Bunca köpeğin de girmeseydin kanına, zulüm defterin eksik kalırdı…

Genel Başkan’ımız Nurullah Efe Ankut; insan düşmanı olmasının yanı sıra aynı zamanda tam bir hayvan düşmanı olan AKP’giller’in Reisi’nin belediyelere sokak köpeklerinin toplanması talimatı vermesi üzerine, 8 Ocak 2022 tarihinde “Bunca köpeğin de girmeseydin kanına, zulüm defterin eksik kalırdı…” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Genel Başkan’ımız bu yazısında Kaçak Saraylı hayvan düşmanının bu talimatı üzerine gelecek günlerde ne yazık ki daha fazla masum hayvanın canından olacağını öngörmüş; insan, hayvan, bitki ve bir bütün olarak doğanın da ancak Sınıflı Toplum düzeninin ortadan kaldırılmasıyla korunabileceğini ifade etmişti. 

Geçtiğimiz günlerde Konya Büyükşehir Belediyesine bağlı sözde Sahipsiz Hayvan Bakımevi ve Rehabilitasyon Merkezinde köpeklerin kafalarına kürekle vurularak işkenceyle katledildiğinin ortaya çıkması ve ondan önce sosyal medyaya düşen hayvanlara yönelik şiddet görüntüleri, ne yazık ki Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un hayvan katliamlarının artacağı yönündeki öngörüsünü doğrulamıştır. Konu, acı biçimde de olsa tekrar gündeme geldiği ve geniş bir yankı uyandırdığı için Genel Başkan’ımızın söz konusu yazısını bir kez daha yayımlıyoruz.

KÖPEK TOPLATTIRICI

Zamla, zulümle, İşsizlik-Pahalılık Cehenneminde insanlarımızın kanını kuruttun. Yaptığın, yaptırttığın cinsiyet ayrımcılığıyla, kadını aşağılamalarınızla, “iyi hal indirimleri”nizle sapıklara, canilere, kadın katillerine teşvikte bulundun. “Bir kereden bir şey olmaz” dedirttiğin bakanlarınla, yandaş tarikat, cemaat ve kurslarda körpecik yavrularımızın ırzlarına geçirttin.

Dağlarımızı, ovalarımızı, ırmaklarımızı yabancı maden arayıcılarına siyanürle zehirlettin… Yine aynı insan sefaleti açgözlü Parababalarına ormanlarımızı yok ettirttin.

HES’lerinizle derelerimizi kuruttun…

Ege’de 20 Ada’mızı ellerinle teslim ettin Yunanistan’a, efendilerinden olan AB’den “müzakere tarihi” alabilmek için…

Orduyu Suriye’ye sokup 600 civarında vatan evladımızın katline sebep oldun. 200 milyar dolar zarara soktun ülkemizi…

Ve 6 milyon kaçkın Suriyeliyi, yüz binlerce Afgan ve Pakistanlıyı Türkiye’ye yığdın…

Bir milyon Suriyeliye de yasadışı biçimde vatandaşlık verdin, nasıl olsa bunlar benim sadık oy tabanım olur, diyerek…

Sadece kendin ve aile efradın, Addüllatif Şener’in tespitine göre 300 milyar dolarlık kamu malını aşırıp lüplediniz, küplediniz…

Her işiniz yalan dolan, hile, dümen, riya, iftira, dolandırıcılık ve ihanet… Vatan satıcılık…

Tam anlamıyla-dört dörtlük-eksiksiz bir Hırsızlar, Dolandırıcılar ve Vatan Satıcılar İmparatorluğu kurdun. Ve şimdi de zulmetme, öldürme, katliam yapma sırasını köpeklere getirdin…

Öyle mi?

Sahipsiz, korunmasız, savunmasız, çaresiz sokak köpeklerine…

Her gün taş, sopa, tekme yiyen, bağırılıp çağırılıp küfredilen zavallı, kadersiz sokak köpeklerine…

Karınlarına bir parça kırık kırsık bulup koyup hayatta kalabilmek, yavrularını büyütebilmek ve nesillerini sürdürebilmek için geceler boyu çöplükleri dolaşan, gün ağarınca da kimseye görünmeyerek insanların zulmünden korunmaya çalışan, bu amaçla da sığınıp saklanabileceği bir yer bulma telaşında olan garip sokak köpeklerine…

Her söz, her davranış ve her olaydan binbir yalan, iftira ve riyakârlıkla kendine pay ve kâr çıkarmaya çalışan, siyasi rant elde etmeyi hiç ihmal etmeyen Kaçak Saray Mukimi Tayyip nam Hafız, tabiî şu talihsiz olayın da üzerine atlamayı ihmal etmedi:

AKP’giller’e üye bir Antepli işverenin evinde baktığı bir Pitbull’u vardır. Hayvan sakin ve uyumludur. Öylesine ki, küçücük (4 yaşında) bir bebekle bile sarmaş dolaş yatıp uyuyabilmektedir.

İşte bu hayvanlar, aylar boyu birlikte yattığı 4 yaşındaki Asiye yavrumuzu ağır yaralamışlardır. Asiye, köpek sahibi patronun işçisinin kızıdır.

Neden yapmıştır hayvanlar bunu?

Her hayvanın hassas, gıdıklanan, kolay acıyan, onun asla dokunulmasını istemediği bölgeleri vardır. Kedilerin karınları, köpeklerin burunları, ağızları…

Ayrıca her kedi ve köpeğin tıpkı insanlar gibi farklı kişilikleri, psikolojileri ve tepki biçimleri vardır…

Bazı kediler vardır, kendisi istemediği vakitler sevemezsiniz, hatta dokunamazsınız bile onlara.

Ve bazı kediler de vardır, insan canlısıdır. Ne yaparsanız yapın (tabiî sevgi bağlamında) size ses çıkarmazlar. Genelde bizim Anadolu Tekirleri…

Bazı kediler de vardır ki asla sevilmekten hatta dokunulmaktan hoşlanmazlar…

Köpeklerde de durum aynıdır. Mesela eşim ve benim sokakta baktığımız (eskiden sekizdi, altı aydan beri altı kaldılar. İkisi bilinmeze gitti. Kuşkusuz başlarına bir felaket geldi) köpeklerden hiçbiri, kendilerini dokunarak sevmemizi istemez. Gece saat 23.00’le 01.00 veya 02.00’de gelirler besleme yaptığımız yere, beş dakika içinde yemeklerini yer ve ortadan kaybolurlar, insanların kötülüklerinden korunmak için. İnsanlarla karşılaşmamak için…

  

Video oynatıcı

00:00
01:30

(HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut ve Eşi Hacer Ankut, gece yarısı sokak köpeklerini beslerken…)

İşte bu hayvancıklar bizi görünce çok sevinirler, oyunlar yaparlar bize, hatta biri koşarak yanımıza gelir, sağ elimle taşıdığım yemek kovasının içine başını sokar ve yemek döktüğümüz yere varıncaya dek iki lokma alarak ağzına, onu yer. Ben de izin veririm buna… Fakat bu dahil hiçbiri kendilerine dokunmamıza izin vermez… Hemen geriye atarlar kendilerini. Biz de bu konuda ısrarlı olmayız. Tersine, insanlardan ne kadar uzak dururlarsa o kadar az kötülükle karşılaşırlar ve uzun yaşarlar, deriz.

Apartman önünde yaşayan ve orada baktığımız beş köpekten biri de dokunmamıza kesinkes izin vermez… Bu köpek (Sarıkız) diğer üç kızımızın da annesidir. Ortalama beş ya da altı yıldan beri biz bakarız buna. Yavrularını da burada doğurdu. Dokuz sağlıklı yavruyu yedi sekiz kilo olana dek büyütmüştük. Alt katımızda oturan Rizeli komşu Belediyeye şikayet etti. Alıp götürdüler. Orada tabiî “Barınak Hastalığı”na yakalanmışlar. Üçü orada ölmüş. Diğerleri de hastalanmış. Uzun uğraşlar sonucu altısını geri getirebildik… Yaptığımız antibiyotik tedavisi sonunda ancak dördünü kurtarabildik, ikisi öldü. İyileşenlerden biri de fırıldak, hep ikili oynayan, yan apartmandan Kemahlı bir komşunun kovalaması sonucunda gidip kayboldu. Bizden habersiz yapıyor bu zalimce işi tabiî… Sonuçta kaldılar üç kız kardeş. Bir de anne, etti dört.

Daha önceden de bir köpek vardı sokağımızda, etti beş. Beş kız… Hepsi de birbirinden sevimli. Kısırlaştırılmış…

Ölümcül hastalıklardan kurtarıp geniş balkonda baktığımız da iki köpeğimiz var…

Biri, akşamları isterse sokağa çıkıp enerji boşaltımı yapabilir. Diğeriyse küçükken yaşadığı travmadan dolayı sokağa çıkmaz. Sadece evin içinde dolaşabilir…

Velhasıl; şu an evin yüz elli metre uzağında 6,  apartman önünde 5, iki de balkonda olmak üzere toplamda 13 köpeğe bakıyoruz. Bunlardan yedisi dokunmamıza izin vermez. Sadece sözle severiz onları…

Demek istediğimiz; hayvanların da insanlar gibi kişilikleri, psikolojileri farklı farklıdır.

Demek ki hepsine biz de farklı davranacağız. Kişiliğine-huyuna suyuna uygun davranacağız… Aksi durumda sorun yaşarız…

Öyleyse küçük çocukları ve hayvanların bu özelliklerini bilmeyen çocuk ve ergenleri hayvanlarla baş başa bırakmamak gerekir.

Kapı önünde baktığımız köpeklerden Salep, orta boy, beyaz üzeri siyah noktaları olan bir kürke sahip av köpeğidir. Çok uyumlu ve sakin bir hayvandır. Onu da yıllar önce-gençken şikâyet edip yeni doğmuş yedi yavrusuyla birlikte Barınağa aldırdılar ve yavrularını orada öldürttüler. Eşim günlerce elinde yemek kabıyla yollara düşüp birkaç vasıta değiştirerek ve sonrasında bir hayli süre yürüyerek Barınağa gidip Salep’i besledi ama yavrularını kurtaramadı. Barınak Hastalığı onları hayattan kopardı. Yine uğraşlar sonucu Salep’i kısırlaştırıp sokağımıza geri getirebildik. Salep şimdi yaşlı…

Sokakta-kaldırımda yazın öğlen uykusundayken yine alt komşumuzun altı-yedi yaşındaki torunu bir yassı taş parçasını Salep’in ağzına sokmaya çalışıyor. O da uyku sersemliğiyle bir saldırıyla karşılaştığını düşünüp hart diye çocuğun elini ısırıyor. Çocuğu hastaneye götürüyorlar, Salep’i de Belediyeye şikâyet ediyorlar… Salep’i alıp götürdüler yine Barınağa.

Bunu fırsat bilen hayvan düşmanları sokağa çıkıp (Pazar günüydü) kinlerini kustular. Kadınlı erkekli…

Bana; “Amca sen memleketine git, orada yap hayvanseverliğini”, diyenler bile oldu…

Ben onlara; “Her gün onlarca çocuğa, kadına, kıza tecizde, tecavüzde bulunuluyor ve yine en az bir kadın öldürülüyor, onlara hiç sesiniz çıkmıyor. İş gariban hayvanlara gelince bakın nasıl da birleşiveriyorsunuz”, dedim.

