CHP’nin, ölüsü kokmuş, insan sefaleti, Amerikan işbirlikçisi Deniz Baykal’ı, hiç utanıp arlanma kalmamış olacak ki; hâlâ konuşuyor. 2002’de, siyasi yasaklı olan Tayyip Erdoğan’ın önünü açmak için, ABD Büyükelçisiyle birlikte, CIA’yla birlikte, İngiltere ve İsrail’le birlikte, zamanın Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Tufan Algan’la birlikte yaptıkları binbir hukuk dışı düzenbazlıktan dolayı pişmanlık duyup duymadığı konusundaki bir soruya şu cevabı veriyor, aynen.
Diyor ki:
“Pişman mısınız diye sorarsanız; hayır, pişman değilim. Bugün yaşadığımız sorunları Tayyip Bey’e milletvekilliği seçilme hakkı verilmesinden dolayı kaynaklandığını zannetmek kadar naif, gerçeklikten kopuk, hayali bir değerlendirme olamaz. Adaylar oluşmuş, bütün oy pusulalarında adı yazılmış, seçime girmiş bütün illerde miting yapan, millet bunun adının etrafında partiye oy vermiş ve adam yüzde 34 oy almış. Meclisin üçte 2’si neredeyse onun kontrolünde. Şimdi bunu sen milletvekili seçtirmeyeceksin. Bu demokrasiye de, siyasi ahlâka da, hukuka da aykırı, sürdürülebilir değil.
“(…)
“Hiçbir ciddiyeti yok bu işin, yani eğer oysa soru ‘Keşkeniz var mı’ diye, inançla, hiç tereddüt etmeden doğru olduğu kanısındayım.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/746941/Deniz_Baykal__2003_teki_kararimdan_pisman_degilim.html)
Açıkça görüldüğü gibi, demagog düzenbaz, demokrasiyi salt sandığa indirgiyor. Eğer demokrasi sandıktan ibaret olsaydı, Cumhuriyet Tarihinin en demokrat Cumhurbaşkanı Kenan Evren olurdu. Çünkü, yüzde 92 oranında oy alarak seçildi, Cumhurbaşkanlığına, 1982’de. Ama her namuslu aydın, her zaman bilmiştir ki, Kenan Evren, 12 Eylül Faşist Darbesi’nin lideri, Amerikanofil bir faşisttir, insan düşmanıdır, halk düşmanıdır.
Kaldı ki, sandığa koşan halkımız, kendi bilinçli, özgür iradesiyle oy vermiyor. ABD’nin, CIA’nın, yerli Parababalarının ve onların emrindeki siyasilerin, medyanın psikolojik harekâtı sonucu, neredeyse büyülenmiş vaziyette sandıklara koşturuluyor.
Ayrıca, öncesinde de tarikatlar, Kur’an Kursları, İmam Hatip okulları, Muaviye-Yezid Dininin satıcısı olan imamlar, halkımızın beynini zaten uyuşturuyor. Zihin hasarına uğratıyor insanlarımızı, bu CIA-Pentagon Dininin zehirleri. Yani, her 4 ya da 5 yılda bir sandıklara koşan insanlarımızın, oynaya zıplaya mezbahaya doğru koşan sürü hayvancıklarından pek de bir farkı kalmamış durumdadır. Böyle insanları yönlendirmek gayet basittir, ABD için, CIA için, yerli Parababaları için, onun medyası için.
İnsan tek başına şu soruyu sorsa bile, 2002 Şeçimlerinin sonuçlarının bir demokrasi ürünü olmadığını açıkça görür:
Tayyipgiller parti kuruyorlar ve bu parti sadece 14 ay sonra şeçime giriyor ve birinci parti olarak çıkıyor sandıktan. Geçerli oyların yüzde 34’ünü alarak çıkıyor. Kayıtlı seçmen sayısınınsa yüzde 25’inin oyunu almış oluyor.
Normal şartlarda böyle bir sonuç nasıl elde edilebilir?
14 ay gibi kısa bir sürede bu parti ne yaptı da, ne anlattı da bu kadar yüksek oy alabildi halktan?
Biz söyleyelim:
Sadece din alıp sattı, din sömürüsü yaptı…
Onu, ihanet ettikleri Molla Necmettin’in Refah Partisi de yapmıştı. Hatta belli oranda diğer burjuva partileri de yapmıştı. Ne oldu da bu, böylesine öne geçti?
