Hâlâ birinci parti çıkmalarının sırrı; hiç duraksamaksızın din alıp satmaları ve Amerika tarafından oynatılıyor olmalarıdır…

Kaçak Saraylı Tayyip nam Hafız dünya liderimiz gibi, bir de dünyada eşi benzeri olmayan Hazine ve Maliye Bakanımız var, Nureddin Nebati adlı, değil mi?

O da geçenlerde yaptığı bir açıklamayla dünya lideri bir bakan olduğunu ortaya koyuverdi…

***

Videonun Tapesi:

Şimdi düşünebiliyor musunuz, ben bunu bir, yabancı ülkenin bir bakanıyla sohbet ediyoruz. ‘Ya’ dedi, ‘sizin enflasyon çok yüksek.’

Doğru, dedim. Biz bununla mücadele edeceğiz, bunu çözeceğiz. Kararlıyız. Ama bakın, dedim, ben bu enflasyonla sokağa çıkıyorum. Siz yüzde 10’luk enflasyonla sokağa çıkamıyorsunuz. Şimdi bu, vay be herkes kanıksamış anlamında bir şey değil…

***

Nebati Hafız’ın söyledikleri aslında Türkiye’nin en öldürücü trajedisidir…

Nebati aslında ağlanacak, utanç verici, insanı kahredici bir durumu övünç vesilesi olarak görüyor, gösteriyor ve savunuyor. Ben, diyor, bu yüksek enflasyonla sokağa çıkabiliyorum…

Kaçak Saray’ın yan kurumlarından biri olan TÜİK’e göre bile enflasyon yüzde kaçmış Yoldaşlar?

Yüzde 80, değil mi?

Tabiî bu Saray’ın enflasyonu. Gerçek enflasyonsa bunun en az iki buçuk katıdır…

Avrupalı Bakan ne durumdaymış?

Yüzde 10’luk enflasyonla bile sokağa çıkamıyormuş…

Niye çıkamıyormuş?

Çünkü oraların halkı hesap sormasını biliyor, kendisini yönetme iddiasıyla iktidarda bulunan kişilerden. “Bu ekonominin hali ne böyle? Mal ve hizmetlerdeki yıllık fiyat artışı yüzde 10’u buldu. Siz ne iş yapıyorsunuz? Böyle ekonomi mi yönetilir? Bilmiyorsanız bu işi ya da yönetemiyorsanız bırakın gidin”, diyebiliyor. Bu da muhakkak ki hem hakkı hem de insan olmanın kendisine yüklediği bir görevdir. Ancak hayvanlar kendilerine yapılan zulüm karşısında boyun eğerler, zalimin önünde. Ne yapsınlar… Zalim güçlüdür, silahlıdır. Hayvansa çaresiz…

Evet, Nebati’nin de içinde bulunduğu Kaçak Saray avanesi, Reisleri de dahil olmak üzere sokağa çıkabiliyorlar ne yazık ki Türkiye’de. Ve onların partisi bütün bu ekonomik, sosyal, siyasi, ahlâki yıkıma, tahribata rağmen hâlâ birinci parti olma özelliğini koruyor. Yüzde 30 civarında oy alabildiğini gösteriyor, yapılan kamuoyu araştırmalarının sonuçları.

Demek ki bunca zulme rağmen, bunca yoksulluğa, açlığa sefalete rağmen insanlarımızın üçte bire yakın bir bölümü hâlâ bunlara inanabiliyor, bunların peşinden gidebiliyor…

Bunun sebebi nedir, arkadaşlar?

Gerçek sebebi nedir?

Hep söyleriz ya; bizim için gerçek sebeplere ulaşmaktır temel amaç. Bunu yapabilirsek ancak olayları doğru görebilir, anlayabilir, kavrayabilir, çözümleyebilir ve oradan devrimci hedefimize giden yola dair belirlemelerde bulunabiliriz.

Antik Çağ’ın ünlü düşünürü, atom kavramına da adını veren (atomus: maddenin artık daha bölünemeyen, parçalanamayan en küçük parçası) Abderalı Demokritos, “Olanlara ve olaylara dair bir tek sebep bulmayı, Pers Kralı olmaya tercih ederim”, der…

Sebepler gerçekten de işte böylesine önemlidir hayatta, arkadaşlar…

Biz de bu Tayyipgiller avanesinin tepeden tırnağa binbir suça batmış olmalarına rağmen, bunca ihanet, vatan satıcılık, kamu malı hırsızlığı, Laik Cumhuriyet yıkıcılığı ve ekonomik tahribat ve iflaslarına rağmen, hâlâ birinci parti oluşlarının gerçek sebebini bulmazsak; ülkemize dair hiçbir şeyi gerçekte nasılsa öylece, olduğu gibi görüp, anlayıp kavrayamayız.

Tayyipgiller’in iki güçlü silahı vardır. Aslında 1950 sonrası iktidara gelen tüm sağ partilerin de kullandığı en etkili silahlarıdır bunlar.

Nedir bunlar?

1- Din alıp satmak. İnsanları Kur’an’ın deyişiyle “Allah’la aldatmak.”

Dikkat edersek; Tayyipgiller’in en tıfılından en kallavisine ve kaşarına kadar bütün elemanları her ağızlarını açışta dinden, imandan, kitaptan, Kur’an’dan, Hadisten, Sünnetten ve Peygamberden dem vururlar, hiç bıkıp usanmadan. Böylece de saf, bilinçsiz, cahil ve yoksul insanlarımızın sığındıkları biricik değer olan dini inançlarını hayâsızca sömürürler-istismar ederler.

Batıya baktığımız zaman oranın siyasetçileri, devlet adamları hiç İsa Mesih’ten, İncil’den, Eski Ahit’ten söz etmezler. Eğer politikalarını dini ambalajlar içinde halka anlatmaya kalkarlarsa, bunun kendilerine hiçbir yarar sağlamayacağı gibi halkta büyük bir kızgınlık ve öfke oluşturacağını çok iyi bilirler. Oranın halkı der ki; bana ne senin dinsel inanışından. Neye, nasıl inanıyorsan inan. Bize sadece ne gibi kolaylıklar sağlayacaksın, hayatımızda ne gibi iyileştirmeler yapabileceksin yani neler vaat ediyorsun bize; sen onları anlat.

Ama bizde durum tam tersi, değil mi arkadaşlar?

Tayyipgiller’den veya benzeri gerici partilerden biri ne kadar fazla dinden imandan söz ederse, halkın gözünde o kadar sevimli, güvenilir insan olarak algılanır.

Peki halkımızdaki anlayış neden böyledir?

Hatırlanacağı gibi, felsefe, din, kültür, sanat, hukuk, siyaset hep birer üstyapı kurumudur yani toplumun çatısını oluşturur bunlar. Bunları asıl belirleyense ekonomik altyapıdır, tabandır, temeldir.

Bizde, geçen yazılarımızda da söz edegeldiğimiz gibi Modern bir kapitalist sınıfı tek başına iktidarda değildir. Onun, 6 bin yıldan bu yana toplumların kanını soğuran, nefesini kesen, acımasız vurguncu, soyguncu ve zalim Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye gibi bir iktidar ortağı vardır. Finans-Kapital çağındayız. Kapitalist sınıf da tekelcileşmiş, TÜSİAD, TİSK, Ticaret Odaları gibi örgütler içinde bir araya gelmiş otuz kırk aileden ibaret Finans-Kapitalistler Zümresini oluşturmuştur. Kapitalistlerin en tepesindekilerden yani en irilerinden oluşur bu Finans-Kapitalistler Zümresi. Sınıfın geri kalanlarının söz hakkı, etkinliği kalmamıştır artık.

İşte bu Finans-Kapitalistler, kendileri bir avuç olduğu için -sayıları 500’ü ya bulur ya bulmaz- iktidarlarını pekiştirebilmek için yani sağlamlaştırıp koruyabilmek için, tüm Anadolu şehir, kasaba ve köylerimize varıncaya dek örgütlü bulunan Tefeci-Bezirgân Sermaye ile ittifak etmek, tabiî kendisinin birinci planda olması kaydıyla, ortaklık etmek mecburiyetinde kalmıştır.

Tayyipgiller’le birlikte Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin çıkarlarını savunan partisi iktidara gelmiştir. TÜSİAD’cılarla yani Finans-Kapitalistlerle bir ara iktidarı kardeş payı paylaşmışlar, daha sonra da kendileri de bizzat Finans-Kapital yapısına büründükleri için TÜSİAD’cıları ikincil plana atmışlardır.

Bunların kendi Finans-Kapital örgütü, hatırlanacağı gibi MÜSİAD’dır. Ticaret Odalarının da önemli kesimini ele geçirmişlerdir aynı zamanda.

Tayyipgiller’le TÜSİAD’cılar arasındaki bazen alttan alta, bazen su yüzüne çıkan tepişmenin ve kapışmanın sebebi işte bu sınıf farklılığından kaynaklanır. Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı MÖ 4 bin yıllarında meydana çıkıp iktidar olmuş ve o tarihten bu yana da tüm Ortadoğu ve Şark Toplumlarına kan ağlatmıştır.

Modern Kapitalistler Sınıfı ise 14’üncü Yüzyıl’ın sonu ve 15’inci Yüzyıl’la 16’ncı Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde, Avrupa’nın en batısında yer alan İngiltere’de ortaya çıkmıştır, oradan Kıta Avrupası’na yayılmıştır. Ve 1850’lerden itibaren de Tekelci Finans-Kapitalizm aşamasına ulaşmıştır. Yani Emperyalizm aşamasına ulaşmıştır. Emperyalizmin en kısa tanımı, bildiğimiz gibi, Tekelci Kapitalizmdir.

Modern Kapitalizm doğarken tüm Antika sınıf kalıntılarını temizlemiştir. Kazıyıp atmıştır toplumdan. Bizde Kapitalizme hem geç hem de güç girildiği için yani bütün dünyada Modern Kapitalizm, Emperyalizm aşamasına ulaşıp gericileştiği bir zamanda biz Burjuva Devrimini yapıp Kapitalist bir toplum olarak ortaya çıktığımız için Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin toplumdan kazınması şöyle dursun tam tersine; onunla ittifaka girilmiştir. Çünkü Modern Kapitalizm de artık emperyalizm aşamasıyla birlikte gericileşmiştir, bütün devrimci barutunu tüketmiştir. O yüzden de Antika çağların kalıntısı olan Tefeci-Bezirgân Sermayeyle ittifak etmekte hiç sakınca görmemiştir. Tam tersine; iki gerici güç birbirini çekmiş, birbiriyle sarmaş dolaş olmuştur.

Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye, yine hep söyleyegeldiğimiz gibi üretimle ilgilenmez. Sadece üreticilerle tüketiciler arasında aracılık eder. Bu sayede korkunç kârlar elde eder. Hem üreticileri hem tüketicileri borçlandırarak “faiz” adı altında haraca bağlar onları.

Bu insanlık düşmanı Antika sermayenin faiz haracına Hz. Muhammed ve Kur’an çok şiddetle karşı çıkar. “Riba”-faiz haramdır, der. Ve faiz yiyenler mahşer günü mezarlarından sara nöbeti geçiren insanlar gibi kalkacaklardır, diyerek Müslümanları faizden ve faizcilerin kötülüklerinden korumaya çalışır. Fakat ne yazık ki başarılı olamamıştır İslamiyet bu konuda da.

Aynen şöyle der Kur’an:

“(Farklı isimler ve sistemler içerisinde ve çeşitli şekillerde) Faiz (riba) yiyenler (ve faiz ekonomisini yürütenler; dünyada asla ayakta duramayacak, onurlu ve huzurlu yaşayamayacak, kıyamet günü ise) ancak şeytan çarpmış (sara nöbetine yakalanmış) olanın kalkışı gibi, (Allah’ın kahrına uğramış) olmaktan başka (bir tarzda) kalkamayacaklardır.” (Bakara Suresi, 275’inci Ayet, Abdullah-Ahmet Akgül Meali)

Kur’an’da da sözü edilen helak olmuş toplumların ve Osmanlı da dahil olmak üzere bütün Ortadoğu, Akdeniz ve Asya Medeniyetlerinin yıkılmalarında başrolü oynayan hep bu Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin üreticilerle tüketicileri çift yönlü bu haraca bağlamasından ve onların kanlarını kurutup soluk borularını tıkamasından kaynaklanır. Bu sermaye sınıfı kalınlaştıkça ülke topraklarını da ele geçirir, derebeyileşir. Ve toplumu gittikçe derebeyileşmenin bataklığına saplar, bu hayâsızca vurgun ve soyguna dayanamaz o toplum insanları ve o medeniyetler. Paldır küldür çöker. İmparatorluklar dağılır, devletler yıkılır.

Bu Antika sermaye sınıfı, doğası gereği her türlü gelişime, ilericiliğe karşıdır. Gelişimin kendi iktidarını tehdit edeceğini ve hatta yıkacağını hesaplar. O yüzden toplumun hiç değişmeden sonsuza dek öylece kalmasını ister. İşte onun bir üstyapı kurumu olan dinler de değişmez, sabit bir dünya tablosu sunarlar insanlara. Yeryüzü de yeryüzündeki bütün canlılar da altı gün içinde Tanrı tarafından yaratılıp kesin şekline kavuşmuştur dinlere göre. Ve bu şekiller asla değişmez. Çünkü yaratan o şekilde yaratmıştır her şeyi.

Bu nedenle de Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye, dini hep kendi sınıf iktidarını, tabiî çapulunu koruyacak en iyi ideoloji olarak benimser ve durmaksızın kullanır. İnsanların, onların zulmünden kaynaklanan acılarına teslimiyetle katlanmalarının öbür dünyada büyük mükâfatlar olarak kendilerine döneceğini ve onları çok mutlu edeceğini öğütler, yoksul, cahil insanlarımıza. Ya, bu dünya geçicidir, boş verin burayı, asıl kalıcı olan öbür taraftır; siz hep oraya hazırlık yapın, diyerek insanlarımızı hep ahirete ısmarlar.

Başa çıkılmaz acılar ve dertler içinde kıvranan insanlarımıza bu kandırmaca az da olsa ferahlık verir, mutluluk verir, avuntu sağlar. Yani dinlere sığınmanın verdiği bu mutluluk, rahatlık, kayıtsızlık, bir anlamda uyuşturucuların verdiği hazza benzer. Aslında bu mutluluklar gerçekler dünyasından bir kopuş ve kaçıştır. Adından başka hiçbir varlığı belli olmayan bir sanal dünyaya kaçıp sığınmadır.

İşte bu gerçeklikten hareketle Usta’mız Marks ne der, dinsel avuntular için?

“Dinsel üzüntü, bir ölçüde gerçek üzüntünün dışavurumu ve bir başka ölçüde de gerçek üzüntüye karşı protesto oluyor. Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor. Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aylasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor.” (Karl Marks, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınları, s. 191-192)

İşte Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye, dinin halkta yarattığı bu uyuşturucu mutluluk ve teselliyi çok iyi bildiği için sömürü, vurgun ve zulmünü azgınlaştırdıkça dini kullanmayı da aynı oranda artırır. Böylece din, halkın artan acılarına uyuşturucu etkisi yaparak onları baskılasın ister.

Tabiî din, canlılar âlemindeki her varlık gibi, doğanın bir parçası olan insanı bu yanıltıcı etkisiyle doğadan koparır, onu farklı bir varlık haline getirir ve ona ölümsüzlük sunar. Cennet vaadinde bulunur. Bu yönüyle de öbür dünyayı olağanüstü bir şekilde çekici kılar. Düşünsenize; sonsuz bir âlemde, sonsuz mutluluklar içinde yaşayıp gideceksiniz… E, böyle bir vaadin yanında elbette ki bu dünyada çekilen acıların, sıkıntıların pek bir önemi olmaz…

İşte bu sebepten, arkadaşlar; bu azgın, vicdan, merhamet, insanlık bilmez Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı, binlerce yıldan bu yana tarikat ve cemaatlerle, kurslarla, medreselerle, tekkelerle, zaviyelerle durup dinlenmeden, gece gündüz din pazarlar, din satar, acımasızca ezip sömürdüğü bilinçsiz, cahil insanlarımıza…

Cumhuriyet, 3 Mart 1924 Devrim Yasalarıyla birlikte tarikat ve cemaatleri, tekke ve zaviyeleri, medrese ve kursları yasaklar. Eğitim Birliği Kanunu, eğitimin sadece modern devlet okullarında verilebileceğini buyurur.

Evet, yasalar böyle der. Fakat onun ekonomik temeldeki sosyal sınıf varlığına yani Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının sömürü ve çapuluna bir şey demez Cumhuriyet. Böyle olunca da ekonomik temelde var olan sömürü ve vurgununu en hayâsız biçimde sürdüren bu sınıf ister istemez kendi kültürünü, kendi dinini, kendi sanatını da var etmeye devam edecektir. İşte bu nedenle, yasaklanan tüm Ortaçağ kurumları gizliden gizliye faaliyetlerini kesintiye uğratmaksızın sürdürürler.

1950 sonrasında da zaten işbaşına gelen sağ iktidarlar bunları fiilen özgür bırakır. Artık pervasızca çalışmaya devam eder bu Ortaçağ kurumları. E, bu kurumlar da bu denli yoğun ve serbest çalışınca ister istemez zehirli meyvelerini vereceklerdir.

Alamos Gold ve benzeri emperyalist altın şirketlerinin ormanlarımızı katlederek dağlarımızı, ovalarımızı, tarım arazilerimizi siyanürle zehirleyip harap etmesi gibi, bu tarikat ve cemaatler tarafından oluşturulan yurtlar, medreseler, tekkeler, kurslar da insanlarımızın zihnini zehirleyip harap eder, tahribata uğratır. Zihin hasarı oluşturur.

Biz onların tuzağına düşmüş insanlara “kafayı yakmış” kişiler deriz. Onlar artık gerçeklikle bağı koparmışlardır. Doğadaki, toplumdaki, dünyadaki hiçbir olayı gerçekte olduğu gibi, sebep-sonuç ilişkileri içinde, neyseler öylece göremezler, kavrayamazlar, anlayamazlar. Bu hale getirilince de insanlar; “Allah’la Aldatıcı Büyük Aldatıcıların-İblislerin” kolayca tuzaklarına düşerler, onların avı olurlar.

İşte Tayyipgiller’in 20 yıldan bu yana sömürü, soygun, talan, vurgun, yolsuzluk, ihanet, vatan satıcılık ve binbir kötülüğü durup dinlenmeden yapmış olmalarına rağmen hâlâ kamuoyu yoklamalarında birinci parti olmalarının en önemli iki sebebinden birisi budur…

Yani insanlarımız kandırılmaya hazır, elverişli, müsait kurbanlar olarak Tayyipgiller’in önündedir artık. Tayyipgiller istedikleri oranda ve istedikleri sayıda kandırabilirler bu insanlarımızı…

Gelelim Tayyipgiller’in hâlâ birinci parti çıkmalarında etken olan diğer sebebe…

Bu da Tayyipgiller’in partisi olan AKP’yi bizzat ABD’nin, İngiltere’nin ve Siyonist İsrail’in devşirip kurmuş olmasıdır. Hatırlanacağı gibi Tayyip, tâ Refah Partisi İstanbul İl Başkanıyken, 1989 yılında dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Yahudi asıllı Morton Abromowitz tarafından, taşıdığı yüksek ihanet potansiyeli keşfedilmiş ve devşirilmiştir. Sonra Abdullah Gül, Bülent Arınç, Melih Gökçek, Hayati Yazıcı, Binali Yıldırım gibi kaşar Ortaçağcılar, Tayyip’in yardımcılığına getirilmiştir, yine ABD tarafından. Ve bunların öncülüğünde ihanet, soygun ve yıkım partisi olan AKP kurdurulup örgütlendirilmiştir. 14 ay sonrasında da iktidara taşınmıştır. O günden bugüne de yine Tayyipgiller ve onların Kaçak Saray Saltanatı bu haydut emperyalist efendileri tarafından iktidarda tutulmaktadır,…

Ve bugün bile ABD ve AB Emperyalist Çakalları hâlâ bazı söylentilerin aksine ısrarla bu çıkar amaçlı mafyatik ihanet örgütünü iktidarda tutmaya devam etmektedir ve sonrasında da tutmaya devam etmek istemektedir. İşte bu konuda iki kanıt:

***

Videonun Tapesi

Son 3-4 ayda Strazburg’dan Paris’e, Londra’dan Oslo’ya, Viyana’dan Bratislava’ya, Vilnius’tan Zürih’e ve tabiî Berlin’e kadar pek çok kentte diplomatlarla, siyasetçilerle, gazetecilerle görüştüm. Avrupa’nın ve Türkiye’nin gidişatına dair izlenimimi şöyle özetleyebilirim:

İktidarın “Batı bizi devirmeye çalışıyor” propagandasının aksine Batı, sona yaklaşan Erdoğan iktidarını ayakta tutmaya çalışıyor. Her bir ülkenin ayrı gerekçesi var. Kimi mültecileri Avrupa’ya göndermesin diye, kimi Batı ittifakından kopup Rusya’ya yanaşmasın diye Erdoğan’a destek oluyor. Bazıları; “E, her istediğimizi yapıyor, daha iyisini mi bulacağız?”, diye düşünüyor. Bir kısmı muhalefete güvenmiyor.

Şimdi Saraydaki tek adamı şu ya da bu yolla ikna edip sonuç alabiliyorlar. Mesela Altılı Masadakilerin muhtemel iktidarında, koalisyonun her ortağını tek tek ikna etmekte zorlanacaklarını düşünüyorlar. Kaldı ki iktidara aday olanların Avrupa Birliği, NATO, Rusya gibi konularda, ekonomik politikada ne düşündüğünü de hâlâ tam olarak bilmiyorlar.

Financial Times’ta önceki gün yayımlanan makale, aslında Batının bu tavrını mükemmelen özetliyor. Makale; “Erdoğan sinir bozucu, ancak vazgeçilmez bir müttefik”, başlığını taşıyor. Yazar Erdoğan’a demediğini bırakmıyor. “Çileden çıkarıcı, şantajcı, baskıcı, can sıkıcı, rahatsız edici, kaypak, sinir bozucu, ekonomiyi yanlış yöneten, çaptan düşmüş bir politikacı…”

Bütün bunları sıralayıp, “Amaaa”, diyor.

“Erdoğan böyledir diye Türkiye’nin NATO’dan atılması stratejik bir felaket olur. Ukrayna’dan çıkan tahıl tankerlerinin Karadeniz’den dünyaya geçişini Türkiye kontrol ediyor. Kaldı ki Türkiye 3,7 milyon Suriyeli mülteciyi ağırlayarak AB’nin sırtındaki bir yükü taşıyor. Yunanistan dışında da NATO’ya tehdit oluşturmuyor. Suudi yakınlaşmasında görüldüğü gibi, zora gelince pekâlâ esnek olabiliyor.”

Ve yazı nihayet sadede geliyor:

“Seçim yaklaşırken Türk ekonomisi felakete gidiyor. Erdoğan felaketten kaçınmak için yabancı desteğe ihtiyaç duyacak. IMF’ye de gidebilir. Ekonomik yardım yapılırsa makul bir tavır gösterebilir.”

Bu yaklaşımın özeti şu:

“Yeni bir koalisyonla risk alacağımıza, Erdoğan’a para vererek iktidarda tutalım ve dediğimizi yaptıralım.”

Başta söylediğim gibi Batı, Erdoğan’ı devirme değil yaşatma derdinde. Bu baskı rejimi yıkılacaksa dış dinamikle değil, dış dinamiğe rağmen yıkılacak.

*** 

Açıkça görüldüğü gibi, arkadaşlar; Tayyip ve avanesi şu anda ABD ve AB Emperyalistlerinin her dediğine hiç itirazsız, harfiyyen uymaya mecbur ve mahkûmdur.

Tayyip, kendisinin nasıl devşirilip partisinin bizzat CIA, MI6 ve Mossad tarafından nasıl teşkilatlandırılıp iktidara getirildiğini kendi deneyiminden de çok iyi bildiği için, ABD’nin istemediği anda en geç bir hafta içinde iktidardan paldır küldür tekerleneceğini adı gibi bilmektedir…

ABD, bırakın Tayyipgiller gibi 22 yıllık bir partiyi, Suudi Krallığının bile bir hafta içinde desteklerini çektikleri anda yıkılacaklarını açıkça Trump’ın ağzından onların yüzlerine karşı söylemiştir.

Ne demişti Trump, başkan seçilir seçilmez gittiği Suudi Arabistan’da?

“Bizim desteğimiz olmasa bir hafta içinde krallığınız yıkılır. Bizim sayemizde iktidarınızı sürdürmektesiniz. O halde bunun bedelini ödeyeceksiniz…”

Hain, Türk ve Türkiye düşmanı Suudi Kralı ve Prensleri tık diyebildi mi bu konuda Trump’a?

Hayır…

Tam tersine; Trump’ın önlerine koyduğu faturayı hiç itirazsız imzalayıp geçtiler. Hatırlanacağı gibi Trump, 350 milyar dolarlık silah ve başka malzemelerden oluşan bir satış sözleşmesini imzalatıp cebine koydu ve dönüp gitti memleketine. Suudi namussuzlar da tıkır tıkır ödediler bu 350 milyarlık faturanın karşılığını. Bunun 110 milyar dolarlık bölümünü de silah satışı oluşturmaktaydı…

Yine geçenlerde “Kar Leoparımız” Nasuh Mahruki’nin bir açıklaması vardı bu konuda. O da şöyle diyordu:

***

Video oynatıcı

00:00
04:45

Videonun Tapesi:

Valla ben SBK olayını şöyle hatırlıyorum: Gazetelerde böyle çok, magazin gazetelerinde çok devasa güzel fotoğraflar, muazzam evler, arabalar hatta küçücük bir çocuğu bile kullanmışlardı burada. Oğlu böyle bir Bentley’in, bir Rolls Royce’un bir acayip arabalar koleksiyonunun üzerinde işte; “Türkiye’nin en zengin, en hayırsever işadamlarından biri”, filan gibi böyle çok müthiş haberlerle hayatımıza girdi. Tıpkı Reza Zarrab gibi, hayırsever bir işadamı gibi.

Bunların hepsi profesyonel dolandırıcı. Bu insanlar bir şekilde bir yolunu buluyorlar yani nasıl buluyorlarsa, uluslararası tabiî ki suç örgütleriyle işbirliktelikleriyle birlikte. Ve bir biçimde işte Amerika’dan para çalıyorlar, Türkiye’den para çalıyorlar, bunları bir yöntemle aklıyorlar. Reza Zarrab altın ticaretiyle bir işler çevirdi, bu başka şekilde işler çevirdi. Ama zannediyorlar ki bu paralar akıyorken, geliyorken böyle dolar milyoneri oluyorlar, onlarca, yüzlerce milyon dolarları oluyor, süper lüks otellerde süper lüks hayatlarda, yemeklerde, buluşmalarda. Bence bir başarı, zevk, güç sarhoşluğu içerisinde, bu hep böyle devam edecek kafasında gidiyorlar.

Amerika ne yapıyor bu durumda?

Amerika bunların hepsini büyüteçle değil, mikroskopla takip ediyor. Her şeyini, her adımını takip ediyor ve bilgi topluyor. Doğrudan müdahale etmiyor, bilgi topluyor, bu işlerin içinde kimler var diye. Sabırlı bir şekilde, örümcek sabrıyla bekliyor ve altı ay bekliyor, bir sene bekliyor. Bütün bu işlerin yürütülmesindeki en uç noktaya kadar, herkesi bir kere bir tespit ediyor.

Sonra da, uygun zamanda da bir şekilde hamlesini yapıyor. Tabiî bunlar Amerika tarafından bu kadar takip edilirken, bizim de hukuk sistemimizde bürokraside, şurada, burada yakalanıyorlar, iz bırakıyorlar. Bizde de sesler yükseliyor ama Türkiye’deki sesleri bastırmak çok kolay. Türkiye’de zaten ne bunlara el atacak bir savcılık var, bir hukuk düzeni var ne de hani bunu yazsan da buradan bir yola çıkacak, medyadan etkilenecek de buradan bir durumdan vazife çıkaracak bir bürokrasi var, hiçbir şey yok. Türkiye’de dolayısıyla çok kolay bu işleri yürütebilmek.

Bu aslında Amerika’nın da işine geliyor bence. Çünkü bütün suç örgütünün tamamını dağıtabilecek fırsatı yakalıyor. Amerika’nın derdi parayı almak, paranın peşinde Amerika, çok büyük paralar çünkü bunlar. Biz maalesef kendi suçlularımızı, bizim ülkemizi soyan insanları Amerika’ya kaptırıyoruz ve parayı da kaptırıyoruz. Halbuki yakalasak adamları burada yargılasak, burada konuştursak, burada ilişkiler ağını ortaya çıkarsak, paraya da burada el koyabiliriz devlet olarak.

Peki, bizim suçlular niye bunun Amerika’ya gitmesini istiyor?

Çünkü Türkiye’de pazarlık mazarlık yok. Türkiye’de adamı yakaladın mı zaten hem siyasi iktidar gidecek, hem bürokrasi dağılacak, hem paralar kaybedilecek ve hapse girecekler. Ama Amerika’da pazarlık yapma güçleri var. Bence bugün siyasi iktidar için artı bir, eksi bir hiç fark etmez. Zaten Reza Zarrab’dan ve başka bir sürü davadan yakalanmış durumdalar. Zaten Amerika’nın elinde bunlara karşı dünya kadar koz var ama kullanmıyor. Çünkü Amerika bizim siyasi iktidarı, siyaseten çıkarları için de kullanmaya devam ediyor. Yani bilse anında işini bitirir, bizim hükümeti devirir, anında istese bilse demiyorum pardon. İstese anında bitirir, bitirmiyor. Bitirmemesinin sebebi, hâlâ Türkiye’den alacağı şeyler var.

Devletler arasındaki ilişkiler biliyorsunuz kozlar mücadelesidir, herkesin elinde kozlar vardır. Bizim en büyük talihsizliğimiz, bizim iktidarımıza karşı yabancı ülkelerin elinde inanılmaz kozlar var. Bu kozların bir tanesi bile bu insanları ömür boyu hapse atmaya, yatırmaya yetecektir Türkiye’deki hukukta. Ama hiç birini biz Türkiye’de sisteme sokamıyoruz, işletemiyoruz, hukuki takibat yapılmıyor. Savcılık, hâkim, mahkeme olmuyor, açılmıyor. Bekliyoruz, sandıktan sonra açacağız inşallah.

Böyle hukuk düzeni olur mu hiç?

Yani seçim beklenir mi hiç hukukun işlemesi için?

Seçimi kaybedecek de iktidar ondan sonra ancak bu dosyalar açılacak. Amerika da bunu işine geldiği gibi kullanıyor. Türkiye’deki bu açılamayan davaları kendi lehine manipüle ediyor, daha çok koz topluyor, daha çok elinde malzeme buluyor ve daha çok Türkiye’den istediklerini almaya çalışıyor.

Bunu nelerle söyleyebiliriz?

Ege’deki Türk Adalarının Yunanistan tarafından işgal edilmesi, silahlandırılmasına ses çıkartmamamızdan tut da Ermeni Soykırımı yalanlarına kadar dünya kadar parlamentoda alınan kararları yeteri kadar güçlü mücadele etmediğimize kadar. Veya işte diğer Kürdistan konusunda, Bütün hedefi Amerika’nın Kürdistan aslında, onu yaptırmanın derdinde. O yüzden izin veriyor bu iktidarın hâlâ devam etmesine. Elindeki kozları uygun zamanda ve yerlerde kullanmak için onların nefes almalarına ve hâlâ biraz daha kendilerini eğlendirmelerine izin veriyor.

Bizimkiler zannediyor ki bu böyle devam edecek. Etmeyecek, etmeyecek tabiî ki. Ama Türkiye çok daha büyük bedeller ödemek zorunda kalacak, bu hırsızları kendi ülkesinde yakalayıp, kendi Türk adaletiyle tanıştırmadığı için, karşılaştırmadığı için ve burada onlara bunun hesabını sormadığı için. Daha beter zarara uğruyor, kendi parasını da kaybediyor, siyaseten de bir yol kat edemiyor, hukuken de ilerleyemiyor, olan gariban vatandaşa oluyor.

***

Açıkça görüldüğü gibi, Nasuh Mahruki de Tayyipgiller ve Amerika bağlantısı hakkında aynen bizlerin söylediklerini söylüyor. Yani gerçeği söylüyor. Hatırlanacağı gibi, Tayyipgiller Nasuh Mahruki’yi, AKUT’u Kuvayimilliyeci, Laik Cumhuriyetçi ve Mustafa Kemalci bir çizgiye oturttuğu için, AKUT’un başından aldı. Hep söyleyegeldiğimiz gibi, Tayyip ve onun suç şebekesi Kuvayimilliye’ye, Laik Cumhuriyet’e, Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına en azgın düşmanlık içinde olmuşlardır hep. Bu sebeple bu ulusal değerlerimizi savunanlara da aynı oranda düşman kesilirler. Onlar Tarihteki Sevr’i imzalayıp uygulamaya kalkanların; Sultan Vahidüddin, Damat Ferid, Dürrizade Abdullah’ın ve Mustafa Sabri’nin, Sait Molla’nın torunlarıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ne de, vatanına da, halkına da bu sebeple düşmandır onlar…

Demek ki arkadaşlar; Tayyip ve avanesi ABD elinde tutsaktır, tam anlamıyla. Mal varlığı bağlamında tutsaktır ilkin. ABD Temsilciler Meclisi, bir ara Tayyip’in mal varlığının araştırılmasını talep etti. Nasuh Mahruki’nin de söylediği gibi ve bizim de yıllardan bu yana tekrar edegelmekte olduğumuz gibi, Tayyip ve ailesi kamu mallarından aşırdığı neredeyse yarım trilyon dolara yaklaşan servetini dünyanın değişik bölgelerinde istiflemiştir ve halen de istiflemektedir. ABD ise Tayyip’in dolar, avro ve altın cinsinden yabancı ülkelere götürüp Türkiye Halkından sakladığı, gizlediği bu paraların her dolarına varıncaya kadar nerelere gizlediğini çok iyi bilmektedir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Tayyip ve avanesi iktidardan tekerlenince de ABD Emperyalist Haydudu bu paralara el koyacaktır. Filipinler Diktatörü Ferdinand Marcos’un kamudan aşırdığı paralarına, iktidardan devrildikten sonra el koyması gibi… Tabiî ABD Tayyip’in bunca devasa serveti nerelere gizlediğini açıkladığı anda, hatta onların bir kısmını ortaya koyup sergilediği anda Tayyip’in işinin biteceği besbellidir.

Tayyip ve avanesi aynı zamanda Reza Zarrab ve Halkbank Davası dosyası bağlamında da tutsaktır ABD’ye. Çünkü bu konuda da Tayyip başta gelmek üzere onun bakanları ve diğer yakınları bu yolsuzluğun boylu boyunca içindedirler.

Bilindiği gibi bir de Sezgin Baran Korkmaz yolsuzluk davası sürmektedir ABD’de. Bu bağlamda da Tayyipgiller tutsak düşmüş vaziyettedir ABD Emperyalist Hayduduna. SBK de, bilindiği gibi, Tayyipgiller’in önde gelen yetkililerine hep büyük rüşvetler vererek onlarla içli dışlı çalışmıştır yıllardır.

Kaldı ki Tayyip’in bunlar ve benzeri ağır yolsuzluk, hırsızlık suçları olmamış olsa bile ABD Emperyalist Çakalı nasıl bunları devşirip partileştirip Türkiye’nin başına getirmişse aynı o şekilde bir anda paketleyip iktidardan aşağı yuvarlayıverir. Çünkü Türkiye ne yazık ki 1950’den bu yana ekonomisiyle, siyasetiyle, kültürüyle, hemen her şeyiyle tutsak alınmıştır Amerika tarafından. Hep söyleyegeldiğimiz gibi 70 yıldır Türkiye’yi Türkiye yönetmiyor; ABD Emperyalistleri yönetiyor. Kimin sandıktan çıkarılıp iktidara getirileceğine, kimlerin muhalefet rolü oynayacağına, kimlerin Parababası olacağına varıncaya kadar Türkiye’nin her şeyini ABD Haydudu belirlemektedir.

Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi CIA Şefi Nelson Ledsky ne demişti?

“Biz Meclisin her yerindeyiz.”

Yani iktidarı da, muhalefeti de biz oynatıyoruz. Meclisin yönetmeni, rejisörü ve senaristi biziz. Sadece oyuncular yerli…

Evet, arkadaşlar…

İşte 70 yıldır bu ihanet tiyatrosu oynatılıp duruyor Türkiye’de…

Zavallı cahil, bilinçsiz halkımız da sanıyor ki bunları biz seçiyoruz. Hayır, kesinlikle… Sen sadece hepsi de Amerika tarafından önüne konmuş kişilere yine Amerika’nın ajanları tarafından yönlendirilerek oy veriyorsun. Kıvılcımlı Usta çok haklı olarak halkımızın düşürüldüğü bu duruma “Oy Davarlığı” der. Yani emperyalist alçak, bir sürüyü güdüp yönlendirir gibi yönlendiriyor halkımızı. Halkımız da onun belirlediği insanlara oy veriyor. Olay bu…

Yukarıda Nasuh Mahruki ne diyordu, Tayyipgiller iktidarı için?