Ve ilaveten; “Yavrum sizde vicdan teşekkül etmemiş, o sebeple insan olamamışsınız”, dedim. Ve son olarak da; “Köpeklerin, kedilerin kılına zarar verdiğinizi görmeyeceğim”, dedim. Bu sözümün anlamını, önceki tanıklıklarından dolayı biliyorlardı. Seslerini kestiler…

Yine de gizli gizli, hayvanları Belediyeye şikâyet yarışı içinde olduklarını biliyorum…

Salep’i de on günlük karantina sonrası geri getirttim.

Yani demek istediğimiz şu ki; çocuklar gözetimsiz olarak hayvanlarla baş başa bırakılmamalıdır.

Antep’teki trajik olayda, sanırız yavrumuz, köpeğin ağzına, burnuna bir şey yaptı. Tırnaklarıyla filan dokundu oralara. Çocukların tırnakları ince ve keskin olur. Hayvan da kendine kötü niyetle bir saldırıda bulunuldu gibi değerlendirdi o davranışı. Onun üzerine de kalkıp saldırıya geçti…

Pitbull’ların diğer köpeklerden farkı, güçlü kaslara sahip oluşları, özgüvenli ve cesur oluşları ve çenelerinin çok güçlü basıyor oluşudur.

Doberman, Rottweiler, Arjantin Dogo gibi yapay ırktır. Doğal ırk değildir. Fakat o da diğer köpekler gibi bir köpektir işte…

İyi yetiştirilir, sevgiyle büyütülürse, iyi huylu, sakin, korumacı bir köpek olur. Güçlü bir köpek olduğu için enerjisini boşaltması için dolaştırılması gerekir. Her iri, güçlü köpeğin de gerekiridir bu.

Bir ay kadarlık bir sürede, bizim de bir Pit’imiz oldu. Olay şöyleydi:

Geçtiğimiz yaz bir öğle sonrası, sokağımızdaki beş köpeğin hepsi yoğun biçimde havlamaya başladı. Eşim sokağa çıktı, durumu kontrol etmek için. Sonra beni çağırdı. İndim aşağıya. Çocuklar kaçışıyor, büyükler taş ve sopalarla kovalıyorlardı hayvanı. Bizim demirbaş köpekçikler de alan korumasına geçmişler, mekânlarına sokmak istemiyorlardı Pit’i. Daha doğrusu kovup atmak istiyorlardı davetsiz konuğu.

Koşup yaklaştım yanına; “Gel benim yakışıklı oğlum, nereden geldin sen? Gel bakalım dedenin yanına”, dedim. Hayvan sanki Türkçe anlıyormuş gibi geldi yanıma. Kuşkusuz beden dilimi okumuştu. Köpekler en iyi beden dili okuyucularıdır… Tasması vardı boynunda. Tasmasından tutup bizim eve doğru getirmeye başladım. İtirazsız uydu bana. Evin bitişiğinde, ikili oynayan Kemahlılar apartmanı vardı. Koşup onların bahçesine girmek istedi. Sopalarla karşı koydu, alayı da Tayyipçi olan Kemahlılar (Aile apartmanıdır orası). Hayvan geri dönüp bana geldi tekrar. Ben de tasmasından tutup bizim evin alt yanında bulunan metruk gecekondunun bir odasına götürüp koydum. Eşim, yemek ve su getirdi. Sevip iyice sakinleştirdik hayvanı. Karnını doyurup suyunu içti ve dinlenişe geçti.

  

(Meçhulden gelip meçhule giden garip Pit’imiz…)

Tüm Yoldaşlara haber saldım. Üsküdar Belediyesinin “Minik Dostlar Kliniği”nden tanıdığım hayvansever aktivist dostlara da haber verdim; “Yahu şu uyumlu, sevimli Pit’e uygun bir yer bulalım, sahiplendirelim”, diye. Görüntüsünü de attım; “Bakın nasıl da güzel bir hayvan”, diye…

Bir tek dönüş oldu, Nakliyat-İş Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu Başkan’dan. Aksaray’daki otoparkçı; “Getirin abi, ben de bakarım, isteyen olursa onlara da veririz”, dedi, diye… Birlikte değerlendirdik durumu, ikimizde de tam bir güven oluşmadı. Bir süre daha dursun bakalım, belki daha güven veren biri çıkabilir, dedik.

Bu arada hayvan odada sıkıldı… Gecekondunun içine salalım, dedik eşimle… Gecekondu; iki küçük oda, antre, küçük banyo ve mutfaktan oluşuyordu. Fakat binanın ön kısmında camları kırmış çocuklar, yaramazlık olsun diye. Cam parçalarını söküp attım, hayvan bacaklarını, patilerini kesebilir diye.

Duvar yüksekti, hayvan şaha kalkıp patilerini pencerenin camsız çerçevelerine koyuyordu, kafasını uzatıp bahçeyi seyredebiliyordu… Böylelikle daha az sıkılmış olur, diye düşündük.

Hayvanı sokakta gezdiremiyorduk, mahalledeki vicdansızlar şikâyet edip Barınağa aldırırlar diye… Her gün de gidip seviyorduk. Çok uyumluydu. Kısırlaştırılmamış erkekti.

Bu şekilde bir on beş gün kadar geçti…

Bir gece yine sokakta bir vaveyla koptu. Baktık, Pit’e bizim köpekler havlıyor şiddetle. Korktukları için çok da yaklaşamıyorlar. Pit’se bir kere bile havlamadı. Ve biz ininceye kadar da geldiği yöne koşup gözden kayboldu. Gelişinden gidişine bir kez bile havladığını duymadık garip hayvanın.

Gelelim 2. Pit hikâyesine:

Evimizin karşısında yine Rizeli bir komşunun üç katlı, bahçeli bir evi var. Orta katta baba, üst katta oğul oturuyor, alt katta da kiracı var. Orta boy bir kedi iriliğinde yavru bir Pit getirmişler. Bahçeye bırakmışlar. Bahçe duvarının üstü yüksek tel örgülerle donatılı. Hayvanın buradan çıkması olası değil. Evin sevimli, sevecen, lise öğrencisi bir kızı var. Babası yani oğul, işyerinin orada bulduğu yavru Pit’i alıp getirmiş kızına. Kızcağız bir köpeciği olsun çok istiyormuş. Bakamıyorlar tabiî hayvana. Kızımız hem ergen ruhiyatında hem de geliri yok. Baba başka havada. Velhasıl, onun bakımı da bize kaldı. Bizim Sultan (Eşim) kapı önündeki diğer köpeklerle birlikte sabah akşam ona da yemek verir oldu. Hayvan düzgün beslenince kilolanıp gelişti, büyüdü. Sekiz-on kiloluk ağırlığa ulaştı. Eşim de, ben de, oğlum da seviyoruz. Çok uslu ve uyumlu bir hayvan o da. Ara sıra aralık kalan evin bahçe kapısından sokağa çıkıp turluyor. Eşim yakalayıp yerine götürüp bırakıyor. Tabiî bu arada komşular sanki bir kaplan veya aslan yavrusu sokağa çıkmış gibi bağrışıp kaçışıyorlar. Bizim zararsızdır, tehlikesizdir, şeklindeki sakinleştirme çabalarımız bir sonuç vermiyor…

(Kısacık ömründe, olmadık belalarla karşılaşan kadersiz yavru Pit’imiz…)

Mahalleli başladı şikâyete. Baba ve anneye de; “Sizi Belediyeye şikayet edeceğiz, bu köpek tehlikelidir, bunu yok edin”, diye…

Bir gün sabah saat dokuz on gibi hayvanın sesi-havlaması da, görüntüsü de yok oldu.

Sultan inip girdi bahçelerine, hayvanın yerinde yeller esiyordu. Hem de tasması ve uzun deri kayışıyla birlikte… Oysa saat 08.30’da vardı…

Demek ki biri tasmasını takıp kayışından tutarak götürmüş hayvanı. Sultan hemen öğrenci kızımıza telefon edip durumu bildirdi. Onun da haberi yok. Babasına sormuş, o da; “Benim de haberim yok”, demiş. Dede zaten o günlerde Rize’de köyde…

Kızımız okuldan gelince, güya baba onu da yanına alıp mahalleyi dolaşmış. Aramışlar yani köpeği. Ve “Çaldılar kızım köpeğimizi”, demiş. Kızcağız da inanmış buna…

Tabiî biz bu vatandaşların karakterini bildiğimiz için buna inanmadık…

Mahalleden gelen şikâyet ve tehditlerden yılıp köpeği bir şekilde yok ettiğini düşündük…

Ve belki de mahalleden bir zalim, bir yakınına aldırıp attırdı köpeği. Zayıf olmakla birlikte bu da bir ihtimaldir… Kızımız üzüldü… Ama elinden ne gelir ki?..

Aradan on beş gün kadar bir süre geçti. Kendini patili dostlarımıza adamış arkadaşımız Şenay Hanım, “Durum”unda bir köpekçik paylaşmış. Hayvansever birisi, yol kenarında bulup korumaya almış. “Sahibi çıkarsa gelip alsın, çıkmazsa, sahiplenmek isteyen uygun biri çıkarsa da görüşüp ona verelim”, diyor bu köpeciği notuyla birlikte.

Bir baktık ki bizim kaybolan-yok olan ya da edilen küçük, yavru Pit’imiz…

Sultan anlattı durumu Şenay Hanım’a. Değerlendirdiler durumu… Ve orada kalmasına karar verdiler. O hayvansever kardeş sonunda iyi birini bulup sahiplendirir. Eğer alıp gelirsek komşumuz Rizeliler bakmazlar, yine bir şey getirirler hayvanın başına, dediler. Ve orada kaldı Pit’çik. Umarız sevenini bulur ya da bulmuştur…

Yani saldırgan, kötü kalpli köpek yoktur. Kötü insanlar tarafından kötü yetiştirilen köpek vardır.

Tıpkı insanlar gibi köpekleri de nasıl yetiştirirseniz öyle olurlar…

Mesela Tayyip’i babası eşek sudan gelinceye kadar dövüp ardından da ayaklarından tavana asmasaydı çocukken, o bugün böylesine kötülük dolu, kin ve nefret dolu, vicdan merhamet bilmez, psikozlu bir kişilik olmayacaktı.

Mahalledeki bütün hayvan düşmanları dört gözle Sultan’ımın hayvanlara bakamayacak, benim de onlara karşı koyamayacak kadar güçten düşmemizi ya da en iyisi olarak ölmemizi bekliyorlar. Alayı da Tayyipçi…

Arada bir, bir araya gelip gücümüzü ve kararlılığımızı, özgüvenimizi test de ediyorlar. Hem de ellerine demir borular, lobutlar alarak… Fakat her seferinde madara olup topuklayan da, polisi arayan da onlar oluyor. Mahkemelere koşan da yine onlar oluyor…

Hakaret ve bıçakla yaralamaya teşebbüsten aleyhimize açılmış olan dava halen sürmekte.

Eşim bir davadan on sekiz buçuk ay, bense biri sekiz buçuk, biri de on bir ay olmak üzere toplamda on dokuz buçuk ay ceza almış durumdayız…

Velhasıl, Türkiye’de hayvansever olmak, vicdan, merhamet sahibi olmak, tüm canlıların yaşam hakkını savunmak birçok fedakârlığı göze almayı gerektirir. Bir anlamda mayınlı arazide geziyor olmak gibi bir şeydir. Ne zaman, nerede, nasıl bir sonuçla karşılaşacağınızı bilemezsiniz. Dolayısıyla da her şeye hazırlıklı olmak durumundasınız.

Tabiî zalim hayvan düşmanlarının yanında bir de Belediyelerle, bakanlık görevlileriyle uğraşmak zorunda kalıyorsunuz…

Hani denir ya, bedelsiz sevgi olmaz. Her güzel şeyin bir bedeli vardır…

Toplum, altı bin yıldan beri birbirine düşman, durumları ve çıkarları birbirleriyle uzlaşmaz bir karşıtlık-zıtlık içinde olan sosyal sınıflara bölünmüş durumdadır. Egemen olan sınıflar insanlıklarını bütünüyle yitirmiş, zalimleşmişlerdir. Alt-mahkûm sınıfları yük hayvanlarından oluşan topluluklar olarak görürler…

Eee, böyle bir sosyal düzene sahip toplumda hayvan ve doğa sevgisinden söz edilebilir mi?

İnsan sevgisinin bile olmadığı bir egemen sınıfın egemen kültüründe, sanatında, edebiyatında, müziğinde hayvan ve doğa yer alabilir mi?

Kuşkusuz  hayır…

Sömürüye dayanan ekonomik altyapıya sahip toplumlar, yalanla dolanla, kandırmacayla, riyakârlıkla, sahtekârlıkla ve zulümle insanlıklarını da çürütürler, çamurlara bularlar.

Sevginin, saygının yerini güce tapınma ve güç kullanma alır artık…

Ve böylesi toplumlarda en çok zulüm ve zararı, en güçsüz, en korunmasız, en savunmasız canlılar alırlar:

Kadınlar,

Çocuklar,

Hayvanlar,

Ve Doğa alır en ağır, en öldürücü darbeleri…

Ardından da başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm alınteriyle geçim sağlayan insanlarımız alır.

Özetçe; İnsanlık henüz kesince Hayvanlık Konağından kurtulamamıştır. Gerçek insancıl bir konağa sıçrayamamıştır.

Ekonomik temeli sömürüye, soyguna, zamma, zulme ve bunların gizlenebilmesi için de yalana, kandırmacaya, riyaya dayanan bir toplumda nasıl üstyapıda insancıl sevgiye, saygıya ve hoşgörüye dayanan bir ahlâk, kültür, sanat, felsefe ve din inşa edilebilir?

Öyleyse yapılması gereken, ekonomi temelindeki bu eşitsizliğe, çelişkiye, sömürü ve soyguna son vermektir. Yani Sosyalist bir toplum inşa etmektir.

Amerikan Yerlileri’nin insan, hayvan ve doğasever oldukları anlatılır sürekli. Kabile Şeflerinin altın değerindeki özdeyişleri, tespitleri nakledilir. Doğrudur söylenenler.

Fakat bir nokta atlanır:

Amerikan Yerlileri, Beyaz Adam oraya ayak bastığında “İlkel Komünal Toplum Konağı”nda yaşamaktaydılar. Yani toplum, sınıflara parçalanmamıştı…

Bu sebeple de Yerli Halk mertti, yiğitti, adaletliydi, yalan dümen bilmezdi. Özü sözü birdi. Güvenilirdi…

Ve de insan, hayvan ve doğa sevgisiyle doluydu.

Biz de işte İnsanlığın bir milyon sekiz yüz bin yıl farkında olmadan içinde doğup yaşadığı, sonra da altı bin yıl önce Sınıflı Topluma geçerek kaybettiği o insancıl toplumu, insanların, hayvanların mutlu olarak yaşadıkları, doğanın gözbebeği gibi korunduğu toplumu, sevgi toplumunu yeniden kurmak için mücadele ediyoruz, savaşıyoruz…

En değerli, insana en yakışan, en anlamlı yaşama biçimi budur, diyoruz. Bu sebeple de bizim davamız en insancıl, en yüce davadır…

Demek ki kadınların da, çocukların da, hayvanların da, doğanın da kurtuluşu, İşçi Sınıfının Kurtuluşundan bağımsız değilmiş. Halk İktidarındaymış. Sosyalizmdeymiş, Komünizmdeymiş…

Burada şunu da belirtelim ki; kimse bize Batı’da hayvanlara iyi bakılıyor, demesin.

ABD’de her yıl on bir milyon köpek, Barınak benzeri ölüm yuvalarında katlediliyor. İngiltere’de beş milyon…

Diğer AB ülkelerinde de durum aynıdır…

FİFA, Rusya’da yapılacak bir futbol yarışması için; “Sokaklarda çok başıboş köpek var; bu, futbolseverleri rahatsız eder”, dediği için Vladimir Putin, Moskova başta olmak üzere maçların oynanacağı üç şehirde iki bin köpeği katletti.

Avusturalya yine birkaç sene önce iki milyon kediyi katletti. Aynı ülke milyonlarca kanguruyu da katletmişti bir zamanlar…

Yine Hollanda, bu fazladan oldu diyerek genç bir zürafayı damardan zehir vererek katletti, birkaç yıl önce…

Biraz da mesleğimle ilgili olduğu için ilgiyle takip edip kitaplarını okuduğum ünlü ABD’li Varoluşçu Psikoterapist Irwin Yalom, anılarını anlattığı kitabında; doktor olan genç eşi trafik kazasında ölen bir kadın hastasının köpeğiyle ilgili şöyle acıklı bir olay anlatır. Köpeğin esas sahibi ölen doktor eştir. Köpek de ona büyük bir sevgiyle bağlıdır. Bu yüzden eve yeni bir erkeğin (kadının ikinci evliliği dolayısıyla) girmesine ne yaparlarsa yapsınlar izin vermemektedir. Köpek, çok bağlı olduğu eski sahibinin yerini başka bir erkeğin alacak olmasını kabullenememektedir. Bizce asil bir davranış…

Bir psikiyatrist olarak bu sorunu çözümlemek için hastasına köpeğini uyutturmasını tavsiye eder I. Yalom. Kadının da bu tavsiyeye uyduğunu anlatır.

Bu sorun bizce ancak sabırla ve sevgiyle çözümlenebilirdi…

Olay şudur:

Köpeğin lider kabul ettiği doktor ölünce, köpek otomatikman evde liderliği ele almış, evi ve ev sahibesini korumak için eve kimseyi sokmamaya başlamıştır. Yani köpeğin davranışı, evin lideri olarak koruma amacıyla yapılmış bir harekettir.

Burada yapılması gereken, sabırlı olmak, köpeğe karşı dostça davranmak, bu arada da inisiyatifi ele alarak evin liderinin kendisi olduğunu köpeğe bildirmek ve kabul ettirmek olmalıdır. Köpek, ev sahibesinin liderliğini kabullendikten sonra, hemen durum değerlendirmesi yaparak kendiliğinden harekete geçmeyi sonlandırır. Liderine güvendiği için, durumu onun değerlendirip kendisine bildirmesini bekler. Ve onun vereceği komuta göre davranmaya başlar. Her durum değişikliğinde liderinin gözlerine bakar, onun vereceği komutu bekler.

Lideri “otur”, “rahat ol” dediğinde sessizce oturur. Lideri “saldır” dediğinde de saldırır. Yani kendi iradesiyle durum değerlendirmesi yapıp harekete geçmekten vazgeçer. Yapılması gereken işte buydu…

Irwin Yalom, köpeğin, köpek eğitmenine de götürüldüğünü fakat sonuç alınamadığını yazar kitabında. Besbelli ki köpek eğitmeni, gerçek bir köpek psikoloğu değilmiş. Nalbantmış…

Fakat I. Yalom, bu insancıl yaklaşımı gösterememiştir. Kitabındaki o bölümü okuyunca bir anda I. Yalom, insani açıdan gözümde pula döndü. Oysa beğenirdim psikiyatrlığını…

Yani ABD’de sapasağlam bir köpeğinizi götürüp öldürtebiliyorsunuz, keyfiniz için.

Demek ki Arkadaşlar; bu sorun da gelip sınıf sorununun insancıl anlamda çözülmesine bağlıymış.

Kaçak Saraylı Hafız, hep söyleyegeldiğimiz gibi Tarihteki ilk Sömürgen Egemen Sınıf olan, ilkin Sümer’de İ. Ö. dört bin yıllarında ortaya çıkan Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının hem mensubu (Ülker’in dağıtıcısı) hem de siyasi plandaki temsilcisidir. Avanesi de öyledir.

Tayyip vicdandan, merhametten, acıma ve hakkaniyet duygusundan yoksun, zalim bir psikozlu tiptir. Antep’teki trajik olay üzerine hemen ben buradan nasıl bir rant elde edebilirim, diye düşündü ve aynen şöyle dedi:

“Asiye yavrumuzun başına gelen hadiseyi gördünüz. Beyaz Türkler, sahip çıkın hayvanlarınıza. Hayvanlarınıza sahip çıkın.” (https://www.sozcu.com.tr/2021/gundem/cumhurbaskani-erdogan-beyaz-turkler-hayvanlariniza-sahip-cikin-6849092/)

“Beyaz Türkler” terimi kin ve nefret kusan, ötekileştiren, düşmanlaştıran, ayrıştıran bir terimdir. İsim babası da ufkumuzdan çekilmiş bir CIA gönüllüsü insan sefaletidir. Bu da Tayyip kadar zalim, acımasız ve ABD, Sermaye uşağıdır…

ABD uşağı Ufuk Güldemir, Turgut Özal adlı yine ABD’nin sıfır numara uşağı olup 12 Eylül Faşist Diktatörlüğü’nün Ekonomiden Sorumlu Bakanlığını yapan insan sefaleti, Kenan Evren’in ardından Cumhurbaşkanı olunca, ona karşı çıkan, onun Cumhurbaşkanlığını kabul etmiyorum, diyen Mustafa Kemal Gelenekli insanlarımızı aklınca küçümsemek için kullanmıştı bu terimi. Kendisi de şöyle itiraf eder, yaptığı bu pis işi:

“Beyaz Türkler, Özal’ın Cumhurbaşkanlığı dönemindeki tepkilere koyduğum bir tanımdı.” (https://www.haberturk.com/medya/haber/3798-beyaz-turk-kavrami-nasil-cikti)

Bu şahsın kimliğini, rahmetli saygıdeğer gazeteci Hasan Pulur 26 Mayıs 2004 tarihli Milliyet’teki köşesinde şöyle teşhir eder:

***

Adamın evi yanıyor, televizyoncu yanına yaklaşır:

“Evinizin yanışını seyretmek nasıl bir duygu?

“Tren kazasında, vagonlar birbirine girmiş, adam sıkışmış kalmış, televizyoncu sorar:

“Vagonların arasına sıkışmak nasıl bir duygu?

“Delikanlının babası kazada ölmüş, soru yine aynı:

“Böyle bir kazada babanızı kaybetmek nasıl bir duygu?”

*

PEKİ, bir “avcı”ya, mesela bir “ayı avcısı”na “Ayı vurmak nasıl bir duygu?” diye sorulabilir mi? Diyelim soruldu, “ayı avcısı” da ayı vurmanın nasıl bir duygu olduğunu anlatabilir mi? Niçin anlatmasın…

*

İŞTE, koca ayıyı vuran avcı, avının başına diz çöküp “Ayı vurmanın nasıl bir duygu” olduğunu bakın nasıl anlatıyor:

“Karla kan birbirine acıyla karışıyor. Kar ve kan bu kadar mı yakışırmış birbirine? Kızıl kar yağar mı hiç? Ayı ölünce kızıl kar yağıyor ey sevgili okur. Alegle beraber ayıyı yüzerken, balık kokan bu muhteşem hayvanı okşuyorum. Ellerimi etlerine sürüyorum. Yağını kokluyorum, kokusunu içime çekiyorum. Ya bir gören olsa ayıyı kokladığımı? Avcı niye avlar bu kadar muhteşem bir hayvanı?”

*

İYİ soru! Zaten avcı da öyle diyor: “İyi soru…Ama iyi bir cevap da var: Bir tek çirkinlikleri mi avlayacağız? Penisinin içinde kemik olan tek canlı, ayı. Kemiğin topuzu gümüş kaplanarak içki karıştırıcısı yapılıyor. Ellerimle penisini açıp kemiğini çıkarıyorum. Bir karış uzunluğunda kalem gibi bir kemik.”

*

“KİM bu avcı?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Elbette açıklayacağız, zaten gizlisi saklısı yok, vurduğu ayının başında baş başa fotoğraf çektirmiş, “Acıdır ayının ölümü” diye Kamçatka’daki “ayı avı”nı yazmış: “Ufuk Güldemir”

Bir tarihte Milliyet’in Genel Yayın Yönetmeni olan, sonra önde gelen, özel televizyonları yöneten, şimdi de “Haber Türk” televizyonunun başında olan Ufuk Güldemir… Kamçatka’ya ayı vurmaya gitmiş, gördüklerini, yaptıklarını ve duygularını 23 Mayıs 2004 tarihli Hürriyetin pazar ekinde anlatmış…

*

BÖYLECE, herkes “Ayı vurup öldürmek nasıl bir duygu?” sorusunun cevabını öğrenmiş oldu. Ayı vurup öldürmek işte böyle bir duyguymuş… Karla kanın acıyla birbirine karıştığı, kızıl karın yağdığı, avcının, vurduğu ayının başına çöküp ellerini etlerine sürdüğü, yağını kokladığı, kokusunu içine çektiği bir duygu… Hele ayının penisini elleriyle açıp içindeki kemiği çıkarmak… Nasıl bir duyguysa, işte böyle bir duygu… (Hasan Pulur, Milliyet Gazetesi, 26 Mayıs 2004)

***

Ben böyle adamlarla karşılaşsam hasbelkader kusarım önce. Sonra da ne yaparım bilemiyorum…

Sonra ne diyor Tayyip?

Bütün sokak köpeklerini toplayın.

Ve Tayyip’in valileri, kaymakamlar, belediyeler Başlıyor Cadı Avına. Binlerce masum, çaresiz, korunmasız can gönderiliyor ölüme.

Binlerce insanımızı öldürttüğü yetmedi, milyonlarca ağacımızı kestirdiği yetmedi, şimdi bunlara binlerce masum, yaşama kavgası veren gariplerimizi de ekledi. Onların da kanına girdi.

Oysa Hz. Muhammed ve onun içtenlikli takipçileri, hayvanlara, doğaya nasıl da sevgiyle yaklaşırlardı. Onu sadece biz biliyoruz. (Bu konuda daha çok bilgi edinebilmek için “İnsan Kalmak Kolay Değil” adlı “Kedi Davaları Savunmaları” adlı kitabımıza bakılabilir.)

Eee, Tayyipgiller’in sınıf karakterleri böyle davranmalarını emreder. Onlardaki bu zalimlik, cibilliyetleri iktizasıdır bir bakıma da…

Hep deriz ya; onlar bir tek Tanrıya tapınır: Para Tanrısı’na…

Söz buraya gelip dayanınca bir hayvan düşmanı insan sefaleti Parababasından daha söz etmek istiyoruz… O halen lanet bedenini gezdirmekte aramızda…

Zevk için hayvan öldürmekle övünen Cem Boyner’dir bu mide bulandırıcı yaratık da.

Yaptığı bu aşağılık, sapıkça eylemlerini “Avcılık Anılarım” diye de kitaplaştırmış utanmadan… İnsan olmadıkları için utanmayı da bilmez bunlar.

Bakın nasıl da övünür cellatlığıyla:

***

Bufalonun kalbine 5 kurşun sıktım yine de bizi temize havale edebilirdi

Boyner Holding Yönetim Kurulu Başkanı Cem Boyner, avcılık anılarını bir kitapta toplama kararı aldı. Boyner, CEO Life dergisi için kaleme aldığı bölümde şunları anlattı: “Afrika’nın Miombo ormanında 40 metre yakınımızdaki bufaloya ateş ettim. Kurşun omuzundan kalbine girdi. Üzerimize yöneldi. Tekrar tekrar kalbine ateş ettim. Son anda rehberimiz ayağından da vurmasa bizi temize havale edebilirdi.”

BOYNER Holding Yönetim Kurulu Başkanı Cem Boyner, 17 yaşından bu yana sürdürdüğü avcılık hobisine ilişkin anılarını bir kitapta toplamaya karar verdi. Bu yıl içinde piyasaya çıkması beklenen kitabında yer alacak avcılık anılarının ilk bölümünü CEO Life dergisi için kaleme alan Boyner, “İnsan, avdan çok, avda yaşananlardan etkileniyor ve orayı özlüyorsunuz. Şehir hayatında ben yıldızları görmüyorum, kuşların cıvıltısını duymuyorum, şafakta uyanmıyorum, böcekleri duymuyorum. Ama av doğayla bütünleşme açısından bana çok önemli bir vasıta oldu” dedi.

Kişisel risk alıyorsunuz

Aslında çok sık avlanmaya gitmediğini belirten Boyner, şunları dile getirdi: “Herhalde birkaç ayda bir gidiyorum. Yaban domuzu avları, kuş avları benim favorimdir. Afrika’ya gidebildiğim kadar sık gitmeyi seviyorum. Bu bazen yılda bir oluyor. Yalnız da gittiğim oluyor, arkadaşlarımla da gittiğim oluyor. Dünyanın olmadık yerlerinde, olmadık insanlarla beraber aynı battaniyenin altında, aynı otun, samanın üzerinde uyuyup çok güzel hatıralar biriktiriyorsunuz. Sevdiklerime anlatmak istediğim anekdotlarımın çok önemli bir kısmı av sırasında oluşan hatıralardan meydana geliyor. Av çok kişisel bir olay.  Aldığınız riskler çok kişisel. Yaşadığınız tecrübe ve hisler de çok kişisel. O açıdan aslında çok ortada yaşadığım bir merakım değil. İlk defa bu kitapla birlikte bu ortaya çıkıyor.”

Bufaloyu kalbinden vurdum

Cem Boyner, Yunan mitolojisinde adı geçen ve sadece topuğundan vurulabilen yarı ölümlü ‘Aşil’den esinlenerek ‘Aşil’in topuğu’ başlığını koyduğu yazısında 800 kilogramlık bir bufalo ile Afrika’nın Miombo ormanında yaşadığı avcılık öyküsünü anlattı: “Bufalo ile aramızdaki mesafe 50-60 metreye indi. Terleyen elimdeki 375 H&H Steyr tüfeğim neredeyse kayıp gidecek. Elimi pantolonuma siliyorum aceleyle, bilmem kaçıncı kere emniyeti kapatıp tekrar açıyorum. Nefesimi tuttuğumu fark ediyorum, veriyorum nefesimi ve normal nefes alıp vermek için koşulluyorum kendimi. 40 metreye indi ara. Ama Miombo ormanı sık. Ağaçların arasında bazen 1 metre kadar bir açıklık oluyor. İleride böyle bir açıklık var. Tam oradan geçerken atsam? Atabilsem… Tam geçerken de orda durmaz ki namussuz! Tetiği çektim, sol omuzbaşına isabet. Omzu kırıldığı için üzerine basamıyor sol ön bacağının. Mermi omzu kırıp mutlaka kalbine isabet etti ama hemen düşmeyecek. Zaten ikircikliydi, kanı bitse de adrenalinle devam eder. Bir anda bizi görüyor ve üzerimize dönüyor. İsa (profesyonel avcımız) ‘Shoot again! (Tekrar ateş et!)’ diye bağırıyor ensemde. Bufalo traktör gibi geliyor üzerimize. Bu kez tam göğsünün ortasına atıyorum. Tam isabet. Hâlâ geliyor. Artık aramızda 20-25 metre var. Mekanizmayı kurup bir tane daha atıyorum. Bu da tam hedefte. Kalbi, ciğerleri; mutlaka! Birer mermi daha yolluyoruz. Sarsılıyor, ama devam ediyor üzerimize gelmeye. Son kurşunumu da kalbine yapıştırıyorum. Ama bufalo artık kanla değil, adrenalinle koşuyor. Bitecek pili elbette düşecek, ama bizi temize havale ettikten sonra. Çoktan düşmesi gerekirdi. Çalışan bir kalbi kalmadığına eminim. Beynine nişan alsam? Ama daha 15 metre var. İp gibi dümdüz gelmiyor ki, kafası sürekli hareket halinde. O koca kafada yumurta büyüklüğündeki beyni ya tutturamazsam? Çabucak bunlar geçiyor kafamdan. “Fight or flight” (savaş veya kaç)… Eminim bilinçaltım bana çaktırmadan bunu da tartıyor. Sonra silahıma güvenmekten başka çarem olmadığını kabul ediyorum. Birimizden birimiz düşene kadar kurşun sıkmaya devam. Ben bizi yok etmek üzere üzerimize doğru koşmaya devam eden bufaloyu beyninden vurmanın hesaplarını yaparken rehberimiz Nat, onu ayağından vurdu. Böylece koşmasını engellemek istiyordu.”

Babama çok özenirdim ava ilk onunla gittim

AV merakının ilk olarak babası Osman Boyner’i izleyerek oluştuğunu kaydeden Cem Boyner, şöyle devam etti: “Ben de onu izlerdim. Çok iyi hatırlıyorum, avdan önce uzun uzun hazırlanırdı. Avdan da çizmeler, fişekler, ördeklerle geri gelirdi. Onlar balkona asılırdı. Çok gıpta ederdim, aklım kalırdı. Onun için çıkabileceğim ilk yaşta, 17 yaşında kendimi araziye attım. Avda henüz gideceğim çok yer var. Ancak Afrika, kültürüyle her şeyiyle Afrika. Hayatın çok önemsiz ama çok önemsiz olduğunu, yaşadığın an kadar var olduğunu en iyi hissettiğim yer Afrika.”

Kalbi değil, arka bacağı onu devirdi

CEM Boyner, Afrika’daki bufalo avı sonrasındaki düşüncelerini şöyle aktardı: “Bütün önemli ve büyük sonuçlar, yüzlerce küçük ve önemsiz görünen parçaların birleşmesinden meydana geliyor. 100 metreyi 9.8’den 9.7 saniyede koşabilmek için büyük bir fark değil sayıca fazla alanda milimetrik farklar gerekiyor aslında. Atletin koşarken her adımını sadece bir santim açması 100 metrede 40 cm eder. Şampiyonu geçmek için muazzam bir fark gerekmiyor, bir kaç mini minnacık fark birleşince büyük sonuç getiriyor. Bufalo 800 kiloluk bir dev olmasına rağmen, o da yüzlerce küçük, hareketli, can alıcı parçadan meydana geliyor. İnsanın aklına hep kalbi geliyor ama bu kez Aşil gibi arka bacağından vurulunca düştü.” (https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/bufalonun-kalbine-5-kursun-siktim-yine-de-bizi-temize-havale-edebilirdi-19606499)

***

Hep içinde yaşadığımız rezil Sınıflı Toplumdur bu rezilleri yaratan… Bu insan soyunun yüzkaraları, onları yetiştiren bataklıkla, Sosyal Sınıflı Toplumla birlikte yok olup gideceklerdir…

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

8 Ocak 2022

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı

Print Friendly, PDF & Email