Bu sorunun tek cevabı, aslında halk seçmedi. Amerika seçti. ABD, tüm örgütleriyle birlikte Tayyipgiller’in seçilmesini organize etti, yönetti ve istediği sonuca ulaştı.
Hep diyoruz ya; Türkiye’yi Türkiye yönetmiyor. ABD Haydut Emperyalist devleti yönetiyor, 1950’den bu yana, diye… İşte öyle bir yönetim sonucunda Tayyipgiller Türkiye’nin tepesine getirildi ve başına bela edildi, 15 yıldan bu yana.
Misyonlarını da tamamlamadılar daha. BOP’un Türkiye ayağının kesince hayata geçirilmesi tamamlanmadı daha.
Türkiye’nin hemen bütün namuslu aydınları, Kaçak Saraylı Reis ve AKP’giller’inin bir Amerikan projesi olduğunu, İngiltere, İsrail projesi olduğunu bilmektedir, söylemektedir.
Kaç kez aktardık, Merkez Parti Başkanı Abdurrahim Karslı’nın bu konudaki sözlerini… Namık Kemal Zeybek’in bu konuya ilişkin sözlerini…
Tayyip ve avanesi, iktidar karşılığında satmışlardır kendilerini, Amerika’ya. Amerika bunları iktidara taşıyacak, bunlar da BOP’un hayata geçirilmesinde, İsrail’in düşmanlarının bertaraf edilmesinde ve İslam’ın içinin boşaltılarak tam bir CIA-Pentagon İslamı haline getirilmesinde yerel taşeronlar olarak görev yapacaklardır, Amerika’nın emrinde. Anlaşma budur. Ve bu anlaşmada Deniz Baykal da vardır. O da, Cumhurbaşkanı koltuğuna oturtulma karşılığında aynı projede yer alacaktır, Tayyipgiller’le el ele çalışacaktır.
İşte bunu yapmıştır, hain, satılmış Deniz Baykal, 2002’de. Bu, artık, onlarca tanık tarafından ortaya konmuş, hiç kuşku götürmeyecek kesinlikte bir gerçektir. Baykal, hâlâ savunuyor bu ihanetini. Onda kızaracak yüz yok. Utanacak, ar edecek bir vicdan, bir insani erdem, herhangi bir insani değer yok. O sadece sureta insandır. Gerçek insan değil…
Hatırlanacağı gibi, Tayyip, önü açılıp Başbakanlık koltuğuna oturtulduktan sonra anında satmıştır, Deniz Baykal’ı. Hocası, velinimeti, yetiştiricisi Molla Necmettin’i sattığı gibi, bir çırpıda satıp geçmiştir, Baykal’ı. Yani bu ihaneti karşılığında sadece hava almıştır, Baykal. Ama o, şu an bile bir şeyler bekliyor olmalı ki, hırsla, büyük bir heveskârlıkla ihanetlerine ve yalanlarına devam ediyor.
İnsan böylelerine tanık olunca, insanlığından utanıyor. Bir insan nasıl gönüllüce böylesine insanlıktan çıkabilmiş diye şaşıp kalıyor. Tabiî iğreniyoruz, böylelerinden. Midemiz bulanıyor. Aynı ortamlarda bulunsak, kusarız belki de…
Şimdi de gelelim, gerçek bir insandan söz etmeye…
Bu namuslu aydınımızı da tanıyoruz hepimiz. Eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu…
Şimdi ona kulak verelim, isterseniz:
“(…) Atatürk, öncelikle emperyalizm karşıtıydı. “Bağımsızlık benim karakterimdir” derken bu karşıtlığın nedenlerini ve sonuçlarını belirliyordu. Devrimciydi. Kuldan yurttaş, ümmetten millet oluşturarak, bölünmez bütünlüğün bir “Ulus Devlet” olarak sağlanabileceğini kanıtlıyordu. Milliyetçiydi. Laik ve demokratik bir devletin, ulusun sonsuza kadar sürecek birlik ve beraberliğinin güvencesi olduğunu vurguluyordu. Çağdaş ve uygar bir hukuk sistemi ilk hedefiydi. Bu ilkeleri yaşama geçirebilmek ve korumak için ulusuna gösterdiği yol, akıl ve bilim yoluydu. Öyle anlaşılıyor ki, emperyalizmin bugün için ilk hedefi Ortadoğu petrolleridir. Büyük Ortadoğu Projesi bu nedenle hazırlandı ve uygulamaya konuldu. Irak, Suriye, Libya olayları bu projenin sonucu oldu. Türkiye stratejik konumu itibariyle biraz önce saydığımız ilkeleriyle, hem kendisi ve örnek alabilecek Ortadoğu ülkeleri olarak emperyalizmin zayıf, güçsüz, bölünmüş ülkeler arzusunun önünde bir büyük engeldir. Bu engeli aşmanın ilk adımı, öncelikle gerek Türkiye’de ve gerekse mazlum ülkeler arasında emperyalizm karşıtlığı bilinen Yüce Atatürk’ü itibarsızlaştırma çabasıdır. Dışarıdan gelecek saldırıların, yurtiçinde işbirlikçilerinin olacağı açıktır. Osmanlı’dan gelen Hürriyet İtilâf Fırkası ardılları ile siyasî iktidarın teşvik ve yardımını gören soysuzlar vardır. Sorunuzdaki (zavallı meczuplar) deyişine katılmıyorum. Yazılanlar, söylenenler planlı bir biçimde çıkarları birleşenlerin ortak çabalarıdır. Türk Milleti oynanan oyunun farkındadır. Ulusal Kahramanına ister ilkeleri zayıflatmak için isterse meşruiyeti tartışmalı bu referandum sonucunu unutturmak için yapılsın, bu saldırıların hesabını er veya geç sormak gücündedir.
“(…) Siyasî iktidarın gözettiği hukuk devleti, hukukun üstünlüğü, bağımsız ve tarafsız yargı değil, ehliyetsiz ve liyakatsız olsa da iktidarın yanında olacak hâkim ve savcı arayışıdır. Son atamalar kuşkusuz bu arayışın kesin kanıtıdır.
“(…)
“(…) Hâkimlerin adaylığa kabulü hakkında son günlerde yaşanan olaylar “Partili Cumhurbaşkanı”, “Partili Başkomutan” sürecinden sonra “Partili hâkim-savcı” dönemine ulaştığımızı gösteriyor. Geldiğimiz nokta “Adalet Mülkün Temelidir” ilkesinin çöktüğü ve devletimizin büyük bir tehlike altında olduğunun işaretidir.
“(…)
“Kuvvetler ayrılığı ilkesinin en hafif deyimle zedelendiği, yıpratıldığı ülkelerde hukuk devletinden, yargı bağımsızlığından söz edilemez. HSK’nın oluşum biçimine bakarsanız, seçim için başvuranların niteliklerine şaşırmamak doğaldır, “yargı bizim için ayak bağıdır” diyen bir zihniyet iktidardadır. Bu iktidardan yargı bağımsızlığı için düzenlemeler beklemek, boş hayal olacaktır. Kaldı ki, yargının getirildiği yer düzenlemelerle de düzeltilemez. Yargı bağımsızlığı için A’dan Z’ye reform gerekmektedir.
“(…)
“Türkiye maalesef ve ne yazık ki bir hukuk devleti değildir.
“(…)
“Danıştay’ın 149. kuruluş yıldönümünde konuşan Başkan Zerrin Güngör’ü kutluyorum. Demokrasinin vazgeçilmez ilkeleri olarak gösterdiği kuvvetlerin birbirlerini denetlemesini ve dengelemesini vurgulayarak, kabul edilen değişiklikle Anayasada var olan kuvvetler ayrılığı ilkesi daha da belirgin hale getirilmiştir demesi, kuşkusuz tarihe geçecek bir saptamadır. Tek adam rejiminin kurulmaya çalışıldığı, yasamanın işlevsiz hale getirildiği, yargı bağımsızlığının ortadan kaldırıldığı bir dönemde, özellikle meşruiyeti tartışmalı bir referandumdan sonra böyle bir saptama yapmak cesaret işidir, meslekî intihardır. Bir başka yıldönümünde sergilediği tutumunun ve çay toplama faaliyetinin devamıdır. Üstlendiği görevini siyasî iktidarı mutlu kılacak biçimde başarıyla tamamlamıştır. Sayın Başkanı görevinden istifaya davet etmek her yurttaşın hakkıdır.
“(…)
“3 Kasım 2002 seçimlerinde (…) TBMM, % 34 oy alan bir partinin % 66 temsil edildiği bir siyasî iktidara sahip oldu. Siirt seçimlerinin yenilenmesi ve bu seçimde aday olma yeterliliği olmayan bir kişinin önce milletvekili ve sonra Başbakan olma sonucu da YSK’nın bir başka marifeti olarak sayılabilir. O tarihte, YSK’nın millî iradenin oluşumuna menfi etkilerine karşı halkımız, siyasî partiler ve sivil toplum örgütleri gerekli ve yeterli tepkileri gösterebilseydi, sanırım YSK 16 Nisan’da gördüğümüz keyfi, kanun dışı ve tam kanunsuzluk biçimindeki işlem ve kararları alamazdı. 16 Nisan Referandumu, rejim değişikliğine, kuvvetler ayrılığının, denge ve denetimin, yargı bağımsızlığının ve sonuçta hukuk devletinin sonunu getiren bir tek adam rejimi kurulmasına yol açacaktır. Bu nedenle Ana muhalefet partisi (CHP)’nin kurumsal olarak tüm hukuk yollarını kullanması hem hakkı ve hem de görevidir. Danıştay ve Anayasa Mahkemesi’nin, önceki yerleşmiş kararlarına bakarak başvuruları, YSK kararlarının kesinliği gerekçesiyle reddedeceği muhtemeldir.
“(…)
“(…) Cumhurbaşkanı’nın TBMM’ne karşı hiçbir siyasî sorumluluğu yoktur. Tek adam rejimi içerisinde birtakım çelişik düzenlemeleri gidermeye çalışmak yerine eksik ve yanlışlıklarını düzelterek yeniden parlamenter rejimi sağlamaya çalışmak tek ve doğru yoldur.
“(…)
“(…) 16 Nisan Referandumunun yine hileli, şaibeli olarak adlanmaktan kurtulamaması, demokrasiyi ne derece özümsediğimizi açıkça göstermektedir. Acı tarafı, suçlamanın büyüğü kanunu uygulamayıp keyfi gerekçe ve yorumlarla meşruiyet sorununu gündeme getiren YSK’na yönelmektedir. Öncelikle referandum olağanüstü hal içinde yapılmamalıydı. Devletin tüm olanakları, Cumhurbaşkanından Camii imamına kadar “evet” için seferber olmamalıydı. Devlet TV’si siyasî iktidarın emrine girmemeliydi. YSK, seçim devam ederken siyasî iktidar temsilcisinin soyut başvurusu üzerine ve kanuna rağmen referandumu etkileyecek kararı almamalıydı ve sandıkların tamamı açılmadan sonuç açıklamamalıydı. Cumhurbaşkanının “atı alan Üsküdar’ı geçti” ifadesi söylenmemeliydi.
“Şimdi, elimizde adını ne koyarsanız koyunuz en hafif deyimiyle tartışmalı bir halkoylaması var. 1946 seçimiyle iktidar değişmedi ve değişemezdi. Ama 16 Nisan Referandumu ile rejim değişti ve tek adam rejimi kuruldu.” (http://odatv.com/yargi-bizim-icin-ayak-bagidir-diyen-bir-zihniyet-iktidardadir-2105171200.html)
Açıkça görüldüğü gibi, arkadaşlar; bu iki kişi birbirinden ne kadar farklı, değil mi?
Yerle gök kadar, geceyle gündüz kadar, akla kara kadar farklılar birbirlerinden. Dedik ya, biri insan, öteki insan sefaleti…
İnsanın en zoruna giden de, bugün bile yaptığı ihaneti savunma pervasızlığında bulunabiliyor, savunma cesareti gösterebiliyor, Baykal haini…
Yeni CHP içinden de hiç kimse bu ahlâk ve namus yoksuluna; sen hâlâ nasıl konuşabiliyorsun? diyemiyor. CHP tepesindekilerin de bundan nitelikçe bir farkları yok çünkü. Onlar da Amerikanofil. Onların da Türkiye, vatan millet, halk umurlarında değil. Onlar da makam, koltuk, ün, poz hastası.
Görüldüğü gibi, arkadaşlar, Tayyipgiller Laik Cmuhuriyet’i yerle bir etmiş, ne ordu bırakmış, ne yargı, ne eğitim, ne ahlâk, ne vicdan; enkaza, harabeye çevirmiş ülkeyi ve toplumu. Bu yıkımlar, bu tahribatlar, bu ihanetler zerrece de olsa rahatsız etmiyor, gördüğümüz gibi, Deniz Baykal denen sefaleti ve CHP’nin Sorosçu Kemal’ini ve onun avanesini. Yazık be… Yazık sizin insanlığınıza…
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
26 Mayıs 2017
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı