Dünyadaki bütün zalimlerin, cellatların, hırsızların ve namussuzların işlediği suçları Allah’a havale ederek bunları temize çıkaran din alıp satıcılar…

Saygıdeğer arkadaşlar;

İsmailağa Tayfasından şu Hafızın anlattıklarına bir bakar mısınız?

***

Videonun Tapesi:

Şimdi ne dedik?

Bu konuyla alakalı birtakım farklı eserler var. Ona girmeden önce, arkadaşlar, şöyle bir ifade edeyim. Fakirliğin, yoksulluğun genel nedeni, bizlerin günahlarıdır. Bir kere bunu bilelim. Yapmış olduğumuz hatalardır, kusurlardır, Allah’a isyanlardır. Rabbimize karşı olan nankörlüğümüzdür.

Çünkü mesela, hani Rabbimiz buyuruyor ya; “le in şekertum le ezîdennekum”, “şükrederseniz arttırırım”, ama “ve le in kefertum inne azâbî le şedîd”, “eğer nankörlük ederseniz benim azabım şiddetlidir.”

Yani Rabbimiz, nimete şükretme durumunda arttırmayı, nimetine nankörlük edilmesi durumunda ise; “Benim azabım şiddetlidir”, buyurmak suretiyle o nimetin elimizden gideceğini bize göstermiş oluyor. O yüzden aslında birçok kusur, birçok hata, Rabbimizin bu ayet-i celilede zımnında ifade etmiş olduğu, o nimetin fevtine neden olabilir.

***

Aynı içerikteki konuşmaları Kaçak Saraylı Tayyip nam Hafız da yapmıştı geçen 1 Mayıs’ta değil mi arkadaşlar?

“Maalesef ülkemizde bazı kesimlerde bir şükürsüzlük, bir tatminsizlik, bir karamsarlık hali aldı başını gidiyor. Hâlbuki önce elimizdekilere şükür edeceğiz, sonra daha iyisi, daha güzeli, daha ilerisi için çalışacağız, mücadele edeceğiz.” (https://www.tccb.gov.tr/konusmalar/353/136754/istanbul-tersane-komutanligi-nda-iscilerle-iftar-programi-nda-yaptiklari-konusma)

Diyanet, Hafız’ın bu nutkundan 5 gün sonra, tüm camilerdeki Cuma Hutbesinde okunmak üzere hazırladığı metinde aynen Tayyip’in bu şükür fetvasını tekrarlamalarını buyuruyordu imamlara. Malûm ya, her kamu kurumu gibi Diyanet de artık Kaçak Saray’ın bir eklentisi durumuna getirilmiş, onun din işlerini yürütmekle görevli bir büroya dönüştürülmüştür.

İşte Diyanet’in hazırladığı fetvadan bir bölüm:

“(…)

“Aziz Müminler!

“İnsandan beklenen, bitmez tükenmez nimetleri kendisine bahşeden Rabbine şükretmesidir. Nitekim yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: ‘Artık siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin!’

“Kulluğumuzun en önemli nişanesi olan şükür, nimetten evvel onu vereni görmek ve düşünmektir. Yüce Mevla’nın lütuf ve ihsanını ikrar etmek, verdiğine rıza göstermektir. Nimetlerin kadir kıymetini bilmek, onlara kör ve sağır kesilmemektir.

“Kıymetli Müslümanlar!

“Şükür, sadece dildeki hamd ü sena değildir. Şükür, kalpte iman ve teslimiyet, akılda tefekkür ve ibret, uzuvlarda ibadet ve itaattir. Evet, dildeki “Elhamdülillah” şükürdür. Bütün nimetlerin Allah’tan geldiğini bilmek ve nimetlerin en küçüğüne bile rıza göstermek şükürdür. İhlasla işlediğimiz her hayırlı amel şükürdür. Allah’ı anma vesilesi, samimiyet ifadesi namazlarımız şükürdür. Kötülük ve günahlara karşı kalkan olan oruçlarımız şükürdür. Tevhit aşkını ve ümmet olma bilincini kuşandığımız haclarımız şükürdür. Yüce Yaratanımıza sadakatimizin tezahürü zekât, sadaka ve kurbanlarımız şükürdür. İman, ibadet ve itaatimizi güzel ahlakla kemale erdirmek şükürdür.

