Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut
Tehdit ve Hakaret Suçlarından Beraat Etti
Yüreği insan sevgisi kadar hayvan ve bitki sevgisiyle de dolu olan Genel Başkan Nurullah ANKUT, bu kez Tayyipgiller’e veya Amerika’daki İblis Fettullah’a ya da onların efendisi Obama’ya hakaretten değil; hayvan ve doğa düşmanı gerici bir güruhu tehdit ve hakaret etmekten yargılandı.
Genel Başkan’ımızın apartman ve yakın bina komşuları çoğunluğu birbiriyle akraba olan gerici bir güruhtan oluşmaktadır. İnsana olduğu kadar doğaya ve hayvana da düşmandır bunlar. Bunlar kedileri tekmeler, sokak hayvanları ve kuşlar için kıyı-kenara bırakılan yemek ve su kaplarını savurup atarlar, yolu göreceğim diyerek güzelim ağaçları kökünden keserler. Bunlar akraba çoğunluğuna güvenerek ve kendileriyle aynı karakterde ve dünya görüşündeki birkaç aileyi de yanlarına alarak, diğer mahalle sakinlerini terörize etmişlerdi. Bu yüzden onların bu doğa ve hayvan düşmanlıklarını tasvip etmeyen insanlar, hayvanlara ve doğaya yaptıkları zulme karşı ses çıkaramaz hale gelmişlerdi.
Genel Başkan’ımıza ve onunla aynı anlayışta olan, sokak hayvanlarına elinden geldiğince bakmaya çalışan eşine önce diş geçirmeyi denedi bu güruh.
Eşi de kendisi gibi emekli öğretmen olan ve kıt kanaat geçindikleri gelirlerinin bir kısmını bu hayvancağızlarla paylaşan Genel Başkan’ımız onların anlayacağı dilden konuşunca, bu insanlıktan çıkmış din tüccarları sağa sola şikâyetlere koşturdular. Bu güruhun başını çeken ve Genel Başkan’ımızla aynı apartmanı paylaşan kişi, Belediyede Makam Şoförü olmanın nüfuzunu da kullanarak önce belediyeye iki kez şikâyette bulunuyor. Belediyeden gelen yetkililerin Genel Başkan’ımızı haklı bularak çekip gitmesi üzerine bu sefer de Üsküdar Savcılığına şikâyette bulunuyor.
Genel Başkan’ımız hakkında, tehdit ve hakaret suçlamasıyla Üsküdar 1. Sulh Ceza Mahkemesinde açılan dava 09.05.2012 tarihinde sonuçlandı. Tehdit suçundan BERAAT eden Genel Başkan’ımız hakkında hakaret suçuyla ilgili olarak da Cezalandırılmasına Yer Olmadığına karar verildi.
Davanın bu şekilde sonuçlanmasında Genel Başkan’ımızın 10 sayfalık savunmasının önemli ölçüde rolü olduğunu düşünüyoruz. Hayvan sevgisi üzerine Kur’an’dan, Hz. Muhammet’in yaşamından örnekler, ünlü şairlerden alıntılar içeren savunma adeta edebi bir metin zenginliğindedir. İnsan sevgisiyle hayvan ve doğa sevgisinin bir bütün olduğunun, eşit kardeşlerden oluşan bir dünya için zulme karşı mücadelenin hayvanlara ve doğaya karşı yapılan zulme karşı çıkmayı da gerektirdiğinin, gerçek sosyalistlerin tüm canlıları nasıl sevdiğinin eşsiz bir anlatımıdır Genel Başkan’ımızın bu savunması.
Ama ne yazık ki medya (Yurt Gazetesi hariç) bu dava hakkında tek satır bile yazmamış, hayvansever geçinen örgüt ve kişiler tüm çağrılarımıza rağmen medyatik bulmadıkları için davaya hiç ilgi göstermemişlerdir.
Olay bir ana kedinin tekmelenmesine Genel Başkan’ımızın müdahale etmesinden kaynaklandığı için “Kedi Davası” olarak adlandırdığımız bu dava vesilesi ile bir kez daha tekrarlarız ki: tüm dünyanın tüm canlılar için tüm güzellikleriyle eşitçe paylaşılarak özgürce yaşanan bir dünya olması uğruna verdiğimiz mücadelenin bir gün zaferle sonuçlanacağından zerre kadar kuşku duymamaktayız.
Kurtuluş Partili Hukukçular
Genel Başkanımızın Savunmasının Tam Metni
ÜSKÜDAR 1. SULH CEZA MAHKEMESİ
SAYIN HÂKİMLİĞİNE
Dosya No: 2010/1475 E.
Sayın Hâkime Hanım,
Her şey gibi hukukun da bir biçimi, sureti, kabuğu, görünüşü; bir de içeriği-muhtevası, özü, ruhu vardır. Hiçbir şey görünüşü gibi değildir. Zaten büyük, ünlü bir düşünürün söylediği gibi: “Görünüşle gerçeklik aynı şey olsaydı bilime gerek kalmazdı.” Hani bilinen bir iki örneği tekrarlarsak; dünyayı biz düz bir tepsi gibi görürüz, çıplak gözle. Nitekim insanlık da binlerce yıl öyle görmüş, öyle bilmiş, öyle sanmış. Yine gece ve gündüzün oluşumunu, güneşin dünya çevresinde dönüyor oluşundan kaynaklanıyor diye bilmiş. Yani gerçeğe tam aykırı bir biçimde…
Hz. Muhammed de dâhice bir sezişle “Ameller niyetlere göre değerlendirilir” der. Yani olayları sadece dış görünüşlerine bakarak değil onların muhtevalarına göre, onlara kaynaklık eden ruhiyata, değerler sistemine göre değerlendirmeliyiz demek ister…
Davamıza gelirsek, olayın biçimine ilişkin savunmamı yukarıda sözlü olarak yaptım. Şimdi özüne değmek istiyorum:
Olay ya da davamız, vicdan, merhamet, his yoksunu, kendi şahsî çıkarının dışında hiçbir değer tanımayan zalimlerle en yüce insanî değerlere sahip olan insanlar arasındaki bir anlaşmazlık, bir mücadele, bir kavgadan kaynaklanmaktadır.
Davacı taraf-Morgül Sülalesi, hayvanlara düşmandır. Daha önceki duruşmalarda da sözünü ettiğim gibi, müşteki müfteri, zavallı, çaresiz, korunmasız-savunmasız, nesillerini sürdürmesi vicdanlı insanların çabasına kalmış sokak hayvanlarına akşam gıdalarını veren eşime bağırarak; “Anam avradım olsun bu kedileri ya zehirleyeceğim ya da bir köpek getirip boğduracağım. Bunlar sokaktan yok olacak.” diyecek denli insanî duygulardan yoksun, canavarca bir ruhiyata sahip kimsedir. Zaten bu hayvan düşmanlığını polis ifadesinde de tevil yoluyla itiraf etmektedir. “Kedi mekruhtur.” diyor. Oysa İslam’da aşağıda da değineceğim gibi, böyle bir anlayış yok. Bu anlayış, Ortaçağ Hıristiyan Kilisesinin, daha doğrusu Vatikan’ın ya da Papalığın anlayışıdır.
Müşteki, “Bu hayvanların buradan gönderilmesi için değişik girişimlerim oldu. Fakat davalı taraf bunların hiçbirini kabul itmedi ve engelledi.” diyor.
“Nurullah Ankut bana; “bu hayvanlar beni görünce yanıma geliyorlar; seni görünce kaçıyorlar.” diyor. “Ben de yanıma gelmesini isteyen kim? dedim ona.” diyor.
Yine “Bu kediler, arabamın üzerinde ayak izlerini bıraktıkları için ben onları kovaladım.” diyor. Bu yalanıyla ve yalancı tanıklarıyla savcıları kandırarak hakkımda iddianame hazırlatıyor. Oysa ilk mahkeme ifadesinde, yani 2 Nolu Sulh Ceza Mahkemesindeki ifadesinde, hayvan düşmanlığını gizlemek için, başka bir olay uyduruyor. Diyor ki: “Elimde içinde temizlik maddeleri olan poşet vardı. Kedi bu poşetin kokusunu duyarak yanıma geldi ve arabamın içine girmek istedi. Ben de buna engel oldum, kediyi oradan uzaklaştırdım.” diyor.
Müşteki, burada yalancılığıyla birlikte cehaletini de sergilemiş oluyor. Kediler ve köpekler, kimyasal kokulardan nefret ederler. Parfümler dahi onlar için tiksindiricidir. Onlar sadece gıda kokularına duyarlıdırlar ve onları severler. İçgüdüleri ona göre şekillenmiştir. Çünkü hayatta kalmalarını bu tür güdüler sağlar. Bu nedenle veterinerler, kedilerin gelmesinin istenmediği yerlere parfüm sıkılmasını önerirler.
Bu son yalanının iler tutar yeri yok: Bir kere anne kedi, bunun yanına gelse ve arabasına girmek istese ben ne diye; “Bu hayvanlar beni görünce yanıma geliyorlar; seni görünce kaçıyorlar.” diyeyim, ona.
Sonra bu zalimin arabasına kedi girmek istese, bu da engel olsa, kediyi kovalasa ben ne diye karşı çıkayım buna? Bu durumda hayvan bir zarar görmez ki. Oradan uzaklaşır gider. Ama ya engellemeyip kedinin arabasına girmesine izin vermiş olsa ben asıl ona karşı çıkarım. Çıkar o hayvanı arabandan, diye müdahalede bulunurum. Çünkü böyle bir zalim arabasına giren kediye ne yapar? Götürüp yaşam alanından çok uzaklara atar. O hayvan da bu yeni ortama uyum sağlayamadığı için yaşamını sürdüremez. Kaldı ki bu en iyiniyetli olasılıktır. Eşime söylediği gibi, hayvanı zehirleyebilir de. Ya da köpeklerin önüne atıp boğdurabilir de. Çünkü bunları yapacağını yukarıda andığım iğrenç yeminiyle dile getirmişti.
Onun bu tür yalanları çok. O yalan makinesi gibi. Mesela olay anında tanıklardan biri olan “Özcan Morgül’le birlikteydik, kapının önünde”, diyor. Birlikteliklerini de “beraberce cenazeden gelmiştik”, şeklinde gerekçelendiriyor kendince. Sonra da “davalının bütün hakaret ve tehditlerini de o da aynen benim gibi, işitti ve gördü”, diyor.
Hâlbuki yalancı tanık Özcan Morgül, “ben olay anında balkondaydım. Bunların ikisini de görmedim. Sadece sesleri duydum”, diyor. Neyse geçelim…
Müştekinin eşi Serpil Morgül, daha önce de belirttiğim gibi, geçen yaz Ağustos ve Temmuz aylarında hararetin gölgede bile 30 dereceyi aştığı günlerde, eşimin kuşların ve kedilerin içmesi için sokaktan yana olan duvarın dibine şeffaf plastik kap içinde koyduğu suyu, defalarca döküyor ve kabı evin yanındaki metruk gecekondunun bahçesine fırlatıp atıyor. Kendisi de anne. Ve o anda anne kediler ve kuşlar var, o suyla beslenen; yavrularına gıda üreten. Geldiği nokta itibariyle o da böylesine zalimleşmiş biri.
Müşteki müfteri, sadece ayaklarıyla yürüyen sokak hayvanlarına değil, uçan kuşlara da düşman: Ben o apartmana taşındığımda (4-5 sene önce), Özcan Morgül her akşam eve dönüşünde bir poşet dolusu tost ekmeklerinin kullanmadıkları kızarmış dış yüzlerinden oluşan ekmek getiriyordu. Eşi Neriman Morgül de (O da tanıklar arasındadır ve sülalenin tek iyi kalpli insanıdır. Nitekim yalancı tanıklık yapmamıştır. Olay hakkında bilgisinin ve görgüsünün olmadığını belirtmiştir, ifadesinde.) bu ekmek dilimlerini suda iyice ıslattıktan sonra yan taraftaki metruk gecekondunun çatısına serpiyordu. Bunları da martılar, kargalar, güvercinler ve serçeler bir iki saat içinde yiyip bitiriyorlardı. Ben bu olayı huzur duyarak, haz duyarak izliyordum. Ve kendi kendime de şöyle diyordum: “Ne güzel, iyi kalpli komşularımız varmış…” Bir süre sonra Neriman Morgül; su parasının yüksek geldiğini, bu nedenle de ekmekleri artık ıslatıp gecekondunun çatısına atmayacağını, çöpe bırakacağını söylüyor, eşime. Eşim de “Aman Neriman çöpe atılır mı ekmek. Bana ver. Ben ıslatıp çatıya atarım” diyor. Bir süre eşim yaptı bu işi. Bu arada başka komşular da aynı şekilde ekmek artıklarını ıslatıp buraya atıyorlardı. Müşteki, buna da karşı çıkmış, mahallede gürültü yapmış. “Koku yapıyor, buraya kimse ekmek atmayacak.” demiş. Tabiî akrabası Özcan Morgül de ekmek getirmez oldu, onun bu isteği üzerine. Diğer komşular da; uymayalım şunlara, diyerek, artık ekmeklerini atmaz oldular kuşlara.
Müşteki müfteri, yalnızca hayvana değil, yeşile ve ağaca da düşman. Dört sene kadar önce benim evde olmadığım günlerden birinde gecekondunun bahçesinde bulunan, bizim apartmandan 15 metre kadar uzakta bir ceviz ağacının dallarını manzaramı kapatıyor diye kesip atmış. Evde olsaydım buna müdahale ederdim. Ve belki de tâ o zaman bir “Ağaç Dava”sından yargılanıyor olurdum.
Yine altı ay kadar önce, benim il dışında olduğum bir Pazar günü, apartmanımızın üst tarafında, hemen yanımızda değil de bir sonraki apartmanda sülalecek oturan Erzincanlılar, karşımızdaki metruk evin bahçesinde bulunan bir erik ağacının tüm dallarını sadece ortada 1-1,5 metrelik bir cücük kalacak şekilde kesiyorlar. Bununla kalmıyorlar, dört tane de şeftali ağacını kökünden, bütünüyle kesip atıyorlar. O arada bu da yanlarına geliyor; kolaylıklar diliyor, ağaç katliamcılarına. Aynı bahçede üç meyve ağacı daha var, benim penceremin hemen karşısına düşen yerde. Bu, diyor ki onlara; “Aslında bu ağaçların tümünü kesip bu bahçeyi temizlemek lazım.” Ağaç katliamı yaparak temizlik yaptığını sanmak bunlara özgü bir anlayış… Bunların konuşmalarını penceremizden eşim duyuyor. Eğer evde olsaydım buna da seyirci kalmaz, müdahale ederdim. Ve yine bir “Ağaç Davası” nedeniyle karşınıza çıkabilirdim.
O katliamcılardan bir kadını, on beş gün kadar önce, insanım diyen herkese hüzün veren, şeftali ağaçlarının toprakta kalmış köklerinden çıkan filizlerini ve erik ağacının cücüğünün yan taraflarından çıkan filizleri koparıp atarken gördüm. Eşimle birlikte müdahale ettik ve yaptıkları zalimliğin sebebini sorduk. Sokağın üst başından geçen cadde daha iyi görünsün diye bunu yaptıklarını söyledi. Yani bu his-duygu yoksunu, yoksulu, vicdan fukarası insanlara göre yeşillikler, ağaçlar şehri kirletiyor. Şehrin temiz olması demek, her yanın beton, taş ve asfalttan oluşması anlamına geliyor. İnsan, bunlara kızmak mı gerek, yoksa acımak mı diye bir türlü karar veremiyor. İşte böyle bunlar…
Bize gelince, biz yaşamı, denizler, göller, ırmaklar, dağlar, ovalar, ağaçlar, tüm bitkiler ve tüm hayvanlarla birlikte insanlardan oluşan ayrılmaz bir bütün olarak görüyoruz. Bunlardan birinin eksikliği ya da hastalığı tüm doğayı ve varlıkları olumsuz etkiler. Tüm bunları korumak da yaşamın biricik bilinç sahibi varlığı olarak biz insanların sorumluluğudur. Kendi bedenimizi ya da en yakınlarımızı koruduğumuz gibi, aslında bizim de bir parçamız olan yaşam alanımızı ve genelde dünyamızı korumamız gerekir.
Öğretmenliğim sürecinde görev yaptığım değişik il ve ilçelerin liselerindeki öğrencilerim beni ağabeyleri, amcaları ya da babaları gibi sevdikleri için (ki ben de onları aynı şekilde severdim) bana çiçekler getirirlerdi, demetler halinde. Ben teşekkürlerimle birlikte, onlardan demetlerin olabildiğince küçük olmasını, az çiçekten oluşmasını isterdim. Nasıl olsa azı da aynı kokuyu verir, boşa vermeyelim çiçekleri, derdim.
Yine kerpiç evimizin bahçesinde ve pencerelerimizde, rahmetli çilekeş anacığım çiçekler yetiştirirdi. Ve ben onları dallarında koklardım. Koparmaya kıyamazdım.
Hayvanlara gelince:
1400 sene öncesinden verilen şu mesaja bakar mısınız?
“Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, En’am Suresi 38’inci Ayet)
Çok açık olarak görüldüğü gibi Kur’an, insanıyla hayvanıyla tüm hareket eden canlıları eşitliyor. Hepsi Rablerinin ümmetidirler ve yarın Rablerinin huzurunda toplanacaklardır, diyor.
Böylesine yüce bir insancıl bakış açısına, anlayışına sahiptir Kur’an. Ve tabiî Hz. Muhammed de bu anlayışı, düşüncede ve davranışta içtenlikle benimsiyor.
Arabistan’ın kavurucu sıcağında yaşama tutunmaya çalışan bir yavru sokak kedisini kurtarıyor. Alıp evine getiriyor. Ona Müezza adını koyuyor. Hz. Muhammed’in birden fazla kedisi olduğu fakat en sevdiğinin bu olduğu söylenir. Rivayet edilir ki bir seferinde Müezza, Hz. Muhammed’in giysisinin eteği üzerinde yanıbaşında uyumaktadır. Fakat namaz vakti gelir, Hz. Muhammed’in mescide gitmesi gerekir. Hz. Muhammed, kedisini uyandırmaya kıyamaz. Cebinden çakısını çıkarır, elbisesinin eteğini keserek ayağa kalkar ve mescide gider. Sahabe eteğinin kesik oluşunun nedenini sorunca da olayı nakleder. Tabiî bu davranışı yani eteği kesik elbiseyle mescide gidişi sebepsiz değildir. İster ki Müslümanlar da hayvanlara karşı böyle merhametli olsunlar. Kendisini bu konuda da örnek alsınlar. Hz. Muhammed, sadece kedileri değil kuşkusuz; tüm hayvanları sever. “Hayvana gereksiz yere eziyet etmeyin.” sözü de ünlü hadislerindendir.
Hz. Muhammed’in on bin civarında sahih-güvenilir hadisi olduğu öne sürülür, İlahiyatçılarca. Bunların 5300 küsurunu tek bir Sahabe (Ebu Hureyre) nakleder. Esas adı, Abdurrahman bin Sahr’dır. Yemenlidir. Müslüman olduktan sonra memleketini terk ederek Hz. Muhammed’in yanına gelir. Ve Hz. Muhammed’in vefatından önceki son dört yılında Ebu Hureyre hep yanında bulunur. Der ki:
“Yemen’den bir grup İslamiyeti kabul ettik. Ve bu kutsal topraklara geldik. Birlikte geldiğim arkadaşlarım ticaretle ve başka geçim işleriyle uğraştılar burada. Bense en değerli yaşam biçimi budur diyerek, tüm zamanımı Hz. Muhammed’in yanıbaşında geçirdim. Ona hizmetten başka hiçbir işle meşgul olmadım. İşte bu nedenden Ahir Zaman Peygamberi’nin her söylediğini belleğime kaydettim.”
Hz. Ömer zamanında bazı Sahabeler tarafından Kur’an Ayetleriyle çelişen hadisler nakledilmeye başlanmış. Bunun üzerine katı bir Halife olan Hz. Ömer, hadis nakledilmesini tümüyle yasaklamış. “Uydurma hadisler öne sürülmeye başlandı. O yüzden hiç kimse hadis söyleyemeyecek. Din sadece Kur’an’dadır. O esas alınacak.” demiştir. Fakat yakınındaki bazı hatırı sayılır Sahabeler, Ebu Hureyre’nin her bakımdan güvenilir bir Müslüman olduğunu ve belleğinin de olağanüstü güçlü olduğunu dile getirerek ona hadis nakletme konusunda izin verilmesini teklif ederler. Hz. Ömer buna ikna olur. Ve yalnızca Ebu Hureyre hadis nakledebilir, der. Ebu Hureyre de ömrünün Hz. Muhammed’den sonraki tümünü (43 yıldır bu süre) yeni kuşaklara hadis öğretmekle geçirir.
Hz. Muhammed, çok sevdiği yakınlarına lakaplar takmayı adet edinmiştir. Mesela Hz. Ali’ye taktığı lakap: Ebu Türab (Toprak Babası)’dır. Bu lakabı takışının da bir hikâyesi vardır ama sözümüzü uzatmamak için ona girmeyelim.
Ebu Hureyre, bir gün Arap giysisinin geniş yeni içine bir şey koyarak Hz. Muhammed’in yanına gelir. Yeninde ne olduğunu sorar Hz. Muhammed. Oradaki yavru kediyi çıkarır Sahabe. Ve bunun üzerine Hz. Muhammed, “Ya Ebu Hureyre (Ey Kedicik Babası)” diye seslenir ona. Adı da böyle kalır.
Sevgili Hacı Halifemiz-Evliya Çelebi, Ebu Hureyre’nin pek çok kedisi olduğunu söyler…
Gelelim Hıristiyan Ortaçağına:
“Papa Üçüncü İnnocent’in (1160-1216) Müşavirlerinden Saint-Dominique şeytanı siyah kedi şeklinde temsil etmiş ve kediyi uğursuzluk ve musibet sembolü saymıştır. O tarihten itibaren bu batıl itikat bütün dünyaya yayılmış ve memleketimize kadar gelmiştir. Bizde siyah kedi insanların arasındaki dostluğu bozan bir mahlûk gibi sayılmış ve iki kişinin arası bozulduğu zaman aranızdan kara kedi mi geçti, sualine maruz kalırlar.” (Değişik Milletler Tarihlerinde Kedi, Ord. Prof. Samuel AYSOY, Veteriner Fakültesi İç Hastalıklar Kürsüsü ve Kliniği Profesörü)
Demek ki bitki ve hayvan düşmanı olan, hayvanlara saldıran ve bu nedenle bize karşı dava yaratan Morgül familyası Kur’an’ın, Hz. Muhammed’in ve Sahabelerinin yolundan gitmiyor. Onun takipçisi değil. 13’üncü Yüzyıl Vatikanı’nın yolunu izliyor.
Kaldı ki, bugünün Batı Dünyası bile bu yolu terk etmiş durumdadır. Şu an Batı ülkelerinde sokak hayvanları da dâhil olmak üzere hayvanlara zarar verenler, bizdeki gibi, Kabahatler Kanununa göre değil, tam tersine Ceza Kanuna göre, yani insanlara karşı suç işlemiş gibi yargılanmaktadır.
Bugüne gelirsek:
Yan apartmanda oturan komşumuzun ilkokul üçüncü sınıfa giden Bekir adında bir çocuğu var. Bekir de annesi babası gibi hayvanları sever. Kedilere yiyecek veren eşime bir gün şöyle der: “Hoca Teyze, bu hayvanlara bakmak çok sevap. Bazıları, bunları dövüyor, kovalıyor. Yarın öbür dünyada bu hayvanlar da aynı şekilde onları dövecek. Değil mi Hoca Teyze?”
Hani yiğit şairimiz Hasan Hüseyin “Akşam Delisi” adlı güzel şiirinde der ya:
bütün oyunlar bitti–bir sen kaldın yalnızlığımda
bir başka dünyadayım artık –beni çocuklar bile anlıyor”
Bizi çocuklar bile anlıyor. Ama bunlar anlamaz. Morgüller anlamaz. Bunlarda vicdan sorunu var…
Çağrışım oldu, 900 yıl öteden şöyle der Hayyam:
Bir yürek ki yanmaz, yürek mi denir ona?
Sevmek haram yüreğinde ateş olmayana.
Bir günü sevgisiz geçirdinse yazık,
En boş geçen günün o gündür inan bana.”
Bizim anlayışımız, bize uyan budur işte…
Birkaç günde bir sokaktan bir kamyonetle geçen Roman karı koca vardır. Atılmış eşyalar ve çöpler arasından işlerine yarayanları toplarlar. Geçimlerini öyle sağlarlar. Toplumun tümünde olduğu gibi, onlarda da erkek egemen bir anlayış söz konusu… Erkek şoförlük yapar sadece; kamyonetten inmez. Her seferinde kamyonetten inip gerekli öteberiyi alan ve kamyonetin arkasına yerleştiren kadındır. Bir sabah eşim sokak hayvanlarına yiyecek verirken Roman kadın da kamyonetten iner ve işini yapmaya başlar. Eşimle selamlaşırlar, birbirlerine kolaylıklar dilerler. Roman kadın; “Abla, bu sevap sana yeter.” der. Üzerinde etek-bluz giymiş, başında ise halkımız kadınlarının bağladığı şekilde, saçlarının ön kısmını açıkta bırakan, bir eşarp vardır.
Bizimle uğraşanların şikâyetçi ve tanıklarının eşleri ise kimi türbanlı, kimi siyah çarşaf benzeri pardösülüdür.
Ne yazık ki, tüm dünyada olduğu gibi, ülkemizde de kadersizler kategorisinde olan bu Roman insanlarımızdaki anlayışa bakın, bir de bunlarınkine bakın… Hangisi Hz. Muhammed’e ve insancıl olana daha uygundur?
Eşim Konya’da öğrencilerinin hemen yarısını, Roman mahallesine yakın olduğu için, Roman çocuklarının oluşturduğu bir okulda uzun yıllar öğretmenlik yaptı. Bugün sokak hayvanlarını olduğu gibi, o gün de Roman öğrencilerine hiçbir ayrımcılık yapmadan anne sevgisi ve sıcaklığıyla yaklaştı. O nedenle bu öğrencileri de çok severlerdi eşimi. Bayramlarda ilk ziyaretimize gelenler bu çocuklar olurdu. İçlerinden okuyup öğretmen olanlar, astsubay olanlar oldu.
Ne yazık ki, o dönemde bazı öğretmenler mesleklerinin öngördüğü anlayıştan uzaktılar. Roman öğrencilerini sevmezlerdi. Onlara kötü davranırlardı. Bir iki şiddet uygulayınca da çocuklar okulu terk edip bir daha gelmezlerdi. Eşim, o öğretmenleri uyarır; “İstemediğiniz çocukları benim sınıfıma gönderin. Onları ben okuturum.” derdi.
Demek istediğim, biz (eşim ve ben) ömrümüzün her döneminde hep ezilenlerin, sömürülenlerin, acı çekenlerin, yerlerde sürünenlerin, ayrımcılığa tabi tutulanların yanında olduk. Onların acılarını dindirmeye çalıştık. Çünkü insan olmak bunu gerektirir.
Davacı zalimin küfrederek tekme attığı anne kedi de (ki şu anda hayatta değil) çok fedakâr, çok sevecen bir hayvandı. Sadece kendi yavrularına bakmakla yetinmezdi. Annesini kaybetmiş ya da annesi herhangi bir nedenle ölmüş ve yolu bizim sokağa düşmüş yavru kedileri de sahiplenir, onlara da annelik ederdi. Onlardan biri şu anda da sokağımızda hayatını sürdürmektedir. Kendisi de çok güzel ve bir dişi için oldukça iri bir kediydi. O yüzden eşim ona “Güzel Koca Anne” adını koymuştu.
Davacı zalim, tekme attığında da anneydi. Yavrularını büyütmekteydi. İşte buna tekme attı acımadan. Yine burada değerli yiğit şairimiz Ahmet Arif’in şu dizelerini anımsadık:
Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
Sırtı alaçakır
Karnı sütbeyaz
Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı
Yüreği ağzında öyle zavallı
Tövbeye getirir insanı
Evet tövbeye getirir… Ama yine şairimizin dediği gibi “insanı”…
Anne kediler ve köpekler ki, ne zorluklara göğüs gererler, ne acılar çekerler… Sokakların acımasızlığında, zalim insanların düşmanlığında tekmelenirler, kovalanırlar, arabaların altında kalır; ölürler, sakatlanırlar. Tüm bunlarla baş edebilirlerse çöplerden karınlarını doyururlar. Rahimlerine düşen yavrularını büyütürler karınlarında. Doğum vakti geldiğinde hem saatler süren doğumlarını yapabilmek hem de küçücük yavrularını koruyabilmek için açık kalmış bir bodrum penceresi, bir merdiven altı ya da metruk bir ev bulmaya çabalarlar. Ki, bunları bulabilmek çok zordur. Bulunsa bile bazen böyle zalimler hiç acımadan atar onları oralardan. Bazen dağ başlarına götürüp bırakıyorlarmış. Medyaya zaman zaman yansıdığına göre bu zalimane işi bazı belediyeler bile yapıyormuş.
İşte bu şartlar altında hem kendi yaşamlarını sürdürüp hem de yavrularını büyütmeye çalışır anne kediler ve köpekler… Şairimizin dediği gibi onlar sadece sütlerini değil yüreklerini sağarlar yavrularına:
Bir kedi bile sağarken yüreğini
Telaş içinde yavrusuna
Ey acımasız acuze
Utan şu türbelerinden
Minarelerinden utan (Yusuf Hayaloğlu, İstanbul Acılar Kraliçesi)
Şikâyetçinin tanıklarından bir Hatice Hanım vardı. Polisteki ifadesinde diyordu ki; “Ben olayı görmedim. Komşulardan duydum. (Komşular dediği şikâyetçinin eşidir.) Kedileri sevmediğim için buraya geldim, ifade veriyorum.”
Evimizin aşağı yukarı 150-200 metre aşağı tarafında idi. Eşimin yemek verdiği kediler, hiçbir zaman onun evinin civarına gitmezdi. Buna rağmen aleyhime tanıklığa gelmişti. O da kara çarşaf benzeri siyah pardösü giyerdi. Yalnız yaşardı. O bölgedeki hayvansever komşu kadınlarına saldırıp hakaret ediyormuş. Onlar yaşlı diye ciddiye almıyormuş. Yani şikâyetçi gibi o da hayvan düşmanlığını takıntı haline getirmiş.
Duruşmalar başlamadan önce öldü. O nedenle mahkemeye gelemedi. Mirasçıları evini paylaşamadı. Davalaştılar. Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı evi mühürledi, girişi yasaklayan bir şerit astı kapısına. Evinin penceresi açık… Yatağında, minderlerinde kediler yatıyor şimdi. Kendisi de her ölen gibi mezar kurtlarına ziyafet sofrası oluşturmuş durumda. Evine, sokaklara sığamıyordu Hatice Hanım… Şu olana bakar mısınız?..
İşte biz, işin sonunun buraya varacağını adımız gibi biliyoruz. Her gerçek insan da bilir kuşkusuz. Alın size güzel bir örnek, yine Hayyam şöyle seslenir bize:
Niceleri geldi, neler istediler,
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler.”
Müştekinin bir tanığı daha vardı Hacer Tansarıkaya. O da kara çarşaf benzeri giysili… Polis ifadesinde; “Kediler buralarda dolaşıyor. Sokakta evlerimizin önünde oturamıyoruz. Şikâyetçiyim.” diyordu. Aleyhimde bir yığın yalan beyanda bulunuyordu. 2 Nolu Mahkemedeki ifadesinde; “Benim olayla ilgili bir bilgim, görgüm yoktur.” dedi. Hâkime Hanım, polisteki ifadesinin farklı olduğunu söyleyince de; “Onu polis kendisi yazmış. Ben söylemiş değilim, onları” deyip işin içinden çıktı. Varsayalım ki polis uydurdu aleyhimdeki o yalanları. Peki polis, bunların köylerde olduğu gibi, evlerinin önünde oturup koyu sohbetlere daldıklarını nereden bilsin? Besbelli ki, Hacer Hanım’da vicdan tümden ölmemiş. Hayvan düşmanlığının itmesiyle yaptığı aşağılık işin muhasebesini yapmış, vicdanında. Ve rahatsızlık duymuş, yalancı tanıklıktan vazgeçmiş.
Bunun bir yalancı tanığı daha var: Ayşe Morgül. Yaşı 70’in üstünde. Yaşça en büyük olanları. Yalancı tanık Özcan Morgül’ün de annesi. O da diğerleri gibi hayvan düşmanı. Poliste başka yalan uyduruyor aleyhimde, mahkemede başka. Benim sövdüğümü söylüyor. Şikâyetçiye; “Buralardan gider misin?” dediğimi; onun da; “Kiracı değilim ki niye gideyim?” diye cevap verdiğini söylüyor. Diğerleri ise benim, şikâyetçiyi öldürmekle tehdit ettiğimi iddia ediyor. Bir kısmı “sövdü ve tehdit etti” diyor; bir kısmıysa “sövdüğünü duymadım ama tehdit etti” diyor. Yani âlem bu Morgüller…
Değerli ozanımız Neşet Ertaş der ki:
“Herkes insan doğar ama insan olarak ölmez.”
Çok doğru bir belirleme… İnsan olarak yaşayabilmek pek çok fedakârlığı, zorluğu, çileyi, acıyı, zulmü, çabayı göze almayı gerektirir. O cesarete, o sevgi dolu yüreğe, o namusa, o yiğitlik ve bilgeliğe sahip olmayı gerektirir. Biz yaşamımız boyunca hep bunlara tümüyle sahip olmak istedik. Ve bu uğurda her şeyi göze aldık. Bedeller de ödedik. Biliyorduk ki, başka türlü bir yaşam insanlığımızı korumaya yetmez.
Burada yine çağrışım oldu, değerli şairimiz Edip Cansever’in şu dizelerini hatırladık:
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak
Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir”
Biz bu güçlüğü yukarıda da belirttiğimiz gibi, baştan kabullendik ve bedelini ödemeyi tereddütsüz göze aldık. Bugün yetmişimize merdiven dayadık. Bugüne dek hep böyle yaşadık, sonrasını da (ne kadar olur bilinmez) böyle yaşayıp öleceğiz. Bundan da son derece gurur duyuyoruz. Aynalarda yüzümüze, gözlerimizin içine hiç kaçamaksız bakıyoruz. Hiç sakınacağımız, utanacağımız bir şey yok geçmişimizde; içimizde, dışımızda çok şükür… Daha ne isteriz ki?..
Hilekârlıklar, düzenbazlıklar, hırsızlıklar üzerine kurulu hanlar, hamamlar, mallar mülkler, makamlar, ünler, pozlar bize göre değil… Bize yakışmaz bunlar. İnsanım iddiasında bulunan hiç kimseye de yakışmaz… Bize yakışan yukarıda andığımız tutumdur.
Yine kulak verelim Hayyam’a:
Şu dünyada üç beş günlük ömrün var,
Nedir bu dükkânlar, bu konaklar?
Ev mi dayanır bu sel yatağına?
Bu rüzgârlı yerde mum mu yanar?
Çocukluğumu ve ilk gençliğimi içinde yaşadığım evimiz Konya’nın bir kenar semtindeydi. Şehir merkezine ve o merkezin üst kısmında bulunan ortaokula, liseye gidip gelirken toprak yollardan geçerdim. Ve yazları bu yollarda karıncalar aynı izden art arda giderek oluşturdukları zincir dizileriyle kışlık nafakalarını; ot tohumu ya da benzeri yiyecekleri taşırlardı yuvalarına. Ve ben o zincirlerin üzerine basmamak için hep dikkat gösterirdim. Bisikletliyken bile karşıya bakmam gerekirken tekerleğin önüne bakardım; bir karınca zincirinin üzerinden geçmeyeyim, onlara zarar vermeyeyim diye. Düşme tehlikesi bile atlattığım olurdu, böyle durumlarda. Ama düşmedim hiç.
Evliliğimizin 40’ıncı yılını yaşıyor olduğumuz eşim ve ben örümcekleri bile asla öldürmeyiz. Onları özenle tutar, bahçeye bırakırız.
Köyden şehre göçünce babam ve annem, ben ve diğer üç kardeşimin rızkını hayvancılık yaparak sağladı. Onlar da çok severlerdi hayvanları. Çok değerli, sevgili rahmetli ilkokul öğretmenim Seniha Hanım da çok severdi. Bunlar ve diğer öğretmenlerim öğretti, bize hayvan sevgisini, bitki sevgisini ve insan sevgisini… Sonra üniversiteye gidip Kur’an Mealini okuyunca, orada da yukarıda andığımız gibi, aynı yüce anlayışla karşılaştık. Ve sevindik, mutlu olduk.
Geldik gidiyoruz… Her gelen de gidecek…
Gelip de eskiyenler, yeni gelenler,
Hepsi gider bugün yarın, birer birer;
Kimselere kalmamış bu eski dünya:
Kimi gitti gider, kimi geldi gider.”
Dal goncayı bir sabah açılmış buldu,
Gül melteme bir masal deyip savruldu.
Dünyada vefasızlığa bak; on günde,
Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu.” (Ömer Hayyam)
Biz hep bu bilinç içinde olduk. O bakımdan mal, mülk, ün, poz, makam, koltuk peşinde hiç koşmadık.
Ama bir şeyi yapmaktan da hiç geri durmadık: Bu dünyada insanlar da, hayvanlar da acı çekmesinler, ezilmesinler; hep mutlu, eşit kardeşçe yaşasınlar. Havası, denizleri, gölleri, ırmakları tertemiz; dağları, ovaları yeşilliklerle dolu güzel bir dünyada yaşasınlar. Yani bu dünya cennet olsun; hem kendisi he de içinde yaşayanlar için. Onu anlattık, onu öğrettik, onun mücadelesini verdik hep.
Fakat karıncayı bile ezmekten sakınan ben, zalimler karşısında asla sessiz kalmam. Onlara, dur, ey zalim, derim. Zalimlik etme, işini efendice gör, derim. Ve zalimleri durdurmak için her şeyi göze alırım. Her bedeli, düşünmeden kabullenirim. Diyoruz ya “insanca yaşamak güç iştir” diye…
Bu zorlukların yanında güzellikleri de vardır, insanca yaşamanın. Öğrencileriniz, tanıdıklarınız, dostlarınız sizi hep sayarlar, severler. Hep hatırlarlar, iyilikle yadederler. Onlarca yıl görüşmeseniz bile, sizi gönüllerinde yaşatırlar. Siz bunu bilirsiniz. Ve bu durum, çok büyük mutluluk verir insana.
Yeniden davamıza dönersek:
Şikâyetçinin şikâyeti üzerine Üsküdar Belediyesi Veteriner İşleri Müdürlüğünden gelen görevliler iki gelişlerinde de bizi haklı buldular. “Amca keşke herkes sizin gibi yapabilse.” dediler.
Çengelköy Karakolundan ifademi almak üzere çağıran görevli memur, ben karakola gelip “Beni çağırmışsınız.” dediğimde, daha benimle hiç konuşmadan; “Hocam, ben sizi çağıracağım. Siz o zamana kadar şu karşı odada oturun.” dedi, bana. O anda ben tanımadım ama şikâyetçinin eşinin ifadesini alıyormuş.
Beni “Hocam, buyur.” diyerek çağırdığında; odasında bana “Oturun.” diye yer gösterdi. Boğucu bir yaz sıcağıydı. Terlemiştim. “Hocam, arkanızdaki pencereyi açalım, isterseniz; rahatlayın.” dedi. Ve odadaki genç polislerden birine “Hocama ve hepimize çay getir.” dedi.
Diyeceğim, daha ben tek kelime söylemeden, şikâyetçiyi ve tanıklarını dinlemiş, olayı özünü kavramıştı. Davranışının nedeni buydu. İfademi yazmayı bitirince; “Ya Hocam, herkes yapar sizin yaptığınızı. Ben de yemek artıklarını, sokağımda hayvanlara veriyorum.” dedi. Ve beni karakolun kapısına kadar uğurladı.
Geçen duruşmada karşı tarafın avukatı olarak gelen genç, sevimli, altın kalpli avukat hanım, sizin de gözlediğiniz gibi, beni dinleyince; haklılığımıza hemen kani oldu. Ve benimle bu konuda konuşmaya başladı. Siz, “Bunları dışarıda konuşun.” dediniz. Duruşma da zaten bitmişti. Bu hanım kızın dışarıda bana “Amca, siz çok iyi bir amcasınız. Ve haklı olan sizsiniz. Davanın içeriğinin böyle olduğunu bilseydim, kabul etmezdim, bu davayı.” dedi. Ve ben onu kendi öz kızıma ve sayıları pek çok manevi kızlarıma duyduğum sevgiyle kucakladım. O da beni, babasını ya da amcasını kucaklar gibi kucakladı.
Demek ki, dünyada sadece zalimler var değil. İnsanlığının hakkını vererek, onun bedelini ödeyerek yaşayan insanlar da var. Ve bunlar çoğunlukta aslında. Ve sonunda insanlık kazanacak. Bundan hiç kuşkum yok.
Sayın Hâkime Hanım,
Kararınız ne yönde olursa olsun, onu alıp Kızılay’a fakülte hayatımdan başlayıp 63,5 yaşımı dolduruncaya kadar yaptığım kan bağışları karşılığında aldığım takdirname belgelerimin, rozetimin ve organ bağış kartımın yanına koyup çocuklarıma ve torunlarıma miras bırakacağım. Onların babaları ve dedeleriyle gurur duymalarını sağlayacağım…
Takdir sizin…
08.05.2012
Nurullah ANKUT