayrıldık.

“Konferans açıldı. Zannediyorum Mont Benon Gazinosunun salonuydu. İsviçre Reisicumhuru çıktı. Nazikâne bir tarzda hoş geldiniz dedi, sulh temennisinden, başarı dileklerinden bahsetti, sonra kürsüden ayrıldı. Hemen arkasından Lord Curzon çıktı. O da İngilizce bir nutuk söyledi. Yerine iner inmez ben, hemen kürsüye çıktım. Reis efendi, diye başlayan aşağıdaki nutkumu okudum:

“Dört seneden ziyadedir, Vilson esası ve imanı üzerine kurulmuş bir mütareke, Osmanlı İmparatorluğu’nun girişmiş olduğu muhasamatı, resmi surette tatil etmişti. Sulhun nimetlerinden daima mahrum kalan Türk milleti, o tarihten beri hak ve adalet istihsali için, yaptığı mükerrer sulh teşebbüslerinin kifayetsizliğini ve faidesizliğini idrak ederek, artık hiçbir kurtuluş ümidi kalmadığını anlayarak, varlığını korumaya ve maddi manevi kendi vasıtalarıyla istiklalini sağlamaya muvaffak oldu. Bu yolda birçok ıstıraplara katlandı. Hadsiz hesapsız fedakârlıklara rıza gösterdi.

“Hür milletler, bu hale teveccühlü bir gözle şahit olmuşlardır. Her yaşta ve her mevkideki Türkler, kadın ve çocuk, bu müdafaa harbine iştirak ettiler. 1918 tarihinden sonra Türk milletinin maruz olduğu sonsuz hücumları ve ıstırapları, burada hatırlatmaktan kendimi menedemiyorum. Gerek bu hücumları ve ıstırapları, gerek hiçbir askeri mecburiyet olmaksızın, Türkiye topraklarının en zengin ve en mamur kısımlarında münhasıran mahvetmek ve yıkmak fikriyle muntazaman yapılmış tahribatı, hiçbir veçhile mazur göstermek kabil değildir.

“Hâlâ bu dakikada bile, bir milyondan ziyade masum Türkün, küçük Asya ovalarında ve yaylalarında, evsiz ve ekmeksiz, serseri gibi dolaştıklarını da hatırlatmak isterim. Türk milleti, bu insan takati üstündeki fedakârlıklara katlanmak suretiyle, medeni insanlar arasında derin bir hayat kuvvetine malik milletlere has olan mevcudiyet ve istiklal hakkı ile sulh ve sükûna çalışmak unsuru olmak üzere büyük bir mevki kazanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kati gayesi, bu mevzii muhafaza ve tahkim etmekten ibarettir. Son senelerin hadiseleri beşeriyetin vicdanında umumi sulh ve sükûnun devletler tarafından birbirlerinin haklarına ve hürriyetine saygı gösterilmedikçe gerçekleşemeyeceği hakikatini bir akide haline koyduğu cihetle, bu vakaların hatırasının istikbal için bir sulh ve sükûn teminatı teşkil edeceğini ümit eylerim.

“Tasavvuru kabil olan azami derecede hüsnüniyetle mütehassis olan Türk heyeti murahhasasının, sair heyeti murahhasalarda da aynı veçhile bir hüsnüniyete tesadüf edeceği ve bu suretle konferans mesaisinin memnuniyet verici bir neticeye iktiran edeceği ümidini besliyorum.

“Reis efendi, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti namına, İsviçre Cumhuriyetine, konferansımızın burada toplanmasını kabul etmek suretiyle lütfen göstermiş olduğu misafirseverlikten dolayı teşekkür ederek sözlerime nihayet vereceğim. Tarihi şanlı, necip bir milletin kendi istiklaline ne kadar büyük bir kıymet atfettiğini inkâr edilemez surette gösteren bu memleketin, konferansa toplanma yeri olarak intihap edilmesinden dolayı kendimi tebrike şayan görüyorum.” (http://www.ismetinonu.org.tr/lozan-antlasmasi.htm)

Açıkça gördüğümüz gibi, emperyalist haydutlar, daha konferansın ilk adımında Türkiye’yi aşağılamak, önemsiz göstermek istiyorlar. Fakat İnönü buna izin vermiyor. “Siz bir tarafsınız, biz bir tarafız. Her iki taraf da eşittir birbirine.”, diyor.

Başlangıçta Konferansın adının bile Barış Konferansı olmasını istemiyorlar. Bu konuda şöyle der, İnönü:

“Açılış merasimi böylece bitmiş oluyordu. Konferans çalışmalarının Uşi’de Şato Oteli’nin salonunda yapılacağı kararlaştırılmıştı. Ertesi gün orada toplandık. Bize bir gün önce konferansın nasıl cereyan edeceğini gösteren bir dahili nizamname projesi dağıtmışlardı. İlk toplantı açılınca, bu nizamnamenin kabulü görüşüldü. Dahili nizamname ile konferansın ismini “Şark İşleri Konferansı” olarak tespit etmişlerdi. Ben buna itiraz ettim, ısrar ettim ve konferansın adında değişiklik yapıldı.” (agy)

Yine görüldüğü gibi, emperyalist haydutlar, Türkiye’ye “Şark Meselesinin nihai çözümü” olarak niteledikleri Sevr’i dayatma peşindeler. Türkiye’nin Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı kadar uzun sürmüş ve zaferle sonuçlanmış Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı görmezlikten gelme, yok sayma ve bunu Türkiye’ye de yedirme peşindeler.

Bununla kalmıyor, daha ilk adımda yaptıkları düzenbazlıklar. Türkiye’yi “ikinci sınıf ülkeler” saydıkları Balkan ülkeleri temsilcilerinin oturduğu bölümde oturtmak istiyorlar. İnönü buna da itiraz ediyor. “Hayır”, diyor. “Biz de sizin oturduğunuz bölümde oturacağız. Karşı karşıya olacağız sizinle. Çünkü konferansın gerçek iki muarızı bizleriz.”, diyor.