“Değerli Müminler!

“Yüce Rabbimiz “Şekûr”dur, kulunun salih amellerine fazlasıyla karşılık verendir. O halde, şükürle Cenab-ı Hakkın rızasına ve sevgisine talip olalım. Ömrümüze şükürle bereket katalım. ‘Nihayet o gün nimetlerden elbette sorguya çekileceksiniz.’ ilahi fermanına cânıgönülden kulak verelim. Hesap günü gelmeden evvel şükreden bir kul olmaya gayret gösterelim. “Hani Rabbiniz, ‘Eğer şükrederseniz size nimetimi daha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’ diye bildirmişti.” (3) ayet-i kerimesini çokça tefekkür edelim. Bize yakışanın şükür olduğunu ve şükrün nimetleri artırdığını unutmayalım. Nankörlükten, şükürsüzlükten ve kanaatsizlikten Allah’a sığınalım. Peygamber Efendimizin bize öğrettiği şu duayı dilimizden düşürmeyelim: ‘Allah’ım! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzelce ibadet etmek için bana yardım eyle!’” (https://www.diyanethaber.com.tr/diyanet-hutbeler/cuma-hutbesi-6-mayis-2022-h24483.html)

O günlerin haberiydi. Cuma namazında bu fetvayı dinleyen onurlu bir vatandaşımız ayağa kalkıp Diyanet’in Tayyip’in böylesine amigoluğunu yapmasına isyanını dile getirmiş ve camiyi terk etmişti.

Saygıdeğer arkadaşlar;

Şimdi bu imamlar, bu Diyanet, bu tür vaaz ve fetvalarıyla kime çalışıyor?

Kime hizmet ediyor?

Apaçık bir biçimde Tayyipgiller’e, değil mi?

Onların vurgun, soygun, ihanet ve hırsızlar İmparatorluğuna…

Onların halkımıza ve vatanımıza yaptığı bütün kötülükleri, bu tür vaaz ve fetvalarla ne yapıyor Diyanet?

Siliyor…

Onların kötülüğünü kime postalıyor?

Allah’a…

Peki, Allah bu kötülükleri niye yapmış oluyor?

İnsanlar şükretmedikleri için. Verdiği nimetlere nankörlük etmiş oluyorlar şükretmemekle, Allah da onun üzerine insanların ellerindekini de alıyor. Böylece yoksulluk ve sefalete düşürülmüş oluyor insanlar.

Tayyipgiller için ve onların beşli, yedili, onlu çeteleri için, TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar için ne güzel bir hizmette bulunuyor bu din ya…

Peki, bu Parababaları, bu halkın kanını emip iliğini soğuran soyguncu, vurguncu müteahhitler, işadamları?..

Onlar niye milyar dolarlar, milyarlarca liralar, mallar mülkler içinde yüzüyor?

Bu fetvaya göre şükretmiş oluyor onlar Allah’ın verdiklerine, Allah da onlara verdiklerini katbekat arttırmış oluyor. Onları Karun gibi zengin etmiş oluyor. Fetvalardaki mantıktan çıkan sonuç bu…

İşte bu “pudra şekeri” kadar kafa yakıcı fetvalar, 1400 yıldan bu yana verilmektedir, arkadaşlar… Muaviye ve Yezid’den itibaren bütün Emevi, Abbasi Sultanları, Şahları, Padişahları, hep bu fetvalar sayesinde dokunulmaz kılınmışlardır.

Peki, bu konuda biz sadece bu tarikat-cemaat mensuplarına, bu imamlara, bu Diyanetçilere mi kızmalıyız?

Bütün suçu onlara mı yüklemeliyiz?

Tabiî ki hayır, arkadaşlar…

Ne yazık ki Pagan Dinlerden başlamak üzere Kitaplı Dinlere gelinceye kadar aynı mantık hep vardır, dinlerin özünde. İnsanlar zaten korkuya kapıldıkları ve açıklayamadıkları yani sebebini bilemedikleri doğa ve toplum olayları karşısında sığınacakları, kendilerini güvende hissedecekleri bir yer arayışında oldukları için Tanrıları ve Dinleri yaratmışlardır. Tanrılar ve Dinler, insanların bir anlamda doğaya ve topluma uyum yasalarını oluşturmuştur.

