Kurucu Önderimiz ve 30 Ağustos düşmanı, ABD devşirmesi Ortaçağcı hain ve hırsız meczuplar güruhu

Behey azgın Kuvayimilliye, Mustafa Kemal ve Laik Cumhuriyet düşmanı Amerikan devşirmeleri!

Kuvayimilliye’nin ve Mustafa Kemal’in izini tozunu silebileceğinizi zannediyorsunuz, değil mi?

Peşinen belirtelim ki sizin gibi milyarlarca vatan satıcı hain bir araya gelse bunu başaramayacaktır. Hevesleriniz hep kamu mallarından aşırdığınız haram lokmalarla dolu kursaklarınızda kalacaktır…

Mustafa Kemal’in adını sanını bu topraklardan silmek için giriştiğiniz hainane işiniz vardı ya… İşte onun bir parçası olarak “Atatürk Orman Çiftliği”ni de tümden yok etme çabasına giriştiniz. Getirip ortasına Potamyalı Yezid’in Kaçak Saray’ını kondurdunuz. Danıştayın verdiği onca “Orası SİT alanıdır, orada yapılaşmaya izin verilemez. Yapılanlar derhal yıkılıp çiftlik arazisi eski haline döndürülmelidir”, kararına rağmen…

Kanunsuzsunuz siz…

Bununla yetinmediniz. 54 bin metrekarelik bölümünü de İnsan Soyunun Başdüşmanı ABD Emperyalist Çakalının emrine verdiniz, gelip oraya Ankara Büyükelçiliğini yapması için. O alçak haydut da yaptı bunu. İki gün sonra da yani 29 Ağustos’ta da o kaçak yapılaşmasının, “Ankara Büyükelçiliği” adı altında açılışını yapacağını ilan etti.

Şuraya bakın ya…

Yerli-yabancı hainlerin, Türkiye Cumhuriyeti düşmanlarının el ele vererek yaptıkları katmerli ihanete bakın. Emperyalist Haydut, kaçak Büyükelçiliğinin açılışını yapacak başka gün bulamamış, 29 Ağustos’u seçmiş. Yani 30 Ağustos’tan bir gün öncesini…

Demiş oluyor ki böylece bu insanlıktan, ahlâktan, namustan, onurdan yoksun Emperyalist Haydut; bakın işte ben böylece sizin 100 yıl önceki 30 Ağustos Zaferi’nizin intikamını alıyorum. O Zafer’inizi nasıl ayaklarımın altına aldığımı hepinize gösteriyorum.

Kaçak Saray’da mukim Potamyalı Yezid’in avanesi de birbirlerine kaş göz edip sevinçten yerlerinde zıp zıp zıplayarak alkışlıyorlar, hainin yaptığı bu şerefsizliği. Çünkü bunlar da ABD ve AB Emperyalist Haydutları kadar düşmandırlar Kuvayimilliye’ye, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Zaferine, o Zaferin Mustafa Kemal, İnönü ve silah arkadaşlarından oluşan komutanlarına ve o Zaferin üzerine inşa edilmiş bulunan kısmen de olsa Laik Cumhuriyet’e…

Bunlar da akıllarınca Türkiye Cumhuriyet’ine cihat açmış bulunuyorlar. Bu Cumhuriyet’i yıkacaklar, onun yerine Ortaçağcı, Faşist bir Din Devleti kuracaklar. Özlemleri bu. ABD ve AB Haydudu onları bu şekilde devşirip iktidara getirip 20 yıldan bu yana iktidarda tutup motive etti.

Bu yerli hainlerin içyüzünü, hemen hepsinin hocası, rol modeli olan Fesli Deli Kadir açık etmişti, değil mi arkadaşlar?

Ne demişti bu hain?

“Keşke Yunan galip gelseydi…”

Kaçak Saray’da mukim Tayyip nam Hafız ne diyor bu haine?

“Hocam…”

Diyanet İşleri Başkanı sıfatını taşıyan Ali Erbaş nam Hafız ne yapıyor bu haine karşı?

Onu hastanede 9 Kasım’da (dikkat edelim arkadaşlar, 10 Kasım’dan 1 gün önce) ziyaret edip ona saygı, hürmet ve takdirlerini sunup Diyanet İşleri Yayınları’ndan 7 ciltlik bir ansiklopedi seti hediye ediyor. Bu kaşar Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal düşmanının Mustafa Kemal’e hakaretten dolayı aldığı bir sürü mahkûmiyet vardır. Bu sebeple de ömrünün bir kısmını Almanya’da kaçak geçirmiştir. Hatta orada bir Suudi Prensle anlaşarak 54 milyon dolarlık bir petrol vurgunu yapmaya kalkışırlar. İşi tam başaracaklarken başka bir Suudi Prensin yaptığı petrol vurgunu açığa çıkar. Bu sebeple bunlarınki de başarısızlıkla sonuçlanır. Böylece 54 milyon doları son anda kaybettik diye hayıflanır bu gerici hain. Bu kanunsuzluklarını da “Gurbet İçinde Gurbet” kitabında anlatır hiç utanıp sıkılmadan (Kadir Mısıroğlu, Gurbet İçinde Gurbet, Sebil Yayınları, 1’inci Basım, 2004, s. 35-41).

Bu hain de arkadaşlar; tüm Siyasal İslamcılar gibi herhangi bir ahlâki değer taşımaz.

Bu ABD devşirmesi hainler güruhu, inanın arkadaşlar, eğer özlemle dile getirdikleri gibi “Yunan galip gelseydi” bayram ederlerdi. Başta Fesli Deli Kadir, İsmail Kahraman, Kaçak Saraylı Hafız gibi tüm bunların kodaman takımı papaz elbisesi giyer, boyunlarına haçlar takar, meydanlarda dört dönerlerdi. “Zalim Osmanlı, zalim Türkler bize dinimizi yaşatmadılar. Yüzyıllardan bu yana zulüm uyguladılar. Nihayet onlardan kurtulduk, özgürlüğümüzü, bağımsızlığımızı kazandık”, diye havalara zıplayıp naralar atarlardı…

Saygıdeğer Halkımız;

Bu Yunancılar böyledir işte. Sakın bunları başka türlü bellemeyin. Onların dindarlıkları da sadece bir sahtekârlıktan ibarettir.

Bunların atası, öncülü Yezid bin Muaviye ne demişti, yaptırmış olduğu Kerbela Katliamı sonrasında İmam Hüseyin ve Hz. Muhammed soyundan 22 kişinin de içinde bulunduğu 72 kişiyi Dicle’nin kenarında ablukaya alıp günlerce aç ve susuz bıraktıktan sonra vahşice katlettirip ve bunun haberini Şam’da oturduğu sarayında aldığı zaman?

“İşte şimdi Bedir’in öcünü aldık.”

Bu Kaçak Saray avanesi hainler güruhunun da Müslümanlıkları ancak bu hain Yezid’inki kadardır. Yani sadece bir görünüşten ibarettir, bir maskedir, bir kılıftır…

15 Mayıs 1919’da İngiliz, Fransız Donanmaları tarafından getirilip Ege’ye çıkartılan, Batılı Emperyalistlerin kuklası işgalci Yunan Ordusu ne mi yapmıştır?

Bu Tayyipgiller hainler güruhunun; “Keşke Yunan galip gelseydi”, dediği Yunan Ordusu ne mi yapmıştır Ege’de ve Anadolu’da?

İşte bunu Yılmaz Özdil, yıllar süren araştırmaları sonucunda belgelere ulaşıp bir bir öğrenmiş ve ortaya koymuştur. Lütfen okuyalım aşağıya aktardığımız şu yazısını:

***

Gülşen

İmam hatip konusunda duyarlı olanlar iyi okusun.

*

İlk toplu katliam Aydın’da yaşandı, insanları camiye topladılar, ateşe verdiler, 106 kişi diri diri yanarak can verdi, pencerelerin demirlerine yapışmış çocuk elleri vardı.

Son nefesini verene kadar tecavüz edilen kadınlar vardı, ırzına geçildikten sonra elleri bileklerinden kesilip, cinsel organına sokulan 10 yaşında kızlar vardı, yaşadıkları nedeniyle aklını yitiren kız çocukları vardı, eşlerinin önünde erkeklik uzuvları kesilen, kendi erkeklik uzuvları ağızlarına sokulan erkekler vardı.

*

Üç yıl iki ay sürecek işgal kâbusu, işte böyle başlamıştı.

*

(İlçe ve köy isimlerini özellikle vermiyorum. Ama, devletin arşivlerinde ve Türk Tarih Kurumu’nun belgeli kitaplarında hepsinin tek tek listesi var. O dönemin üzerinde 14 yıl çalıştım, bu yazıda gözlerinize inanamayarak okuyacaklarınızın fotoğrafları bile var.)

*

Kadınları çırılçıplak sokaklarda gezdiriyorlardı.

Bebelerini emzirmesinler diye, yeni doğum yapan annelerin meme uçlarını kesiyorlardı.

Süngüyle öldürülenler arasında altı aylık bebekler vardı. Tanık anlatımları var, bebeleri damlardan atıp, aşağıda süngüyle tutuyorlardı, gözleri oyulmuş dört aylık bebek vardı, kuyuya atılmış yedi aylık bebek vardı.

Ezan okumasın diye dili kesilen müezzin vardı, kulakları kesilen, burunları kesilen, ağaçlara asılan insanlarımız vardı.

Menderes Nehri günlerce ceset aktı.

Kafaları kesip, sarıkların üstüne oturtuyor, yol kenarlarına bırakıyorlardı.

Köy meydanında dışkılıyor, kendilerini Kur’an’ı Kerim sayfalarıyla siliyorlardı.

Tahrip taburları vardı, görevleri savaşmak değildi, imha etmekti, kendilerine gururla lakap takmışlar “şeytan taburu” diyorlardı, gazyağı ve dinamit taşıyan kamyonları vardı, Türk köylerini ateşe veriyorlardı, tulumba kullanıyorlardı, çıkardıkları yangınların daha çabuk büyümesi için, gazyağını bu tulumbalarla döküyorlardı.

Camileri sadece yakmıyor, zevk için dinamitle havaya uçuruyorlardı, özellikle camiye götürülüp tecavüz edilen kadınlar vardı. Eskişehir’i yaktılar. Kütahya’yı yaktılar. Uşak’ı yaktılar.

Kuvayı Milliye memleketi köy köy geri alırken, ağaç kovuklarında günlerce aç kalmış, titreyerek sayıklayan minicik çocuklar buluyordu.

Maalesef, oracıkta hayatını kaybetmiş çocuklar da bulunuyordu.

bir bahçeye giremezsen

durup seyran eyleme

bir gönül yapamazsan

yıkıp viran eyleme

Yunus Emre’nin türbesini imha ettiler, ömrü boyunca insan sevgisini anlatan o güzel insanın tee 600 yıl önce toprağa verildiği kabrini dinamitle havaya uçurdular, gaz döküp, toprağını bile yaktılar.

Bilecik’i adeta haritadan sildiler.

Köylerde canlı kedi bile kalmamıştı.

İnsanlarımızın cenazelerini bile ateşe veriyorlardı.

Ertuğrul Gazi Türbesi’ni moloz yığını haline getirdiler, kabire dışkılarını yaptılar.

Bursa’da karınları kasaturayla boydan boya yarılmış yedi yaşında çocuklar vardı, cansız bedenleri tamamen çırılçıplak kadınlar vardı.

Taşa vura yara öldürülmüş bir yaşında bebe vardı.

Uluslararası soruşturma raporundan bir cümle vereyim: “Ağızlarına mavzer sıkarak öldürmüşler, alınlarına bıçakla haç çizmişler.”

Dedim ya, köyün ismi bizde kalsın… Şadiye, Hamide, Veliye, Macide, anneyle üç kızına tecavüz edip, öldürdüler, anne 45 yaşında, kızları 20, 15 ve 12 yaşındaydı.

Bursa hapishanesindeki tüm gayrimüslüm mahkûmları serbest bıraktılar, sonra da içindeki Türk mahkûmlarla birlikte ateşe verdiler.

Çanakkale’de şehitliklerimize dışkıladılar.

Kur’an’ı Kerimleri parçalıyor, sayfa sayfa hela çukurlarına atıyorlardı, insanlarımız o sayfaları çıkarıyor, yıkıyor, ağlaya ağlaya toprağa gömüyordu.

Uşak’ta binden fazla insanımızı süngüyle öldürdüler.

Kuyulara üst üste diri diri insan attılar, Aydın’da mesela, tek bir kuyudan çoğunluğu çocuk ve kadın 57 insanımızın naaşı çıkarıldı.

Erkekleri köy meydanındaki pırnar ağacına ayaklarından astılar, kafa üstü durumda kurşuna dizdiler, insanlarımızın cansız bedenleri kurda kuşa yem oldu.

İngiltere konsolosu İzmir’de yaşananları Londra’ya gönderdiği raporunda yazdı: “Yunan vahşeti korkunç, insanları camilere toplayarak yakıyorlar.”

İnsanların eline kürek veriyor, kendi mezarlarını kazdırıyorlardı, sonra da süngüleyerek o mezarlara ittiriyorlardı.

İzmir’de tanık anlatımları var, çocukların kafasına benzine bulanmış çaput bağlıyor, tutuşturuyor, çığlık çığlığa koşturarak, çırpınarak ölümlerini seyrediyorlardı.

Manisa’yı yaktılar, 18 bin binadan sadece 500’ü kaldı.

Gazeteci Falih Rıfkı gözlemlerini şöyle not almıştı: “Hiçbir kasaba Alaşehir kadar öldürülmemiştir, tutabildikleri kadar kestiler, şu anki manzarasının öylesine bir boşluğu var ki, insana sanki asırlardan beri buraya kimse uğramamış gibi geliyor.”

Yakup Kadri’nin gözlemleri şöyleydi: “Hendekler çürümüş ceset dolu, kokmuş cesetler yüzünden teneffüs bile edemiyoruz.”

Ruşen Eşref ise, o muhteşem kalemiyle, şahit olduğu insanlık trajedilerini şöyle tasvir etmişti: “Aman Yarabbi… Başı yemenimsi bir şeyle şöylecene örtülü, saç örgüleri omuzlarına dökük, göğsü bağrı açık saçık; erkek, namahrem görmeden, sokak sokak yalınayak koşar gibi dolaşarak, her kucağa eğilip Adilem’ diye seslenen, sonra durup cevap alacakmış gibi etrafı dinleyen, sonra yine ‘Adilem, Adilem’ diye arana döğüne başka bir köşeye, başka bir yola seğirten o ana… Sesi kulaklarımdan hiç gitmeyecek.”

*

Ve dün… 26 Ağustos 2022. Büyük Taarruz’un yüzüncü yıldönümüydü.

Diyanet işleri başkanlığı, cuma hutbesinde güya Zafer Bayramı’nı konu aldı ama… Türk milletini yukarda okuduğunuz yeryüzü cehenneminden çekip çıkaran Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Kuvayı Milliye’yi tek kelime bile anmadı.

*

26 Ağustos hutbesinde Mustafa Kemal Atatürk’e bir fatiha bile okumayan diyanet, bu milletin diyaneti olabilir mi?

*

Cuma hutbelerinde, bu topraklarda yeniden ezan okunmasını sağlayan Atatürk’ün adını anmıyor, yolsuzluklara yağmaya talana kulak tıkıyor, tüyü bitmemiş yetim hakkının, beytülmal’ın soyulmasına göz yumuyor, tarikat yuvalarında erkek çocuklarına tecavüz edilmesine, kız çocuklarının diri diri yakılmasına sessiz kalıyor… Camide miting yapılmasına, mihrapta seçim konuşması yapılmasına, ramazan ayında mahyalara belediye başkanlarının isminin yazılmasına, Hazreti Muhammed’e Akp amblemiyle nüfus cüzdanı çıkarılmasına, Kâbe’de parti tezahüratı yapılmasına, belediye binasının önüne Kâbe maketi kurulmasına, maket Kâbe’yi tavaf edenlere zemzem suyu ikram edilmesine, asrın liderimize “hoşgeldin Allah’ın elçisi” diye seslenilmesine, asrın liderimizi “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” ilan etmelerine, asrın liderimize dokunmanın bile “ibadet” olduğunu söylemelerine, asrın liderimiz için her gün iki rekât şükür namazı kılmamız gerektiğini söylemelerine, Allahu tealanın bütün vasıflarını üzerinde toplayan lider demelerine, peygamberimize saygı için okunan salavat’ı asrın liderimize monte etmelerine, “Recep Tayyip Erdoğan salli ala Muhammed” diye okumalarına, Akp mitingine katılmanın farz-ı ayn hükmünde olduğunu, yani dinimizin kesin emirlerinden olduğunu söylemelerine, Kâbe şeklinde pasta yapmalarına, Kur’an’ı Kerim şeklinde pasta yapmalarına, Akp’ye oy vermeyenleri Allah çarpar demelerine, şehit cenazesinde musalla başında oy istemelerine, miting kürsüsüne Kuran-ı Kerim’le çıkmalarına, minare hoparlöründen dombıra çalınmasına, gıkını bile çıkarmıyor ama… Aynı cuma günü, Gülşen’i linç etmeyi ihmal etmiyor, Gülşen’in derhal hapse atılması için adeta çağrı yapıyor.

*

Camilerimizi parti teşkilatına çeviren, dinimizi böylesine siyasete alet edenlerin, imam hatiplere itibar kazandırması mümkün mü?

*

İmam hatipliler Gülşen’e mi tepki göstermeli, yoksa İslamiyet’e haçlı seferlerinden daha fazla zarar veren bu zihniyete mi? (https://www.sozcu.com.tr/2022/yazarlar/yilmaz-ozdil/gulsen-4-7331206/?utm_source=yazardetay&utm_medium=free&utm_campaign=dahafazlahaber)

***

İşgalci Yunan işte budur, arkadaşlar. Onda insaf, merhamet, vicdan, insanlık zerre miktarda olsun bulunmaz.

O dönemki işgalciler sadece Yunan’dan ibaret değildi. Doğuda da Antranik Ozanyan komutasındaki 180 bin kişilik Ermeni Ordusu aynı katliamları yaparak Sivas’a kadar gelip dayanmıştı. Bu canavarlar ordusunun yaptıklarına ilişkin olarak da bir canlı tanığın gözlemlerini aktaralım, isterseniz.

O yıllarda asker olarak o bölgelerden geçip Azerbaycan’a kadar uzanan Türk Ordusu’nun bir mensubu olan Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu Arayan Adam” adlı eserinden şu bölümü aktaralım:

***

Bütün ölümlerde, hele donma hikâyelerinde ilk çocukluk anılarının, hatırlanabilen en son sahneler ve ölüme en yakın nokta olduğunu çok dinlemiştim. Fakat bu ölümlerden kurtulanlardan, bunun biraz daha ilerisini hatırlayan ve anlatan yoktu. Ondan sonrası, belki daha derin bir rüya, belki bir karanlık, fakat muhakkak ki, ebedi bir uykuydu…

Askerler beni bu safhada buldular. Sonra yıkık bir han damına girdiğimizi, yere bir yamçının serildiğini, birtakım ellerin elbiselerimi açmaya, çizmelerimi çıkarmaya çalıştıklarını hatırlıyorum. Şişen ayaklarımdan bu çizmelerin bir türlü çıkarılamadığını ve sonra galiba doktorun emriyle, konçlarının arka dikiş yerlerinden kesilerek alındığını da şöyle böyle biliyorum. Sonra herhalde kanımı hareket ettirmek için vücudumu, ellerimi ayaklarımı karlarla ovmuş olacaklardı. Ama ben bunları pek hatırlamıyorum. Derin bir uykuya dalmışım…

İleri hareket geliştikçe, karşılaştığımız görüntüler, tabiatın kahrını arka plana attı. Savaş bir kan sarhoşluğu halini aldı. Bu sarhoşluk bir an geldi ki, en vahşi haddine vardı.

Ermeni ordusuna Taşnak komitacıları hâkimdi. Bu komitanın büyük hırsı, sadece bir imha ve intikam savaşından ibaretti. Çılgın hesaplaşmanın bir türlü sonu gelmiyordu. Erzurum yolu üzerindeki Cinis köyü karşısında Evreni köyünde, kadın, erkek, çocuk bütün köylüler öldürülmekle kalmamıştı. Öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kollar, bacaklar, kafalar, kasap dükkânlarındaki etler gibi, duvarlara, çivilere, çengellere asılmıştı. Fakat bunları yapanların hırsları bununla da sönmemişti. Köyde ne kadar hayvan ele geçmişse, mandalar, sığırlar, davarlar, kümes hayvanları, hatta köpekler öldürülmüş, parçalanmıştı. Yerlere serilmişti. Cinis’te ise bütün köy halkını ayakta ve köyün ağzında bekliyor gördük. Fakat bunlar, bir ölü kafilesiydi. Köyden çıkarılan, köye gireceğimiz yol üstünde süngülenirken birbirlerine sokulan ve yapışan kadın, erkek, çocuk bu insanlar, dayanılmaz bir soğuk altında kaskatı donmuşlar ve öylece kalmışlardı.

Bunlara meydan bırakmamak, Erzurum’a bir an önce ulaşmak için yapılan gayretlerse, tabiatın engelleyişi karşısında, daima geç kalıyordu. Bu dayatışı ezmek ve bilinen yollar dışından dağları aşarak, ilerilere daha önce ulaşmak isteyen bir kumandanın (Halit Bey-Paşa) yaptığı atak, Cinis civarına vardığı zaman, Halit Beyin emrindeki hemen bütün birlik, dağlarda erimiş, mahvolmuştu.

Erzurum’da kan çılgınlığı son haddini bulmuştu. Şehrin galiba yarı nüfusu öldürülmüştü. Yalnız Gürcükapı istasyonunda üç bin kadar ölü, bir odun veya kereste deposunda olduğu gibi, intizamla, adeta zevkle, dizi dizi, yığın yığın sıralanmış istiflenmişti. Bunlar, Erzurum şehrinin kadın, erkek, çocuk Türk halkındandı. Sıraların, istiflerin bozulmaması, yıkılmaması için; boylarına, cüsselerine göre dizilen ölü sıralarının aralarına, yerine göre ayrı ayrı boylarda çocuk yahut yaşlı ölü vücutları sıkıştırılmıştı. Bütün bunları yapanlar, belliydi ki, yaptıklarından zevk alıyorlardı. Bu zevki mümkün olduğu kadar uzatmak, daha fazla tatmak istiyorlardı. Sonunda bu yığınları belki gazlayıp, benzinleyip ateşe vereceklerdi. Bu yanan insanların, buram buram göklere yükselecek dumanları karşısında belki de sarhoş olup tepineceklerdi…

Birinci Dünya Harbi içindeki karşılıklı Türk-Ermeni boğuşması ve hesaplaşması, öyle sanıyorum ki, insanlık tarihinin unutulması daha iyi olacak bir sayfasıdır. Bunun ilk veya asıl sorumlusu hangi taraftı? Kimlerdi? Gene sanıyorum ki, bu suallerin cevaplarını araştırmamak ve hikâyeyi ebediyen unutmak daha doğrudur.

Fakat şu da var ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda bütün Hıristiyan azınlıklar gibi, Ermeniler de rahat bir hayat yaşıyorlardı. Ticareti, sanatı ellerinde tutuyor, asker vermiyorlardı. Memleketin zengin ve bu bakımdan imtiyazlı bir tabakasını teşkil ediyorlardı.

Bütün kasaba ve şehirlerde Rum mahalleleri gibi, Ermeni mahalleleri de, o kasaba ve şehrin en mamur kısımları idiler. Bağların, bahçelerin en güzelleri onlarındı. İç ticaret gibi, dış ticaret de onların ellerindeydi. En güzel mektepler de onlarındı. Memleketin hiçbir vilayetinde ise çoğunluk teşkil etmiyorlardı.

Yarı- aydın Ermeni liderleri ve ihtilâlci Ermeni partileri işte bu şartlar içinde Ermenileri istiklale teşvik ettiler. Duygulu olmaktan ziyade, hayalci, heyecanlı Ermeni gençliği bu daveti pek çabuk kabul etti.

Tarihte kısa süreli bir Ermeni devleti izlenebilmektedir. Ama daha ziyade Asurîler, İranlılar, Romalılar arasında bocalayan, şu veya bu devlete haraç veren birtakım beyliklerin hikâyeleri, yarı-aydın bir kısım Ermenilerin elinde bir ihtilal edebiyatına daima konu olabilmiştir. Birinci Dünya Harbi ile beraber Anadolu’nun öyle yerlerinde Ermeni isyanları olmuştu ki, etrafları Türk halkıyla çevrilen, hiçbir yabancı memleketle bitişiği olmayan bu iç bölgelerde, orduya isyan edebilmek için bir cemaatin, düşünce ve mantıktan ne derece uzaklaşması lazım geldiğine insan hakikaten şaşardı.

Erzurum’dan sonra, kana, ölüye yahut çürüyen, yanan insan eti kokusuna karşı, hepimize bir iç tıkanıklığı gelmişti. Fakat ne çare ki, nice uzun yolları hep bu kokular içinde aşmak gerekiyordu. (Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitapevi, 1987, s. 120-122)

***

İşte Kuvayimilliyeci Atalarımız, Batılı Emperyalistlerin maşası olan bu işgal ordularına karşı, ayrıca güneyde Fransız işgalcilerine karşı da neredeyse Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı kadar uzun, 4 yıl süren bir Kurtuluş Savaşı vererek bu cennet vatanı Türkiye Halkına kazandırmışlardır.

Fakat arkadaşlar; yine çok açık şekilde görüldüğü gibi, Tayyipgiller adlı ihanet iktidarı, ABD yapımı mafyatik bir suç örgütünden başka hiçbir şey olmayan bu Laiklik düşmanı, Ortaçağcı iktidar, Türk Milletine düşmandır. Vatanımıza düşmandır, Türkiye Halkına düşmandır. O, devşiricisi, sahibi ve efendisi olan ABD ve AB Emperyalist Haydutlarının hizmetindedir. Onların çıkarlarını savunmaktadır, onların buyruklarını yerine getirmektedir.

Onların amacı da, bildiğimiz gibi Yeni Sevr’dir yani BOP’tur…

İşte Tayyipgiller adlı, hainlerden derleşik cürüm ordusunun Kuvayimilliyeci Atalarımıza, Mustafa Kemal’e, İnönü’ye ve silah arkadaşlarına ve Laik Cumhuriyet’e düşmanlığı öncelikle bu sebeptendir ve buradan kaynaklanmaktadır. Sonrasındaysa, sözleştikleri gibi ABD Çakalı bunlara Faşist bir Ortaçağcı Din Devleti kuruverecektir. Tayyip de onun Halifesi olacaktır. Bu hayal içinde yaşamaktadır işte bu satılmışlar güruhu. Demek ki bu iki sebepten dolayı bu Ortaçağcı hainler, satılmışlar ve hırsızlar güruhu, Kuvayimilliyeci Atalarımıza ve Laik Cumhuriyet’e onulmaz bir biçimde düşmandır. Bu acı ve katı gerçeği hiç aklımızdan çıkarmayalım.

Bre hain kere hainler!

Hadi 29 Ağustos’ta efendiniz ABD Emperyalist Çakalıyla kol kola girerek açın bakalım Atatürk Orman Çiftliği’nin bağrına sapladığınız, oturttuğunuz o ABD Ankara Büyükelçiliğini…

Fakat sanmayın ki bu Saltanatınız daha yıllarca sürecek…

Hayır…

İhanet yolunuzun sonlarına geldiniz. Son demlerinizi yaşıyorsunuz artık. Hesaba çekileceğinizi aklınızdan hiç çıkarmayın!

Londra’dan, Katar’dan bilmem başka yerlerden mallar mülkler alarak oralara kaçıp kurtulacağınızı da sanmayın!

Nereye kaçarsanız kaçın enselenip, çelik bilezikle tanışıp getirileceksiniz Türkiye’ye. Ve çıkarılacaksınız bağımsız ve tarafsız, gerçek mahkemeler huzuruna…

Bakalım o anlar geldiği zaman o mahkemelerin karşısında ayakta durabilecek misiniz…

Korkudan paçalarınız ıslanacak önce. Sonra dizlerinizin bağı çözülüp yıkılacaksınız yere.

Çünkü ne diyor atasözü?

“Hain korkak olur.”

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

27 Ağustos 2022

Nurullah Ankut

HKP Genel Başkanı

Print Friendly, PDF & Email