Daha ne düzenbazlıklar, ne oyunlar çevirme derdinde alçaklar. Kendi oturacakları sıraya kallavi koltuklar dizdiriyorlar. Türklerin oturacağı karşı sıraya ise, sıradan sandalyeler koyduruyorlar. Böylece, Türkleri aşağılamış oluyorlar ve böyle göstermek istiyorlar. İnönü buna da itiraz ediyor.

“Ya işte, fazla koltuk yok da ondan oldu. Bu önemsiz bir meseledir. Büyütmemek lazım.”, şeklinde demagojilerle geçiştirmeye çalışıyorlar düzenbazlıklarını.

“Yok”, diyor İnönü. “Azsa koltuk sayısı, bulunur. Siz nerede oturuyorsanız, biz de aynısında oturacağız.” Ve öyle de oluyor.

Daha işin ilk adımında bile, emperyalist çakallıklarla ve ayak oyunlarıyla giriyorlar işe, emperyalistler.

Üstelik de, Türkiye’ye karşı tüm emperyalistler ve uydulaştırdıkları Balkan ülkeleri blok halinde davranıyor, düşmanca davranıyor:

“Trakya hudutları meselesinde müzakere sert bir şekilde devam ediyordu. Karşımızda müttefikler var, Yunanistan var, diğer Balkan devletleri var. Yugoslavya ve Romanya murahhasları, dikkat ediyorum bir blok halinde müttefiklerin yanında yer almışlar.” (agy)

“Müttefikler” denen bu emperyalist haydutlar, İngiltere başta gelmek üzere, Fransa ve İtalya’dan oluşmaktadır. Gözlemci sıfatıyla Konferansta bulunan ABD Emperyalistleri de, Avrupalı emperyalistlerin safında yer alırlar.

Konferans, her konuda kıran kırana, çetin tartışmalarla geçer. Emperyalistler, kendi hazırladıkları ve Sevr’den pek de farklı olmayan sözde anlaşmayı Türkiye’ye yedirme derdindedirler. İki buçuk aylık tartışmalardan sonra, İnönü, onların bu niyetini kesince kavrar ve asla kendilerine Türkiye’nin boyun eğmeyeceğini, karşılarında diz çökmeyeceğini kararlılıkla ifade eder, ortaya koyar. Böylece de, iş çıkmaza girer.

İşin bu aşamasında, emperyalistler yeni bir numaraya başvurur. “Madem siz anlaşmıyorsunuz, biz de gidiyoruz. Artık bu iş bitti.”

İsmet İnönü; “Siz barış istemiyorsunuz. Siz bizim zaferle sonuçlanmış bir kurtuluş savaşı verdiğimizi kabullenmek istemiyorsunuz. Çökkün Osmanlı’ya kabul ettirdiğiniz Sevr’i yeni ambalaj içinde bize dayatmaya kalkıyorsunuz. Biz bunu asla kabul etmeyiz.”, der.

Ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de onayıyla, ülkeye geri döner.

Bu kez de, Meclisteki Hilafetçi, Saltanatçı, Ortaçağcı milletvekillerinin muhalefetini karşısında bulur.

“İsmet İnönü, barış istemediği için anlaşma sağlanamadı. Zaten, Mustafa Kemal’in lider olduğu bir yönetim, barış istemez.” gibi saldırılarla karşılaşılır.

Meclisi doldurmuş bu Vahdeddin, Damat Ferit hayranları, yani AKP’giller’in öncülleri, Mustafa Kemal’i harcamak, dolayısıyla da İnönü’yü bertaraf etmek için yeni bir aşağılık oyuna başvururlar. Onu da İnönü şöyle anlatır:

“Mecliste müzakereler çok hararetli, tenkitler çok sert oluyordu. Hiç unutmam, Lord Curzon’un konferansa gelmesini, benim hatam yüzün­den sulh olmadığı iddialarına gerekçe olarak gösteriyor ve şöyle diyor­lardı: İngiltere Hariciye Nazırı, bulunduğu vazifenin cihanşümul mahiyetine, işlerinin son derece geniş olmasına rağmen, bunları bilerek Lozan’a gelmiş, iki buçuk ay uğraşmış. Hiç şüphe yok ki, bu adam sulh yapmak istiyordu. Niçin yapılmadı? Münhasıran İsmet Paşa’nın hatası yüzünden sulh olmadı.

“Konferansın inkıtaa uğramasını bu gerekçeye bağlayıp, benim her suretle kusurlu ve eksik olduğumu söze başlamanın ve tenkide başlama­nın ilk maddesi olarak ele alıyorlar ve söylüyorlardı. Bu suretle benim hak­kımda başlayan münakaşa bir-iki satır sonra, bir-iki cümle sonra yeni bir hücum noktası bularak, nihayet Atatürk’ün üzerinde toplanıyordu. Fırsat buldukça Atatürk’ün mesuliyetine, onun idaresinin bizi sulha götürmeye­ceğine işaret ederek, böyle bir taktik kullanıyorlardı. Hulasa Mecliste ya­pılan tenkitler, murahhas heyetinin hatalarını belirtip, sorumluluklarını tescil ettikten sonra, arkasından Atatürk’ün idaresinde sulh yapılamaya­cağı neticesine vardırılmak isteniyordu.

“Bu müzakerelerin devam ettiği esnada, Atatürk aleyhinde esasen bi­rikmiş çok husumet vardı. Bu husumet iç politikada kendi hasımları tara­fından beslenmiş ve işlenmiş bütün konularla beraber dile geliyordu. On­ların tesiri söylenerek, söylenmeyerek işletiliyordu. Lozan Konferansının ilk safhasının inkıtaa uğraması, bunların hepsinin, bütün birikmiş hırsla­rın ve iddiaların ortaya dökülmesi için bir vesile sayılmıştı. Mesela, Atatürk’ün hususi hayatından bahsedilmek isteniyordu. Aslı olmayan şeyler de eklenerek, birçok dedikodu yapıyorlardı. Atatürk o tarihlerde ye­ni evlenmişti. Hanımı ile beraber seyahate çıktığında, kendisini istikbal edenler veyahut ağırlayanlar her yerde erkekler için ayrı toplantılar tertip etmek ve kadınları haremde toplamak istiyorlardı. Atatürk bunların hepsini daha ilk günden önlemeye çalışmıştı. Kadınlara cemiyet hayatın­da mevki vermek istediği, kadınların cemiyet hayatına iştirakinin bir esaslı reform olduğu kanaati daha ilk günlerden itibaren onun kafasında hazır­lanmış ve yerleşmişti. Hareketlerinden böyle olduğu anlaşılıyordu. Ama bütün bunlar, daha o zamandan Atatürk aleyhinde büyük galeyanlara ve hareketlere yol açacak bir konu sayılıyordu.

“Atatürk’ü Müteessir Eden Olaylar

“Bugünlerde Atatürk’e karşı hazırlanmış mühim bir hadise olmuştu. Seçim kanununda değişiklik yapılmak üzere, bir kimsenin mebus seçi­lebilmek için bir yerde en az beş sene oturmuş olmasını şart koşan bir teklif hazırlamışlar, Meclise vermişler. Bundan Atatürk son derece mü­teessir olmuştu. Bunu doğrudan doğruya kendi şahsına tevcih olunmuş bir tertip saymıştı. Kendisini müdafaa için, bu tertibi, millete ve dünyaya anlatılması en kolay olan bir mücadele konusu yaptı ve haklı olarak bunu azami derecede kullanıyordu. Evet Atatürk bir yerde beş sene oturamadı. Çünkü kendisi, ne hayatını, ne rahatını düşünmüş, vatanı kurtarmak uğ­runda hayatını feda edecek kadar çalışmıştır. Bugün çok şükür hepimiz memleketlerimize sahip olarak, her birimiz belli bir yerde yerleşmiş va­tandaşlar olarak oturabiliyorsak, hürriyet içinde yaşayabiliyorsak, bu ne­ticeye, onun bir yerde beş sene oturamamış olması ve vatanı kurtarmak için çalışması sayesinde ulaşmışızdır. Atatürk, bu gerçeği bütün tasvirle­rinde pek güzel anlatıyordu. Mücadelesini yaparken, Mecliste muhalif­lerine, tabii son derece kuvvetli olarak karşı çıktı.

“Mecliste muhalifler “İkinci Grup” adı altında teşkilatlı bulunuyorlar­dı. Bunlar, bütün Milli Mücadele esnasında, vakit vakit tedavi edilmesi imkânsız görülmüş olan geçimsizliğin takipçileri idi. Şimdiye kadar muh­telif vesilelerle zafer mümkün değildir, bizi oyalıyorlar, taarruz edeceğiz diyorlar fakat taarruz etmeyeceklerdir, taarruz ederlerse taarruzun muvaf­fak olması ihtimali yoktur, bir an evvel uyuşmak lazımdır tarzında muha­lefet yaparlardı. İtilaf Devletlerinin her sulh teşebbüsünde, sulhseverlik ve insanlık göstermek taraftarı olan bu zevat, askeri zaferin tahminin çok üstünde kesin neticeler vermesi ile tabiî çok güç duruma düşmüşlerdi.

“İkinci Gruba mensup mebusların hepsi, şimdi, sulh fırsatı kaçırıldı te­ranesi ile bütün hiddetlerini yenileyerek, hücumlarını yine Atatürk’e, Atatürk’ün idaresine ve onun çalışmalarını desteklediği, takip ettiği Lozan Sulh Heyeti ve hükümet politikası aleyhine tevcih etmişlerdi. Müzakereler sabahtan akşama kadar gizli olarak devam ediyordu. Meclis akşamüzeri geç vakit kapanır, ondan sonra, o günkü müzakerelerin haline göre Atatürk Vekiller Heyetine uğrar veya uğramazdı. Biz ekseriya, Meclisten çı­kınca Vekiller Heyetinde toplanır, o günkü müzakereleri kısaca bir gözden geçirdikten sonra, ertesi günü takip olunacak hareket hattını görüşür­dük.” (agy)

Gördüğümüz gibi, arkadaşlar, Kaçak Saraylı Reis ve AKP’giller, yeni ortaya çıkmış bir tür değil. Bunların geçmiş kökleri, Çökkün Osmanlı’ya kadar uzanır. 1920’lerin başındaki Birinci Meclis’e kadar uzanır. Ve ne yazık ki bu vatan millet ve halk düşmanı, emperyalizm yandaşı ihanet cephesi, kesintisiz bir biçimde varlığını hep sürdürüp gelmiştir. Tabiî 1950 sonrasında da bunlar, her geçen gün hızla güçlerini, etkinliklerini arttırmışlar ve sonunda iş gelip bugünkü felaket günlerine dayanmıştır.

Ne yazık ki emperyalist haydutların projeleri ve ülkemizdeki işbirlikçi hain taşeronlarına verdikleri emir hep aynı olmuştur: Sevr’i, yeni adıyla “BOP”u hayata geçirin. Türkiye’yi parçalayın. Boğun. İşini bitirin…

Lozan, o günün şartlarında, bizim için elde edilebilecek en iyi sonuca ulaşmıştır. Ve bir siyasi zaferdir. Tereddütsüz, budur. İsmet Paşa bu konuya ilişkin de değerlendirmede bulunur:

“Bundan daha fazla memleketi hudutlarımız içine katabilmemiz ne tarihte misali olan bir hadisedir, ne de bizim askeri ve siyasi vaziyetimize göre hayal edilecek bir neticedir. Unutmamak lazımdır ki, Lozan Muahedesini, müttefiklerimizle beraber Büyük Cihan Harbi’ni kaybettikten ve bu kayıp neticesinde bir işgale uğrayıp her türlü ümidini müttefiklerin insafına teslim etmiş bir hükümet haline geldikten sonra temin edebilmişizdir.

“(…)

“Lozan’ı ve sonrasını bir bütün olarak değerlendirmek lazımdır. Lozan Muahedesi, milletler tarihinde nadir görülen misallerden biridir. 45 sene sonra canlılığını hâlâ muhafaza ediyor. Lozan Muahedesi üzerinden bir İkinci Cihan Harbi geçmiştir. Bu İkinci Cihan Harbi’nden, Lozan hedefleri daha sağlamlaştırılmış olarak çıkarılabildi. Nihayet Türk tarihinde, 45 senelik bir barış devri, Lozan’dan sonra onun tabiî sonucu olan laik cumhuriyete nasip olmuştur. Lozan Muahedesi bugün devletin temel idare kurallarına öncülük ve kılavuzluk edebiliyor. Diğer milletlerin hayatında bir muharebeden sonra yapılan siyasi akdin 45 sene sonra kendi değerini muhafaza eden bir vesika olarak kalması, nadir misallerden biridir. Bu gerçeği gelecek nesillerin hiçbir şekilde gözden uzak tutmamaları lazımdır.

“Lozan Muahedesi, askeri zaferler gibi milletimizin hakkı ve kendi kabiliyetinin mahsulü olan bir kazançtır.” (agy)

Lozan’ın ne olduğunu içtenlikle kavramak isteyen arkadaşlara, aşağıya aktaracağımız Sevr Haritası’yla, bugünkü Türkiye Haritası’nı karşılaştırmalarını ve aradaki derin uçurumdan oluşan farkı görmelerini öneririz.

İşte Sevr’in öngördüğü Sevr Haritası;

sevr-haritasi sevr-haritasi-2

İşte Lozan’la tüm dünyaya kabul ettirilen, 81 İl’den oluşan Türkiye Haritası;

tu%cc%88rkiye-haritasi

Şimdi, yeniden tarihçimiz Sinan Meydan’ın konuşmasına dönelim. Lozan’ın dünyadaki yansımalarına değiniyor, bu bölümde:

“Lloyd George, biliyorsunuz, Türkiye’nin o kurtuluş mücadelesi sırasında hakikaten bize etmediğini bırakmayan, İngiliz Emperyalizminin, Yunanistan’ın maşası durumuna gelmesini sağlayan isim. Ve Kurtuluş Savaşı sonrasında da zaten bırakıp gitmek zorunda kaldı bizim zaferimizin ardından.

“Lloyd George bakın Lozan Anlaşması için ne diyor:

“Lloyd George’a göre Lozan Konferansı’na İngiliz Sömürgelerinden temsilci çağırılmaması bile, İngiliz İmparatorluk geleneklerini yerle bir etmiş. (…) İlk kez Lozan Konferansı’nda İngiliz İmparatorluğu, sömürgelerinden herhangi bir temsilci bulundurmadan direkt karşımıza çıkıyor bizim. Bunu biz kabul etmiyoruz. “İngiliz İmparatorluğu’nun prestijini sarsmıştır.”, diyor Lloyd George bu durum için.

“Bakın sonra ne diyor:

“Sevr Antlaşmasına göre Lozan, Türkler için birçok konuda çok daha başarılı bir anlaşmadır. Lloyd George’a göre Lozan Anlaşması, uygarlığın başarısızlığıdır.

“Başka Ne diyor?

“Her şey bittiğinde İsmet’in gülümsemesine şaşmamak lazımdır. Ankara’dan alınan haberlere göre, barış orada büyük bir Türk zaferi olarak karşılanmıştır ve gerçekten de öyledir.

“(…)

“İngiliz İstihbarat Servisi’nin ve İngiltere’nin o dönemdeki önemli isimlerinden bir tanesi, Sir Andrew Ryan. Lozan için ne diyor bakın:

“Lozan’da onursuz bir barış imzaladık.”, diyor Ryan.

“Bu İngiltere’nin şimdiye kadar imzaladığı anlaşmaların en onursuzu, en mutsuzu, en kötüsüdür.

“Amerika Birleşik Devletleri’nden James Gerard şöyle diyor:

“Lozan’da Hıristiyan Medeniyeti çarmıha gerilmiştir.”, diyor.

“14 Nisan 1924 tarihli Time Dergisi’ne göre Lozan Anlaşması, yüz yıldan fazla süren İngiliz diplomasisinin ilk göze çarpan başarısızlığıdır. Neticede Lozan Anlaşması, Türkiye’yi yaka paça Avrupa’dan atmak yerine, Avrupa’yı Türkiye’den atmıştır.”

“Tevhid-i Efkâr Dergisi’nden Velid Ebuzziya şöyle diyor:

“Hem savaş gazisi, hem barış gazisidir, kimdir?, diye sorarlarsa tarihte, İsmet Paşa’dır.”, diyor.” (http://www.ismetinonu.org.tr/)

Yine, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda İngiliz Savaş Propaganda Bürosu “Foreign Office”in görevlilerinden, Ermeni Soykırımı Emperyalist Yalanına kaynak oluşturan “Mavi Kitap”ın iki yazarından biri olan İngiliz Tarihçi Arnold Tonybee, aynen şu değerlendirmede bulunur, Lozan hakkında:

“Lozan’da Müttefikler Türk ulusçularının yaklaşık olarak tüm taleplerine boyun eğdiler. Dünya şaşılacak bir manzarayla karşılaşmıştır. Yenilgiye uğratılmış ve görünürde yıkılmış olan bir ulus, yıkıntıların üzerinden yükselerek kesinlikle eşit koşullar içerisinde dünyanın en yüce uluslarının önüne çıkarak 1. Dünya Savaşı’nın aşağılamış olan muzafferlerinden hemen hemen her ulusal dileğini kazanmıştır…” (Sinan Meydan, Yalanlara, Çarpıtmalara, İftiralara Panzehir, Gerçeğe Çağrı)

Lozan, özetçe budur, arkadaşlar.

Fakat, Kaçak Saraylı Reis’in ve AKP’giller’in, başta da söylediğimiz gibi, derdi Lozan’ın ne olduğu filan değildir. onların tek derdi, Muaviye-Yezid, CIA-Pentagon Dinciliğidir, ABD işbirlikçiliği ve hizmetkârlığıdır. Vurgundur, soygundur, kamu malı hırsızlığıdır.

Sınıf temelleri gereği, dolayısıyla da sınıf çıkarları gereği, onlar böyle davranmak mecburiyetindedir. Ve böyle olmak mecburiyetindedir. Çünkü onlar vurguncudur, asalaktır. Hiçbir maddi değer yaratmazlar. Topluma olumlu anlamda hiçbir katkıları, faydaları olmaz. Tam tersine, kanser tümörü gibi, toplumu mahvederler. Hep dediğimiz gibi, dini çürütürler, ahlâkı çürütürler, erdemi çürütürler, namusu çürütürler, adaleti, hakkı hukuku çürütürler, insanı çürütürler.

İşte bu sebepten; bu Antika Tefeci-Bezirgan Antika Asalak Sermayenin iktidarda olduğu yüzlerce toplum ve devlet batmıştır, Antika Tarihte.

Hz. Muhammed ve Kur’an’ın acı acı bunlardan söz edip uyarıda bulunması boşuna değildir:

“Biz, refahından şımarmış nice memleketi helâk etmişizdir. İşte yerleri! Kendilerinden sonra oralarda pek az oturulabilmiştir. Onlara biz vâris olmuşuzdur.” (Kasas Suresi 58’inci Ayet, Diyanet Vakfı Meali)

“Âd kavmi ise yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamış, “Bizden daha güçlü kim var?” demişlerdi. Onlar, kendilerini yaratan Allah’ın onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı.” (Fussilet Suresi, 15’inci Ayet, Diyanet İşleri Meali)

Tüm Antika Tarih boyunca, yani 5 bin 5 yüz yıl, yüzlerce medeniyet hep bu Asalak Tefeci-Bezirgân Sermayenin azgın sömürü ve talanından dolayı batmıştır, Tarihe gömülmüştür.

Günümüz Modern Sosyal Devrimler Çağında bile, işte ABD-AB Emperyalistleriyle onların hizmetine girerek iç içe geçmiş Türkiye’nin Tefeci-Bezirgan Sermayesi ve onların siyasi plandaki temsilcisi Kaçak Saraylı ve AKP’giller, Türkiye’yi parçalanmanın, Yeni Sevr’in-BOP’un kenarına getirip dayamışlardır. Parçalanmanın arifesindedir ülkemiz.

Bunlar, yakar, yıkar, sömürür, yağmalar ve sonunda harap eder, iktidarda bulunduğu ülkeyi. Mahv-ı perişan eder.

Kaçak Saraylı’nın ve avanesinin Mustafa Kemal’e, Birinci Milli Kurtuluş’a ve Laik Cumhuriyet’e düşmanlığı bundandır. Dikkat edersek, o yalnız Lozan’a saldırmıyor. Laik Cumhuriyet’in tüm kurum ve değerlerine saldırıyor. Kültürüne saldırıyor. Mustafa Kemal’e, İsmet İnönü’ye ve silah arkadaşlarına saldırıyor.

Saldırır. Sınıf karakteri icabıdır bu. Yani, cibilliyetleri iktizasıdır bunların.

Pek çok insan şaşırıyor: “Yahu bu Kaçak Saraylı çok değil iki ay önce, yani geçen 24 Temmuz’da bu sözlerinin tamamen tersini savunmuştu.”, diye.

Hatırlarsınız, şöyle demişti, 24 Temmuz’da, Lozan’ın 93’üncü yıldönümü münasebetiyle:

“Bugün, Cumhuriyetimizin kurucu belgesi olan Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının 93. yıldönümüdür.

“Aziz milletimizin inanç, cesaret ve fedakârlıkla elde ettiği zafer, Lozan Antlaşması ile diplomasi ve uluslararası hukuk alanına taşınarak tescil edilmiştir.

“Bu anlaşma, yeni kurulan devletimizin tapusu niteliğindedir.

“Lozan Antlaşması’nın içeriği, bu anlamda başta milli irade ve demokrasi olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip olduğu temel ilkelerin değeri, bugünlerde çok daha iyi anlaşılmaktadır.

“(…)

“Bu düşüncelerle, Lozan Barış Antlaşması’nın 93. yıldönümünde, Cumhuriyetimizin banisi Gazi Mustafa Kemal başta olmak üzere, anlaşmanın mimarı olan tüm devlet adamlarımızı rahmetle anıyorum.” (http://www.tccb.gov.tr/basin-aciklamalari/365/49743/lozan-baris-antlasmasinin-93-yil-donumu.html)

Kaçak Saraylı Reis ve AKP’giller’in sınıf yapılarını, sınıf karakterlerini bilmeyenlerin, yani “Sosyal Sınıflar” esasına dayalı yorum, değerlendirme ve siyaset yapamayanların, bu birbirinin yüz seksen derece karşıtı iki düşünceyi Tayyip’in söylemesi karşısında şaşırması normaldir.

Ama biz Diyalektik Metot ve Mantığa sahibiz. Olayları, toplumun bütünlüğü içinde ele alıp değerlendirdiğimiz için, bu çelişkili ifadeleri söyleyen kişinin bu tutumu hakkında hiç şaşırmıyoruz. O gün neden öyle konuştuğunun, bugünse neden onun zıttı olduğunun sebebini çok açık olarak görüyoruz, kavrıyoruz.

O gün, Pensilvanyalı İmam’ın ordusunun vuruşu karşısında ABD’nin kollamasıyla zafer kazanmış olsa da, şoke olmuş durumdaydı Tayyip. Korkusunu, paniğini atamamıştı üzerinden. Pensilvanyalı’nın Ordu içinde bulunan ve açığa çıkmayan unsurlarının yeni bir vuruşla kendisini alaşağı edebileceğinden korkuyordu. Bu sebeple de, Ordu içindeki kıyıda köşede kalmış laik unsurları yanına çekmek, onlara şirin gözükmek gayesi içindeydi. Ayrıca da, sivil laik kesimin kendisine arka çıkmasını sağlamayı amaçlıyordu, böyle bir durumda. Yani özetçe; Pensilvanyalı’nın olası bir hareketine karşı toplumun tüm diğer kesimleriyle uzlaşma ve dayanışma düşüncesindeydi. Yani o günkü tutumu, tamamen taktik bir amaca yönelikti.

Bildiğimiz gibi, sadece Lozan’ı sahiplenmiyor o gün. Birinci Kuvayimilliye’nin önderlerini de sahiplenmiş görünüyor. Emri üzerine AKP’giller, parti binalarına tarihlerinde ilk kez olmak üzere dev Atatürk posteri de astılar, hatırlanacağı gibi. Yani söylemlerini görselle de desteklediler.

Bu taktik davranışlarıyla da başarıya ulaştılar, bizce. Sorosçu Kemal’in ve TR705 ve benzerlerinin liderliğindeki “Yeni CHP”yi, “Yenikapı Ruhu” demagojik şamatasıyla kuyruklarına taktılar.

Kaçak Saray’ına da getirtti, değil mi, Sorosçu Kemal’i Tayyip?…

1960’lı yılların sonlarından itibaren kararlı bir biçimde CIA Sosyalizmi yapan Bin Kalıplı ve PDA AvanesiAydınlıkUlusal Kanal ve bunların yetiştirmelerinin bulunduğu tüm medya organları, Tayyip’e övgüler yağdırmaya başladı, hatırlayacağımız gibi, özellikle bu tarihten sonra. CIA yapımı Kaçak Saraylı e AKP’giller’i, “antiemperyalist” ilan ettiler. “Atatürk’e sığında” yağveleriyle, “Mecburiyetten de olsa Atatürkçü oldu artık.” Hainane demagojisini yaydılar ve savundular. Heveskarlıkla ve ısrarla…

Ayrıca, NATO’nun akıllarını, mantıklarını ve “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonunun da yüreklerini-cesaretlerini boşalttığı eski Ergenekon tutsağı general ve subaylar da, baston yutmuş bostan korkuluğu İlker Başbuğ başta olmak üzere, Çetin Doğan’ından bilmem kimine kadar, Tayyip’in yanında yer aldıklarını açıktan beyan etme gafletinde bulundular.

Tüm bu ihanet ve gafletten oluşan demagojik sözde fikirler, değerlendirmeler, Antiemperyalist ortamda bir bilinç bulanıklığına yol açtı, belli ölçüde de olsa.

Bizim adları “komünist”, “sosyalist” vb. keskinlikte de olsa, küçükburjuva anarşistlikleri ve yüreksizlikleriyle zaaflı “sol” sözde parti ve gruplar da, bir iki sade suya tirit açıklamanın dışında, doğaları gereği, hiçbir gerçekçi tespitte, değerlendirmede ve davranışta bulunamadılar. Suskunluğa, dolayısıyla da, kaçkınlığa büründüler, sığındılar.

Biz, ilk günden itibaren olanca gücümüzle bu Pensilvanyalı İmam ve Kaçak Saraylı İmam’ın liderliğindeki iki Ortaçağcı, ABD işbirlikçisi, hain gücün 15 Temmuz Kapışmasını ve amaçlarının-hedeflerinin ne olduğunu bütün kapsam ve içlemiyle ortaya koyduk. En açık, en anlaşılır ve en kesin biçimiyle…

Fakat, hep söylediğimiz gibi, işte biz de sağlı sollu medya ablukası altındayız.

Merdan Yanardağ yönetimindeki ABC Gazetesi’nin dışında bütün kapılar bize kapalı. Eskiden Odatv, kerhen de olsa, yazı ve eylemlerimize yer verirdi, zaman zaman. Ama 15 Temmuz Ganimet Paylaşım Kavgası sonrasında o da bize sırtını döndü.

Kim bilir, belki taşıyamayacakları kadar ağır geldi, bizim yazı ve haberlerimiz. Belki de bilmediğimiz başka sebepleri, hesapları vardır bize dair.

Burada, Merdan Yanardağ ve ekibini, gazetecilik ahlak ve onuruna leke düşürmedikleri için ve bir vatan olan cesareti de yitirmedikleri için kutlamadan geçmemiz olmazdı. Gazetecilik, gerçekçilik ister. Olaylara saygı ve sadakat ister. Namus ister, cesaret ister. Ancak bu değerlere sahip olanlar gazetecilik yapabilecekleri bir zemine sahip olmuş olurlar. Gerisi, bilim ve bilince kalmıştır artık.

İşte tüm bu sebeplerden dolayı, bizim sesimiz fazla yansılanamadı. Duyarlı kesime yeterli oranda ulaştırılamadı. Tabiî gerektiği oranda ulaştırılamadı.

Yoksa, belli oranda ulaştırabildik. Söylediğimiz gibi, ABC tüm yazı ve haberlerimizi eksiksiz verdi.

Genç yoldaşlarımızın uzun görüşme ve uğraşları sonucunda Odatv’de de iki yazımız ve bir haberimiz çıkabildi.

Ayrıca, sosyal medyadan görüşlerimizi, eylemlerimizi duyurmaya çalıştık. Böylece de, ulaşabildiğimiz ortamlarda hiç adımızdan söz edilmese de olumlu yönde etkilenmeler ve değişimler gözledik. Fakat, yeterli olmadı tabiî bunlar.

İşte, bu iki buçuk aylık süre içinde Tayyip ve AKP’giller, kendilerini toparlayıp güçlerini tahkim etme imkanı buldular. Pensilvanyalı İmam’ın ordu içindeki kadrolarını çok önemli oranda ezdiler.

Ayrıca da, Türk Ordusu’nun geriye kalanını parça parça bölerek herbir parçasını kendi emirleri altına aldılar, kendilerine bağladılar. Doğrudan hem de…

Ordunun kışlalarını boşalttılar, arazilerini yandaşlarına pazarlama, böylece de paylaşma, yağmalama uğraşı içine girdiler.

Yargıyı da yeniden elden geçirip harmanlayarak kendilerince güvenilmez buldukları unsurları tasfiye edip ortadan kaldırdılar. Tehlike olmaktan çıkardılar.

Özetçe; artık kendileri için tehlike oluşturabilecek askeri ve sivil herhangi bir gücün, odağın, unsurun kalmadığından emin oldular. Yeniden korkularından kurtulup güven buldular.

İşte bu sebeple Tayyip, iki gün önceki “Muhtarlar Toplantısı”nda artık karnında taşıdığı öz düşüncelerini pervasızca ortaya koyabildi. Zaten, hüloogg’cularının da beklediği ve Reis’lerinden hep duymak istediği bu ve benzeri hakaretlerdir, aşağılamalardır, sövgülerdir. Tabiî Birinci Kuvayimilliye Komutanları ve Laik Cumhuriyet değerlerine yönelik…

Malum ya; Kaçak Saraylı’nın ve AKP’giller’in bütün derdi, “Yüzde Elli” dedikleri o Kur’an Kursları, tarikat yuvaları ve İmam Hatip Okulları vasıtasıyla zihin hasarına uğratılmış kitleyi ellerinde tutabilmektir.

İşte bu şekilde de, tutabiliyorlar ne yazık ki…

Kaçak Saraylı Reis’in hüloogg’cuları o denli kafadan gayrımüsellah hale getirilmişlerdir ki, gerçeklere kör, sağır hale getirilmişlerdir ki, ve de sağlıklı düşünmekten alıkonmuşlardır ki, hiçbirinin bırakalım sormayı aklına bile gelmez:

Yahu sen, Lozan’da Türkiye’ye verilen sınırlarımıza yüzme mesafesindeki, birkaç tanesi Büyük Ada’dan daha büyük tam 16 adayı Yunanistan’a 2004’ten itibaren verdin. Yunanistan geldi, göz göre göre buralara el koydu, yerleşti. Yerel yönetimler kurdu ve silahlandırdı. Seninse gıkın bile çıkmadı. Tık diyemedin sen yahu…

Bu ihanetin de peşine sadece namuslu asker Ümit Yalım ve biz düştük. Kaçak Saraylı’yı, Davutoğlu’nu ve diğer avaneleri biz yargıya taşıdık, ihanetlerinden dolayı. Vatan toprağını göz göre göre Yunanistan’a peşkeş çekmelerinden dolayı.

Yargı ne yanıt verdi dersiniz bize?

“Olaydan zarar gören taraf olmadığınız için sizin dava açma hakkınız yok.”

Yahu vatan toprağı satılmış be!

Bundan biz zarar görmüyorsak kim zarar görüyor?

Ama işte Yargının da getirildiği, daha doğrusu içine düşürüldüğü içler acısı durum bu.

Konuyu Yüksek Yargıya taşıdık. Oradan da sonuç çıkmadı. Ama şunu akıllarından hiç çıkarmasınlar ki o hesap da kapanmadı daha. Verecekler bu ihanetin hesabını. Hiç kaçışları kurtuluşları yok. Hiç yanlış hesap yapmasınlar. Sıyırırız, kurtuluruz düşü görmesinler.

Hadi Kaçak Saraylı ve AKP’giller bu ihaneti etti. Peki Meclisteki diğer Amerikancı Üç Burjuva Partisi ne yaptı?

Hiç. Onlar da gözlerini, kulaklarını kapadı. Çünkü hepsi, ihanet yolunun yolcuları.

Peki, Parababalarının Amerikancı satılmışlar medyası ne yaptı?

O da, kıyıda köşede bir iki kem kümün dışında görmezlikten geldi ihaneti.

Siyasetçisiyle, medyasıyla, sözde aydınlarıyla, Parababalarıyla bir şebeke bu. Bir Amerikancı ihanet şebekesi, suç şebekesi.

Yine hatırlarsınız; Kaçak Saraylı, kıçı kırık IŞİD karşısında bile yurtdışındaki tek vatan toprağımız olan, Suriye içindeki Süleymanşah Türbesi’ni koruyamadı. Üstelik de hazindir; kendi topuyla vurup yıktı türbeyi.

Atamız Süleymanşah’ın kabrini ise, PKK’nin Suriye kolu PYD’den medet dileyerek kaçırıp Türkiye sınırına getirebildi. Bu hazin olay, içinde bulundukları bu zavallılık ortaya çıkınca, inkara yeltendi AKP’giller önce. Fakat, bu PYD’den yardım dilenme işinde aracılık etmiş bulunan Sinemacı Sırrı Süreyya ortaya çıkıp sordu:

“Hadi Davutoğlu çıksın, yardım istemedik, desin bakalım.”, dedi.

AKP’giller’den tık çıkmadı.

İşte Kaçak Saraylı Reis ve onun AKP’giller’i bu. Onlar ancak din alıp satmayı, ABD işbirlikçiliği etmeyi ve kamu malı aşırıp küp doldurmayı bilirler. Başka da hiçbir şey ellerinden gelmez.

Bunlar kim, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Birinci Kuvayimilliyeciler kim…

Bunlar gibi 1 milyar kişiyi bir araya getirseniz, Mustafa Kemal’in tırnağı bile oluşmuş olmaz. Bunlarla Birinci Kuvayimilliyeciler, geceyle gündüz gibi, yerle gök gibi birbirinden farklıdır, birbirinin zıttıdır.

Ama işte ortada olan sınıflar meselesi. Antika Sömürücü Asalak Tefeci-Bezirgan Sermaye Sınıfıyla Modern Finans Kapitalistler Sınıfı iç içe geçip Amerika’nın kucağına atınca kendilerini, Türkiye’de insanları Allah’la aldatıp iktidara gelebildiler ve 65 yıldan bu yana da iktidarlarını sürdüregelmektedirler. İşte bu sebeple Türkiye, böylesi karanlık günlere getirilebildi. Neylersiniz…

Belki onlarca kez söyledik. Ama tekrarlayalım bir kez daha:

Ne Kaçak Saraylı Reis, ne de AKP’giller’in yönetici kesimi değiştirilebilir, dönüştürülebilir. Bunlar, hiçbir biçimde laik olamazlar. Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını sevemezler. Demokrat olamazlar. Özgürlükçü olamazlar. Anayasacı, kanuncu olamazlar. Ölürler, ama değişemezler.

Daha önce de demiştik ya; bunları ancak toprak ıslah eder.

Bunlar, siyasette ve vurgunda sıkıştıkları, dara düştükleri, bir engelle karşılaştıkları durumlarda değişik hilelere, taktiklere başvururlar. Oyunlar oynarlar, değişmiş görünürler. Ama o sadece bir kandırmacadır, hiledir, oyundur. Çünkü sınıf yapıları, yani doğaları böyle bir şeye, yani değişime izin vermez.

İşte onları bu niteliklerinden dolayı ABD Emperyalistleri uzun arayış, gözlem ve sınamalardan sonra kendileri açısından kullanışlı buldu, devşirdi, örgütledi, partileştirdi ve iktidara taşıdı. Bunlar da 14 yıldan bu yana sadakatle hizmettedirler efendilerine.

Siz asla bakmayın, ABD ile AKP’giller arasında zaman zaman medyada yer alan anlaşmazlık ya da görüş farklılığı varmış şeklindeki haberlere. Bunlar da bir oyundur, bir kandırmacadır. Malum ya; CIA, devşirdiği işbirlikçi hizmetkârlarının zaman zaman ABD karşıtı oynamalarını, söylemde ve eylemde bulunmalarını sadece hoş karşılamakla yetinmez. Özel olarak da ister. Onların, aldattıkları kitleler gözünde inandırıcı olabilmeleri için zaman zaman böyle oynamalarının yararlı olacağını bilir ve bunu önerir, yaptırtır.

Belki bazı arkadaşlarımızın haberi yoktur. CIA, 1950 sonrasında Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp’ı yıkıp çökertmek amacıyla 20 tane “Sol” dergi çıkartmıştır. Üstelik de bu dergilerinde dünyaca ünlü bazı felsefeci ve yazarların da yazılarının yer almasını sağlamıştır.

Hiç aklımızdan çıkarmayalım:

Kaçak Saraylı Reis’in devşiricisi, ABD’nin bir zamanlarki Ankara Büyükelçisi ve CIA Yöneticisi Morton Abromowitz’dir. Tâ Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanıyken keşfedip, devşirip kendilerine bağlamıştır bu ajan.

AKP’giller’in diğer kesiminin yapımcısı da ABD’dir, CIA’dır. Onların iktidara getiricisi de, iktidarda tutucusu da CIA’dır.

Hep diyoruz ya; Pensilvanyalı İmam’ın tarikatının örgütleyicisi, yöneticisi de CIA’dır.

Meclisteki diğer üç Amerikancı Burjuva Partisinin efendisi ve yöneticisi de ABD’dir.

Yani Türkiye’de demokrasinin memokrasinin zerresi yoktur. ABD’nin ve yerli işbirlikçilerinin domuzuna diktatörlüğü vardır Türkiye’de. Ve bunlar aracılığıyla da işte, ülkemiz, vatanımız adım adım Yeni Sevr’e, BOP’a, o cehenneme götürülmektedir, taşınmaktadır.

İşte şimdi de, Türk Ordusu’nun geriye kalmış unsurlarını Suriye’ye soktu. Irak’a da sokup orada kendi yarattığı IŞİD’e karşı savaştıracak. Böylece, kendi askerleri ölmeyecek. Kendisi sadece uçaklar uçuracak havadan. Karada ise savaşan ve ölen, yoksul halkımızın evlatları olacak.

Peki bu savaş sonucunda ne olacak?

ABD’nin BOP’u Irak ve Suriye’de hayata geçecek. Sonrasında ise, aynı haritanın Türkiye’ye ilişkin bölümü pratiğe geçirilecek.

Yani arkadaşlar, ABD alçak emperyalistleri ve onların yerli taşeronları, hem evlatlarımızı öldürüyorlar, hem de vatanımızı parçalıyorlar. Meclisteki yerli işbirlikçilerse değişik demagojik söylemlerle bu ihanet oyununu doğrudan ya da dolaylı savunuyorlar. Böylece de, bu oyunun aktörleri olmuş oluyorlar.

Çok söyledik, ama tekrarlayalım yine:

Bu Meclisteki Amerikancı Dörtlü Çeteyle Türkiye Yeni Sevr’in ya da bugünkü adıyla BOP’un dışında hiçbir yere götürülmez. Bunlardan ülkemize, vatanımıza, halklarımıza ilişkin faydalı hiçbir şey gelmez, olmaz. Umulmamalıdır ve beklenmemelidir de. Beklenirse kanılmış olur, aldanılmış olur.

Bunlar ihanet oyununu oynayacaklar ve ne yazık ki emperyalist haydut devlet ABD’nin de BOP’unu uygulayacaklar. Gidiş öyle görünüyor…

Ama ağır acılar yaşanmış da olsa, kara günler yıllar boyu da sürmüş olsa, bunların da sonu gelecek. Tarihteki bütün hainler gibi bunlar da yıkılacaklar ve hesaba çekilecekler…

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz…

1 Ekim 2016

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı

 

 

Print Friendly, PDF & Email