Hatırlayacağımız gibi, bütün Pagan Dinlerde de doğal ve toplumsal felaketler hep Tanrının insanlara kızmasından dolayı verdiği cezalar olarak yorumlanmış ve açıklanmıştır. Bir gök gürültüsü, şimşek çakması, yıldırım düşmesi, sel baskını, büyük yangınlar, kıtlıklar, kıranlar, salgın hastalıklar, depremler hep Tanrıların yönettiği, onların buyruğuyla gerçekleşen olaylar olarak anlaşılmıştır, eski çağların insanları tarafından…

Ve bu geçmiş çağların insanları, mitolojilerinde, masallarında, destanlarında kendilerine kızdığı zaman felaketler yağdıran Tanrılarının gönlünü hoşnut edebilmek için onlara insan ve hayvan kurbanlar sunmuşlar, görkemli tapınaklar yapmışlar, onların putlarını, heykellerini yapıp oralara yerleştirmişler, oralarda görev yaparak Tanrılarına toplum adına hizmette bulunması için Rahipler yetiştirmişlerdir.

Çoğumuzun okumuş olduğu, Homeros tarafından oluşturulup okunan ve sonradan da yazıya geçirilen İlyada Destanı’na bakarsak; orada da Yunanistan’dan gelen Akalarla Truvalılar arasında yaşanan savaşın bütünüyle Tanrılar tarafından idare edildiğini, yönetildiğini ve sonucu yine Tanrıların belirlediğini görürüz. İnsanlar sadece Grek Mitolojisinde yer alan Tanrıların yönettiği savaşın aktörleri durumundadır, destanın anlatımına göre.

Tanrıları hoşnut etmek için tarafların, görkemli boğaları öldürüp parçalara ayırarak o Tanrıların mabetlerinde sunu olarak yaktıklarını görürüz. O toplumların dinsel anlayışlarına sahip insanlar; hem insan sunularının (ki bazen bu insanlar, eski İsrail Dininde olduğu gibi çocuk da olabiliyor) hem de görkemli boğaların yağlı butlarının yanan etlerinden çıkan geniz yakıcı dumanların Pagan Dinlerin Tanrılarını çok hoşnut ettiğini düşünmüşlerdir.

Hz. İbrahim Miti ve Kurban Geleneği, hep bu Pagan Dinlerdeki Tanrılara sunu olarak yapılan ritüellerden kaynaklanmaktadır. Hz. İbrahim döneminde toplum, “Sürü Ekonomisi”ne yani Çoban Toplum Ekonomisine geçtiği için artık Tanrılara çocuk kurban etmek kaldırılmış, onun yerine sadece hayvan kurban etme geleneği yerleştirilmiştir.

Antika Toplumların Pagan Din anlayışlarında yer alan Âdem ve Havva Kıssası, Nuh Tufanı Kıssası, Miraç Kıssası gibi pek çok kıssa, Kitaplı Dinlerde de geçmektedir. En son Kitaplı Din olan Kur’an’a da öncüllerinden yani Musa ve İsa Dininden geçmiştir.

Dikkat edersek; Âdem ile Havva Mitine-Kıssasına göre eğer Havva’nın kışkırtmasıyla Âdem’le birlikte Havva yasak meyveyi-elmayı yememiş olsalardı, dünyada bugünküne benzer bir İnsanlık olmayacaktı. Eğer çocukları olacaksa da Âdem’le Havva’nın, onlar da hep Cennet’te yaşayacaklardı. Yani Cennet’in dışında insanın yaşayacağı bir mekân olmamış olacaktı…

Ama yasak meyveyi yediler, ceza olarak Cennet’ten atıldılar ve bu kötülükler, bu oyunlar, bu düzenler, bu zalimlikler dünyasına düştüler. Kabil Habil’i öldürdü, kardeşkanı döktü. Böylece insanlar birbirlerini öldürmeye, birbirlerine kötülük etmeye devam edegeldiler.

Tevrat’a göre Âdem’le Havva 5 bin yıl kadar önce yaşamıştır. Yani ondan önce İnsan Soyu yokmuş dünyada…

Oysa bilim ispatlamıştır ki dünyada bugünkü formdaki Sapiens İnsan 100 bin yıldan bu yana vardır. Kaldı ki Âdem ile Havva Kıssası bire bir bir Sümer Kıssasıdır. Sümer tabletlerinde aynen anlatılır bu hikâye. Nuh Tufanı Kıssası yine bire bir bir Sümer Kıssasıdır.

Daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi İlahiyatçı Profesör Mustafa Öztürk’ün de “Kıssaların Dili” adlı kitabında açıkça ortaya koyduğu şekilde Kur’an’ın üçte biri bu türden Antik Çağ kıssalarından oluşmaktadır.

Bilimin, tekniğin olmadığı bu Antik Çağlarda yaşamış insanların doğa ve toplum anlayışlarına göre kolektif biçimde üretip oluşturdukları bu kıssalarda mantık da, metot da, vicdan da merhamet de, acıma da zerre miktarda olsun yer almaz.

Âdem ile Havva Kıssasına bakalım. Deniyor ki bu kıssada; Tanrı, yarattığım her tür meyveden yiyin ama şu ağacın meyvesini yemeyin, dedi.

Niye?

Zehirli mi o?

Onun kötülüğü nereden kaynaklanıyor?

Madem o kadar kötü, Cennet’te ne işi var o ağacın?

Ve madem o kadar kötü, o ağacın meyvelerini bütün insanlık bugün yiyor; Müslüman’ı da Hıristiyan’ı da. Onlara böyle bir yasak yok.

Âdem ile Havva için niye var bu yasak?

Yani bu tür kıssalarda akıl da, mantık da, bir tutarlı gerekçe de aramayacaksınız. Antik Çağ insanlarının hayalhanelerinde ürettiği eksantrik masallardır bunlar.

Peki, kıssanın hiç mi gerçekliği yok?

Var. Şöyle var:

İnsanlık 1 milyon 8 yüz bin yıl yaşamış olduğu İlkel Komünal Toplumdan-İlkel Komünist Toplumdan, Eşit-Kankardeşleri Toplumundan, üretici güçlerin gelişimi sonucu çıkıp insanların birbirlerini yük hayvanları ve sağmal sürü olarak gördüğü, ezip sömürdüğü Sosyal Sınıflı Topluma geçmiştir. Kıssada anlatılan Cennet, İlkel Komünist Toplumdur. Cehennemse, 6 bin yıldan bu yana İnsanlığın kerte kerte girerek yaşamakta olduğu Sosyal Sınıflı Toplumdur.

İşte bu gerçekliği Antika Toplum insanı, Âdem ile Havva Kıssasında maddi gerçekliğinden bir anlamda koparıp akıl, mantık ve vicdan dışı bir mitolojiye dönüştürmüştür.

Gelelim Nuh Tufanı Kıssasına…

Bu kıssaya göre Tanrı insanlara kızıyor ve Nuh’un ailesi ve ona sadık olan birkaç kişi dışında herkesi yok etmek istiyor. Tabiî bu arada hayvanlar da yok oluyor. İşte Nuh gemi yapıyor, her tür hayvandan birer çiftini gemiye alıyor, kendi ailesiyle kendisine sadık olan çok az kişiyi de yanına alıyor. Sonrasında da gök deliniyor ve öylesine sular boşalıyor ki oradan, yeryüzünün tamamı, hiç kara kalmamacasına sularla kaplanıyor. Gemidekiler dışındaki bütün insanlar ve hayvanlar dağlar gibi yükselen dalgalar arasında boğulup, yok olup gidiyor.

Şimdi bugünkü bilimin ışığında olaya baktığımız zaman; ne öyle bir geminin gerek bugün gerek o zaman yapılması mümkündür, ne altı kıtadaki hayvanların her türünden birer çiftin yakalanıp getirilip gemiye konması mümkündür, ne onları besleyecek gıdanın gemiye yüklenmesi mümkündür. Yani nereden baksanız, böyle bir geminin varlığı ve oraya yüklenmiş hayvanlar olası değildir.

Hadi bir an düşünelim ki oldu öyle bir şey. İnsanların kötüleştiğini farz edelim.

Peki, kadınların suçu ne?

Kadınlar 10 bin yıldır zaten erkeğin buyruğu altındadır.

Peki, çocukların suçu ne?

Toplumun beşte birini henüz ergenliğe geçmemiş çocuklar oluşturur. Onların suçu ne?

Geçelim hayvanlara. Hayvanların suçu ne, hepsini birden sularda boğup öldürüyorsun?

Eğer gerçekten öyle bir şey yapmış bir Tanrı, Kozmos’taki en acımasız, en gaddar, en insan ve hayvan düşmanı Tanrı olmuş olmaz mı?

Onun saygı duyulacak, sevilecek herhangi bir yönü olabilir mi?

Nuh Tufanı’nın gerçek olması demek, gemiye alınan bir avuç canlı türünün dışında kalan, insan olsun hayvan olsun tüm canlıların korkunç atom silahıyla yok edilmesi anlamına denk düşer.

Böyle bir şey yapan Tanrı, Tarihteki ve Tarihöncesindeki en gaddar, en suçlu ve en günahkâr varlık olmaz mı?

Ama insanlar bunları düşünemiyor. Çünkü Dinler, akla ve mantığa hitap etmiyor. Sadece duygulara hitap ediyor. Sorgulayan bir akılla düşündüğünüz anda, bugünün bilimi ışığı altında, Dinlerden eser kalmaz…

İmamlar, Hahamlar, Rahipler binlerce yıldır anlatırlar bu tür masalları. Din dogmalarıyla zihin hasarına uğratılmış, kafayı yakmış insanlar da dinlerler huşu içinde…

Kaldı ki bugünkü bilim, okyanuslardaki, denizlerdeki, göllerdeki, ırmaklardaki suların miktarını belirlemiştir. Yağmur dediğimiz doğa olayı, bu suların bir bölümünün buharlaşarak gaz haline gelmesi ve o gazların soğuk bir hava akımıyla karşılaştıkları durumda yoğunlaşarak yeniden suya dönüşüp yağmur adını verdiğimiz damlacıklar halinde yağmasından ibarettir. Yani Dünya’mızdaki ve Atmosferindeki su miktarı sabittir. Göğün delinip başka gezegenlerden Dünya’ya sular akması hiç söz konusu olmamıştır. Dolayısıyla da yağmurlar ne kadar çok ve şiddetli yağarsa yağsın, mevcut kara parçalarını istila edip oraların tümünü sular altında bırakamaz, denizlere dönüştüremez.

Varsayalım ki başka bir gezegenden Dünya’daki karaların tümünü sular altında bırakacak miktarda su bulup getirdik. O suyu bir daha ortadan kaldıramayız. Yerküre o suyu emip yok edemez. Yani bilimin ışığında nereden baksanız, elle tutulur, akla mantığa uyan hiçbir yönü yoktur bu kıssanın.

Gelelim depremlerin de Allah’ın insanları cezalandırmak için yarattığı birer olay olduğu iddiasına…

Kur’an’da depremlerin açıklanması da böyledir, okuyan arkadaşların hatırlayacağı gibi. İşte ilgili ayetlerden biri:

“Derken o şiddetli deprem onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü donakaldılar.” (A’raf Suresi, 91’inci Ayet)

Görüldüğü gibi, depremin Allah’a isyan eden insanlara yönelik bir ceza olarak oluştuğunu söylüyor, Kur’an. Depremlerde, biliyorsunuz, büyüklerle birlikte kadınlar, çocuklar, bebekler de hayatını kaybeder feci şekilde. Allah burada da kötülerle masumlar arasında bir ayrım yapmamış oluyor. Bazıları kötülük etti diye o bölgenin bütün insanlarını yok edip geçiyor. Bu yine bir yerleşim birimine, bir şehre ya da kasabaya atom bombası atmak gibi bir şey oluyor. Tanrı depremi, tıpkı Tufan’da suları olduğu gibi, “kitle imha silahı” olarak kullanmış oluyor.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, böyle bir cezalandırma yöntemi izleyen Tanrı hiç adil, bağışlayıcı, hoşgörülü ve sevecen bir varlık olabilir mi?

Kuşkusuz olamaz…

Oysa bilim bugün ispatladı ki deprem, yeryüzünü oluşturan levhaların, Dünya’nın iç tarafını oluşturan Magma üzerindeki hareketlerinden kaynaklanmaktadır. Yerkabuğunu oluşturan bu levhalar devamlı hareket halindedir. Bunların hareketleri esnasında birbirlerine sürtünüp takılıp o takılmalardan kurtulmaları nedeninden kaynaklanır depremler. Deprem bölgelerindeki yerleşim alanlarını bu sarsıntılara dayanacak şekilde yapılardan oluşturursak, depremler insanlara bir zarar vermez.

Yine yukarıda İsmailağacı Hafız’ın da buyurduğu gibi, yoklukların, kıtlıkların sebebi de Tanrı’nın kendisine nankörlük edenleri cezalandırmasıymış.

Ne diyordu aktardığı ayet?

Aynen şunu:

“(Bir de) Rabbiniz size: ‘Yemin olsun, eğer (kulluk ederek) şükrederseniz size (nîmetlerimi) gerçekten arttırırım, yok eğer nankörlük ederseniz şüphesiz Benim azabım çok şiddetlidir.’ diye ilan etmişti.” (İbrahim Suresi, 7’inci Ayet, Mehmet Türk Meali)

“Ve hatırlayın ki Rabbiniz size şöyle bildirmişti: Yüceliğim hakkı için şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim Suresi, 7’inci Ayet, Elmalılı Hamdi Yazır Meali)

Ayete göre açlık, yokluk, sefalet çeken insanlar şükretmedikleri için Tanrı tarafından cezalandırılmış oluyorlar.

Peki, zenginler şükür mü ediyorlar ki böyle bir cezaya çarptırılmıyorlar, o yüzden de varlık içinde yüzüyorlar?

Acaba böyle mi, ne dersiniz arkadaşlar?

Herhalde hiçbiriniz, “böyledir”, diyemezsiniz…

Zenginler, Parababaları şükredenlerdir; yoksullarsa nankörlerdir, diyemezsiniz…

Gelelim İslam ülkeleriyle emperyalist ABD ve AB ülkelerini, Japonya’yı kıyaslamaya…

Herkes biliyor ki yokluğun, açlığın, sefaletin en yoğun şekilde yaşandığı ülkeler arasındadır, İslam ülkeleri. Andığımız emperyalist ülkelerde ise açlık, yokluk, kıtlık görülmemektedir. Sınırlar açılsa İslam toplumlarının neredeyse yarıya yakın nüfusu, refah seviyeleri daha yüksek olduğu için bu emperyalist ülkelere akıp gidecektir. Hâlbuki emperyalist Batılılar ve Japonya ne Hz. Muhammed’i peygamber sayarlar ne de Kur’an’ın Allah buyruklarından oluşmuş bir kitap olduğunu kabul ederler. Yani Allah da, Peygamber de, Kitap da tanımazlar.

Buna rağmen Allah niye arttırıyor onlara verdiği rızıkları?

Neden onlara ceza vermiyor da mükâfat veriyor, bütün inkârlarına, nankörlüklerine rağmen?

Yani bu ayette ortaya konan sebeplerin de, sonuçların da akılla, mantıkla, vicdanla zerre miktarda olsun ilgisi yoktur, arkadaşlar…

Bütün bunlar neyi gösteriyor?

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Dinlerin tamamının insan yapımı olduğunu. Ve her Dinin içinde oluştuğu çağın kültürünü, geleneklerini, kıssalarını, Dünya, Evren ve Toplum anlayışlarını içerdiğini. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kur’an’da da, İncil’de de, Tevrat’ta da savunulan Evren anlayışı Dünya Merkezli bir anlayıştır. Yani Dünya sabit durur; Ay, Güneş ve Yıldızlar Dünya’nın etrafında döner. Dünya hepsinden büyüktür, öbürleri küçüktür. Dünya düz bir tepsi gibidir. Akşam olunca Güneş, Dünya’nın alt tarafına gider. O yüzden karanlık basar yeryüzünü. Dinlerdeki Evren anlayışı da tamamen bilim dışıdır, Ortaçağ’ın ve daha öncesinin bilim dışı anlayışından kaynaklanmaktadır.

Burada İsmailağa’cı Hafız’ın savunduğu ayet yine ünlü Theodise’yi-Kötülük Problemi’ni karşımıza çıkarmaktadır. Yani rızıktaki kıtlığı, açlığı, yoksulluğu da Allah, insanların nankörlüğüne karşı bir ceza olarak vermiştir.

Ne diyor?