Bunlar sayısız suç işlemiştir. Ve Amerika bunları mikroskopla izler gibi izlemiştir, bu suçları işlerlerken ve kaydetmiştir. İstediği anda da onları ortaya koyup AKP’giller’i bir anda tepetaklak getirebilir…

Tayyipgiller adlı bu vurgun, soygun, hırsızlık ve ihanet örgütü suçlarını her geçen gün biraz daha boyutlandırıp, derinleştirip, ağırlaştırıp hayâsızca seviyelere çıkardıkça, din alıp satmaya da aynı oranda hız vermektedirler, demiştik. Evet, aynen öyle yapmaktadırlar. Suç işledikçe “Allah”, “Kitap”, “Ezan”, “Bayrak” nutukları ve naraları atmaktadırlar. Din, Kur’an, Ezan, Bayrak bunların mücrim içyüzlerini gizleyen bir maske işlevi görmektedir. Bunlar ne kadar dindar görünmeye çabalarlarsa, bilin ki o kadar ağır suçlar işlemişlerdir, ihanetler etmişlerdir, kamu malı hırsızlığı yapmışlardır.

Bunların profesör kılıklı amigoları boşuna demiyorlar; “Biz cahil ferasetine güveniyoruz”, diye. Çünkü cahil, yoksul, bilinçsiz insanlarımızı kolayca kandırabilmektedirler, Allah, Kitap, Ezan diyerek. Eğitimli, bilinçli, sorgulayan akla sahip insanlarımızı kandırmaları olası değil. İşte bu sebepten bilime de eğitime de, işleyen zihne de düşmandır bunlar en amansız şekilde.

Bizim burada önereceğimiz şu olur:

İnsanları Allah’la Aldatmayı en büyük siyasi rant elde etme aracı bilen bu “Büyük Aldatıcı İblis”lerin şerrinden kurtulmak, tuzaklarına düşmemek ve oyunlarına gelmemek için insanlarımızın sorgulayan bir akılla Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Mealini dikkatlice okumalarını öneririz. Tabiî sadece Kur’an metinlerini okumak, orada ortaya konan Ayet ve Surelerin hangi mesajları verdiğini anlamak için öncelikle Sure ve Ayetlerin “iniş”, “ortaya konuş” sıra ve tarihini çok iyi bilmemiz gerekir. Yani hangi Ayetle, Kur’an’ın ortaya konuş süreci olan 23 yıllık tarihin hangi aşamasında ve hangi olaylara karşılık gelmek, onlara çözüm getirmek için söylenmiştir; buna bakmak gerekir. Bunu yapmazsak, Kur’an’ı, ortaya konduğu olayların bağlamından koparmış oluruz. Dolayısıyla da gerçek anlamıyla anlayamamış, kavrayamamış oluruz.

Hz. Osman döneminde düzenlenip kitap haline getirilen ve o günden bu yana da aynı şekilde devam eden Kur’an, bir tek anlamsız, saçma ölçüt belirlemiştir: Fatiha Suresi hariç Sureleri en uzunundan en kısasına doğru sıralamıştır. Böylece de Kur’an anlaşılmaz hale getirilmiştir.

Öyleyse, arkadaşlar; Kur’an’ı öncelikle Ayetlerin ortaya konuş sırasını gözeterek okumalıyız ve hangi Surenin hangi Ayeti hangi olaylara çözüm ya da yorum ya da anlam getirmek için ortaya konmuştur; ona bakmalıyız. Yani Kur’an’ı okurken bir taraftan da İslami Literatürde “Siyer” kavramıyla nitelenen Hz. Muhammed’in peygamberlik sürecini, o 23 yıllık tarihi iyi izlemeliyiz. Kur’an metinleriyle bu tarihte yaşanan olayların ilişkilerini hep göz önünde tutmalıyız. Ancak o zaman anlayabiliriz Kur’an metnini ve mesajlarını layıkıyla…

Tabiî bu arada bir de İÖ 4 bin yıllarında Aşağı Mezopotamya’da ortaya çıkan Sümer Medeniyeti’nden başlamak üzere Asur, Akad, Babil, Hitit ve Yahudi tarihini, kültürünü, mitolojilerini, dinlerini araştırıp iyice öğrenmemiz, kavramamız gerekir.

Tabiî aynı zamanda da başta da belirttiğimiz gibi sorgulayan bir akılla, işleyen bir zihinle yapmalıyız bu işi. Çünkü bizi doğruya ulaştıracak olan, elimizdeki tek aracımız böyle çalışan bir akıldır. Onu gerektiği şekilde kullanırsak gerçeklere ulaşıp onları görüp kavrayabiliriz.

Mesela Âdem ile Havva Kıssası’nın her türden akıl ve mantıktan yoksun bir Sümer Efsanesi olduğunu görürüz. Yine Nuh Tufanı Kıssası’nın aynı şekilde bir Sümer Efsanesi olduğunu görürüz. Miraç Kıssası’nın İÖ 2 binli yıllarda yaşamış olan Zerdüşt’ün dinine ait olduğunu görürüz. Hem de bire bir aynı şekilde bunların önce Tevrat’a, sonra da oradan Kur’an’a aktarıldığını görürüz.

Mesela içtenlikli bir İlahiyatçı olan Prof. Mustafa Öztürk, Kur’an’ın üçte birlik bölümünün tarihsel gerçekliği olmayan kıssalardan oluştuğunu belirtir, çok doğru bir tespitle. Bu tespitinden dolayı da Mustafa Öztürk ağır saldırılara uğramıştır, meczuplaştırılmış dinciler tarafından. Marmara Üniversitesindeki görevinden ayrılmak ve Almanya’ya yerleşmek durumunda kalmıştır. Orada Münster Wilhelm Üniversitesinde İslam Teolojisi Bölümünde dersler vermek üzere davet almıştır. Mustafa Öztürk bu görüşünü, “Kıssaların Dili” adlı 300 sayfa civarında hacme sahip eserinde ayrıntılıca ortaya koyar. Kur’an’da anlatılan pek çok kıssaya-mitolojik hikâyeye yer verir ve onları inceler ayrıntılıca kitabında. Onların anlatıldığı şekliyle herhangi bir tarihsel gerçeklik taşımadıklarını, sadece İslam öncesi geçmiş toplumların kültürlerinden kalan mitolojik hikâyeler olduklarını belirtir.

Bu önerdiğimiz şekilde Kur’an’ı ya da diğer Kitaplı Dinleri incelersek, bunların tamamının insan yapımı olduklarını, herhangi bir doğaüstü güçle, varlıkla kesinkes ilgilerinin, ilişkilerinin bulunmadığını görürüz. Hz. Muhammed’in de bizim gibi bir devrimci olduğunu ve onun da yine aynen bizim gibi “Rızıkta herkesin eşit olması gerektiğini” savunan komünist bir ekonomik sistem anlayışına sahip olduğunu görürüz. Hiç kimsenin mal mülk küplememesi, herkesin kendinin ve bakmakla yükümlü olduklarının ihtiyaçlarına yetecek kadar maddi geçim araçlarına sahip olması gerektiğini, fazlasını ihtiyaç sahiplerine anında dağıtmasının emredildiğini görürüz.

Hep belirtegeldiğimiz gibi Hz. Muhammed ve onun kendisine sadık üç Halifesi; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin de bu ilkeye uygun olarak yaşadıklarını görürüz. Arkalarında hiçbir mal mülk, miras bırakmadıklarını, son derece sade bir hayat yaşadıklarını görürüz…

Fakat 1400 yıl öncenin dünyasında yaşamış olan Hz. Muhammed’in, o çağın bir geleneği olarak herhangi bir tarihsel gerçeklik taşımayan bu akıl, mantık, insaf ve vicdandan eser bulunmayan mitolojileri de, mesajını tebliğ ettiği topluma kendisini kabul ettirebilmek için savunur görünmesi gerekmiştir. Toplumun bu akıl dışı kültürüne hepten karşı çıkıp onları ürkütmemesi, kendinden uzaklaştırmaması gerektiğini düşünmüştür. O sebeple bunlar Kur’an metninde yer almıştır.

Kur’an’ı bu yöntemle okuyunca, Ortaçağ’ın evren anlayışının da yani Dünya Merkezli ve Dünya’nın bir tepsi gibi dümdüz olduğu şeklinde kavranan ve aynı zamanda Dünya’nın sabit durduğu, Güneş’in onun etrafında döndüğü bir doğa anlayışının ortaya konduğunu görürüz, daha önceki dinlerde de ortaya konduğu gibi. Bu da o çağın anlayışı, kavrayışı içinde değerlendirilince anlaşılır kabul edilebilir. Çünkü o zamanlar ne Güneş Sistemi biliniyordu ne Evren…

Demek ki arkadaşlar; dini Diyanet İşlerinden, imamlardan hatta akademik unvanlı kallavi ilahiyatçılardan öğrenemiyoruz. Onlar mesleklerini insanları öbür dünyaya hazırlamak olarak tanımlamışlar ve ona uygun bir İslam anlayışı anlatmaktadırlar.

Demek ki arkadaşlar; sayısı binleri bulan İmam Hatip Okulları, sayısı 110 olan İlahiyat Fakülteleri ve sayısı 58 olan İslami İlimler Fakülteleri, yine sayıları binleri bulan Kur’an Kursları ve tarikatlar, cemaatler asla dinin, İslam’ın gerçeğini öğretmemektedirler. Bunların hepsi, Mustafa Öztürk’ün de sözünü ettiği akıl, mantık, insaf ve vicdan dışı eski zaman kıssalarının pazarlamasını yapmaktadırlar. Bunları kesin gerçeklermiş gibi anlatarak insanlarımızda zihin hasarı oluşturmaktadırlar.

Bu okulların akılla, mantıkla, bilimle zerre miktarda olsun ilgileri olmadığı gibi tam tersine; akla, mantığa ve bilime düşmandır bu okullar…

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, işte bütün bu Ortaçağ kurumları tarafından gerçek anlamda düşünmekten ve işleyen zihinden mahrum bırakılan halkımız, kolayca Tayyipgiller gibi, benzerleri gibi “İnsanları Allah’la Aldatıcı”ların oyununa gelebilmekte, tuzağına düşebilmektedir.

İnsanlarımızı bu hale getirdikleri için yani doğayı, dünyayı ve içinde bulundukları toplumu göremez, kavrayamaz hale getirdikleri için, ABD ve AB Emperyalistleri de Tayyipgiller gibi dincileri 150 yıldan bu yana hep destekler olmuşlardır. Çünkü dincilerin elinde tutsak durumda bulunan insanlarımız, bilime de, tekniğe de uzak tutulduğu için böyle toplumlar Batılı Emperyalistler tarafından sağmal sürüler gibi kolay güdülür. Ve istenildiği gibi sömürülür duruma düşürülmüş olurlar.

Demek ki arkadaşlar; din tüccarlarıyla Batılı Emperyalistler 150 yıldan beri işbirliği halinde çalışmaktadırlar. Tabiî burada efendi konumunda olan Batılılardır. Yerli dinciler onların kuklaları, piyonlarıdır…

Sözümüzü bağlamak istersek, arkadaşlar; mafyatik bir suç örgütünden başka hiçbir şey olmayan Tayyipgiller’in 20 yıldan bu yana bütün ihanetlerine, yolsuzluk ve hırsızlıklarına rağmen nasıl iktidarda kalabildiklerini ve hâlâ bugün bile birinci parti durumunda olabildiklerini ancak bu tahlilimiz ışığında netçe kavrayabiliriz.

Ve işte arkadaşlar; bütün bu acı, can yakıcı gerçekliğimizi çok iyi bildikleri ve şeytani bir planla bunları kendi hain çıkarları doğrultusunda kullanabildikleri için Nureddin Nebati adlı, Kaçak Saraylı Despot’un Hazine ve Maliye Bakanı, övünebilmektedir; “Ben bu yüksek enflasyonla sokağa çıkabiliyorum”, diye…

İşte onların güvencesi, dayanağı, halkımızın zihin hasarına uğratılmış oluşu ve arkalarında da Amerika gibi emperyalist bir haydudun kendilerini iktidarda tutuyor oluşudur.

Fakat hep söyleyegeldiğimiz gibi, doğada olsun toplumda olsun her şey akıyor.

Her şeyin bir sonu var.

Tayyipgiller de binbir cürümle dolu ihanet yolculuklarının sonuna iyice yaklaştılar artık.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

11 Ağustos 2022

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı