İnsan olmaktan utandığım durumlar

İnsan olmaktan utandığım durumlar

Saygıdeğer arkadaşlar;

Devrimci Kavgada ne kadar zorla, şiddetle, zulümle, işkenceyle karşılaşırsam karşılaşayım, asla üzüntüye kapılmam. Moralim bozulmaz. Özgüvenim zerrece olsun sarsılmaz. Tersine; kavgaya olan heyecan ve isteğim, hırsım, daha da bilenir, artar. Oportasına dalmak isterim savaşın.

Bizi en mutlu eden anlar, işte böyle yoğun devrimci fırtınaların estiği anlardır. O fırtınalar içinde kavgamızı, davamızı savunduğumuz, sürdürdüğümüz anlardır.

Fakat, bazen öyle olaylara tanık olur, öyle haberler izlerim ki, kederlere gark olurum. Kahrolurum. Yüreğim daralır. Sofra başındaysam kaşığım, çatalım, ekmeğim elimde kalır. Bıçakla kesilmiş gibi kapanır iştahım. Su bardakları dolusu çaya sarılırım artık. Bazen de sinirlerimi yatıştırsın diye nane çayı, ıhlamur çayı içerim, iki su bardağı kadar.

İşte birkaç gün önce öyle bir olayın haberiyle karşılaştım. Çoğumuz da karşılaşmışızdır. Aktaralım isterseniz:

“Kadıköy’de kedi evi cinayeti

“Alper Engeler, Moda’da kaldırıma yaptığı kedi evi yüzünden tartıştığı bir şahıs tarafından vahşice öldürüldü.

“Ünlü psikolog Alper Engeler, ‘hayvanlar üşümesin’ diye Moda’da kaldırıma yaptığı kedi evi yüzünden tartıştığı bir şahıs tarafından vahşice öldürüldü. Gözaltına alınan zanlı Hızır Erdoğan ise polisteki işlemlerinin ardından çıkarıldığı mahkemece tutuklandı.

“Sözcü’nün haberine göre, olay dün akşam saatlerinde Kadıköy Moda’da meydana geldi. Edinilen bilgiye göre; 49 yaşındaki psikolog Alper Engeler oturduğu apartmanın yakınlarındaki Ağabey Sokak’taki kaldırıma tahtadan kedi evi kurarken bir komşusu ile tartışmaya başladı.

“İddiaya göre sözlü olarak başlayan tartışma daha sonra kavgaya dönüştü. Engeler tartıştığı şahıs tarafından bıçaklandı. Olay yerine çağrılan ambulansla hastaneye kaldırılan Engeler yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayarak yaşamını yitirdi.

“Hayvan sevgisi ile tanınan Engeler’in ölümü yakınlarını yasa boğdu. Alper Engeler’in bir arkadaşı “Kedileri çok severdi… Kar altında kalmasınlar diye onlara kaldırıma kurmak için tahtadan kedi evi almış. Onu kurarken bir komşusu ile tartışmaya başlamış ve bıçaklanmış. Çok üzgünüz. Bıçaklayan şahıs polis ekiplerince gözaltına alınmış” dedi.

“KATİL ACIBADEM’DE YAKALANDI

“Saldırgan şahıs olaydan saatler sonra polis ekipleri tarafından Acıbadem’de gözaltına alındı.” (http://odatv.com/kadikoyde-kedi-evi-cinayeti-1101171200.html)

Haberi okuyunca insan, sanki o insanlıktan yoksun celladın bıçağı kendi kalbine saplanmış gibi acı duyuyor göğsünde. İşte zalim ve mazlum. İşte şeytan ve melek. İşte insanlıktan çıkmış, insan görünümlü bir canavar ve insanlığın doruklarında yaşayan bir yüce insan…

Böyle olaylar duymak, çağrışımlar yaratır bende. Nietzsche’yi hatırlarım. Hani der ya, böyleleri için; “Hiç doğmamalıydılar”, diye. O özlü sözü aklıma gelir. Hak veririm. Her ne kadar insanları böyle zalimleştirip insanlıktan çıkaranın acımasız vurgun ve sömürü düzeni olduğunu bilsem de…

Bu olay, bir farklı kulvarda, bir farklı boyutta, bir Özgecan trajedisidir. O melek kızımız, insanlığını, kadınlık onurunu korumak için, ona leke düşürmemek için verdi hayatını. Bu sevimli psikolog kardeşimiz de, sevgi dolu yüreğinin ve insani erdemlerinin buyruğunu yerine getirmek istediği için yani insanlığının hakkını vermek istediği için verdi hayatını.

Önce de söylediğim gibi, 8 yaşımızdan itibaren Konya şehir merkezinde yaşadık, on yıllar boyu. İlk ve ortaöğrenim hayatımız orada geçti. Koyu dini bilgilere ve inanca sahiptik. Ama böyle olaylar duyunca, dayanamazdık, isyan duyguları kabarırdı içimizde Tanrı’ya karşı. Sen her şeyi görüp bilmiyor musun, neden ve nasıl izin verdin böyle bir trajedinin yaşanmasına, derdik. Böyle insanları neden yarattın, derdik. Sonra, korkuya kapılıp tövbe ederdik. Belki bizim anlayamadığımız bir bildiği vardır Tanrı’nın, derdik. Baskılardık isyanımızı. Ve olayı da silmeye çalışırdık belleğimizden. Ama başaramazdık.

İşte böyle durumlarda, insan olduğumdan utanırım. Böyle yaratıklarla aynı türden olmaktan utanırım.

Ben de militan düzeyde bir hayvansever olduğum için çocukluğumdan beri, psikoloğumuzu katleden böyle cani ruhlu insanlarla, yüreklerinde sevgi ve acımanın zerresi bulunmayan insanlarla karşılaştım bir hayli. Şu anda da oturduğum apartmanda ve mahallemizde var böyleleri.  Onların davranış kalıpları birbirine benzediği için, ruhları da benzer aşağı yukarı.

Daha önce de yazmıştım, “Kedi Davaları Savunmaları”nda. Bunlar, bir anne kediye tekme atmaktan çekinmezler. Eşimin bir plastik kap içinde yemek vermesini, apartmanın çevresinde kabul etmezler. Bazen, o kapları kaldırıp atarlar bir yere. Bazen de, sanırız kadınları olacak bunu yapan, kimyasal temizlik maddeleri dökerler o yemek kaplarına. Bakarız ki hayvanlar, aç olmasına rağmen yememişlerdir yemeği. Bir tuhaflık var bu işte, deriz. Eşim gidip kontrol edince o kapları, alır kokusunu kimyasal temizlik maddelerinin. Kabı değiştirip yeniden yemek verince, saldırırlar hayvanlar yemek kabına hemen.

Bazen de, Temmuz sıcağında bile kaldırıp atarlar, hayvanların su içmesi için koyduğumuz kapları. Bazen de, anne sütüyle beslenen küçücük yavruları bile apartman çevresinden uzaklaştırmak için taşa tutup kovalarlar. Bazen de, eşimle birlikte, akşam yemeği verdiğimiz hayvanların arasına dalıp tepinir, yaşı 60’a dayanmış bir zalim, onları kovalamak için. Bende şalter atar, kaybederim kendimi…

Bazen de, hayvanlara yemek veren eşime hakaretlerle saldırırlar.

İşte bu sebepten art arda davalar oluşur, bu zalimlerle aramızda. Bizde de Yörük inadı var… Çekip gidemeyiz başka yere. Lanet olsun, bunlarla uğraşmaktansa taşınayım bir başka yere, diyemeyiz. Kaldı ki taşınsam bile, benzer durumlarla karşılaşmayacağımın güvencesi mi var? Yok…

İşte bu son yaşanan trajedi, buna bir örnek, bir kanıt.

Kaldı ki böyle zalimler, her yerde bol miktarda bulunmaktadır.

Evet, birkaç gün öncesinde, değil mi, tragedyanın yaşandığı akşam… Kar kalınlığı 25-30 cm’i bulmuştu, şehir merkezinin bazı bölgelerinde bile o günlerde. Hava sıcaklığıysa 0 civarlarındaydı. Üstelik de, sert rüzgarlar esmekteydi. Hayvanlar çaresizdi, kıvranıp duruyorlardı; karınlarını doyurabilmek için, yiyecek bir şeyler bulabilmek için. Midelerine bir parça bir şey atıp soğuğa karşı direnme gücü oluşturacak azıcık enerji kaynağına kavuşabilmek için…

Benzer bir tragedya daha okuduk, o günlerde, değil mi?

Sevgili psikoloğumuz gibi temiz yüzlü, temiz ruhlu insanlar, mukavvadan kutulardan kedi evleri yapmışlar. Ama yukarıda anılan katil, zalimin zihniyetindeki kişiler gelip yıkmışlar o barınakları. Aç ve korunaksız, zavallı bir kedicik donup kalmış ayakta ve yıkılmış barınağın yanıbaşına. Buzdan bir kedi heykeli gibi…

Yine dikkatleri çeken bir olay daha olmuştu, değil mi, arkadaşlar?

İstanbul Üsküdar Ünalan’da, yine böyle kutulardan barınak kurmak istemiş, genç hayvanseverler. Ama, yukarıdaki zalim benzeri mahalle sakinleri gelip saldırmışlar çocukcağızlara. Resimleri de çıktı, değil mi o anları gösteren?..

Bu zalimlerin büyük çoğunluğunun bir diğer ortak özelliği de, Kaçak Saraylı Reis’in AKP’gilleri’nin kapsamı içinde bulunmalarıdır. Onun taraftarı, oydaşı, savunucusu olmalarıdır. Bunlar, Gerçek Müslüman değil. Hep söylediğimiz gibi, Muaviye-Yezid Dininin inananı bunlar. Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ın ruhunu zerrece bilmezler ve anlamazlar.

Burada yine çağrışım oldu;

Kedilerimin tamamı gibi, ölümün kıyısından çekip aldığımız bir de köpeğimiz Sarıkız var. Labrador-Golden kırması.

Üç kardeşti bunlar. Üç yavru, kediden bile daha ufak. Annelerine ne olmuştu, bilemiyoruz. Apartmanın arkasındaki bahçeye, otların arasına gelip yatmışlardı. Nasıl geldiler ya da getirildiler, onu da bilmiyoruz.

Eşim birkaç gün orada yemek verdi bunlara, yan apartmanın bahçesinden geçerek. Sonra bir öğle üzeri, balkondan bir bakalım, dedik, ne yapıyor bu bebecikler. Oturduğumuz apartmanın bitişiğindeki değil de, onun bir üstünde yer alan apartmanda oturan, yaşı 60-70 arası sakallı ve namaz takkeli bir hacı, kendi apartmanlarının bahçesinden taşlar bulup atıyordu bu hayvanlara, oradan uzaklaşmaları için. Kaldı ki köpecikler onun bahçesinde değildi. Öyle olmasına rağmen, apartmanlarının yakınında bulunmalarını istemiyordu, o zavallı hayvancıkların.

Biz hak ettiği şekilde seslendik hacıya, balkonumuzdan. O da, yapmakta olduğu zalimane işi bırakmak mecburiyetinde kaldı.

Bir gün sonrasında, bir baktık ki, ikisi kaybolmuş köpeciklerin. Konuştuk eşimle. Orada durursa, bu son kalanın da başına bir şey gelecek. İyisi mi bizim apartmanın bitişiğinde bulunan metruk bir gecekondunun odunluk amaçlı yapılmış bir bölümüne koyalım da, orada bakalım büyüyünceye kadar, dedik. Gidip getirdi eşim. Orada baktı, bir iki gün.

Sonra ben bir gün Partiye gelirken, bir de yakından ben göreyim şu hayvancığı, dedim. Bir de ne göreyim?

İri kurt sinekleri sürü halinde uçuşuyorlar üzerinde ve konup kalkıyorlar sırtına. Yaklaştım ki sırtında demir lira iriliğinde bir yara… Ve sinekler, kurtlar düşürmüş oraya.

Seslendim eşime. Giyinip getirdi kedi kafesini. Koyduk kafesin içine. Veterinere götürdük hayvanı. Veteriner, oksijenli suyla yıkayıp temizledi yarasını. Avuç içi dolusu kurt çıkardı sırtından. Daha küçük olmak üzere başka bölgelerinde de yaraları vardı. Kim, nasıl onu böyle yaraladı, tam anlayamadık. Veteriner iğne yaptı. Yaraların üzerini kaplayıcı yeşil renkli sıvı Terramycin püskürttü. Velhasıl, iyileşti ve büyüdü. Şimdi 50 kg civarı kocaman, sevimli bir Sarıkız oldu. Dairemizin geniş balkonunda özenle yaptığımız tahta kulübesinde yaşar.

Ben eve gelirken geceleri, 100 metre uzaktan kokumu alır ve hoşgeldin havlamalarıyla balkon duvarına ayaklarını dayayıp şaha kalkarak karşılar beni. Eve girince de hemen sevmemi ister. Balkon kapısının camına patileriyle tempolu vurup sesler çıkarır.

Köpekler, kediler, kuşlar ve diğer hayvanlar; ihanet, yalan, dümen bilmezler. Sadıktırlar sonuna kadar sevdiklerine. Asla satmazlar, kendilerine güvenenleri. Ve saf sevgi verirler, içtenlikli, hilesiz…

Konya’dayken, bahçeli, ağıllı, samanlıklı, kerpiç evimizde de vardı bir köpeğimiz, Baytar. O da son derece sadık ve koruyucuydu. Bir tek kere olsun hırsız girmesine izin vermedi ahırımıza, bahçemize.

Ne yaptı, iki gün önce AKP’giller’in kadın vekilleri Mecliste?

“Köpek giremez” yazan dövizler tuttular, değil mi, başlarının hizasında?..

Bizce de belki en doğru eylemlerini yaptılar, sözlerini söylediler. Elbette girmemeli köpekler, köpecikler oraya. Ne işleri olsun ki öyle bir yerde…

Hilenin, dümenin, yalanın, kandırmacanın, ihanetlerin, satışların, arkadan vurmaların, kötü sözlerin diz boyu olduğu bir yerde ne işleri olur hayvanların?..

Hiç doğru olmaz böyle bir şey yapmaları…

Hatta, bahçesine bile yaklaşmamalı o hayvancıklar, öyle bir yerin.

Hep derim ya, arkadaşlar; canlıların en iğrenci, en aşağılığı da insanlar arasından çıkar, en yücesi, en değerlisi de, diye. Öyle işte. İnsan soyunda hayvanlarda olmayan böyle ikili bir özellik var. Birbirine taban tabana zıt. Birbirinden geceyle gündüz kadar farklı. Akla kara kadar benzemez. Balla zehir kadar ayrı birbirinden.

Burada yine çağrışım oldu; sevgili Hz. Muhammed de der ya Kur’an’da:

“(…) Doğrusu şu ki insan, gerçekten çok zalim, çok nankördür.” (İbrahim Suresi, 34’üncü Ayet, Yaşar Nuri Öztürk Meali)

“Doğrusu Biz, sorumluluğu (emaneti) göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir; onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim ve çok cahildir. (Kabulüne rağmen emanete hıyanet etmektedir)” (Ahzab Suresi, 72’nci Ayet, Diyanet İşleri Meali)

Hz. Muhammed de, hep söylediğimiz gibi, gerçek bir devrimcidir. Arap Toplumunun Tarihsel Devriminin önderidir. Çağını ve toplumunu, insanı derinden kavramıştır. İnsandaki bu zalimliğin, acımasızlığın, katılığın sebebini de çok net görmüştür:

“Muhakkak ki o mal sevgisinden dolayı da pek katıdır.” (Adiyat Suresi, 8’inci Ayet, Ahmet Varol Meali)

“Şüphesiz o, mal sevgisinden dolayı da kesinlikle çok katıdır.” (Adiyat Suresi, 8’inci Ayet, Hakkı Yılmaz Meali)

Hz. Muhammed, hep söylediğimiz gibi, insani ve vicdani değerlerin insana yüklendiği gelişim dönemi olan kritik eşikte ya da kritik süreçte -bu süreç 3 ve 12 yaş arasıdır- ve onun ilk bölümünde yani 5 yaşına kadar olan bölümde, İlkel Komünal Toplum şartlarında yaşayan bir Arap Bedevi-Göçer ailesinin yanında yaşamıştır, çölde, bildiğimiz gibi. Halime adlı bir süt anne büyütmüştür onu. Hz. Muhammed de ömür boyu hep saygı duymuştur süt annesine.

5 yaşından sonra, Mekke’ye getirilmiştir. Yani, Sınıflı Toplumun, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının-Mekke Eşrafının egemen olduğu şehre getirilmiştir. Böylece de birbirinin 180 derece karşıtı iki toplum biçimindeki farklı değerleri, farklı yaşayışı, farklı insanları görmüştür. Bu kavrayışı sayesinde de, insanları insanlıktan çıkaranın, çürütenin, soysuzlaştıranın, çamurlara bulayanın hep Sınıflı Toplumun bir değeri olan, doymak bilmez mal mülk hırsı olduğunu netçe anlamıştır. O yüzden de sosyal eşitlikçi yani Sosyalist bir toplum düzeni kurmak istemiştir. Gönlünde hep o arzu yatmıştır. Bir anlamda, Kur’an’da tarif ettiği Cennet’i yeryüzünde gerçekleştirmek istemiştir aslında. Ama ona gücü yetmemiştir. Çünkü Arap Toplumu, Sınıflı Toplum Konağındadır artık. O konaktaki sosyal sınıfları ortadan kaldırmak, olası değildir o çağda. Bu sebeple de, Sınıflı Toplum’un, Köleci Toplum’un şartlarını elinden geldiğince yumuşatmaya, ılımlandırmaya çalışmıştır. Neyse, geçelim…

Evet, arkadaşlar; toplumun sınıflara ayrılmasıyla birlikte yani ezenlerin ve ezilenlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, zalimler ve mazlumlar da oluşmuştur. Ve 6 bin yıldan bu yana da hep var olagelmiştir.

Zalimlerde, yani sömürücülerde sevgi hissi, acıma hissi, empati hissi bulunmaz asla. Onlar, bir heykel kadar taştırlar, demirdirler, tunçturlar ya da bakırdırlar. Veya bir robotturlar.

İşte en son bölgemizde işlenen cinayetler, yapılan katliamlar…

Emperyalist ABD ve AB haydut devletleri, 1990’dan bu yana 10 milyon civarında Mazlum Ortadoğu müslüman Halkını katlettirmişlerdir. Hep, emperyalist çıkarları için, Hz. Muhammed’in deyişiyle mal mülk hırsları için. Onların kendilerinde olmadığı gibi acıma hissi, yerel ortaklarında, işbirlikçilerinde de yoktur.

Meclisteki Amerikancı Dörtlü Çetenin temsilcilerinde de yoktur. Hele de Kaçak Saraylı Reis’in AKP’gilleri’nde hiç yoktur… PKK’de de yoktur, IŞİD de de yoktur, El Kaide’de de yoktur, El Nusra’da, ÖSO’da da yoktur. Kim ABD işbirlikçisiyse, onda yoktur hiçbir insani değer.

Bunların katliamları, cinayetleri, söylemleri karşısında kahrolurum, hüzünlere gark olurum, acılara boğulurum. Geçenlerde IŞİD’in iki askerimizi tam bir canavarlıkla yakarak katletmesi karşısında mahvoldum acıdan, hüzünden. Günlerce sürdü yüreğimde aynı derinlikteki acısı.

Gencecik Gezi İsyancısı evlatlarımızı gaz fişekleriyle, kurşunlarla katlettirip sonra da kürsülerde şöyle haykıran Kaçak Saraylı Reis’in sesini duyunca yine kahrolurum.

Ne demişti?

“Polise emri kim verdi, diyorlar. Ben verdim ben.”

Sanki iyi bir iş yapmış gibi, değil mi arkadaşlar… Bir de övünüyor. Zalimliğiyle övünmüş oluyor tabiî. Zaten öyle olmasa o gençlerle birlikte milyonlarca ağacı da Üçüncü Köprü’de, Yeni Havaalanında ve pek çok yerde katlettirebilir miydi hiç?

Ve bunlardan çok daha acısı, çok daha vahimi, elimi neydi arkadaşlar?

Şu: 14 yaşında bir çocuğun, başından gaz fişeğiyle vurdurup bir yıl komada tutup, 46 kilodan 15 kg’a düşürüp sonra da öldürdüğü bir çocuğun annesini Antep’te tertiplediği bir mitingde hülooğğ’cu kadınlara yuhalatması. Bence bu, hepsinden daha ağırdı, o güne dek yaptıklarının. Elinden evladını alacaksın, onca acılar yaşatacaksın, sonra da yuhalatacaksın bir zavallı kadıncağızı, öyle mi?

Vay bee. İnsanlık ne hallere düşmüş…

Gel de utanma insan oluşundan…

Bir de bunun Bakanları vardı, değil mi arkadaşlar?

Kadın ve Aileden Sorumlu, kendisi de kadın olan bir Bakanı vardı, değil mi?

Ne demişti, taciz, tecavüz yuvası Ensar’larını ve Ensarcılarını savunurken?

“Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz. Biz Ensar Vakfı’nı da tanıyoruz, hizmetlerini de takdir ediyoruz.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/502587/Aile_Bakani_na_bak…__Bir_kere_olmasi_karalamak_icin_gerekce_olamaz_.html)

İşte, AKP’giller’in bu Bakanı da bu acımasızlıkta, bu taş kalplilikte. Bir de kadın olacak, anne olacak, değil mi…

Ama işte Muviye-Yezid Dinciliği insanı bu hale getiriyor.

Kaçak Saraylı Reis’in bir de kıdemli Bakanı var, değil mi, arkadaşlar, geçen dönem Milli Eğitim, şimdi de Kültür ve Turizm Bakanı olan Prof. Dr. Nabi Avcı adında?..

Okullarını, öğrencilerini ellerinden alıp mesleklerini yapmalarına izin vermedikleri 400 bin öğretmen gencimizin 40’a yakınını bunalımlara düşürüp, ruh sağlıklarını harap edip intiharlara sürüklemişlerdi bunlar.

Ne demişti, bu yaşlı, mürekkep yalamış, “Prof” lakaplı Yezid Dincisi, canlarına kıydırdıkları bu gençlerimiz hakkında?

“(…) gösterişçi intihar eylemi’ diye bir sendromdan bahsediliyor. Aslında niyeti olmadığı halde etrafında ilgi uyandırmak veya ilgi çekmek veya isteklerinin yerine gelmesini sağlamak amaçlı…” (http://www.birgun.net/haber-detay/bakan-avci-ogretmenler-ilgi-cekmek-icin-intihar-ediyor-103543.html)

Bu “Prof” ünvanlı şahıs, acıma duygusundan yoksun olduğu gibi, sosyal bilimler konusunda da zır cahildir bizce. Ne intihar olayını biliyor, ne de intiharın psikodinamiklerini. Yazık…

Bir Yezid Dincisinden de ne beklenir ki zaten?..

İşte böyle durumlarda utanırım insanlığımdan. Keşke, derim, bu insanların bulunduğu şehirlerde, yaşadığı ortamlarda hiç bulunmasaydım. Hiç tanımasaydım böylelerini.

Atalarım gibi, Toros Dağları’nın derinliklerinde sevimli hayvancıklardan oluşan sürümüzün peşinde dolanıp dursaydım dağdan dağa, gece gündüz. Kıl çadırlarda yatıp kalksaydım. Sadece Güneş Saatiyle bilseydim gecemi gündüzümü. Dağlarla, ırmaklarla, ağaçlarla, çiçeklerle, böceklerle, sevimli hayvanlarla ve içtenlikli insanlarla bir arada…

Muhakkak ki daha mutlu olurdum, diye düşünürdüm. Tanık olmazdım, insanlıktan çıkmış, robotlaşmış, insan görünümlü yaratıkların varlığına. Onların yapıp ettiklerine… Bu sebeple de hiç utanca düşmezdim insan oluşumdan.

Yıl, sanıyorum 1979’du. İçlerinde sevgili rahmetli yoldaşlarım Faruk Sur ve Bahri Akbulut’un da bulunduğu, yoldaşlarımızdan oluşan bir ekip dolaşmıştı Toros Dağları’nın en sarp ve iç kesimlerinde. Görüşüp konuşmuşlardı o göçer aşiretleriyle. Sormuşlardı, Mustafa Kemal’i, İsmet İnönü’yü.

Mustafa Kemal için, “Yaşıyor mu öldü mü tam bilemeyeceğim.”, demişti bir göçer aile lideri.

Yine “Şu an Başbakan kim, biliyor musun?”, diye sormuştu arkadaşlarımız.

Göçer; “İşin doğrusu onu da tam bilemeyeceğim. İnönü müydü?”, demişti. Oysa İsmet Paşa, 1973’te ölmüştü. En son da 27 Mayıs sonrasında 1961-1965 arasında Başbakanlık yapmıştı.

Yine soruyor, arkadaşlarımız; “Süleymen Demirel’i duydunuz mu?”, diye.

Cevap; “Ha, bir de Demirel vardı, değil mi? Ama doğrusu onun şu an ne yaptığını bilemeyeceğim.”, olmuştu.

Hani ben de Yörüğüm ya. İşte atalarım da o göçerler içindeyken onlardan ayrılmışlar, yerleşmişler Bozkır’da toprağa. Yerleşik hayata geçmişler. Tabiî geçim kaynakları yine bildikleri tek iş: Hayvancılık. Babam da Konya’nın kenar mahallesindeki yan yana bulunan iki ahırımızda aynı işi yaparak geçimimizi sağladı bizim. Gelenek, kültür aynı çünkü. Onlar da severdi hayvanları pek çok. Her birine ayrı adlar verirlerdi. Öğün vakitlerinin 1 saatliğine olsun geciktirilmiş olması üzerdi onları. O nedenle hep yiyeceklerini saatinde vermeye dikkat ederlerdi. Ederdik, daha doğrusu. Çünkü aile ekonomisi biçimindeydi hayvan besiciliğimiz. Hepimiz katılırdık gücümüz ve zamanımız oranında, o üretim işine.

Ortaokul-lise yıllarında uzun kış gecelerinde ahıra inip hayvanlar arasında zaman geçirmeyi severdim. Isıtırlardı ahırları sıcacık. Konya’nın keskin kış soğuğu bile işlemezdi ahırlarımıza. Büyükbaştı hayvanlarımız. Ve her biri bir güçlü ısı kaynağıydı. Kaşağılardım onları. Bazen saatler boyu…

Koparır, keser alırdım, karınlarında, kalçalarında oluşmuş olan çakıldakları. Onlar da çok mutlu olurlardı, bu ilgiden. Boyunlarını öne uzatıp beklerlerdi, omuz başlarını, boyunlarını kaşağılamamı.

Neylersiniz… Yerleşik hayata geçmişiz, şehre inmişiz, okullara gitmişiz, sosyal kavgaya girmişiz. Tüm bu vurgunları, talanları, soysuzlaşmaları, çürümüşlükleri, sefaletleşmeleri görüp tanık olmak, onlarla mücadele etmek kaderimiz olmuş artık. O zaman bize düşen, insanlığımızın hakkını verebilmek için bu zulüm düzenine karşı her şeyi göze alarak, pervasızca, kavgaya girmektir.

Bir denize dalar gibi dalmaktır kavgaya boylu boyunca. İnsancıl bir düzen kurulsun diye…

İnsanlık, bu hayvanlık konağından kesince kurtulsun diye…

Hz. Muhammed’in de gönlünden geçen, İbn-i Haldun’ların, Şeyh Bedrettin’lerin, Mustafa Suphi’lerin, On Beşler’in, Marks-Engels’lerin, Kıvılcımlı Usta’nın, Denizler’in, Mahirler’in, Che’lerin, Fidel’lerin öncülük ve önderlik ettiği Gerçek Sosyalizm kurulsun diye…

Toplumdaki tüm sosyal eşitsizlikler ortadan kaldırılsın diye…

Ülkemiz ve giderek dünyamız, bir anadan doğma kardeşler gibi, tek bir aile gibi birbirlerini candan sevip sayan, birbirlerine bağlı insanlarla dolu olsun diye…

Çaresi yok. Son soluğumuzu verene kadar bu yolda savaşacağız. Başka türlü insanlığımızın hakkını veremeyiz ki. Dolayısıyla da gerçek insan olamayız ki…

Davamız, çok acılar çekilecek ama, en sonunda mutlaka zafer kazanacak.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

(Not: Bu yazıda, kendimden bahsettim biraz. Bağışlayın…)

14 Ocak 2017

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı

 

 

 

Print Friendly, PDF & Email