Eğer nankörlük ederseniz bilin ki, benim azabım çok şiddetlidir, diyor. Yani bir azap olarak vermiş oluyor insanlara yoksulluğu, açlığı, sefaleti…

Daha önce de belirttik ya arkadaşlar; doğa ve toplum işlerine yani dünya ve toplum olaylarına Allah’ı, Tanrı’yı ya da benzer bir doğaüstü gücü karıştırdığınız anda, o doğaüstü güçlerin buradan suçsuz olarak, vicdanlı olarak çıkmaları asla olası değildir…

Dünyadaki iyiliklere doğaüstü bir güç-Tanrı sebep oluyorsa, kötülüklere de otomatikman o sebep oluyor demektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi 1990’dan bu yana Ortadoğu’da 10 milyon civarında insan emperyalist haydutlar tarafından katledildi.

Tanrı Ortadoğu Müslümanlarına bir ceza olarak mı yaptı bu işi?

Bu ayete göre böyle…

Yine bir benzer ayet daha:

“De ki (Allah), üzerinizden veya ayaklarınızın altından, azap göndermeye kadirdir. Yahut bir fırkayı (milleti) musallat ederek bazınıza, bazınızın azabını tattırır. Bak! Ayetlerimizi nasıl açıklıyoruz? Umulur ki fıkhederler (aklederler).” (En’am Suresi, 65’inci Ayet)

Demek ki Tanrı, emperyalist ülkeleri kendi adına cezalandırması için Müslüman ülkelere musallat kılmış. Onlar da Tanrı adına Tanrının azabını tattırmışlar, Müslüman Halklara…

Açıkça görüldüğü gibi arkadaşlar; bu akıl, mantık, bilim ve vicdan dışı, eski çağların kültürlerinden aktarılan ayetlerle zihin hasarına uğratılıp kafayı yaktınız mıydı; doğada ve toplumda olup biten hiçbir olayı gerçekliğiyle göremezsiniz, anlayamazsınız, kavrayamazsınız.

İşte İslam ülkeleri bu anlatılan şekilde Ortaçağ’ın din dogmalarıyla kafayı yakmış toplumlardan oluşsunlar diye, ABD Emperyalist Haydudu, 1950 sonrasında “Yeşil Kuşak Projesi” denen projeyle donattı bu ülkeleri. Bu ülkelerin insanları sosyalizme geçmesin, antiemperyalist uyanışa uğramasın, hep bizim sömürgemiz kalsın diye bu projeyi uyguladı İslam toplumlarında.

Ve işte bu sebepten, bir zamanların CIA Ortadoğu Masası Şefi, akıcı Türkçe konuşan ve uzun yıllar Ankara’da yaşayan Graham Fuller; “Kemalizm çağını doldurdu. Sizin için artık Ilımlı İslam en iyisidir”, diye röportajlar vermiştir, Türk gazetecilere. Tayyipgiller’i de bu proje çerçevesinde Graham Fuller ve benzeri CIA ajanları devşirip örgütleyip Türkiye’nin başına bela etmiştir.

Hatırlanacağı gibi, Tele1’de Merdan Yanardağ ile Merkez Parti Genel Başkanı Abdürrahim Karslı’nın yaptığı bir programda, AKP’nin ABD, İngiltere ve Siyonist İsrail tarafından nasıl hassasiyetle örgütlenip iktidara getirildiği anlatılır. Hem de somut, canlı kanıtlarıyla, tanıklarıyla. Abdürrahim Karslı der ki; AKP benim Çamlıca’daki evimde kuruldu. O programın tapesini birkaç kez alıntılamıştık yazılarımızda. Yeniden okumak isteyen arkadaşlar şu linke tıklayabilirler: https://bit.ly/3Awkvgg

Tabiî hep belirtegeldiğimiz gibi, Hz. Muhammed de çağının bizim gibi bir devrimcisiydi. Evlatlık verildiği ve beş yaşına kadar büyüdüğü İlkel Komuna geleneklerini yaşayan gezgin bir Arap kabilesinde ruhiyatı şekillenmişti. O insanların daha dürüst, daha adil, daha cesur, özetçe daha kaliteli insanlar olduklarını yakından izlemişti. Ve o topluma hayranlığı da sürmüştür ömrü boyunca. Ve o “Bedevi” denen Göçebe Çoban Toplum Ekonomik Sistemine sahip kabiledeki gibi eşitlikçi bir toplum düzeni kurmak istemişti. Ümmetinin en yoksulları düzeyinde bir hayat sürmüş olması, bunun en açık göstergesidir. Mal hırsının, para pul küplemenin insanları nasıl insanlıktan çıkardığını, zalimleştirdiğini, acımasızlaştırdığını çok iyi biliyordu.

