Memleket hızla parçalanmaya ve çöküşe götürülüyor…

Memleket hızla parçalanmaya ve çöküşe götürülüyor.

ABD Emperyalist Çakalının BOP’u, tıkır tıkır işliyor.

Meclisteki Amerikancı Dörtlü Hainler Çetesi, yani AKP, MHP, CHP ve HDP bu ihanet oyununda kendilerine verilen görevi eksiksiz yerine getiriyor.

Öyle görünüyor ki, ülkemizin bu kapandan kurtulması, bu ihanet çemberini yırtması ve BOP cehennemine yuvarlanmaktan kurtulması, onda bir ihtimal bile değil…

On yıllardan bu yana dilimizin döndüğü, gücümüzün yettiğince feryat ediyoruz; bu ihanet gidişini durdurabilmek için, halkımızı bu konuda uyandırabilmek, aydınlatabilmek için…

Ne çare ki zavallı halkımız, sağcısıyla solcusuyla, gafletin de ötesinde ölüm uykusuna yatmış durumda.

ABD hizmetkârı hainler dört parçaya bölüp, her biri birer parçasına el koyup, uyutmuş insanlarımızı.

AKP’si dinci oynuyor, o en büyük payı kapmış.

CHP’si Cumhuriyetçi oynuyor, onun yarısı kadarını da o kapmış.

MHP’si Türkçü oynuyor, yüzde on-on beş kadarını da o kapmış.

PKK-HDP’si Kürtçüyü oynuyor, yüzde on kadarını da o kapmıştır.

Bu parsel parsel bölünüp her biri başka çeşit oynayan ABD hizmetkârlarına ram olmuş zavallı insanlarımızı uyandırmak ne mümkün…

Anlatıyorsunuz, bunların her birinin içyüzlerini, ihanetlerini, ABD hizmetkârlıklarını, halk düşmanlıklarını, bebelerin bile anlayabileceği açıklıkta; neyle karşılaşıyoruz dersiniz?

Her bir kesimden insanlarımız kendisini muayene ederek tedavi etmeye çalışan hekime karşı çığlık çığlığa ağlayan kundak bebeleri gibi basıyorlar yaygarayı yüzümüze…

Vay sen de kim oluyorsun? Sen nereden çıktın? Ben senin adını hiç duymadım. Senin aldığın oy ne ki… Sen kendini kurtar önce, milleti kurtaracağına…

Daha neler neler…

Demek ki, kaderimiz buymuş bizim de: Zamanında anlaşılmamak…

Bir yandan da hak vermemezlik edemiyoruz halkımıza. Hepsi de ABD-CIA yetiştirmesi yüzlerce, binlerce medya organı, sivil-resmi binlerce ABD hizmetindeki kurum, kuruluş, durup dinlenmeden psikolojik harekat uyguluyor halkımıza.

Öylesine ağır ve yoğun bir propaganda bombardımanına maruz kalıyor ki insanlarımız; bırakalım bizim açıklamış olduğumuz siyasi gerçekleri anlamayı, neredeyse burnunun ucunu görüp evinin yolunu bile bulamaz hale getiriliyor. Böylesine görmekten, kavramaktan, anlamaktan, yorumlamaktan alıkonulmuş durumdadır insanlarımız. Bu yoğun Amerikancı propaganda bombardımanı, insanlarımızın zihinlerinde ağır ve kalıcı hasara, tahribata yol açıyor. Olayları bir türlü sebep-sonuç ilişkileri içinde, sistematik olarak görüp kavrayamıyor.

Türkiye, baştan başa neredeyse devasa bir Kırklar Dergâhına dönüştürülmüş durumda.

ABD hizmetkârlarının, halk düşmanlarının, dolayısıyla da cellatlarının peşinden koşuyor halkımız. Ve öyle anlaşılıyor ki, Türkiye parçalanıp çökertilmeden bir halk uyanışı gerçekleşemeyecek.

Hani Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız öncesinde de aynen böyle olmuştu. 10 yıl süren Trablusgarb, Balkan ve Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşlarının ülkede ve halkta yarattığı yıkım, ölüm, zulüm, tahribat müthiş bir moral bozukluğuna, çöküntüye ve yorgunluğa yol açmıştı halkımızda.

Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasını ve bir ölüm fermanından başka hiçbir şey olmayan Sevr Antlaşması’nın imzalanmasını neredeyse memnuniyetle karşılamıştı: “Oh be! Büyük acılar çekip kayıplar verdik ama nihayet sükuna kavuştuk.”, demişti.

Fakat Antep ve Urfa’da saldırıya geçen Fransız Emperyalist Haydutunun askerleri, Antalya ve Konya’da işgaller yapan İtalyan Emperyalist Haydutunun askerleri, Doğuda Antranik komutasındaki Ermeni Ordusu’nun insanlık dışı katliam ve çapulları, Karadeniz’de İngiliz Emperyalizminin himayesi ve desteğindeki Pontus Rum Çetelerinin yaptığı kıyımlar ve nihayet Ege’de, İzmir’den Eskişehir-Kütahya-Afyon-Polatlı’ya kadar kan döküp ırza geçerek yine İngiliz-Fransız Emperyalist Donanmalarının himayesindeki Yunan Ordusu, halkta tapayı attırmış, kendisine dayatılan “Ya onursuzca ölüm ya Kurtuluş”tan birini seçmeye mecbur bırakmıştı. Her bir cephede namusunu, onurunu ve varlığını koruyabilmek için ayağa kalkıp, bir araya gelip, örgütlenip silaha sarılmaya ve savaşmaya mecbur kalmıştı insanlarımız.

Tabiî bütün bu halk isyanlarını sistematik bir biçimde ordulaştıran ve onları askeri bir komuta altında yenilmez bir güce dönüştüren, büyük askeri deha Mustafa Kemal ve silah arkadaşları da, halkımızın büyük bir şansı olmuştu o günlerde.

Ve halkımız, dünyada ilk kez Antiemperyalist bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırmıştır. Ezilen ve sömürülen tüm dünya halklarına da ışık olmuştur, moral olmuştur, yol gösterici olmuştur bizim bu büyük zaferimiz.

Anlaşılan yine öyle olacak…

Fakat, bugün 19 Mayıs 1919’ların Türkiye’sinden daha karanlık ve daha zor şartlar içindeyiz. Çünkü o günlerde Türk ve Kürt Halkı yekvücuttu. Aynı düşmana karşı, aynı komutanlık altında, aynı ordu içinde savaş veriyordu.

Bugünse iki halk birbirine karşı düşmanlaştırılmış bulunmaktadır, büyük oranda…

Bizim bu felaket öngörüsü denebilecek öngörümüzü nihayet aklı eren, az da olsa bazı askerlerimiz de görüp kavramaya başlamış durumdadır. İşte Emekli Tuğamiral Türker Ertürk’ün değişik zamanlarda yazdıkları:

***

Ülkemizin esenliğe çıkabilme şansı milyonda bir bile değil

Oskar Kusch; hali vakti iyi bir ailenin çocuğu olarak, 6 Nisan 1918’de Berlin’de doğar. Eğitimini tamamlamasını müteakip, 19 yaşında Alman Deniz Kuvvetleri’ne katılır ve denizaltıcı olur. Daha başlangıçtan itibaren, mesleki yaşantısı sıra dışı başarılarla doludur. II. Dünya Savaşı’nın (1939-1945) içinde, 1943’de,tam tamına 25 yaşında iken Denizaltı U-154’ün komutanlığına atanır.

Denizaltı komutanı olarak da çok başarılıdır. Güney Atlantik’te, 23 bin ton ağırlığında üç gemi batırır. Kişisel kayıtlarında; yakışıklı, atletik yapılı, çok zeki, arkadaşları ve meslektaşları arasında çok popüler ve açık sözlü birisi olarak geçer.

HİTLER DÖNEMİ

Meslek yaşamı başarılarla dolu olmasına rağmen; 12 Mayıs 1944’te, Kiel’de kurşuna dizilerek idam edilir. Dönem; sadece ülkesini değil, tüm dünyayı felakete sürüklemiş olan Hitler dönemidir. Özgürlüklerden, hukuktan, adaletten ve bağımsız yargının zerresinden bile söz edilemez bu dönemde.

Oskar Kusch’un idam edilmesinin nedeni; komutanı olduğu U-154’ün subay salonunda asılı bulunan Hitler’in resmini indirmek ve yerine yağlıboya bir yelkenli resmi astırmak. Kusch, Hitler faşist diktatörlüğünün askeri mahkemesinde yargılanır. Mesleğinde hiçbir başarısı olmayan ama düzene yaranarak, belli yerlere gelmeye çalışan bazı meslektaşlarının aleyhine verdiği ifadelerle mahkum olur.

TEK LİDER

Yargılama sırasında, Oskar Kusch’un mesleki başarısının hiç önemi yoktur. Mahkeme adeta Ergenekon ve Balyoz mahkemeleri gibidir, arkasındaki siyasi irade de aynısı! Önce, bir yıl hapse mahkum ederler ve af dilemesini isterler. Oskar Kusch onurlu bir subaydır; “yanlış bir şey yapmadım” der ve af dilemez. Yargılama sırasında; Kusch’un gençliğinde, 17 yaşına gelen her Alman gencinin neredeyse katılmasının zorunlu olduğu Hitler Gençlik Teşkilatı’ndan, bağımsız kişilik yapısına sahip olduğu için ayrılması bile, kendisine karşı suçlayıcı delil olarak kullanılır.

Bugün Kiel’de, kanalın yakınında, kurşuna dizildiği yerin yanı başında Oskar Kusch’un anıtı var ve caddeye de ismi verilmiş. Ama Hitler’in mezarı bile yok. Kim derdi; 1943’de yalnız Almanya’yı değil, tüm Avrupa’yı titreten Hitler’in yatağında huzur içinde ölmesinin mümkün olamayacağını ve yok olup gideceğini? Tüm diktatörlerin ortak kaderidir bu, bundan kaçınılamaz. Neredeydi; Hitler yok olup giderken onu Nazi Selamı ile selamlayanlar, “führer” (lider) olarak haykıranlar ve “tek halk, tek imparatorluk, tek lider” (einVolk, ein Reich, ein Führer) diye sloganlar atan kalabalıklar?

DEMOKRASİ TRAMVAYI

Oskar Kusch’un hikayesini; geçen hafta Cumhuriyet Bayramı etkinliklerine katılmak ve konuşma yapmak için Vatansever Birliği’nin davetlisi olarak gittiğim, Almanya’da öğrendim. Etkinlik sonrası, boş günümde Almanya’nın en kuzeyinde, Hollanda sınırında ve Kuzey Denizi kıyısında bulunan Emden liman şehrine gezmek için gitmiştim. Burada bulunan şehir müzesini gezerken dikkatimi çekti Oskar Kusch. Bu; Almanya’nın Hitler yönetiminde yaşadığı karanlık ve acılı döneminin, ibret dolu hikayelerinden sadece biriydi.

Bildiğiniz gibi Hitler; Almanya’da demokrasi tramvayını kullanarak, 1934’de iktidara geldi. Biraz güçlenince gerçek yüzünü gösterdi; basını ve muhalefeti her türlü yola başvurarak susturdu ve otoriter bir yönetim kurdu. Ülkesini, Avrupa’yı, hatta dünyayı felakete sürükledi. Hitler; 30 Nisan 1945’de intihar etti ve iktidarı son buldu. Son buldu bulmasına ama; 50 milyondan fazla insan yaşamını kaybetti. Emden’de öğrendiğime göre; 1945’te, şehirde bombalanmamış ve yıkılarak enkaz haline gelmemiş bir tek bina bile kalmamış.

GAYRİ ANAYASAL FİİLİ İRADE

Eğer Hitler’in iktidara gelişi engellenebilseydi veya geldikten sonra iktidardan düşürülebilseydi; AlmanyaAvrupa ve dünya, acı ve yıkım dolu faturayı ödemeyecekti.

Bugün Türkiye’de; gayri anayasal biçimde fiili olarak iktidarı elinde tutan irade, bizi ve ülkemizi felakete doğru sürüklemektedir. Halen yaşadığımız sürecin, ülkemizi esenliğe çıkarabilme şansı bir milyonda bir bile yoktur.

Türker Ertürk

Odatv. Com” (http://odatv.com/ulkemizi-esenlige-cikarabilme-sansi-milyonda-bir-bile-degil-0611161200.html)

***

Açıkça görüldüğü gibi, arkadaşlar; Türker Ertürk Türkiye’nin kurtuluşa ulaşmasına milyonda bir ihtimal dahi vermiyor.

İsterseniz, aynı Amiralin bir de bugün yayımlanan yazısından bir bölüm aktaralım:

“Türkiye, ne yazık ki felakete doğru hızla yol alıyor. Artık bu işten zararsız, yara almadan sıyrıklarla kurtulmak imkânsız gibi. Umarım yanılırım ama bugüne kadar yaptığımız analizlere ve gerçekleşme oranına bakıyorum da yanılmamız olanaksız gözüküyor. Herkes ama herkes, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlar ülkemizi asgari zararla bu badireden nasıl kurtarabiliriz, hiç değilse onun hesabını ve alternatif planlarını zihinsel olarak yapmak zorunda.

“Türkiye, çok süratli olarak ötekileşiyor ve ötekileştiriliyor! Hukukun ayaklar altına alındığı, demokrasinin olmazsa olmazı olan laikliğin ve kuvvetler ayrılığının yok edildiği, insan hak ve özgürlüklerinin katledildiği, basın ve ifade özgürlüğünün iktidarın müsaadesine tabi olduğu ve muhaliflerin FETÖ bahanesi ile içeri atıldığı algısı dünya kamuoyunda yaygın durumda.

“FETÖ BAHANE!

“Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararlarında; FETÖ ile kararlı mücadele ve TSK’yı FETÖ’den temizlerken, ulusalcılara teslim etmeme olarak iki kriterin ağır bastığını yazmış, sırtını saraya dayamış yalaka birisi!

“FETÖ’ye yardım ve yataklık yapan siyasiler hala elini kolunu sallayarak ortada dolaşırken ve sorumlu siyasi mevkileri işgal ederken, bu kriterden bahsetmek adamlık değildir. Şüphelendiğiniz ismi ve yanına Fethullah Gülen’in ismini internette bir arama motoruna yazarak aratın ve çıkan videolara bakın. Bu çıkacak isimler hakkında soruşturma yapılmadıysa, FETÖ soruşturmaları ve yargılamaları yalandır; amaç bu bahane üzerinden rejim değişikliği yaparak, din devleti kurmak ve “Tek Adam” yönetimi inşa etmektir. Gerisi ise lafügüzaftır!” (http://odatv.com/yazar/turker-erturk/ulusalci-olmayan-subay-haindir-2408171200.html)

Şimdi de, 15 Temmuz sonrası aylar boyu doğrudan olmasa da dolaylı yoldan Tayyip savunuculuğu yapan, Ergenekon Davası adlı CIA Operasyonun mağdurlarından Emekli Jandarma Kurmay Albay Mustafa Önsel’in birkaç gün önce yayımlanan, bu konuya işikin yazısını aktaralım:

***

Bölgemizde ve ülkemizdeki gelişmeler kaygı verici biçimde devam ediyor…

Özellikle bizi yakından ilgilendiren Suriye ve Irak’taki gelişmeler, ileride çok daha sıcak bir gündemin bizi beklediğine işaret ediyor.

Belli ki, ordumuza her zamankinden çok daha fazla ihtiyaç duyulacak önümüzdeki süreçte.

Ordumuzun her zamankinden daha güçlü olması kaçınılmaz o zaman, değil mi?

Ordunun gücü, komuta heyetinin ehliyetiyle doğru orantılıdır. Ordu için komutan her şey demektir. Özellikle Türk ordusu için komutanın becerisi, cesareti, feraseti astlarını direkt etkiler. Komutanın karakteri neyse birliği de aynı karaktere bürünür.

Bu girişten sonra komuta kademesinin belirlendiği son Şura toplantısında yapılan terfiler, emekli edilenler ve atamaları değerlendirelim.