Fakat böyle bir toplum düzeni kurmaya gücü hiçbir zaman yetmedi…

İçinde doğup büyüdüğü Mekke ve ardından göç edip yerleştiği Medine, çoktan Sınıflı Toplum Konağı’na geçmiş, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının egemenliğine girmişti. Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu din, işte o zalim, asalak, sömürgen sınıfın alt sınıflara yaptığı zulümlerin ve çektirdiği acıların bir ölçüde de olsa ılımlandırılmasına yetmişti sadece. O da bir süreliğine…

Yukarıda aktardığımız kafa yakıcı, akıl ve mantık dışı kıssaları anlatması ise yaşamış olduğu çağın ve daha önceki dinlerin onları savunmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Hz. Muhammed kendi dinini de geçmiş Kitaplı Dinlerin bir devamcısı olarak gösterebilmek için orada konan bu kıssaları da aktarmak durumunda kalmıştır. Zaten içinde yaşadığı toplum da o kıssalara inanmaktadır. İşte hem önceki dinlere hem de içinde yaşadığı toplumun kültür ve anlayışına ters düşmemek için onları da kitabına sokmuştur.

İsmailağacı Hafız, rızkın azlığını ve çokluğunu Allah’ın belirlediğini savunan ayeti aktarıyor, hutbesinde. Fakat aynı Kur’an’ın Allah’ının herkesin rızıkta eşit olmasını buyuran ayetini aktarmıyor. O, işlerine gelmez çünkü. Onu okusalar da anlayamazlar. Anlasalar da aktarmak işlerine gelmez. Çünkü kendileri de asalaktır. Ömürleri boyunca bir mercimek tanesi, bir bulgur tanesi kadar olsun faydalı bir şey üretmemiş, alınteri dökmemiş insanlardır, imamlar ve Diyanet İşleri avanesi.

Evet, Hafız, yukarıdaki ayeti aktarıyorsun. Peki şunu niye aktarmıyorsun?

“Allah rızıkda kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur. Üstün kılınanlar, emirleri altında bulunanların rızıklarını vermezler. Oysa rızıkta hepsi eşittir. Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?” (Nahl Suresi, 71’inci Ayet, Diyanet İşleri Meali)

Rızıkta herkesin eşitliği, İslam’ın hiçbir döneminde gerçekleştirilememiştir. Bunun üzerine Hz. Muhammed, “Hiç değilse insanların yıllık kazançlarının kırkta birini olsun “Zekât” adı altında alalım ki onu ihtiyaç sahiplerine verebilelim”, şeklinde bir ölçüte razı olmuştur sonunda. Daha önce de belirttiğimiz gibi Hz. Muhammed’in ölümü sonrasında Medine yurttaşlarının yarıdan fazlası, bu kırkta birlik zekâta bile karşı olmuş ve zekâtı kaldırırsanız İslam’da kalırım, kaldırmazsanız benim İslam’la işim olmaz, diyebilmiştir. Arabistan’daki değişik bölgelerde oturan insanların bir bölümü de aynı şekilde ve aynı gerekçeyle İslam’dan çıkmıştır.

Yine hep aktarageldiğimiz gibi, Hz. Ebubekir bunların üzerine orduyla yürümüş, askerlerinin kılıçlarıyla baş eğdirerek onları yeniden İslam’a döndürmüştür. 1 yıl süren bu savaşlara “Ridde Savaşları” denir, İslam Tarihinde.

Sonuç olarak yine geldik aynı öneride bulunmaya…

Demek ki arkadaşlar; Kur’an’ı ve istersek başka dinlerin kitaplarını, bilimin ışığında sorgulayan bir akılla okumamız gerekir. Tabiî Türkçe çevirilerini okumamız gerekir. O zaman bizim bu değerlendirmemizin yüzde yüz kesinliğe sahip bir gerçek olduğunu görürüz.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

18 Ağustos 2022

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı

Print Friendly, PDF & Email