YENİ BAKAN VE ŞURA

Hemen ifade edeyim ki, jandarmadaki terfi ve atamaları görünce Şüra’da da aynısı olursa Türk ordusu belini kolay kolay düzeltmez diye düşünmüştüm.

Ve Şüra yapıldı. Gerçi başlangıçta bir gariplik vardı. Şüra çalışmasını yapan Milli Savunma Bakanlığı gözüküyordu. Ancak bakan Şüra’dan kısa bir süre önce değişmişti. Yeni bakan ise atanır atanmaz yurt dışına gitmişti. Şüra’dan birkaç gün önce yurda dönmüştü. Bırakın Şüra’yı, bakanlığın genel işleyişini bile öğrenemeden Şüra toplantısı başladı.

Zaten 9 Ağustos diye söylenen Şüra toplantısı, Akıncılar davasının başlamasından sadece bir gün sonraya alındı nedense…

Neyse, diyerek devam edelim…

İLK BAKIŞTA…

Terfileri ilk gördüğümde, hiç de umduğum gibi olmadığını düşündüm.

Olması gereken olmuş, liyakat öne çıkartılmıştı. Hatta özellikle Deniz Kuvvetleri başta olmak üzere bütün kuvvetlerde, isimli davalarda yargılanmış birçok başarılı kişi albaylıktan generalliğe yükselmişti.

Hava Kuvvetlerinde Fetullahçı çetenin kumpaslarıyla sistemden ayrılmak zorunda kalan ve sivil havacılık sektöründe çalışmaya başlayan, 15 Temmuz sonrası talep üzerine geri dönen Yaşar Kadıoğlu ve Fidan Yüksel isimli kurmay albaylar terfi etmişlerdi.

Türk ordusu adına oldukça olumlu gelişmeydi bunlar…

Tuhaf olan bir şeyler olduğunu terfileri ayrıntılı inceleyince anladım…

KARA’DA ACAYİPLİK

Terfilerin hemen hemen hepsi, birkaç istisna ile albaylıktan tuğgeneralliğe geçişi kapsıyordu. Kara Kuvvetleri’nde başka general terfisi yoktu. Bu tarihte bir ilkti.

Deniz’de sadece iki tuğamiral, Hava’da ise bir kor, bir tüm, bir tuğ üst rütbeye terfi etmişlerdi. Diğer terfilerin hepsi albaylıktan tuğgeneralliğe terfileriydi.

Deniz ve Hava’da çok sorun gözükmüyordu ama Kara Kuvvetleri’nde gerçekten “acayip” bir durum söz konusuydu.

Kara Kuvvetleri’nde Her halde tuğgeneralliğin üzerindeki rütbelerin görev süresini uzatmışlar, onun için ara rütbelerde terfi yapmamışlar” diye düşündüm.

Ama emekli edilenlerin listesini görünce benim için vahim bir tablonun varlığı söz konusuydu.

18 GENERALİN HEMEN HEPSİ…

Kuvvet komutanları dışında 20 general emekli edilmişti. İkisi normaldi. Biri AYİM (Askeri Yüksek İdari Mahkemesi) başkanıydı. AYİM kapandığı için zorunlu olarak emekli olmuştu. Diğeri de ayrılmak için dilekçe vermişti.

Geriye kalan 18 kişiyi incelediğimizde Şüra’daki tablonun gerçek resmini çekmek olasıydı.

Görülen oydu ki, 18 kişiden 14’ü 15 Temmuz’da kalkışma yapan Fetullahçı çetenin listelerinde görevlerinden el çektireceklerden oluşuyordu. Ki, bunlardan birisi Fetullahçı çete ile mücadelenin simge isimlerindendi.

Geriye kalan dördüne de söz konusu listelerde “görevine devam” yazılmıştı, ama dikkat edildiğinde bunların tamamının güneydoğudaki birliklerde, PKK’ya karşı mücadele veren komutanlar olduğu görülecekti. Belli ki, o süreçte yerlerinden almaya gerek görmedikleri adamlardı bunlar.

Fetullahçı çeteyle bağlantılarının olmadığı herkesçe bilinen komutanlardı.

Kısaca, emekli edilen 18 generalin hemen hepsi Fetullahçı örgüt karşıtı ve tecrübeli komutanlardan oluşuyordu.

“Fetullahçı çete ile mücadele hız kesmeden devam ediyor” denilen bir zamanda çok garip değil mi?

SANKİ BİRİLERİ…

Ordu’da bütün parçalar önemlidir. Ama harekât bu parçaların en önemlisidir. İstihbarat, personel, lojistik ve muhabere ona yardımcı parçalardır.

Bu emekli edilenlerin içinde, hayatı harekâtçılıkta geçmiş diyeceğimiz, bu konuda çok tecrübeli 4 general vardı ki, onların eksikliği sanırım önümüzdeki süreçte çok hissedilecek ve onları sistem dışına itenler daha çok sorgulanacaklar.

Bunlardan birisi Genelkurmay’ın Harekât Başkanı olup, o göreve 15 Temmuz sonrası atanmış Tümgeneral Mehmet Okkan’dı.

Bu kabul edilecek bir durum değildi. Sanki birileri Türk Ordusunun içini boşaltıyordu.

Bu vahim tabloyu tespit edince bir yazı kaleme alayım dedim, ama atamaları beklemenin daha uygun olacağını, atamalara göre yapılacak bir değerlendirmenin büyük resmi görme açısından daha uygun olduğunu düşünerek bekledim.

Ancak birkaç gün önce yapılan atamaları görünce şok olmamak mümkün değildi.

Aslında benim için sürpriz miydi? Elbette değil!

Çünkü birkaç ay öncesinden yapılan yaygın söylentileri biliyor, gerçekleşmeyeceğini umuyordum.

Mesela Genelkurmay Başkanının, Harekât Başkanını ve İstihbarat Başkanını istemediğini, onları karargâhtan göndermeyi arzu ettiği söyleniyordu. Tabii ki Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakalllı’yı da.

Yukarıda belirttiğim gibi Harekât Başkanı Şüra’da emekli edilmişti. Atamalarda İstihbarat Başkanı da tıpkı harekât başkanı gibi bir yıl önce geldiği görevden alınarak, 8. Kolordu Komutanlığı’na atanmıştı.

Böylece iki önemli başkan, Genelkurmay karargâhından uzaklaştırılmış oluyordu.

İstihbarat Başkanını tanıyanlar Fetullahçı çete ile nasıl mücadele ettiğini, o süreçte ne tehditler aldığını bilir…

Bu arada 15 Temmuz’un hemen ertesinde Genelkurmay Başkanı’nın “Akın Öztürk’ün helikopterle köşke getirilmesi” konusunda verdiği emrine direndiği ve bu emri yerine getirmediği ifade edilen Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı Korgeneral Nihat Kökmen’in de bu etkin görevden alınıp Türk Askeri Temsil Heyeti Başkanlığı görevine atandığını ifade edelim…

BU KANLI DARBECİ ATAMAYI ÖNCEDEN NASIL BİLEBİLİR?

Ya Zekai Aksakallı?

Herhalde kamuoyunun en fazla dikkatini çeken atama budur. 15 Temmuz gecesinin en özel adamlarından ve Suriye’deki mücadelenin bütün yükünü çekmiş olan bir komutan. Özel Kuvvetler gibi bir birliğin başından alınıp, Ankara dışında bir kolorduya atanıyorsa bunun adına biz “operasyon” deriz.

Ama mutlaka kılıf bulunmuş, onay makamlarını ikna edici gerekçeler sunulmuştur. Aldatmak, kandırılmak son yıllarda en fazla kullanılan kelimeler oldu malum.

15 Temmuz’un kaderini değiştiren insanlardan biri kim? Bugün Fetullahçı sosyal medya hesaplarında en fazla saldırılan adamlardan biri kim? 15 Temmuz’u gerçekleştiren katillerin duruşmalarda söylediklerine bakın, onların en büyük düşmanları kim? Amerikalıların en sevmediği, özellikle Suriye operasyonun da en fazla karşı karşıya geldikleri komutan kim?

Mahkemede verdiği tanık ifadesinde açıkça ve yüreklice bir gerçeğin ifadesi olarak; “TSK’da olağanüstü durumlarda ilk yapılacak şey, ‘personel kışlayı terk etmesin, mesaiye devam etsin’ emrini vermektir. Bu her zaman uygulanan basit bir kuraldır. Bu kural 15 Temmuz’da ilk haber alındığında uygulansaydı darbe girişimi baştan açığa çıkardı” diyecek kadar doğru yerde duran asker kim?

Bu isim Aksakallı’dan başkası değil.

Siz ona kamuoyunca operasyon kabul edilecek böylesi bir atama ile ne yapmak istediniz? Kimlerin arzularını tatmin ettiniz?

Ne diyordu 10 gün önce Akıncılar davasında yargılanan Muzaffer Düzenli ismindeki bir eski sözde albay; “ … Zaten göreceksiniz, yakında bu Zekai Aksakallı’yı görevinden uzaklaştırmak için Kıbrıs’a kolordu komutanı olarak atayacaklar.” Duyduğumda “Emrin olur!” demiştim.

Kıbrıs tutmadı ama Gelibolu oldu. Ufak bir sapma, anlayacağınız.

Bu kanlı darbeci atamayı önceden nasıl bilebilir?

Yoksa birileri “Emredersin mi?” dedi.

Bunları yazarken, geçmişte “kalbim ve yüreğim” dediği iki generalin kanlı kalkışmanın planlayıcılarından olduğu anlaşılan Genelkurmay Başkanı’na, Genelkurmay çatı davasında 1 Ağustos’a kadar verildiği öne sürülen süre aklıma geldi nedense.

“Ne yapacak acaba?” demiştim…

Akıncılar davasında değişen bir şey olmadı. Kimse, sanıkların sürpriz bir şey söylendiğine tanık olmadı.

Verilen süre dolduğuna göre…

“Neden?” diye sormak ve düşünmek hakkımız sanırım…

Bitirmeden ifade edelim ki, Fetullahçı çete ile Türk Ordusu içinde en korkusuz mücadeleyi yapanlardan birkaçının, gördükleri vahim tablo karşısında emeklilik dilekçelerini hazırladıklarını biliyorum.

***

Sonuç olarak;

Bu atama ve emekli edilenleri görünce, en çok kim sevinmiştir?

Kimler seviniyorsa bilin ki, her konuda ortaktırlar…

Oyun büyük, ama buradan ancak bu kadar…

Artık kuldan ümit kalmadı, Allah ülkemi korusun!

Mustafa Önsel

Odatv.com (http://odatv.com/yazar/mustafa-onsel/tskdaki-atamalarin-ve-tasfiyelerin-sifreleri-2108171200.html)

***

Açıkça görüldüğü gibi, Kurmay Albay Mustafa Önsel de artık Tayyip ve şürekâsının içyüzünü netçe görmiş.

Ne diyoruz biz?

Tayyip Feto’dur, Feto da Tayyip…

Ruh ikizidir bunlar, Amerikancı ruh ikizleri…

Görevleriyse BOP’ta taşeronluk etmek…

“Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonunu omuz omuza vererek gerçekleştirdiler. O, CIA’ca hazırlanan ihanet oyununun ilk perdesiydi. O perdede kardeşti bunlar.

İkinci perdede ise düşmanlaştırıldılar, yine CIA tarafından. Birbirlerine düşürüldüler, Laik Cumhuriyet’in Ganimetinin Paylaşım Savaşına kışkırtıldılar.

15 Temmuz 2016 Kanlı Hesaplaşmasında da, birinci perdedeki ihanetle iyice yıpratılmış olan Türk Ordusu’na ölüm vuruşunu indirdiler…

Harekâtın kurgusu gereği, Feto’nun askerleri hezimete uğratıldı. Tayyipgiller kazandırıldı. CIA adı gibi biliyordu ki, Mustafa Kemalci Ordudan arda kalmış, iyice zayıflatılmış olmakla birlikte son diri unsurlara da Tayyip vuracaktır artık. Onların işini de Tayyip bitirecektir, aynen de öyle oldu…

15 Temmuz 2016’dan bu yana Tayyip sürekli vurmaktadır Türk Ordusu’nun bu kesimine. İşte en ağır ve indirici darbeyi de bu 30 Ağustos terfi ve atamaları sürecinde vurmuştur.

Mustafa Önsel, içinden geldiği için, çok güzel açıklamıştır bu süreci. Çok iyi görüp, kavramış ve açıklamıştır.

Demek ki amaç Yeni Sevr’in yani BOP’un önünde en büyük engeli oluşturan Türk Ordusu’nun işini bitirmekmiş.

İşte CIA, Pentagon ve Washington, 2007’den bu yana bu alçakça işi gerçekleştirmekle meşguldüler. Nihayet amaçlarına da ulaştılar…

Laik Cumhuriyet nasıl yıkıldıysa, Türk Ordusu’nu da öylece yıkıp çökerttiler.

Tayyip kendi parti ordusunu kurma uğraşındadır gayrı. Ama o ordunun Suudi ve benzeri dinci devletler ordularından pek de bir farkı kalmaz. BOP’un önünde de bir engel teşkil etmez…

Tayyip öylesine acımasız ve haşin saldırmıştır ki Türk Ordusu’na disiplin ve savaşkanlığın en önde gelen şartlarından olan kıdem ve liyakatı hiçe sayıp ayaklar altına almıştır. Deniz Kuvvetleri Komutanlığına, rektör atamalarında olduğu gibi bir Koramirali atamıştır.

Düşünebiliyor musunuz?

Oramiraller kendinden daha alt rütbedeki Koramiral karşısında Komutan diye selam durup esas duruşa geçeceklerdir.

Böyle bir orduda özgüven, gurur, savaşkanlık kalitesi kalabilir mi?

Hani 15 Temmuz sonrasında da kışlaların önüne çöp kamyonları ve iş makineleri, hafriyat kamyonları dizmişti Tayyip. Elektriklerini, sularını, iaşelerini kesmişti ordunun. Hayvanlara bile reva görülmeyecek hakaret ve zulümde bulunmuştu orduya.

Malum; Ordu’nun Askeri Liselerini, Harp Okullarını, Hastanelerini, Askeri Mahkemelerini, Askeri İstihbarat Birimlerini kapattı. Neredeyse Ordu’yu Kaçak Saray’ın polislerden oluşan koruma ordusu durumuna düşürdü.

Tabiî Tayyip düşürdü, diyoruz da; aslında bu işleri planlayan, pratiğe uygulatan ve yöneten CIA’dır, Pentagon’dur, Washington’dur.

Tayyip de bir emir kuludur nihayetinde. O ve onlar da ruhlarını ve iradelerini koltuk, makam, ün, poz ve küp doldurma karşılığında satmışlardır ABD’ye.

Sadece AKP’giller mi böyledir?

Keşke sadece onlar olsa…

Meclisteki Amerikancı Dörtlü Çete’yi oluşturan burjuva partilerinin tamamı aynı kategoridendir. Hepsi de ruhunu ve iradesini koltuk uğruna teslim etmiştir ABD Emperyalist Haydutlarına. Ve hepsi de ABD’nin BOP’unun taşeronluğunu yürütmektedirler. Hem de öylesine bir heveskârlıkla ki, bu ihanet koşusunda birbirleriyle yarış halindedirler.

İşte bu bakımlardan, ülkemizin selamete çıkma olasılığı yok denecek kadar azdır. Tabiî kısa dönemde…

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, ne yazık ki, Mondros günlerini-Mütareke günlerini, Sevr günlerini yaşayacağız bir kez daha. Ancak ondan sonra uyanıp dünyada ve ülkemizde neler olup bittiğini görmeye, anlamaya başlayacağız. Ancak ondan sonra kurtuluşa giden yolların nereden geçtiğini bulmaya çalışacağız…

Sözü fazla uzattık herhalde yine. Hani ne der halkımız?

“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az…”

İşte o hesap…

Öyleyse biz de burada keselim sözü…

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

24 Ağustos 2017

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı