“Bin Kalıplılar”da kalıp değişir, ihanet değişmez! (20)

15 Temmuz Ganimet Savaşı Tayyipgiller’in zaferiyle sonuçlanınca, sağlı sollu bütün çıkarcılar Tayyipçi geçinmek sevdasına yakalandılar. Daha doğrusu parsa kapma ve kelle kurtarma yarışına giriştiler. Tez şuydu: 15 Temmuz Amerikancı gerici “darbe”si Tayyip’e karşı yapıldı. Tâ 17-25 Aralık 2013’ten bu yana hatta 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Fetocu savcılar tarafından ifadeye çağırılmasından bu yana yani Tayyip’e karşı FETÖ’nin ilk hamlesinden bu yana FETÖ’yle gerçek mücadeleyi yapan tek kişi Tayyip’tir. Bundan sonra da bizi FETÖ belasından kurtaracak kişi Tayyip’tir. Bu tezi “Ergenekon Davası” mağduru, Genelkurmay Başkanlığı yapmış yani kurmay bir asker olan İlker Başbuğ’a kadar savundu bu kesim. Yani Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere CIA tarafından örgütlenmiş FETÖ’den Türkiye’yi, yine CIA tarafından Laik Cumhuriyet’i yıkmak üzere örgütlenmiş ve 15 Temmuz’u; “Allah’ın bir lütfu”, diye kutsamış Ortaçağcı Tayyip kurtaracaktı bu güruha göre.

Ve bu güruhtan insanlar, Tayyipgiller’in borazanı haline gelmiş olan yandaş, yalaka havuz medyasının televizyonlarında, gazetelerinde vazgeçilmez aktörler olarak istihdam edildiler. Sağ kesimden gelen yalakalar bakımından olağanüstü bir durum yoktu. Onlar görevlerine devam ediyorlardı. Tek bir şart vardı onlar için: Geçmişte FETÖ’ye ne kadar övgü düzmüşlerse şimdi onu çok aşan dozda küfür edeceklerdi. Bu konuda sağ kesimden gelenlerin şampiyonu kimdir ölçmek mümkün değil…

Ama çok inandırıcı olabilmek için “sol” görünen kesimden insanlar da bu kervana katılmalıydı. Bu hem Tayyipgiller’in inandırıcılığını arttıracak hem de Tayyipgiller’in Antiemperyalist, Antiamerikan görünmelerini sağlayacak böylece halk nazarında Tayyip’in kredisini yükseltecekti. Bu yalakalıkta, ikbal, mevki ve siyasi, maddi kazançta yarışan yarışana… İsim belirtmek değer vermek olur.

Fakat bir kişi var ki, isim verilmese yeni nesillerin onu tanıması içyüzünü görmesi gölgelenebilir. Bu kişi, “sol” görünüp hep CIA hizmetinde bulunmuş, bu görevini hiçbir zaman aksatmamış, her yeni dönemde yeni bir kalıba girerek hizmette kusur etmemiş; tâ 1970’te Hikmet Kıvılcımlı’nın “CIA Sosyalisti” diyerek kulağından tutup teşhir ettiği, Doğu Perinçek’tir. Yani “sol” görünümlü yalakaların, hainlerin açık ara şampiyonu, yandaş medyanın ekranlarında ve gazetelerinde her gün arzı endam eden Doğu Perinçek’tir. Ortaçağcı Tayyipgiller’in en büyük destekçisi unvanının tartışmasız sahibidir.

Biz onun nasıl kalıptan kalıba girdiğini gözler önüne seren, Nurullah Ankut (Efe)’nin kaleme aldığı 26 makalesini yayımlamıştık. Bu makaleleri, “Bin Kalıplılar” adıyla büyük boy 617 sayfadan oluşan bir kitapta da derlemiştik. (Nurullah Ankut, Bin Kalıplılar, Derleniş Yayınları, Mayıs 2015)

Fakat onun “bin kalıba” sığamayacağını da şöyle belirtmiştik:

“(…) Tabiî son kalıbı dedikse şimdilik kaydını da koymak gerekir. Bundan sonra hangi kalıplara gireceğini kadim dostu Yalçın Küçük bile (kesinlikle değişeceğine emin olmakla birlikte) bilememektedir. Bilemediğini zaten yazıp çizmektedir. Yani biz de adımız gibi eminiz ki Allah ömür verirse Doğu Perinçek’in bu son kalıbı, sondur ama, en son kalıbı değildir…

“Onun görevi, antiemperyalist uyanışı her dönemde evirip çevirerek yine emperyalizmin kanalları içine akıtıp buharlaştırarak yok etmektir.

“Buna izin verilemezdi.

“Kitap okununca görülecektir:

“İzin verilmemiştir…” (Bin Kalıplılar, Önsöz, s. 21)

Doğu Perinçek’in bu yeni girdiği-gireceği kalıpların anlaşılması; gerçek yüzünün iyice görülmesi, genç kuşaklarca da bilinip tanınması için ve hak ettiği hainlik rütbesinin bizzat halklarımız tarafından ve bir kez daha alnının ortasına çakılması için (hukukçu üslubu ile söylersek); bu makaleleri bir kez daha Türkiye Halklarının önüne koymak kaçınılmaz bir görev olmuştur.

***

Doğu Perinçek ve PDA Avanesi’nin Kürt Meselesi’ndeki Taklaları

Bu hareket, her konuda olduğu gibi bu konuda da doğasına uygun olarak bir uçtan öbür uca savrulup durmuştur. Fakat bu konudaki dönüşleri, zikzakları diğer pek çok konuda olduğundan daha fazladır.

Bizim yaptığımız tespite göre bu cepheden cepheye sıçrayışları, dönüşleri 4 farklı dönemde incelenebilir. Yani tam 4 kez görüş-kalıp değiştirmişlerdir bu konuda. Bu sebeple biz de anlaşılırlık açısından bu 4 aşamanın her birini ayrı bir başlık altında, ayrı bir bölüm olarak ele aldık, böyle inceledik. Şimdi bunları görelim sırasıyla:

1- Kürt Hareketi’ne, Kürt Meselesi’ne Dostluk Dönemi

Takriben 1969’da başlar, 1970’li yılların ikinci yarısında sona erer.

2- Kürt Hareketi’ne ve Kürt Meselesi’ne En Keskin Düşmanlık Dönemi

1970’li yılların ikinci yarısında başlar, 1980’li yılların ikinci yarısında sonlanır.

3- Kürt Meselesi’ne ve Hareketi’ne Karşı Çok Yakın Bir Dostluk Dönemi

1980’li yılların ikinci yarısında başlar, 1990’lı yılların ikinci yarısında sona erer.

4- Kürt Meselesi’ne ve Kürt Hareketi’ne Keskin Düşmanlık Dönemi

2000 yılında başlar ve bugün de devam eder.

 BİRİNCİ DÖNEM

Birinci dönemindeki görüşlerini kendi metinlerinden aktaralım yoldaşlar. Aktaralım ki netçe görülsün, en cahil insanlarımız bile okur okumaz, duraksamadan anlayabilsin Bin Kalıplılar ekibinin bu konuda da attığı taklaları, yaptığı dönüşleri, çizdiği zikzakları.

İlkin 1974’te kaleme alıp yayımladıkları “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası Savunma” adlı kitaplarından yapalım aktarmaları. Bu savunmayı başta Doğu Perinçek gelmek üzere toplam 141 PDA Avanesi imzalamıştır. Tamamının ortak görüşüdür burada yazılanlar. Görelim:

“TÜRKİYE İŞÇİ KÖYLÜ PARTİSİ KÜRT MİLLETİNİN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKINI KAYITSIZ ŞARTSIZ SAVUNUYOR

“Yarı sömürge, yarı-feodal bir ülke olan Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Bölgesinde Kürt milliyetinden bir halk yaşamaktadır. Türk hakim sınıflarının, Kürt halkı üzerinde yüzyıllardan beri devam eden sömürü ve zulümleri, bu bölge halkının daha da yoksul ve geri kalması sonucunu doğurmuştur. Türk hakim sınıfları, Kürt halkı üzerindeki sömürü ve tahakkümlerini sürdürebilmek için, bu geriliği korumaya daima özen göstermişlerdir. Uyguladıkları azgın sömürü ve talan politikasıyla, bölgeler arasındaki eşitsizliği gittikçe derinleştirmişlerdir.” (agy, s. 398)

“Kemalist burjuvazi, emperyalizm ile adım adım uzlaştıkça ve toprak ağalarıyla birleştikçe, Kürt halkı üzerindeki baskı ve sömürüsünü de arttırdı. Kürt milletinin varlığını ve milli haklarını inkar etti. Dilini ve kültürünü baskı altına aldı. Irkçı-şoven fikirleri yaydı. Türk ve Kürt halkları arasında düşmanlıkları körükledi. Kürtlerin yaşadığı bölgelerde jandarma baskısını arttırdı. Kurtuluş Savaşı’nda kurulan dostluk ve kardeşlik bağları tahrip edilmeye çalışıldı.” (agy, s. 418)

“Kürt milleti üzerinde baskı ve zulüm öyle bir duruma gelmişti ki, başlangıçta ayaklanmayan aşiretler bile silahlanarak dağlara çıktılar. Kemalist burjuvazi, Şeyh Sait isyanını kırmak için, aşiret ve mezhep çatışmalarını körükledi. Alevî Kürt köylülerini ve bir kısım aşiretleri ayaklanmaya karşı kullandı.

“Hükümet, ayaklanmayı kanlı bir şekilde bastırdı. Kürt milliyetinden kitleleri katletti. Binlerce köyü yakıp yıktı. Ayaklanma bastırıldıktan sonra iki yıl, Doğu’da sıkıyönetim uygulandı. Ayaklanmanın önderleri asıldılar. Binlerce aile Batı Anadolu’ya sürüldü. Köyler boşaltıldı. Silah toplama ve kaçak arama bahanesiyle halka ağır zulüm uygulandı. Kürt milleti yanında, bütün Türkiye halkına ve komünistlere de ağır baskılar yapıldı.” (agy, s. 419)

“TİİKP, Kürt milletinin aşağıdaki demokratik hak ve taleplerini savunmaktadır:

“Kürtler üzerindeki zorla eritme politikasına ve milli baskıya son verilmelidir.

“Kürtçe, Türkçe gibi devletin resmi dili olarak kabul edilmeli ve Kürtler ana dillerini serbestçe kullanabilmelidir. Kürtler, devlet dairelerine kendi dillerinde dilekçe verebilmeli, mahkemelerde ve bütün resmi merciler önünde Kürtçe konuşabilmelidirler. Kürtlerin yaşadığı bütün yerleşme merkezlerindeki okullar ve üniversitelerde, Kürtler kendi ana dilleriyle eğitim görmelidirler. Kürtçe gazete, dergi ve her türlü yayın çıkarmak, serbest olmalıdır. Devlet radyoları ve televizyon, Kürtçe yayın da yapmalıdır. Kürtçe yer ve köy isimlerinin değiştirilmesine son verilmelidir.

“- Kürt kültürü üzerindeki her türlü gerici baskıya son verilmelidir. Kürt halkı, kendi anti-emperyalist ve anti-feodal kültürünü geliştirmede serbest olmalıdır. İran, Irak ve Suriye’de bulunan Kürt milliyetinden halklarla her türlü devrimci kültür alış-verişi serbest olmalıdır. Okullarda Kürt milliyetinin varlığını inkâr eden şoven eğitime son verilmelidir. Kürt tarihi, Kürt edebiyatı ve Kürt halk kültürünün ürünlerini öğreten demokratik bir eğitim sistemi gerçekleştirilmelidir. Kürt çocuklarını, Türkleştirmek ve eritmek amacıyla kurulan Yatılı Bölge Okullarındaki gerici eğitim sistemi kaldırılmalıdır.

“- Her türlü milli eşitsizliğe son verilmeli, Kürtler devlet idaresinin ve toplum hayatının her alanında eşit haklara gerçekten sahip olmalıdır. Orduda, fabrikalarda, okullarda, iş ve memuriyete alınmada, Kürtlere yapılan ayrımlar kaldırılmalıdır.

“- Bölgeler arasındaki iktisadi eşitsizliğin kalkması için, Doğu Bölgesinin iktisadi gelişmesine özel bir önem verilmelidir.

“-Kürt halkının teşkilatlanma hürriyeti sağlanmalıdır.

“- Özel olarak Kürt halkı üzerinde baskı ve zulüm uygulayan komando, seyyar jandarma ve MİT teşkilatları kaldırılmalıdır. Köylere yapılan baskınlara, işkence ve dayağa son verilmelidir. Her yıl birçok insanın ölümüne sebep olan sınırdaki mayın tarlaları temizlenmeli, Doğudaki yasak bölgeler kaldırılmalıdır. Bütün bu topraklar, yoksul köylülere dağıtılmalıdır.” (agy, s. 439-440)

TİİKP belgelerinde Kürt Meselesi

Şimdi de yoldaşlar, “TİİKP (Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) 1. Kongre Belgeleri” adlı 1977’de yayımlanan kitaplarından birkaç aktarma yapalım:

“KÜRT MİLLİ MESELESİ ÜZERİNE KARAR

I.

“KÜRT MİLLİ MESELESİNİN PROLETER ENTERNASYONALİZMİ BAYRAĞI ALTINDA MİLLİ DEMOKRATİK DEVRİMLE ÇÖZÜMÜNÜ SAVUNUYORUZ

“Türkiye, İran, Irak ve Suriye toprakları üzerinde yaşayan Kürt milletinin dört bin yıllık bir tarihi, zengin bir dili ve kültürü vardır.

“Merkezi feodal Osmanlı devletinde Kürtler feodal beylikler halinde yaşıyorlardı. Uzun bir süre Osmanlı ve İran devletleri arasındaki hakimiyet mücadelesine konu olan Kürdistan, 1638 Kasrı Şirin Anlaşması’yla bu iki devlet arasında bölündü. Bu olay, Kürtlerin bugünkü parçalanmış durumunun ilk tarihi temelidir. Osmanlı devleti, Kürt beyliklerini kendine bağlamak için onlara özerklik vermiş, Kürt feodallerine dokunmamıştır. Kürt beyliklerinin bir kısmının vergi ve askerlik yükümlülükleri dahi yoktur. Osmanlı devletinin Kürt bölgesindeki sömürü ve hakimiyeti sömürgecilik biçiminde değildi.

“Kapitalizmin dünya çapında gelişmesi ve burjuva devrimleri Osmanlı devleti sınırları içinde yaşayan bütün kavimleri 19. yüzyıldan itibaren etkilemeye başladı. Milletler ortaya çıktı. Feodal devlete ve orduya hakim olan Türkler hakim milleti meydana getirirken, diğer kavimler ve bu arada Kürtler ezilen milletler halinde oluştular. Kürt milli hareketi bu tarihlerden itibaren başladı. Osmanlı devleti, o dönemde çok-milliyetli bir devletti.

“Amaçlarından biri yarı-sömürge Osmanlı devletini parçalamak olan Birinci Dünya Savaşı sonunda, bugün Irak ve Suriye’nin bulunduğu bölgeler İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin sömürgeci işgali altına girdi. Böylece Kürt milletinin dört ülkeye bölünme durumu bugünkü şeklini aldı. Sevr Antlaşması, Osmanlı topraklarının ve Kürt milletinin üzerinde yaşadığı bölgelerin paylaşılmasını belgeleyen emperyalist bir antlaşmaydı. Emperyalistler,  gene bu antlaşmayla Orta Doğudaki hakimiyetlerini pekiştirmek için Doğu Anadolu’da kukla bir Kürt devleti kurmayı planladılar.

“Milli Kurtuluş Savaşımız, Türkiye’de yaşayan iki milliyetin emperyalizme karşı ortaklaşa verdikleri bir bağımsızlık mücadelesiydi. Kurtuluş Savaşı sırasında iki halkın anti-emperyalist birliğini parçalayan Kürt isyanları gerici hareketlerdi.

“Lozan Antlaşması esas olarak bağımsızlık mücadelesinin zaferinin bir sonucudur. İngiliz emperyalistleri Lozan’da Musul bölgesi üzerindeki sömürgeci hakimiyetlerinden vazgeçmediler, bu meselenin çözümü ileriye bırakıldı.

“Kemalist burjuvazi Milli Kurtuluş Savaşından sonra emperyalizmle adım adım uzlaştı. Toprak devrimine girişmedi ve feodallerle ittifak kurdu. Buna bağlı olarak Kürtler üzerindeki milli baskı ve zorla eritme siyaseti de ağırlaştı. Bu dönemde ardı ardına patlak veren Kürt milli hareketleri ortaya çıktı. Şeyh Sait İsyanı, feodallerin önderliğinde gerici bir hareketti. İngiliz emperyalistleri bu isyanı kışkırtarak Musul petrolleri ve Irak Kürdistanı üzerindeki hakimiyetini Türkiye’ye kabul ettirmek ve o zamanki Sovyetler Birliği’ne karşı Doğu Anadolu’da bir üs yaratmak amacını güdüyordu.

“Daha sonraki Ağrı, Zilan ve Dersim İsyanlarında Kürt halk kitleleri milli zulme karşı ayaklandılar. Bu hareketler Türkiye halkının devrimci mücadelesiyle birleşemediği için yenilgiye uğradı. Kemalist iktidar bu isyanları kanlı bir şekilde bastırdı ve kitle katliamlarına girişti.

“Yurdumuzda Kürt milliyeti yarı-feodal yapının en kuvvetli olduğu Doğu Anadolu bölgesinde yaşamaktadır. Öte yandan bu bölgede gelişmekte olan kapitalizm, milli hareketin serpilip yayılması için elverişli bir ortam yaratmaktadır.

“Kürt halkı, Türkiye halkının bir parçası olarak emperyalizmin, feodalizmin ve işbirlikçi büyük burjuvazinin baskı ve sömürüsü altındadır. Kürt milliyeti ayrıca Türk hakim sınıflarının uyguladığı milli baskı ve zorla eritme siyaseti yüzünden de ezilmekte ve sömürülmektedir.

“Kürt milli meselesi, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir Üçüncü Dünya ülkesindeki bir ezilen milliyet meselesidir. Bu meseleyi emperyalizme ve feodalizme karşı mücadeleden koparan ve Türkiye halkının milli demokratik devrim mücadelesinin bir parçası olarak ele almayan görüşler hatalıdır. Türkiye’yi emperyalist bir ülke ve Kürtlerin yaşadığı bölgeyi sömürge olarak kabul eden teori Marksizme aykırıdır. Türkiye’nin iki milliyetten halkını birbirine kışkırtan “sömürge” teorisi bugün esas saldırgan Rus sosyal-emperyalizmine hizmet etmektedir.

“Kürt milli meselesi Osmanlı feodalizminin bir mirası, ortaçağın kalıntısıdır. Kürt milli meselesinin dayandığı sosyal temel emperyalizmin yurdumuz üzerindeki hakimiyeti ve yarı-feodal toplum yapısıdır.

“Kürt milli meselesinin köklü bir şekilde çözümü, emperyalizmin ve feodalizmin tasfiye edilmesine bağlıdır ve bu mesele bir devrim meselesidir. Kürtlerin milli ve sosyal kurtuluş mücadelesi, dünya proletarya devriminin bir parçasıdır ve ancak proletarya önderliğinde kökten ve nihai bir çözüme ulaşabilir.

“Bu bakımdan TİİKP, Kürt milli meselesini, baş düşmanları iki süper devlet, özü toprak devrimi ve bugünkü merkezi görevi milli bağımsızlık mücadelesi ve savaşa karşı hazırlık olan milli demokratik devrimimizin bir parçası olarak ele alır.

“TİİKP, Kürt milli meselesini kendi başına bir mesele olarak değil, dünya proletarya devriminin, bütün Türkiye proletaryasının ve emekçi Kürt halkının çıkarları açısından değerlendirir. Partimiz, Kürt milletinin ayrı bir devlet kurma hakkını her şart altında savunur ve ayrılma meselesiyle ilgili her durumda somut bir tavır alır. Partimiz, Kürt milli hareketini ancak emperyalizme ve sosyal-emperyalizme, bugün iki süper devlete darbe indirdiği ve dünya proletarya devrimini güçlendirdiği şartlarda destekler. İki süper devletin mevzilerini güçlendiren ve dünya proletarya devrimini baltalayan milli hareketlere karşı çıkar, Kürt halkını devrim bayrağı altında toplar ve mücadeleye seferber eder.

“TİİKP, Kürt milli hareketinin silah zoruyla ezilmesine her şart altında karşı çıkar. Hangi sınıfın önderliğinde olursa olsun ve hangi gelişmelere yol açarsa açsın, Kürt halk kitlelerini peşinden sürükleyen bir milli harekete karşı zor kullanılması, emperyalizmi güçlendirir, iki milliyetten halkımızın birliğini baltalar ve devrime büyük zarar verir.

“Kürt milli meselesi, burjuvazinin milliyetçi bayrağı altında köklü ve kesin bir çözüme ulaşamaz. Çünkü:

“1. Burjuvazi, ayrı bir devlet kurmayı başarsa bile yaşadığımız çağda emperyalizme bağımlılığı bütünüyle ortadan kaldıramaz, ülkeyi eninde sonunda emperyalizmin yarı-sömürgesi durumuna düşmekten kurtaramaz.

“2. Burjuvazi, işçi ve köylülere karşı toprak ağalarıyla ve gericilikle birleşir, yarı-feodal yapıyı ortadan kaldıramaz. Bunun sonucu olarak Kürt milletinin gelişmesinin önündeki gerici engeller varlığını korumaya devam eder.

“3. Burjuvazi, kendi ülkesi içindeki azınlık milliyetler, milli ve dinî topluluklar üzerinde milli baskı uygular, bu açıdan da milli meseleyi ortadan kaldıramaz.

“4. Burjuvazinin ve toprak ağalarının iktidarı altındaki bir ülke komşu ülkelerle toprak ve çeşitli çıkar çatışmalarına düşer, milletler arasındaki düşmanlıklara son veremez.

“Sonuç: “BURJUVA TOPLUMU, MİLLİ MESELENİN ÇÖZÜMÜNDE TAMAMIYLA İFLAS ETMİŞTİR.” (Stalin)

“Dört ülkeye parçalanmış olan Kürt milletinin, bulunduğu ülkelerin halklarıyla düşmanları ortak, hedefleri aynıdır. Öte yandan Kürt milletinin bir ülkedeki milli hareketine karşı dört ülkenin gerici iktidarları birleşmektedir. Bu durumda Kürt milletinin, özgürlük mücadelesinin bulunduğu ülke halkıyla birleşmesi zorunludur. İki süper devletin bölgemizde gittikçe şiddetlenen hegemonya mücadelesi, özellikle Rus sosyal-emperyalizminin saldırı tehdidi karşısında, Kürt, Türk, Arap ve İran halklarının sımsıkı birleşmesi daha da önem kazanmaktadır. Orta Doğu halkları ve ülkelerinin birliği, iki süper devletin bölgemiz halklarını birbirine kırdırtma planlarına karşı, bölgemizdeki milletlerin özgürlük ve devrim mücadelesini güçlendirecektir.

“Türkiye devrimi, ülkemizin iki milliyetten proletaryasının Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesiyle silahlanmış öncü müfrezesinin önderliğinde gerçekleşecektir. Bu bakımdan, proletaryanın tek bir Marksist-Leninist partide birleşmesine karşı çıkan ve milliyetlere göre örgütlenmeyi savunan milliyetçi görüşlerle mücadele zorunludur, iki milliyetten Türkiye proletaryası ve halkı aynı sınıfsal ve anti-emperyalist hedeflere sahiptir. TİİKP, Türk ve Kürt milliyetlerinden halkın aynı sınıfsal, mesleki, ekonomik ve kültürel örgütlerde toplanmasını savunur.

II.

PROGRAM VE SİYASETLER

“1. TİİKP, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunur. Kürt milleti ayrı bir devlet kurma hakkına sahiptir.

“TİİKP, Türkiye’deki Kürt milliyetinin kaderini Kürt işçi ve köylülerinin menfaatleri yönünde tayin etmesi için çalışır.

“Partimiz, Türkiye’nin iki kardeş halkının demokratik halk cumhuriyeti içinde eşit haklara sahip olarak özgürce birleşmelerine yönelen bir siyaset izler.

“2. Partimiz, Türk hakim sınıflarının Kürt milliyetine uyguladığı milli baskı ve zorla eritme siyasetine karşı şiddetle mücadele eder.

“TİİKP, Türk ve Kürt milliyetlerinden halkların devrimci birliği ve kardeşliğine düşmanlık güden gerici ve bölücü hakim sınıf politikalarına karşı proleter enternasyonalizmini savunur. Her türden şovenizme, özellikle Türk şovenizmine karşı mücadele eder.

“3. TİİKP, milli düşmanlık ve baskıların asıl kaynağı olan emperyalizmin ve feodalizmin tasfiyesi için Kürt ve Türk milliyetlerinden halkı omuz omuza mücadeleye seferber eder.

“Partimiz, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde milli demokratik devrimin temel güçlerini yaratmak için yoksul köylülerin toprak ve hürriyet mücadelesine kararlılıkla önderlik eder.

“4. TİİKP, Kürt milliyetinin aşağıdaki demokratik hak ve taleplerini savunur:

“a) Özel olarak Kürt milliyeti üzerine baskı ve zulüm uygulayan komando, seyyar jandarma ve MİT teşkilatları kaldırılmalıdır. Köylere yapılan baskınlara, işkence ve dayağa son verilmelidir. Her yıl birçok insanın ölümüne sebep olan güneydoğu sınırındaki mayın tarlaları temizlenmeli, Doğudaki yasak bölgeler kaldırılmalıdır. Bu bölgelerdeki topraklar yoksul köylülere dağıtılmalıdır.

“b) Her türlü milli eşitsizliğe son verilmeli, Kürtler devlet idaresinin ve toplum hayatının her alanında eşit haklara sahip olmalıdırlar.

“c) Orduda, fabrikalarda, okullarda, iş ve memuriyete alınmada Kürtlere yapılan ayrım kaldırılmalıdır.

“d) Kürt milletinin örgütlenme özgürlüğü sağlanmalıdır.

“e) Bölgelerarası iktisadi eşitsizliğin kalkması için Kürt milletinin yaşadığı Doğu bölgesinin iktisadi gelişmesine özel bir önem verilmelidir.

“f) Kürtler ana dillerini serbestçe kullanabilmelidirler. Kürtler, devlet dairelerine kendi dillerinde dilekçe verebilmeli, mahkemelerde ve bütün resmi makamlar önünde Kürtçe konuşabilmelidirler.

“g) Kürtlerin yaşadığı bütün yerleşme merkezlerindeki okullar ve üniversitelerdeki Kürtler kendi ana dillerinde eğitim görebilmelidirler. Kürtçe gazete, dergi ve her türlü yayın çıkarmak serbest olmalıdır. Devlet radyoları ve televizyon, Kürt dilinde devrimci yayın yapmalı, Kürtçe yer ve köy isimlerinin değiştirilmesine son verilmelidir.

“h) Kürt milletinin demokratik kültürü üzerindeki her türlü gerici baskıya son verilmelidir. İran, Irak ve Suriye’de bulunan Kürt milliyetinden halklarla her türlü demokratik kültür alışverişi serbest olmalıdır. Devlet okullarında Kürt milliyetini hedef alan şoven eğitime son verilmelidir. Kürt halkının devrimci tarihi, Kürt halk edebiyatı ve Kürt kültürünün ürünlerini öğreten demokratik bir eğitim sistemi gerçekleştirilmelidir. Kürt çocuklarını zorla Türkleştirmek amacıyla kurulan yatılı bölge okullarındaki gerici eğitim sistemi kaldırılmalıdır.” (agy, s. 89-97 )

“Ülkemizde nüfusu 10 milyona yaklaşan Kürt milliyeti, Türk hakim sınıflarının milli baskı ve zorla eritme siyaseti altında ezilmekte ve sömürülmektedir. Kürt milliyeti, yarı-feodal yapının en kuvvetli olduğu Doğu Anadolu bölgesinde yaşamaktadır. Kürt milliyetinin milli eşitlik ve özgürlük mücadelesi, devrimimizin önemli bir gücünü oluşturmaktadır” (agy, s. 39)

“Kürt milliyeti ve diğer azınlık milliyetler üzerindeki baskılara karşı çıkmalı, milli eşitliği ve Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını savunmalıyız. Kürtlerin demokratik hakları ve acil talepleri için mücadelede yeni bir atılım başlatmalıyız” (agy, s. 48)

Evet yoldaşlar, işte Bin Kalıplı’nın ve Avanesinin 1970’li yıllardaki, daha doğrusu 1977’lere kadar olan dönemdeki görüşleri bunlardır.

Dikkat edersek, bu görüşlerin her satırının altına PKK de duraksamadan imzasını atar.

O zamanlar bu kitapta PKK’nin altına imza atmayacağı şöyle tezler vardır tabiî:

“Bütün proleter devrimcileri, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi, Tüzüğümüz, Programımız ve bu raporda belirlediğimiz siyasal çizgi temelinde Partimiz saflarında birleşmeye çağırıyoruz” (agy, s. 59)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, o yıllarda Pekin’deki ÇKP ve Mao Tekkesinin koyu, bağnaz müritleridir Bin Kalıplılar. Böyle olunca da artık düşünceleri kendiliğinden anlaşılır. Ünlü “Mao Zedung Düşüncesi”dir dervişlerin o yıllardaki düşünceleri.

Gelelim 1978 yılına yoldaşlar. Bin Kalıplılar işlerin yalnızca illegal bir partiyle yürütülmesinin yetersiz olduğunu düşünerek legal bir parti de kurmaya karar verirler. Ve TİKP (Türkiye İşçi Köylü Partisi) adlı bir parti kurarlar, yasal planda. Karıştırılmasın öbürüyle. Bu yasal olanı tek “İ”lidir. Öbürü ise iki “İ”li.

Şimdi de bu yasal partilerinin, 1978 yılında yayımlanan “Kuruluş Bildirisi Tüzük ve Program” adlı kitaplarının “Parti Programı” bölümünden bir satır aktaralım:

“10. TİKP, milletlerin kendi kaderini tayin hakkını savunur” (agy, s. 21)

Şimdi de yoldaşlar, Bin Kalıplı’nın 1978 yılında günlük gazete biçiminde çıkarmaya başladıkları Aydınlık’tan birkaç aktarma yapalım:

“Başbakan Rum Patriği ile, Ermeni Patriği ile görüşüyor ama Kürtler anadilini konuşamıyor

“Bir okuyucu, (İsmail Saklı)

“Geçenlerde radyolarda, burjuva basınında yer alan bir haber vardı. Haber hatırlayabildiğim kadarıyla şöyleydi: Sayın Başbakan Ecevit’le Ermeni Rum Patriği Başkanı bilmem ne kadar süre görüştü. Ermeni Rum Patriği Başkanı bilmem kim başbakana iyi niyet ve yolunda başarılar diledi. Kendisi de basın toplantısı yaptı.

“Şimdi bu ne demek? Bu Türkiye’nin toplumsal ya da milli meselesine gerçekleri gören bir kişinin önem vermesi demek. Evet ben Türküm ama ırkçı değilim. Peki Sayın Ecevit ya da bir Rum başkanını, bir Ermeni başkanını kabul ediyor da, sorunlarını konuşuyor da neden 8 milyonluk Kürt halkı konuşturulmuyor? Bırakın konuşturulmayı bir Kürt sokakta bile doğru dürüst konuşamıyor. Mesele sokakta konuşmak da değil bazı sorunlarına çare istemesi ve hakkını araması neden 8 milyonluk Kürt halkına çok görülüyor? Varlığı tanınmıyor? Hatta Kürttür diye milli baskı yapılıyor?” (Aydınlık, 9 Nisan 1978)

2 Eylül 1978 tarihli Aydınlık’tan Yalçın Çakıcı imzasıyla yayımlanan bir yazıda da yine bu konu işlenir. Yazı bir polemik yazısıdır. Kürt Sorunu’nu, bugün kendilerinin de yaptığı gibi, yok sayan bir kişiye karşı yapılmış bir eleştiri yazısıdır. Şimdi de ondan bir bölüm aktaralım:

“1. “Kürt” milletinin varlığı gizli kapaklı toplantılarla değil, 45 milyon 45 milyon halkımızın önünde açıkça kabullenilmelidir.

“2. “Kürtlerin kayıtsız şartsız devlete bağlılıklarını idame ve takviye için”, “yüzyıllardır” izlenen “haşlama” politikası terk edilip, yerine “eşitlik” ve “özgürlük” temelinde, “Ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin hakkı” tanınarak birlik şartları yaratılmalıdır.

“3. “Dil sorunu”, bugün Rus emperyalistlerinin ve onların beşinci kolu olan sahte TKP (Türkiye Komünist Partisi)’nin yaptığı gibi, Doğu Almanya’da başka bir yerde, provokatörce oyunlar tezgâhlamak için “korsan radyo evleri” kurarak değil, “dillerin eşitliği” ilkesiyle açık bir şekilde ele alınmalıdır.

“Bu sorun karşısında başka bir tavır almanın yolu yoktur.

“Ya “devekuşu politikasına” devam,

“Ya da, iki süper devlete karşı 45 milyonluk halkımızın “eşitlik” ve “özgürlük” temelinde birliği” (Aydınlık, 2 Eylül 1978)

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, o yıllarda Sovyetler’e saldırmak bunlar için bir takıntı halindedir. Hangi konuyu gündem ederlerse etsinler illa ki bir yerinde Sovyetler’e saldıracaklar. Çünkü bağlı oldukları Mao Tarikatı dünya çapındaki müritlerine o talimatı vermiştir. O yıllardaki anlayışlarına göre dünyadaki tüm kötülüklerin ve haksızlıkların müsebbibi “İki Süper Devlet” ve “Yeni Çarlar”dır. 1 yıl kadar sonrasında ise artık ABD’yi de müttefik olarak görürler ve başdüşman olarak sadece “Sovyet Sosyal Emperyalistleri”ni işaret etmeye başlarlar. Sadece onlara saldırırlar. Hep söylediğimiz gibi bunlarınki bir meczuplar siyasetidir. Halkımızın deyişiyle “manyamış” zavallılar siyasetidir.

 İKİNCİ DÖNEM

1978 Yılı Kürt Meselesi’ne ve Hareketi’ne olan dostluklarının son yılıdır. 1979 yılının ilk aylarından itibaren keskin bir dönüş yaparak Kürt Hareketi’ni açıktan düşman ilan ederler ve ona karşı saldırıya geçerler. Öylesine şiddetli bir saldırıya geçerler ki bu hareketin hemen tüm eylemlerini gazetelerinden açıkça gammazlamaya başlarlar. Tıpkı Türk Sol Hareketi’ne yaptıkları gibi muhbirliğe girişirler. İsim isim, bölge bölge ihbarlarda bulunurlar.

22 Mayıs 1979 tarihli Aydınlık’ın manşeti şöyledir: “Apocuları kim koruyor?” Manşetin üstünde ise şu ibare yer alır: “Apocuların MİT tarafından korunduğuna ilişkin ciddi belirtiler var”.

Bin Kalıplılar PKK aleyhinde yayın yapmaya ve ihbarlarda bulunmaya başlayınca onlar da bunların taraftarlarını vurmaya, öldürmeye başlarlar. Kanlı bir hesaplaşmadır artık yapılan.

O dönemde PKK 5 TİKP’liyi öldürür. Ve TİKP’i Kürt illerinden püskürtüp çıkarır. Bu kapışmaya ilişkin Aydınlık’ta yer alan haberleri görelim şimdi de:

     

Aydınlık bu dönemde PKK ile birlikte Kürt illerinde çalışma yapan toplam 15 grubu gammazlar devlete. Bunları, eylemleriyle birlikte ve eylemleri yapan kişilerle birlikte yer ve adres göstererek açıklar, yayınlarında.

Bin Kalıplılar’ın Kürt Meselesi’ndeki bu ikinci evresi işte böyle açık, keskin ve kanlı bir mücadele şeklinde olur.

Bin Kalıplılar’ın PKK ile bu ikinci dönemdeki mücadeleleri 12 Eylül sonrası Sıkıyönetim mahkemelerindeki savunmalarına da yansır. Bin Kalıplılar o dönemde 12 Eylül Faşist Cuntasıyla işbirliği içindeler ya, onları desteklemektedirler ya; işte onlara bir dostluk nişanesi olarak PKK ile yaptıkları bu mücadeleyi gösterirler, anlatırlar. Bakın biz onlara karşı şöyle mücadele yaptık, onların eylemlerini açığa çıkarıp gazetemiz Aydınlık’ta yayımladık. Sizin mahkemelerinizin savcıları da bizim yayınlarımıza dayanarak PKK hakkında mevcut iddianameleri hazırladı. Yani Sıkıyönetim mahkemelerinin hazırladığı iddianameler bizim yayınlarımızda ortaya koyduğumuz haberlere dayanmaktadır. İşte biz size böylesine yardımcı olduk. Biz sizin dostunuz. O bakımdan bizi cezaevinde tutmayın. Serbest bırakın ki size daha iyi hizmet edelim, yardımcı olabilelim, demektedirler.

Bu savunmalarına ilişkin birkaç bölüm aktaralım:

“Diyarbakır İl Başkanımız Ethem Sancak ise, konuşmasında şu görüşlere yer vermektedir:

“… Doğu halkı feodal ilişkilerin ağır baskısı altında inlemektedir. Doğu derin çelişmelerin bulunduğu bir bölge görünümündedir. Ancak Doğu halkı, provokasyonları gözardı etmeyerek ayrılıkçı çizgiye düşmemeye çalışmaktadır. … Sıkıyönetim önemli ölçüde bu ayrılıkçı çizgiyi de geriletti. Bunların geriletilmesinde Partimizin etkili mücadelesinin de rolü olmuştur. (…) Partimiz ve özellikle Doğu bölgesindeki Parti örgütleri önderliği ele almalı, halkın önüne geçmelidir. … Kafamız yarılsa bile, Doğu halkı siyasetimizin doğruluğunu görecektir. Birlik fikrini götürmeliyiz. Eşitlik ve özgürlük bayrağı götürmeliyiz. Bunu elden bırakmamalıyız.” (Klasör XI, Dosya 7’de bulunan Tape Metin, s. 14-15) (35 klasörlük TİKP Dava Dosyasından derlediğimiz belgeler, s. 348)

“Birlikten yana duyarlı tutumumuzu, çeşitli yazılarımızda da işledik. Bu konuda Doğu Perinçek’in “Kasap Bıçağı ve Neşter” başlıklı yazısından bazı bölümleri örnek olarak sunuyoruz:

“Bugün Türkiye devletinin… toprak bütünlüğüne yönelen tehditler vardır. (…)

“Bugün herkes bilmektedir ki, Kürt ayrılıkçılığını kışkırtan ve buna dayanarak Kürtler dahil bölgemiz halklarını ve ülkelerini köleleştirmek isteyen emperyalist, Moskova’da oturmaktadır. (…)

“Bu şartlarda Türkiye’mizin bağımsızlığını, devlet egemenliğini ve birliğini korumak, bütün Türkiye halkının meselesi olmak yanında dünyanın geleceğini de ilgilendirmektedir.” (Doğu Perinçek, Anarşinin Kaynağı ve Devirmci Siyaset, s. 144)” (agy, s. 349)

“Çeşitli bölgelerin Sıkıyönetim komutanlıkları askeri savcılıklarınca hazırlanan “Apocular” Davaları İddianameleri, bizim geçmişte ısrarla dikkat çektiğimiz ve bir bir ortaya çıkardığımız gerçekler üzerine kurulmuştur. İktidarların “Apoculara” göz yumduğu bir ortamda, Partimiz yönetici ve üyeleri, bu gerçekleri, Apocuların kurşunlarına göğüs gererek ortaya çıkarmışlardır.” (agy, s. 350)

Hep söylediğimiz gibi yoldaşlar, Bin Kalıplılar burada da olayın baş sorumlusu, suçlusu olarak Moskova’da oturan “Yeni Çarlar”ı göstermektedirler. Dedik ya; adamlar takılmış bir kere oraya, diye… Ne dersiniz işte… Siyasi meczup bunlar…

 ÜÇÜNCÜ DÖNEM

Şimdi geldik yoldaşlar, üçüncü döneme. Bin Kalıplı, yukarıda andığımız kanlı çatışmalar ve verilen kayıplar hiç olmamış gibi, 1987’ye gelindiğinde yine ani ve kesin bir dönüş yaparak PKK’ye el uzatmakla kalmaz, tam anlamıyla sarmaş dolaş olur. Canciğer dost olurlar PKK ile. Ve bu dostluk Bekaa’daki “Gül Kardeşliği”ne kadar uzanır.

Kürt Meselesi’ne ilişkin, PKK ile bu dönemde sıcak dostluğuna ilişkin ve ideolojik aynılığına, homojenliğine ilişkin büyük yalanlar söylemektedir, Bin Kalıplı bugün. Ben o dönemde de bugünkü görüşlerimi savunuyordum, Bekaa’ya da bu görüşleri Abdullah Öcalan’a benimsetmek için gittim, diyerek insanları aptal yerine koyarak kandırmaya çalışmaktadır. Bu sebeple tam da o döneme ilişkin yayın organları olan 2000’e Doğru ve Yüzyıl adlı dergilerinde yayımladıkları yazılarında, savundukları görüşlere dikkat edelim.  Dikkatle okuyup inceleyelim o yazıları. Görelim bakalım o dönemde Bin Kalıplı ve Avanesi nasıl bir görüş savunuyormuş meseleye ilişkin olarak.

Konunun netçe, herkesçe görülüp anlaşılması için bu dergilerinden uzun aktarmalar yapacağız. Arkadaşlardan sabırlı olmalarını dileriz.

O dönemki partilerinin adı SP (Sosyalist Parti)’dir. Şubat 1988’de kurmuşlardır bunu. Aşağıda aktardığımız yazının başlığı da 15 Eylül 1991 tarihli 2000’e Doğru’nun 29. sayısının kapak haberidir.

“SOSYALİST PARTİ’DEN KÜRT SORUNUNA ÇÖZÜM: DEMOKRATİK FEDERAL EMEKÇİ CUMHURİYETİ

“1. Kürt milleti, kendi kaderini tayin hakkına kayıtsız şartsız sahiptir. Eğer, isterse ayrı bir devlet kurabilir. Emekçilerin çıkarı, demokratik bir halk devrimiyle tam hak eşitliği ve özgürlük temelinde, gönüllü bir birliği gerçekleştirmededir. Ayrılma hakkı, gönüllü birliğin her zaman vazgeçilmez koşuludur.

“2. Birlikte veya ayrı yaşamak milletlerin özgür iradelerine bağlıdır. Bu özgür iradenin ortaya konabilmesi için, Kürt illerinde referandum yapılmalıdır. Referandumda, ayrılmayı savunanlar da özgürce propaganda yapabilmelidir.

“3. Bugünkü tarihsel koşullarda, iki milletin emekçilerinin yararına olan çözüm, iki federe devletin eşit olarak katıldığı, federal, demokratik bir cumhuriyettir. Bu federasyonda iktidar, köylerden ve mahallelerden başlayarak, ilçelerde, illerde, federe ve federal düzeyde demokratik seçimlerle belirlenen halk meclisleri aracılığıyla kullanılır. İlçe ve il yönetimleri ile federe hükümetler ve federal hükümet, bu meclislerin yürütme organlarıdır; meclislere karşı sorumludurlar.

“4. Federal Halk Meclisi iki meclisten oluşur: Temsilciler Meclisi ve Milletler Meclisi.

“Temsilciler Meclisi, belli sayıda yurttaşa bir milletvekili olmak üzere bütün yurt çapında yapılan seçimlerle belirlenir.

“Milletler Meclisi, her federe devletten eşit sayıda seçilmiş üyenin katılımıyla oluşur.

“Yasalar her iki mecliste çoğunluk kararıyla kabul edilir.

“Meclislerden birinin reddettiği yasa yürürlüğe girmez.

“Çalışma Yasası, Ceza Yasası, Medenî Yasa, Yargı Usulü Yasaları bütün ülkede yürürlüktedir, federal organlarca kabul edilir.

“5. Her federe devlette azınlıkların çoğunlukta olduğu ilçe ve illerde halk isterse bölgesel özerklik uygulanır.

“6. Federal anayasa, iki milletin ortak anayasasıdır. Her iki milletin ayrı ayrı çoğunluğu tarafından referandumla kabul edilerek yürürlüğe girer. Federe devletlerin ayrıca kendi anayasaları vardır. Federal Anayasa, federe cumhuriyetler tarafından benimsendiği ölçüde giderek artan unsurlar kapsar.

“7. Federal Cumhuriyetin bayrağı ve marşı, Türklerin ve Kürtlerin ortak bayrakları ve marşlarıdır. Ayrıca her federe devletin kendi bayrağı ve marşı vardır. Federasyonun ismi tek bir millete dayandırılmaz.

“8. Yurt savunması, savaş ve barış sorunları, uluslararası ilişkilerde temsil, anlaşmaları yapmak, federal organların yetkisindedir.

“9.  Her federe devlet, yabancı devletlerle ticarî ve kültürel alanlarda doğrudan ilişkiler kurabilir, konsolosluklar açabilir.

“10.            Her yönetim kademesinde iktidar bütünüyle halk meclislerinde ve bu meclislere karşı sorumlu olan yerel yönetimlerdedir. Bu yönetim sistemi dışında, merkezî idarenin atadığı valilikler, kaymakamlıklar, emniyet ve jandarma örgütü kaldırılır. Bu demokratik yönetim sistemi, aynı zamanda millî eşitlik ve özgürlüğü de güvence altına alır.

“Yerel güvenlik örgütleri, yerel meclislere sorumlu olan yerel yönetimlerin emrindedir. Köy güvenlik örgütleri, köy gençlerinden oluşur ve köy kurullarının emrindedir.

“11. Ulusal ve toplumsal gelişme yanında kardeşliğin de önünde engel oluşturan toprak ağalığı, aşiret reisliği ve her türlü ortaçağ ilişkisi, köylülerin seferber edilmesine dayanan ve köylü komitelerinin önderlik ettiği bir toprak reformuyla kaldırılır.

“Federal cumhuriyet, piyasa ekonomisinin derinleştirdiği bölgeler arası eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için, ekonomik bakımdan geri bölgelerin yatırım paylarını artırır. Böylece birliğin ekonomik temelini geliştirir ve pekiştirir.

“Ekonomide tek bir federal istatistik sistemi uygulanır.

“12. Her milletin, millî ve dinî azınlıkların dillerini ve kültürlerini geliştirme, siyasal çalışma ve örgütlenme hakları ve özgürlükleri güvence altındadır.

“13. Resmî dil, Türkçe ve Kürtçe’dir. Her federe cumhuriyette kendi dili esastır. Federal organların kararları iki dilde yazılır. İlkokuldan üniversiteye kadar ve bütün kültür kurumlarında, her iki dilden eğitim, araştırma, basın, yayın, radyo, televizyon vb iletişim olanakları gerçekleştirilir.

“14. Kürt milletinin demokratik kültürü, bugüne kadar uygulanan baskılara son verilmesi sayesinde özgürce serpilme olanaklarına kavuşur. İktidar organları, diğer ülkelerde bulunan Türkler ve Kürtlerle demokratik kültür alışverişinin özgürce gelişmesi ve bütün dünya halklarıyla ortak enternasyonal bir kültürün renkli ve çoğulcu bir ortamda boy atması için çalışır.

“15. Bütün iktidar organları, toplum hayatında ve milletler arasında sorunları zor kullanarak çözen ve şiddeti kutsayan eski kültürün bütün temelleriyle tasfiyesi ve halk içinde barışçı, insana saygılı ve şiddeti hor gören, enternasyonalist bir emekçi kültürün yayılması için çalışır. 

“Yaşadığımız toprağın tarihini Malazgirt savaşıyla başlatan bağnaz milliyetçi kültüre ve her türden milliyetçiliğe karşı, ülkemizin tarihsel derinliklerinden bu yana çeşitli kavimlerin katkılarıyla zenginleşmiş kültür kaynaklarımızı arayan, koruyan, bu kaynaklardan beslenen, demokratik insansever, evrensel ve enternasyonalist bir kültür geliştirilir. Ülkemizin evrensel kültür zenginliğini yansıtan yer isimlerinin değiştirilmesine son verilir, her yer bilinen ve yerleşmiş ismiyle anılır.” (agy)

Doğu Perinçek ve Bin Kalıplılar Avanesinin Bekaa hacılığı döneminde yani Abdullah Öcalan’la kucaklaşıp koklaştıkları dönemde hangi görüşleri savunduğu, yukarıdaki metinde yoruma gerek bırakmayacak derecede net, açık ve kesin biçimde görülmektedir.

Doğu Perinçek Bekaa’ya Öcalan’a bugünlerde de savunduğu görüşleri anlatmak, benimsetmek için gitti, diyen zavallı gafillere yukarıdaki metni tekrar tekrar okumalarını öneririz.

Gariban Sabahattin Önkibar’a ve onlarca yıllık NATO hizmetinin düşünme yetilerini zaafa uğrattığı emekli askerlere de aynı önerimizi tekrarlarız.

Demek ki yoldaşlar; “Perinçek Bekaa’ya bugün sahip olduğu görüşleri Öcalan’a benimsetmek için gitti”, diyen her kimse ya gafildir, zavallıdır ya da düzenbazdır, madrabazdır, namussuzdur. Çünkü o dönemde Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin savunduğu görüşler yukarıda bebelerin bile anlayabileceği açıklıkta ve netlikte ortaya konmuştur. Hem de parti programlarının bir parçası olarak.

Aslında yukarıda aktarılan metin bile bunların o dönemde Kürt Meselesi’ne ilişkin nasıl bir anlayışa sahip olduklarını göstermeye yeter. Fakat biz yine de okuyucu arkadaşların zamanını almak pahasına başka aktarmalar da yapacağız. Çünkü o dönemde yani 1987 ile 1993 yıllarını kapsayan süreçte Doğu Perinçek ve Bin Kalıplılar Avanesi, yayın organları ve her türden takım taklavatlarıyla Odatv’nin deyişiyle “PKK’nin psikolojik harp merkezi” gibi çalışmışlardır. Konu açılmışken isterseniz Odatv’nin konuya ilişkin o yazısını da aktarıverelim:

“Aydınlık PKK’yı MİT kurdu manşetiyle çıktığında Odatv.com olarak, tarihi gerçekleri gözönüne sürmek için bir yazı kaleme aldık:

“Doğu Perinçek gençliğinde sağcıydı.

“Babası Sadık Perinçek Süleyman Demirel’in sağ koluydu.

“Yani,  Perinçek “dün dündür bugün ise bugün”  çizgisine sahip politik bir gelenekten gelmektedir.

“Aydınlık’ın PKK ile ilişkisine de bu oportünizm hakim olmuştur.

“1) Aydınlık hareketi, 1970’li yıllarda PKK ile mücadele etti. Bu uğurda Aydınlıkçılar canlarını verdiler.

“2) 12 Eylül 1980’den sonra Aydınlık hareketi özeleştiri yaptı. PKK’ya yakınlaştı.

“Bu yakınlık öylesine sıcak dialoglara döküldü ki, Aydınlıkçılar yayın organları 2000’e Doğru’da, “gerillalar komutan kaçırdı” gibi propaganda kokan yalan haberler bile yaptılar.

“Ödüllerini de aldılar: Öcalan başta Doğu Perinçek olmak üzere üç Aydınlıkçı’nın SHP listesinden TBMM’ye girmesini teklif etti.

“Ancak Perinçek daha çok milletvekili istedi. Anlaşamadılar.

“3) 1990 yılların ikinci yarısından sonra Aydınlık ile PKK arasında soğuk rüzgârlar esmeye başladı.

“4) Son yıllarda Aydınlık, PKK’ya tıpkı 1970’li yıllarda olduğu gibi savaş açtı. 

“Şimdi gelelim meselenin Uğur Mumcu’yla ilişkisine: Uğur Mumcu öldürülmeden önce “Öcalan-MİT” ilişkisini araştırıyordu. O dönemde Perinçek, Öcalan’a Bekaa’da kırmızı karanfil veriyordu.

“Mumcu, Öcalan MİT ilişkisi konusunda Cumhuriyet’te bazı makaleler yazdı.

“Mumcu’nun, Öcalan’la ilgili yazdıklarına en büyük tepki kimden geldi dersiniz; Doğu Perinçek’ten!

“Yayın organı 2000’e Doğru dergisinde Mumcu’yu, CIA-MOSSAD ajanlığı ile itham etti.  Perinçek’i bu kadar öfkelendiren neydi biliyor musunuz?

“Mumcu’ya göre Öcalan Aydınlık’ın (o dönemdeki adı Şafak’tı) bildirilerini dağıtırken, yakalanmış ve bu dönemde MİT tarafından “devşirilmişti”. 

“Uzatmayalım, gelelim bugüne:

“Doğu Perinçek ve Aydınlıkcılar, Mumcu’nun doğru yazdığını söylüyorlar. Aydınlık’ın son sayısında Uğur Mumcu’ya övgüler düzüyorlar!

“Rahmetli Mumcu, Perinçek ile aynı çizgide buluşmaktan memnun mudur bilinmez.

“Bilinen; Mumcu’nın yaşadığında, “Öcalan’ın MİT ile ilişkisi neden Aydınlıkçıları rahatsız ediyor” sorusuna yanıt bulamadığıdır.

“Sahi 1990’lı yılların başında Öcalan’ın istihbarat ilişkilerinden rahatsız olan Aydınlık bugün neden “PKK’yı MİT kurdu” diye haber yapmaktadır.

“Siz siz olun Perinçek’in ne dediğine değil, ne demediğine bakın!

“Odatv.com

“Bu yazımıza İşçi Partisi Basın Bürosu’ndan Hikmet Çiçek’ten açıklama geldi:

“Sayın Yavuz

“Odatv’nin 20 Kasım 2007 günlü sitesinde “Doğu Perinçek, Uğur Mumcu’nun kemiklerini sızlattı” başlıklı haberiniz tümüyle gerçek dışıdır. 

“Son 40 yılın medyasında, Aydınlıkçıları ve Doğu Perinçek’i hedef alan psikolojik savaş imalatı yazılar bir kütüphaneyi dolduracak kadar çoktur.

“Ne yazık ki, siz de bu kervana katılmışsınız.

“Belki hatırlarsınız, Marmara Brifingi, 12 Mart döneminde, 3 Kasım 1972 günü Ankara’da Marmara Köşkü’nde yapılan Devlet Brifingi’dir.

“Org. Turgut Sunalp’ın komutanlığındaki Brifing Ekibi, devlet büyüklerine gizli bir rapor sunmuştur.

“Bu raporun “Türkiye’de Aşırı Sol Akımlar ve Anarşinin Oluşumu” başlığını taşıyan I. Bölümünde, “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi” hakkında şu değerlendirme yapılmaktadır:

 “Milli Demokratik Devrim stratejisini benimsemiş olmasına rağmen, diğer örgütlerin aksine, terörcü, kendiliğindenci ve aceleci eylemlerden kaçınarak, uzun devrede faaliyet gösteren bu örgüt, aynı zamanda militanı en çok, teşkilatı en yaygın olanıdır. (…) “Aşırı sol cephenin genç teorisyenlerinin en azılısı, en teşkilatçısı olan Doğu Perinçek’tir. (…)” 

“Kontrgerilla’nın (Gladyo ya da SüperNATO da diyebilirsiniz) 35 yıl önceki saptaması budur.

“Psikolojik savaşın soldaki tek hedefi Aydınlıkçılar olarak 35 yıl önce belirlenmiştir.

 “Aydınlıkçıların geçmişlerine niçin bu kadar önem verilmektedir?

“Aydınlıkçıların tarihiyle neden bu kadar uğraşılmaktadır?

“Niçin en büyük yalanlar, Aydınlıkçılara karşı üretilmektedir?

“Aydınlıkçılara ve önderlerine bunca saldırı, sisteme ne kazandırıyor?

 “İşte bizim gücümüz, bu soruların cevabındadır. Bizim etkimizin büyüklüğü, psikolojik savaşın boyutlarıyla ölçülebilir.

“İşçi Partisi’nin Türkiye’de emperyalizme karşı biricik seçenek olduğu bu büyük gerçekte yatar.

“Emperyalizme karşı 40 yılı aşkın bir mücadele. İşte Aydınlıkçılığın sırrı buradadır. Kuşkusuz 40 yıl içinde politikalarımızda, tüzüğümüzde, programlarımızda değişiklik olmuştur ve olacaktır.

“Fakat emperyalizme karşı mücadele konusunda Aydınlıkçılar 40 yıldır kaya gibi durmaktadırlar.

“Doğu Perinçek gençliğinde sağcıydı” diyorsunuz.  Kimse anasının karnından sosyalist olarak doğmaz! Lenin de, Mao da öyle doğmadı, İnsanlar teoriden çok vicdandan ve ahlaktan sosyalizme ulaşırlar.

“Doğu Perinçek, 1960 sonrasında sosyalizme ilgi duymaya başladı. 1961 yılında ilk sayısından başlayarak Yön dergisini izledi; hayatında ilk oyunu 1963 yerel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ne verdi.

“1960 sonrası siyasal hayatını ve sosyalist akımı izledi, inceledi.

“Bilimsel Sosyalizmi, çeşitli dünya görüşleriyle çarpıştırarak, dört-beş yıllık süreç sonunda benimsedi.

“Perinçek, 1964 yılından başlayarak kendisini Bilimsel Sosyalist kabul etmektedir.    “Babası Sadık Perinçek Süleyman Demirel’in sağ koluydu.”

“Bilinmeyen bir şey söylemiyorsunuz, evet öyleydi. Rahmetli Sadık Perinçek,  1960’larda Adalet Partisi Genel Başkan Yardımcısı, yani Süleyman Demirel’in “sağ koluydu.”

“Mevcut sistem içinde Doğu Perinçek’in gelemeyeceği makam, mevki yoktu. Fakat o sistem dışını, sisteme karşı bir duruşu tercih etti ve bundan da asla pişman olmadı.

“Bu ülkenin kurtuluşunu Sosyalizm’de görerek yola çıktı,

“Perinçek teröre karışmadığı halde, sırf emekçi halkı örgütlediği ve etkili bir mücadele yürüttüğü için, 12 Mart’ta 20 yıl, 12 Eylül’de önce 12, sonra 8 yıl hapse mahkum edildi.

“1990 Nisanı’nda Turgut Özal, Sansür-Sürgün kararnamesini Doğu Perinçek yönetimindeki 2000’e Doğru dergisini susturmak için çıkarttığını açıkça belirtti.

“Doğu Perinçek, o dönem hapse atılan tek basın yönetmenidir. 1971’den 1991’e kadar yalnız 2 yıl yasal politika yapma hakkına sahip oldu.

“Geri kalan 18 yılın 7 yıla yakınını cunta hapisanelerinde, 11 yılı da aranıyor veya siyasal yasaklı olarak yaşadı.

“1998’de yeniden hapse atıldı. Bir yıl daha hapis yattı. Doğu Perinçek, Türkiye’de dört kuşakla hapis yatan tek devrimci.  Toplam sekiz yılını hapiste geçirdi.

“Ama hayatı boyunca hiç kimsenin sırtına basarak bir yerlere gelmeye çalışmadı. Sadık Perinçek’in AP içindeki yeri çok kuvvetliydi, hiç kimse onu yıkamazdı, fakat onun siyasi hayatını bitiren oğlunun sistem dışı duruşu olmuştur.

“Fakat Sadık Amca, oğlunun tercihine büyük saygı göstermiş, onun sosyalist, devrimci bir lider olmasına hiçbir şey dememiş ve ölene kadar aynı saygı, sevgi devam etmiştir.

“Aydınlık hareketi, 1970’li yıllarda PKK ile mücadele etti. Bu uğurda Aydınlıkçılar canlarını verdiler.”

“Evet doğru. Bugün Perinçek’i PKK ile işbirliği yapmakla suçlayanlar, PKK’ya ilk şehitleri Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP)’in verdiğini bilmiyorlar mı?

“1980 öncesinde Gaziantep’te Zeki Ön, Tunceli’de Adil Turan, Tunceli Nazimiye’de Hasan Erkılıç, Maraş’ta Mehmet Ongan ve İnan Özdemir başta olmak üzere TİKP bu bölgede sayısız şehit vermiştir.

“Daha sonra yakalanan katiller, “Bağımsız Kürdistan mücadelemizin önünde tek engel olarak TİKP’ni gördüğümüz için, bu partinin liderlerini öldürdük” diye ifade vermişlerdir.

 “Öcalan başta Doğu Perinçek olmak üzere üç Aydınlıkçı’nın SHP listesinden TBMM’ye girmesini teklif etti. Ancak Perinçek daha çok milletvekili istedi. Anlaşamadılar.”

“Gerçek dışı. Tam tersi oldu. Perinçek’e siyasi işbirliği teklif eden Öcalan’dır.

“3 Aralık 1993 tarihli Milliyet, Sabah ve Özgür Gündem’e bakabilirsiniz. “Ben Doğu Perinçek’e 1991 seçiminde SHP’nin bana verdiği 21 milletvekilliği kontenjanından 5’ini teklif ettim, o tenezzül etmedi” diyor.

“Evet, Aydınlıkçılar, SHP’nin yaptığını yapmadı, “tenezzül etmediler” ve kontenjandan milletvekili olmayı reddettiler.

 “Uğur Mumcu öldürülmeden önce ‘Öcalan-MİT’ ilişkisini araştırıyordu. O dönemde Perinçek, Öcalan’a Bekaa’da kırmızı karanfil veriyordu… Yayın organı 2000’e Doğru dergisinde Mumcu’yu, CIA-MOSSAD ajanlığı ile itham etti.” 

 “Yalan. 1990 öncesinde Güneri Civaoğlu, Hasan Cemal, M. Ali Birand, Fatih Altaylı, İsmet İsmet vb. gibi birçok gazeteci oraya gidip Öcalan’la röportaj yaptı.

“Perinçek o zaman siyasi haklarından yoksundu… 2000’e Doğru dergisinin Genel Yayın Yönetmeni idi.

“Yaklaşan Körfez Savaşı öncesi, ABD’nin Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti politikasını ilk doğru tahlil edenler Aydınlıkçılar oldu. 2000’e Doğru dergisi, ‘Pentagon’un Kürt Senaryosu’ , ‘3 İsrail Planı’ gibi bugün bile önemini koruyan kapak haberleri yaptı.

“Perinçek bu dönemde Abdullah Öcalan röportajını gerçekleştirdi. 20. yüzyılda en çok yayımlanma rekoru Öcalan’ın Perinçek’e uzattığı çiçekli fotoğraftır. (Perinçek Öcalan’a karanfil vermedi, çiçeği uzatan Öcalan’dır.)

“2000’e Doğru’da ilk kez biz yayınladık. Şimdi her tarafta sanki yeni bir şeymiş gibi sık sık basıldığına göre bu asırda da rekor kıracak demektir.

“Uğur Mumcu ile Doğu Perinçek’in dostlukları 50 yıl ötesine dayanmaktadır. Bu dostluğun temelinde vatanseverlik ve emperyalizme karşı olmak vardır. Ağabeyi Ceyhan Mumcu İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısıdır.

“Rahmetli Mumcu, Perinçek ile aynı çizgide buluşmaktan memnun mudur bilinmez” diyorsunuz. Endişe etmeyiniz, memnundur.

“Uğur Mumcu yaşasaydı, Lozan’da, Berlin’de, Paris’te “Ermeni soykırımı emperyalist bir yalandır” diye haykıran vatanseverlerin yanında olacaktı, “Hepimiz Ermeniyiz” diye bağıran vatansızların değil.

“Gerçekleri bilmek, Odatv izleyicilerinin de hakkıdır. Sitenizde yayımlamanızı dilerim, saygılarımla.

“Hikmet Çiçek

“İşçi Partisi Genel Merkezi

“Basın Bürosu Başkanı

“Odatv.com’un notu: Sorumlu yayıncılık ilkeleri doğrultusunda bu açıklamayı içeriğine katılmasak da yayınlamaktayız. Odatv.com haberinin arkasında durmaktadır.

“Doğu Perinçek ve Uğur Mumcu kavgası için “2000’e Doğru” arşivi en doğru belgedir.”  

“Doğu Perinçek’ten geldiğini kabul ettiğimiz açıklamaya son açıklamayı yine Odatv.com olarak yaptık:

“Doğu Perinçek, Odatv.com’un değerlendirmelerine yanıt vermiyor.

“Halbuki biz çok açık ve net soruyoruz:

“2000’e Doğru Dergisi PKK’nın yayın organı mıydı?

“Öyle olmadığını söyleyeceksiniz.

“Peki neden PKK’nın ‘psikolojik harp merkezi’ gibi çalıştınız?

“Sadece soruyoruz: 2000’e Doğru Dergisi’nde bu haberleri neden yaptınız?

“- Türk askerleri Cudi de kimyasal silah kullanıyor (23 Temmuz 1989)

“- PKK ordulaşıyor: Doktor Baran, komando taburuna meydan okuyor: “Gelin buradayız” diyor. Karakol komutanı erzaklarını PKK ile paylaşıyor. (6 Ağustos 1989)

“- “Dağlarda Gerilla barınmasın” diye Ordu, orman yakıyor (3 Eylül 1989)

“- Öldürülen PKK gerillaları efsaneleşiyor, kimse öldüklerine inanmıyor. (24 Eylül 1989)

“- PKK kamp komutanları anlatıyor: Hedefimiz çocuklar değil (3 Aralık 1989)

“- Nusaybin’de Kürt intifadası (18 Mart 1990)

“- Gerillalar Onbaşı’yı dağa kaldırdı (1 Nisan 1990)

“- Hakkari’nin küçük generalleri (21 Mayıs 1990)

“Bu haberlerin yanı sıra 2000’e Doğru’da, Abdullah Öcalan tıpkı Atatürk’ün Kocatepe’deki fotoğrafına benzetilerek dağda çekilmiş fotoğrafına yer verildi. (22 Ekim 1989)

“Ayrıca bugün medyanın gündeminde olan PKK’lı Yücel Halis cezaevinde olduğu 1991 yılında, 2000’e Doğru aracılığıyla dağdaki teröristlere mesajlar gönderdi. (1 Eylül 1991)

“Uzatmayalım bu durum 20 Ekim 1991 seçimleri öncesine kadar devam etti.

“Dergi o dönem Kürtlerin partisi HEP ile ittifak yapabilmek için kolları sıvadı ve haber yapmaya başladı:

“- Taban birlik istiyor (25 Ağustos 1991) vs.

“Ama Sosyalist Parti HEP ile ittifak yapmadı.

“HEP, SHP ile ittifak yaptı.

“Ve bundan sonra 2000’e Doğru da HEP’i hedef alan haberler yapmaya başladı. HEP yöneticileri acımasızca yerden yere vuruldu.

“SP seçimlerden umduğunu bulamadı; binde 3 oy aldı.

“Bundan sonraki dönem soğuklukla geçti.

“2000’e Doğru dergisi artık Öcalan’ın “objektif ajan” iddiasıyla öldürdüğü PKK’lıları yavaş yavaş haber yapmaya başladı. (10 Kasım 1991)

“15 Aralık 1992’de PKK’nın yayın organı Berxweden de, Doğu Perinçek ve Aydınlıkçıları hedef alan bir makale çıktı. Ve yollar ayrıldı.

“YANİ:

“Doğu Perinçek’in sağcı olduğunu vurgulamamızın nedeni, ideolojiyi değil siyaseti merkeze alan bir politikacı olduğu içindir.

“Yoksa Odatv.com olarak ne Perinçek ile ne de bir başka politikacıyla kişisel meselemiz yoktur.

“Bizim isteğimiz, Perinçek’in dün söylediği ve yazdığını bugün hemen değiştirmesindeki kurnazlığının sebebini anlamaktır. (Örneğin; Kıbrıs meselesi, İttihat Terakki’ye bakış, 12 Eylül’ü ele alış, sola bakış, Eşref Bitlis vs.)

“Yukarıda yazdığımız gibi Perinçek dün PKK’nın psikolojik harp merkezi gibi çalışmıştır.

“Bugün ise “PKK’yı MİT kurdu” demektedir.

“Hangisi doğru?

“Ve en çok merak ettiğimiz: Perinçek yarın ne diyecektir?” (Odatv.com, 29.11.2007)

Yine netçe görüldüğü gibi yoldaşlar, 2007’de Odatv de bu Bin Kalıplılar hakkında aşağı yukarı bizim görüşlerimize benzer görüşlere sahiptir.

Odatv’den aktardığımız yazıda enteresan olan bir diğer husus da Bin Kalıplılar-PDA Avanesinin kıdemli müritlerinden olan Hikmet Çiçek’in Odatv’nin eleştirisine verdiği sözde yanıttır. Aslında Hikmet Çiçek hiçbir şeye cevap vermiş olmuyor, gördüğümüz gibi. Hiçbir şeyi yalanlayamıyor. Sadece bu iddialar yalandır ve bunun gibi vesair türden kuru gürültü yapıyor, laf salatası yapıyor.

Odatv de onun bu durumunu hemen görüyor tabiî. Ve de hak ettiği şekilde yanıtlıyor.

Hikmet Çiçek’in kendini düşürdüğü bu durum da göstermektedir ki bu Bin Kalıplılar Tekkesinin en cahil ve kıdemsiz müritleriyle en eski ve akıldane müritleri arasında düşünce kalitesi açısından pek bir fark yoktur.

Hikmet Çiçek’in yanıtı da bizim bu eleştiri serimize yorum yazan zavallı İP’liler düzeyindedir. Cevap veriyormuş gibi yaparak konuya ilişkin hiçbir şey söylememek, sadece boş teneke gürültüsü çıkarmak… Neyse, geçelim.

Bin Kalıplı ve Avanesi’nin
Kürt Meselesi’nde Federasyonu savunuşu

Şimdi gelelim yeniden Bin Kalıplılar’ın 2000’e Doğru’sunun o yıllarda konuyla ilgili olarak başka neler yazdığına.

1991 seçimleri öncesinde, TRT’de bir açıkoturum düzenlenir. Oturuma, partileri adına Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Mesut Yılmaz, Erdal İnönü, Bülent Ecevit ve Sosyalist Parti adına da Doğu Perinçek katılır. Aktaracağımız yazıda o dönem Sosyalist Parti Genel Başkanı da olan Ferit İlsever’in bu açıkoturumu değerlendiren görüşleri yer almaktadır:

“Bu yazıyı 11 Ekim Cuma akşamı TV’deki liderler açıkoturumu başladıktan iki sat sonra kaleme alıyoruz. (…)

“Perinçek, “Güvenlik” diye getirilen sorunu yerli yerine oturttu. Devletin artık illegalleştiği, dağa adam kaldırdığını söyledi. Türk milliyetçiliğinin ve bütün düzen partilerinin Fırat’ta boğulduğunu söyledi. Kürt sorununun aynı zamanda Türk Sorunu olduğunu belirten Perinçek, bütün ezilenlerin duygularına tercüman oldu. Perinçek, Demirel’e karşı, devletin değil, yurttaşın düğmesini kopartmanın suç olduğunu ve devletin Kürde sıkılacak iki kurşunu varsa, birini de “Sosyalist Parti’ye sıkması gerektiğini” belirtti. Demirel ise, devleti konuşturdu. Ecevit de, Demirel’e katıldığını söyledi. Perinçek, ülkenin en önemli sorununu askere ihale eden düzen partilerinin, kendi varlık sebeplerini ortadan kaldırdıklarını vurguladı.

“Resmi TV’den ilk kez Perinçek’in sözleriyle “Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Federasyon Çözümü” açıkça savunuldu. Kapalı devre yürütülen, en önemli tartışma konusu üzerindeki örtü kaldırıldı” (2000’e Doğru’nun 13 Ekim 1991 tarihli 33. sayısının Başyazısından)

Ne demiş Bin Kalıplılar, yoldaşlar, o açıkoturumda?

“Türk milliyetçiliği Fırat’ta boğuldu”.

Şimdi soralım bu soytarıya: Ne oldu, nasıl dirildi Türk milliyetçiliği yeniden? İsa mı gökten inip ölüleri dirilttiği gibi Türk milliyetçiliğini diriltti?

O gün söylediklerini unuttun, değil mi? Nasıl olsa yeni kuşaklar ve NATO tezgâhından geçmiş emekli askerler bizim bu numaralarımızı çakmaz. Onların aklı böyle ince politikalara ermez, diyorsun. O yüzden de “haydi milliyetçiler Vatan’da birleşelim”, diye naralar atıyorsun hırsızlık kongrende, değil mi?

Bir de neyi savunmuş Bin Kalıplı o açıkoturumda yoldaşlar?

Federasyonu.

Neyle övünüyor Ferit İlsever?

“Resmi TV’den ilk kez Perinçek’in sözleriyle “Kürt Ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı ve Federasyon Çözümü” açıkça savunuldu.”

Mesele ne kadar açık, değil mi yoldaşlar?

Bin Kalıplılar’ın Bekaa Hacılığı günlerindeki düşünceleri işte böyle Helvacı Kabağı gibi meydanda.

İnsan, gerçek bu kadar ortadayken kalkıp da “Perinçek Bekaa’ya Abdullah Öcalan’a bugün de savunduğu görüşlerini anlatmaya, onu ikna etmeye gitti”, denince ister istemez öfkeleniyor. Bre ahlâksızlar, bre düzenbazlar, bre fırıldaklar, bre ahlâk ve siyasi namus yoksunları, demekten kendini alamıyor.

Niye insanları kandırmaya çalışıyorsunuz? Niye yeni kuşakları ahmak, hödük yerine koymaya kalkıyorsunuz?

Burada namuslu olun, dürüst olun, demeyeceğiz onlara. Çünkü böyle bir şey boşuna nefes tüketmiş olmak olur. Onlar iflah olmaz. Onlar için eleştirinin diyalektiği öldürücüdür. Onlar o yola bilerek ve isteyerek saptı, orada sefaletleşti, çürüdü, insanlıktan çıktı. Bu nedenle, artık siyasi birer ölüdür onlar. Bakmayın ortalıkta dolanıp yaygara yaptıklarına. Onlar birer zombi aslında.

Sol ortamdan da eninde sonunda kürünüp, süpürülüp atılacaklardır.

Bir de ne demiş o toplantıda Bin kalıplı şef?

“Perinçek, Demirel’e karşı, devletin değil, yurttaşın düğmesinin koparılmasının suç olduğunu ve devletin iki kurşunu varsa, birini de “Sosyalist Parti’ye sıkması gerektiğini” belirtti.”

Bugün ne diyor yoldaşlar bu bin Kalıplılar?

“Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadele.” (“Vatan Partisi’nin Milli Hükümet Programının” 6. Maddesi, http://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/soruyorum/18587)

Kimle yapacak bu mücadeleyi yoldaşlar?

O açıkoturumda karşısına aldığı ve yukarıdaki cümleleri söylediği Demirel döküntüleriyle birlikte, Gladyo örgütü faşist MHP döküntüleriyle birlikte, ANAP döküntüleriyle birlikte.

İşte böyle pervane gibi döner bunlar, yoldaşlar. Öylesine kıvrakça geçerler ki bir kalıptan diğerine, dikkat etmezseniz fark etmezsiniz bile.

Hani Kürde atılacak iki kurşundan biri senin oluyordu?

Bakmayın, diyeceksin değil mi? O gün işte konforlu binada salladık o sözleri. Kendinde bırakalım kurşunu, sopayı görünce bile direnecek bir yürek olmadığını sen de adın gibi biliyorsun. 12 Mart sonrası işkenceciler sopayı gösterir göstermez anında diz çöküyorsun ve tam 129 sayfa döktürüyorsun. Adını vermediğin kimseyi bırakmıyorsun, tanıyıp görüp bilip adını duyduğun. Ne örgüt-organ bırakıyorsun, ne eylem, iş güç bırakıyorsun, ne de insan bırakıyorsun itiraf etmedik.

İşte yoldaşlar, bunun gibi bir insanı “kahraman” diye yutturmaya kalkmıyorlar mı, insan öfkeden ister istemez söyleniyor. Bu kahramansa bütün tavşanlar, bütün fareler, bütün serçeler süper kahraman, diyor kendi kendine…

Bir de “Milli Hükümet” kuracakmış da “Vatanı savun”acakmış da vesaire vesaire. Bunlar ne, sen nesin a soytarı, a zavallı.

Siyasi ömrün boyunca en ufak bir tehlike ortaya çıktığı anda hemen diz çöküp teslim olan ya da kaçacak delik arayan hep sen olmuşsun, avanen olmuş.

Bin Kalıplı şefin bu durup dinlenmeden rüzgârgülü gibi dönüşünü, bu tekkede bir süre müritlik yaptıktan sonra oranın ne olduğunu az çok görüp kopan taraftarları da anlatırlar. İşte bunlardan da bir örnek verelim burada:

“Perinçek’in ikiyüzlülüğünü tasdik eden hatta açıklamalar yapan bir kişi de Mustafa Kemal Çamkıran’dır. 1989 yılında Kızılay’da otobüs durağında tesadüfen TİKP Merkez Komitesi’nden Mustafa Kemal Çamkıran’a rastladım. Konuşmaya başladık, konu PKK’liler tarafından öldürülen TİKP’lilere gelmişti. Perinçek o aylarda PKK’yi gerilla savaşı düzenlemiş örgüt ilan etmişti. “Şimdi bu öldürülenler ne olacak”, diye sorduğumda, bana, “Onlar, şehit mehit değil, bok yoluna gitti, Turgut” dedi. Sonra da Perinçek’i kastederek “o size başka türlü konuşuyor, aramızdaki toplantılarda bize başka türlü konuşuyor, güvenilmez” dedi. (http://www.turgutbalya.com)

Şimdi yine dönelim yoldaşlar o günlerin 2000’e Doğru’larından aktarmalar yapmaya. Bu bölümde yapacağımız aktarmalar doğrudan PKK propagandası yapma amacını güden yayınlardır. Bin Kalıplılar kraldan çok kralcılık ederek PKK’ye ve Öcalan’a yaranıp onları kafaya alabilmek için yani legal planda onların partisi olabilmek için bu yayınları yapmışlardır. Başka türlü söylersek; Bin Kalıplı, bugünkü HDP’nin ve Selahattin Demirtaş’ın yerine oynamıştır o süreçte. Bu nedenle de 2000’e doğru aynen bugünün “Özgür GÜNDEM”i gibi çalışmıştır, o içerikte bir yayın politikası izlemiştir:

“PKK’LI DİYE ÖLDÜRÜLEN 30 KÖYLÜ

“Silopi’deki 6 köylü ilk değil. 2000’e Doğru araştırdı. Son birkaç ayda 30’a yakın köylü, genç, çocuk önce öldürüldü sonra PKK’lı oldu. (…) Özel tim vuruyor, Bölge Valiliği açıklama yapıyor. Gazetelere geçilen haberlerin yazısı Valilikten, fotoğraflar polisten geliyor. SHP’li milletvekilleri, denetim dışı resmi güçlerin varlığını vurguluyor.

“(…)

“Ortada ne terörist var, ne de silahlı çatışma. Yalnızca keçilerini otlatan Hamdi ve Savcıya “Onu ben vurdum” diyen seyyar komando birliği başçavuşu. Bir de “Terörist silahlı çatışmada vuruldu” diyen Olağanüstü Hal Bölge Valiliği bildirisi.” (agy, 24 Eylül 1989, 34. Sayı)

“İşte Türkiye’deki PKK Kampları

“(…)

“Gerilla’nın Abdullah Öcalan’a duyduğu sevgi, bağlılık, hayranlık hemen dikkat çekiyor. Abdullah Öcalan partiyle özdeşleşmiş.” (agy, 12 Mayıs 1991)

“Gerilla barınmasın diye ORDU ORMAN YAKIYOR

“Otsuz, ağaçsız, insansız, ıssız toprak parçasına vatan denir mi?

“Dedeören Bölük komutanı pek keyifli anlatıyordu: “Biz iz mermileri ve lav silahlarıyla yakıyoruz. Bu şekilde PKK’lıları ele geçireceğiz.” Tarih: 28.8.1989

“Komutanın sözleri, ertesi gün Siirt Orman İşletmesi Müdürlüğünden bir yetkilinin Elazığ Bölge Başmüdürü’ne telefonla verdiği raporda doğrulanıyordu. “Askerler Cudi’nin bir bölümünü tutuşturdular”. Yetkili 2000’e Doğru muhabirine dönüp ekliyordu: “PKK’lılar barınmasın diye yakıyorlar.” (agy, 3 Eylül 1989)

Bin Kalıplı, o günlerde PKK’ye ve Öcalan’a yaranmak için öylesine gayret sarf ediyor ki ordunun kimyasal silah kullandığı yolundaki haberleri gazetesinde savunmaya kadar vardırıyor işi:

“CUDİ DAĞINDA KİMYASAL SİLAH MI?

“NBC ÖRNEK EMRİ HAZIR

“Askerler halkı tehdit ediyor: “Kimyasal silah atarız.” KKK Eğitim Kılavuzu Talimatı bu yetkiyi veriyor. Gerekli teçhizatı da saymış: “Sis kutusu, göz yaşartıcı gaz, gaz maskesi, aspiratör.” Kılavuz amacı da belirtmiş: “Bölücü teröristleri imha.” Uzmanlar: “Tam bir kontr-gerilla faaliyeti.” Cudi Dağı çevresindeki köyler boşaltılıyor. 30 km’lik tampon bölge yaratılıyor. Köylüler ise köyü terk etmemekte kararlı, istekleri gerçekleşinceye kadar köye dönmemekte de.” (agy, 23 Temmuz 1989)

Bin Kalıplı, sadece Türk Ordusu’nu şeytanlaştırmakla yetinmez, PKK’yi de olduğundan yüz kat daha güçlü göstererek övgülere boğar. Öcalan’ın gözüne girmek, onu inandırmak için ne gerekiyorsa yapmaktan geri kalmaz. PKK’nin Avrupa’da çıkardığı, Türkçe-Kürtçe yayın yapan Berxwedan adlı dergisinden aktarmalarla süslediği yazılarında PKK güçlerine övgüler düzer. İşte birkaç örnek daha:

“Son dönemlerde bölgede büyük ve anlamlı gelişmeler yaşanıyordu. Botan’da başlayan hareket dört bir yana taşıyor. Bunun adı Bahar Altılımı. Gerilla güçleri sayısal ve niteliksel bir büyüme içinde bulunuyor. Botan’da yoğunlaşan çatışmalar, geniş kapsamlı ve zorlu bir savaşa dönüşmüş. Dağlardaki savaş en üst boyutuna sıçrayıp kıran kırana sürüyor. Devlet güçleri büyük kayıplar verirken, ARGK birlikleri üstün savaş ve moral gücüyle inisiyatifi elde tutuyorlar… (Berxwedan 31.5.89) ARGK, “Arteş-i Rizgariya Geli Kurdistan”, yani Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu’nun kısaltılmış adı.”

“(…)

“Doktor Baran, komando taburuna meydan okuyor. “Buradayım, gelin” haberi gönderiyor. Elindeki telsizle eylemlerini sıralıyor. Askerin planlarını öğreniyor. Bu arada köyleri dolaşıp hastaları tedavi ediyor.”

“(…)

“Askeri açıdan Botan bölgesinde “pat” durumu yaşanmakta. Koşulların yer yer PKK lehine olduğu bile söylenebilir.” (agy, 6 Ağustos 1989)

Bin Kalıplı o günlerde aktif bir anadil savunucusudur. Bugün karşı çıkıyor ya, o günlerde ise tam tersidir. A. Öcalan’la Bekaa’da yaptığı bir röportajda bakın neler konuşuluyor:

“PERİNÇEK: Türkçeyi ne zaman öğrendiniz?

“ÖCALAN: İlkokuldan itibaren.

“PERİNÇEK: Türkçe hayatınızda engel oldu mu? Yani anadilde konuşamamak ve yazamamak yüzünden bir sıkıntı çektiniz mi?

“ÖCALAN: Hayır, Türkçeye çabuk intibak ettim. İlk hecelemelerimi bile hatırlarım. Yazarken zorlanıyordum ama, başardığımda mutlu oluyordum. Yani Türkçeye düşmanlığım yoktur.

“PERİNÇEK: Hani insan anadiliyle meramını daha iyi dile getiriyor. Kültür ve bilim alanında özellikle.

 “ÖCALAN: Türkçe meramımı daha iyi dile getireceğime inancım tamdır. Adımı, soyadımı Türkçeyle yazmaya başladığımda, mutlu olduğumu belirttim. Çünkü yazma bile insana bazı olanaklar sağlıyor.” (agy, 15 Ekim 1989)

Yoldaşlar zaten Sosyalist Parti Programı’nda da anadil çok açık ve net biçimde hararetle savunulur, yukarıdaki aktarmada gördüğümüz gibi.

Kürdoloji Enstitüsünün kurulmasının da hararetli destekçilerindendir o süreçte. 20 Ağustos 1989 tarihli 2000’e Doğru Dergisi’nin 34. Sayısının kapağı buna ayrılmıştır. Kapak yazısı şudur:

“KÜRDOLOJİ ENSTİTÜSÜ KURULSUN”

Bin Kalıplı yine o süreçte her konuda Kürtçe yayın ve propagandanın da aktif savunucusudur:

“Türkiye’de Kürtçe kitap, dergi, gazete yayımlamaya, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde Kürtçe afiş pankart taşınmasına ve Kürtçe ses ve görüntü bantlarının yayımlanmasına karşı yasal bir engel bulunmuyor.

“Şimdiye dek Kürtçe yayım yapılmasına, 2932 sayılı “Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkında Kanun” engel oluyordu. Adı geçen yasa, 12 Eylül generalleri tarafından yapılmıştı. 2932 sayılı yasa 19 Ekim 1983’de Milli Güvenlik Konseyi tarafından kabul edildi, 22 Ekim 1983 günü Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Başta Kürt yoksul köylü hareketi olmak üzere halkın ve demokratik kamuoyunun tepkisi bu “Dil Yasağı Yasası’nı işlemez hale getirmişti.

“İktidar en sonunda yasayı yürürlükten kaldırmak zorunda kaldı.” Terörle Mücadele Kanunu’nun sonuna eklenen 23. maddeyle, 2932 tarihe karışmış oldu.

“Dolambaçsız söylenişi “Kürtçe Yayınların Yasaklanması Hakkında Kanun” olması gereken 2932’nin ömrü 7 yıl 6 ay 20 gün sürdü. Kürtçe’nin binlerce yıllık tarihiyle karşılaştırıldığında yasanın doğarken öldüğü de söylenebilir.

“(…)

“KÜRTÇE YAYIMLAR GELİYOR!

“Hukuk kuralları kendilerini sosyolojik gerçekliklere uydurmak zorundadır. Kalemi eline alan “Kürtçe yasak” dedi diye toplumun buna uymayacağı işte kanıtlandı. Kürtçe değil 2932 intihar etti.

“Kitapçı, gazeteci, plakçı, videocu ve seyyar kaset satıcılarından bilmeyenlerin Kürtçe öğrenmeye başlamaları yerinde olur. Esnaf sattığı malın dilinden anlamalı. Basın piyasası önümüzdeki günlerde “Kürdili makamı”ndan sesler vereceğe benzer.” (agy, 5 Mayıs 1991)

Bin Kalıplı Şef, sadece PKK Hareketi’ni övgülere boğmakla yetinmez. Abdullah Öcalan’ı da bugünkü ibrikçilerin (Sevrci Soytarı Sahte Solların) eline su dökemeyeceği biçimde yıkar, yağlar, parlatır, cilalar. Röportajında bakın çanak sorularıyla Öcalan’a neler dedirtir:

“PERİNÇEK: Böyle zora başvurmanızı nasıl açıklıyorsunuz?

“ÖCALAN: Bu çok açık, Ben kendim karınca ezmez bir insandım. Gerçekten bir karıncaya basmamak için ayaklarımı dikkatle atarım. Benim kadar, canlıların yaşamasına değer veren çok azdır. Bu konuda çok hassasım. Yani insanların öldürülmesinden ürküntü duyarım. Köy kavgalarını hatırlarım. Bir tabancanın patlaması, üzerimde çok büyük bir etki bırakıyordu.” (agy, 22 Ekim 1989)

 “NAMAZ DA KILARDIM

“PERİNÇEK: Çocukluğunuzdan bu yana sizi yaratan, kişiliğinizi biçimlendiren etkenler neler?

“ÖCALAN: Çocukluğumdan beri kendi zayıflığımda, gerçeğimden koptum. Bu bir ulus ve sınıf gerçekliğidir. Bu gerçeklik, son derece ölçüsüz, oldukça güçsüz, zayıf ve hatta hiçlik doludur. Hem ulusal hem toplumsal anlamda, iliklerimize kadar bunun işlediğini görüyorum. Çocukluğumda bunu telafi etmek için çalışıyordum. Üretimde çalışma bu durumu fazla kurtarmıyor. Onun için okumaya önem veriyoruz. Daha fazla okumak. İlkokulla yetinmemek ve orta öğretimle daha da üst seviyeye sıçramaya kesin istek var. Okumada bir saygınlık tespit etme olayı söz konusu. O sayede bazı çelişkileri yakalayabilmeye inanç var. Toplumsal statüyü biraz değiştirme isteği var. Ve bu kesin.

“Bakın buraya köklü bir yanlışlığa düşülüyor. Resmi Türk politikası, Kürdistan’daki okul sisteminde tamamen inkar temelinde asimilasyonu geliştiriyor. Buna katlanırsan, ulusal kökenlerinden koparak bir memur olursun. Kendi ulusal değerlerinle bir güzel savaşırsan ve emekçi halkını ezersen, yükselme şansın daha da fazla! Bende gittikçe bu duygu oluştu. Aydınlanma gelişti. Örneğin, bir memur olma yolunda mesafe alman için, kökenlerinden kopacaksın, inkar edeceksin, unutacaksın ve anan-babandan utanacaksın. Ve bir daha dönmemecesine bırakman gerekir bütün her şeyini. Veya onları da kendi yanında yürütmen gerekir. İşte böylesine büyük bir yol ayrımı karşısında düşündüm.

“İlk önce diğerleri gibi devrimcilik yapmadım. O zaman sizler taşkınlıydınız, patlamalıydınız. Örneğin Dev-Genç hareketini biliyorum. Benim öyle bir stilim yoktu. Çok duyarlı biçimde mesajı anlamaya çalıştım. Nedir o gürültü, korkuyordunuz. Konferans verirken çat çat elinizi masalara vurmanızdan anlaşılıyordu. Zaman zaman sıkılıyordu. Bunları iyi izliyordum, çok iyi görüyordum. Yürüyüşler yapılıyordu, yüreğim tıp tıp ediyordu. Acaba çok korktuğum için mi? Sanmıyorum. Ben, o zaman bu işlerin biraz daha değişik yürümesi gereğini duyduğum için böyleydi.” (agy, 15 Ekim 1989)

Görüldüğü gibi Perinçek, sorularıyla öyle yönlendirip konuşturuyor ki, söylenenlerden, konuya yabancı olanlar Öcalan’ı PKK gibi bir örgütün lideri değil de Kanaryaseverler Derneği gibi bir örgütün lideri sanır.

Hep söylediğimiz gibi bugünkü PKK, HDP ibrikçileri böyle yayımlar yapamıyorlar organlarında. Onlar, kazma oldukları için, onların Öcalan ve PKK övgüleri de ilkel kalıyor.

Bin Kalıplı, sadece sözlerle yetinmez, Öcalan methiyesinde. Öcalan’ın Bekaa Dağlarında tıpkı Mustafa Kemal’in Kocatepe’deki o ünlü resmine benzer bir fotoğrafını da 2000’e Doğru’da yayımlar. Odatv’nin de sözünü ettiği fotoğraf budur. (22 Ekim 1989 tarihli 2000’e Doğru Dergisi’nin 43. Sayısı)

Aktarmalarımıza biraz daha devam edelim:

“ANTİ TERÖR YASASI LİCE VE HAZRO’DA

“HALKIN CEVABI SERHILDAN

“Gerilla cenazesine giden konvoya silahlı müdahale. 10 yaşındaki kız çocuğu Rınde Latifeci sırtından ağır yaralandı. Hazro’da oturma eylemi, köylerden ilçe merkezlerine yürüyüş. Lice esnafından Hazro’ya destek: Kepenk indirme. Açlık grevleri bitti, değişik eylem biçimleri gündemde.” (agy, 16 Haziran 1991)

Gördüğümüz gibi, 2000’e Doğru, “gerilla” diyor silahlı PKK’lilere. Bugünlerde ne diyor?

“Bölücü örgütün teröristleri”.

Bin Kalıplı’nın 15 Mart 1992 tarihli 2000’e Doğru’da konuya ilişkin bir makalesi daha yayımlanır. Oradan da bir iki bölüm aktaralım:

“Ne olacak sorusunun yanıtı, askeri sonuçta değildir. Kürt halk kitlelerini hedef alan kanlı bastırma harekatları geçmişte de uygulandı. Sonuç ne oldu? Kürt sorunu bugünlere çığ gibi büyüyerek geldi. Milletler arasına kan girdi mi, birlikte yaşamanın temel şartı olan kardeşlik duygusu yıkıma uğrar. Siyasal çözümü reddedip sorunu askeriyeye bırakmak gibi bir vebalin altından hiç kimse kalkamaz. Devlet terörüne karşı kardeşlik barikatı, günün büyük sorumluluğudur. Kim kardeşlik istiyor, kim istemiyor şimdi belli olacak.

“(…)

“Kürt realitesi” temelinde demokratik çözümü bir kez daha toplumumuzun önüne koyuyoruz. Biricik çıkış yolu, Kürt halkının iradesini pazarlıksız kabul etmektir. Türkiye halkının önüne büyük gelecekler açacak çare buradadır.” (agy, 15 Mart 1992)

Bin Kalıplı şefin 13 Ağustos 1989 tarihli başyazı konumundaki makalesinde de yine Kürt Meselesi şöyle konur:

“Biz de burada bir karşı soru atalım: Bu mesele PKK’nın gerilla eylemlerinden önce yok muydu? Veya bu mesele, “PKK’nın kökünü kazımak”la çözülebilir mi? “PKK’nın kökünü kazımak” halkın eşitlik ve mutluluk talebini ve özlemlerini karşılıyor mu?

“Demokratik tavır, meselenin merkezine insanlarımızı koyuyor, olaya “gönüllere saygı” ve halkın mutluluğu açısından bakıyor. Bu bakış açısı, insan iradesini, insan katılımını çözümün biricik anahtarı olarak kabul eder. Açıkçası, Kürt meselesi, Kürtlere güvenerek ve Kürtlerle çözülür. Kürt meselesi, aynı zamanda bir Türk meselesidir. Çözümde Kürde güvenmek ve onu adam yerine koymak az mesele mi? Demokratik ve kardeşçe birliğin olmazsa olmaz şartı budur. 21. yüzyıla giden bir dünyada, herhangi bir halkı, o halkın iradesini ve haklarını reddederek aranan bütün çözümler, geçici olmaya mahkumdur. Bu tavır, bölücülük değildir; insana yakışan ve dayanıklı bir birliğin zorunlu koşuludur.” (agy, 13 Ağustos 1989)

Bir başka 2000’e Doğru başyazısından spota çıkarılmış bölüm:

“Başbakanlığı döneminde yasaları yürütmekle görevli Özal’dan onu denetleyen muhalefet liderine kadar herkes yasadışına çıkmıştır. Dün yasadışı olan, bugün fiilen yasallaşmıştır. “Tek ulus” çözümünün iflas ettiğini Özal ilan etmiştir. Kürt sorunu, aynı zamanda Türk sorunudur. “Cehennemde bir tek Kürt kalsa, tek bir Türk dahi cennete giremez ve girmemelidir”. Bu sözü, vicdanı olanlar vicdanlarının, vicdanı olmayanlar ise akıllarının derinliklerinde duymalıdır.” (agy, 26 Kasım 1989)

Bir başka başyazıdan:

“Kürt meselesi, aynı zamanda Türk meselesidir.

“İki bakımdan bu böyledir.

“Birincisi Türkler onurlu bir millettir ve kendi adlarına Kürtlere baskı yapılması, onlar için bir vicdan meselesidir. İleride Türk tarihleri herhalde şöyle övünmeyeceklerdir: “O kadar kahraman bir milletiz ki, Kürtlerin adını bile sildik. Onlara kendi dilleriyle okuma yazmayı haram ettik. Elimizden geldiği zaman polisimizle, jandarmamızla türkülerini bile yasakladık. Çocuklarına Şorej diye Jiyan diye isimler koydukları zaman, nüfusa yazmadık. Köylerinden sürdük. Kafesteki kekliğini bile öldürdük.” (agy, 4 Mart 1990)

Çok açık biçimde görüldüğü gibi yoldaşlar, Bin Kalıplılar o yıllarda Kürt Sorunu’nu ve PKK’yi savunmada Öcalan’ı ve PKK yayınlarını bile sollarlar. Onlar bile Bin Kalıplılar’ın 2000’e Doğru’larında ve Yüzyıl adlı dergilerinde yazılan yazıların ve yapılan propagandanın yanında çok hafif, çok sönük ve çok renksiz kalır.

Şimdi de Bin Kalıplılar’ın bugünlerde de Perinçek’ten sonra gelen en önemli bir iki şefinden biri olan Ferit İlsever’den bir aktarma yapalım. İlsever, boynuzun kulağı geçmesi gibi bu yazısında “Büyük Şef”i bile geçer neredeyse. Ya da en azından buna gayret eder. Görelim:

“Bugün Kürt halkının mücadelesine “emperyalizmin oyunu” damgasını yapıştırmak, bir kötü niyetin ürünü değilse, körlüktür. Gazetelerinde PKK’yi ABD’nin desteklediğini uzun uzun tefrika edenler, Silopi’deki Amerikan helikopterlerinin PKK’lileri avladığı haberi üzerinde düşünmelidirler. “Silopi’deki Çevik Güç’e PKK saldırır ne olur?” diye spekülasyon yapanlar da, soruyu yanlış soruyor. Çünkü Çekiç Harekatı, Irak’tan önce Türkiye’de başladı. İşte Güneydoğu’daki kontrgerilla saldırıları. Şemdinli’deki kaymakamını İngiliz askerinin hışmından koruyamayan devlet, gücünü Kürt halkı üzerinde sınıyor. Devlet, kör şiddet politikasında ısrar ederek, resmen ve alenen bölücülük yapıyor. Aynı devlet, Silopi’yi bırakmış, “İstanbul’u savunma” adı altında infazlar gerçekleştiriyor. ABD destekli bu saldırılara en iyi cevap ise, Diyarbakır’da on binlerin yürüyüşüyle, işçi eylemleridir. Bu durumda soruyoruz: Kim emperyalizmin hizmetinde; kim anti-emperyalist? Kürt halkının ön saflarında PKK gibi anti-emperyalist bir gücün bulunması, ülkemiz için bir şanstır.” (agy, 21 Temmuz 1991)

Şimdi yoldaşlar, Bin Kalıplılar’ın 2000’e Doğru’nun devamcısı olarak çıkardıkları “Yüzyıl” adlı dergilerinden de birkaç aktarma yapalım. İlk aktarmamızı yine Bin Kalıplılar’ın bugün de önde gelen şeflerinden olan Mehmet Bedri Gültekin’den yapalım. Böylelikle bu avanenin hepsinin aynı toptan kesme oldukları da daha iyi anlaşılmış olur.

“Devrimci Kawa 2500 yıl sonra Kürdistan’da yeniden ayağa kalktı. Newroz Bayramı geçen yıllarla kıyaslanmayacak bir kitlesellikle kutlandı. Şimdiye kadar fazla bir kıpırdanışın yaşanmadığı yörelerde bile Newroz ateşleri yandı.

“1991 Martı şimdiden Kürt tarihi açısından önemli dönüm noktalarından biri oluyor. Kürtler tarihin yapımına aktif olarak katılarak, bir anlamda yeniden doğarak, Ortadoğu’da bir kuvvet olarak ortaya çıkıyorlar. Hem kendi tarihlerinin esas öznesi oluyorlar, hem de silahlı güçleriyle bölgede etkin bir güç konumuna yükseliyorlar.” (Yüzyıl Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 7, 24 Mart 1991)
Sözü yine Bin Kalıplı Büyük Şef’e verelim, Bin Kalıplılar Dergâhının Fırıldak Şefi’ne. 17 Mart 1991 tarihli Yüzyıl Dergisi’nde bakın neleri savunur. Lütfen dikkatlice okuyalım:

“KOMŞU KÜRDÜ SEV, EVDEKİ KÜRDÜ DÖV” POLİTİKASI

“Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorununu inkar politikası iflas etti. Devekuşu başını kumdan çıkarıyor. Ancak bu kolay olmuyor. Türk hakim sınıfları içinde şok geçirenler çoğunlukta.  Cumhuriyetin getirdiği statükonun çözümsüzlüğü ortada. Aslında çıkmazda olan, ideolojik düzlemde Türk milliyetçiliğidir, uygulamada ise askeri yöntem.

“Şu an gerçeklere kör inatla direnen, sayın Ecevit gibi milliyetçiler var. DSP Genel Başkanı, “ortada bir milliyet sorunu yok, bölgesel gerilik sorunu var” diyor. Kuşkusuz buna karar verecek olan, Ecevit, değil, fakat Kürt halkıdır. Eğer Kürt halkı olayı bir milliyet sorunu olarak anlıyorsa, demokrasi adına söylenecek tek söz yoktur.

“Keşke milliyet sorunu olmasaydı. Bir gün milliyet sorununun arkada kalacağı da kesindir. Ama gerçek ortada: Sorun, Kürt sorunudur. Bu gerçeğe direnenler, siyasal alanda kilitlenmeye mahkumdur. (agy, 17 Mart 1991, Yıl: 2, Sayı: 6)

İfadeler açık, kesin ve herkesin anlayabileceği durumda, değil mi?

O bakımdan bizim bir açıklama yapmamız gerekmiyor herhalde. İşte Bin Kalıplı ve avanesi o yıllarda budur. Bekaa’ya bu görüşleri savunduğu için kabul edilmiştir. Orada da bunları savunmuştur.

PKK’nin tezleriyle bir farkı, bir ayrılığı var mı Bin Kalıplı’nın savunduklarının?

Yok. Tersine, Bin Kalıplı, bütün dalkavuklar gibi kraldan daha fazla kralcıdır. PKK tezlerini daha abartılı biçimde, daha uç boyutlarda savunur. Maksat malum; önce de söylediğimiz gibi bugünkü HDP’nin, Demirtaş’ın yerine geçebilmek, ya da öyle olabilmek.

Dalkavuklukta öylesine ileri giderler ki Türkiye adının değiştirilmesini bile tartışmaya açarlar ve tevil yoluyla yani dolaylı olarak savunurlar. İşte, aşağıda aktaracağımız yazı 24 Şubat 1991 tarihli Yüzyıl Dergisi’nden alınmıştır.

Bugünün devşirilmiş sözde bilim insanlarından biri olan ve şu an bile Tayyipgiller’i, Tayyip’e övgüler düzerek desteklemekten geri durmayan vatan, millet, halk düşmanı Sevrci Alev Alatlı’nın da babası olan, yine aynı şekilde CIA’ca devşirilmiş Emekli Kurmay Albay Ertuğrul Alatlı’nın Türkiye Cumhuriyetin adının değiştirilmesini savunan, Mehmet Ali Birand’a gönderilmiş bir mektubundan hareketle onunla görüşen 2000’e Doğru ekibi, o zeminden hareketle Türkiye adının değiştirilmesini tartışmaya açar ve dolaylı yoldan savunur. Bu Ertuğrul Alatlı ki, 27 Mayıs Politik Devrimi sonrası kurulan Milli Birlik Komitesi’ne tıpkı Kontrgerillacı Alparslan Türkeş gibi ajan olarak CIA tarafından sokulur. Ama kısa sürede deşifre olarak komiteden püskürtülüp atılır. 26 Ağustos 1960 tarihinde yani 27 Mayıs’tan ortalama 3 ay sonra emekli edilir.

Fakat görevi bitmez. Hep söylüyoruz ya; CIA ile bağlantıya geçenler, devşirilenler ömür boyu görev yaparlar, diye.

12 Eylül Faşist Diktatörlüğü günlerinde de cuntacıların kurduğu “Kurucu Meclis”e “Milli Güvenlik Konseyi” kontenjanından atanır. Yani orada da faşist cellâtlara ve efendileri olan ABD’ye hizmetten geri durmaz.

İşte böyle bir adamın mektubunu ve orada savunduğu öneriyi tartışma zemini olarak ele alırlar, Bin Kalıplılar’ın 2000’e Doğru ekibi.

E. Alatlı adlı bu ABD işbirlikçisi şöyle der mektubunda:

“Şimdi ben diyorum ki, keşke, 29 Ekim 1923 Gün ve 364 Sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevadının Tavzihan Tadiline Dair Kanunun tüzel kişilik kazandırıp kurduğu Yeni Devlet’in adı: Anadolu-Rumeli Birleşik Cumhuriyeti” olsaydı.

“Amma, ne yazık ki O Tarihte, Devlet Kurucusu’nun etrafını saran Kafa Taslarının miyop gözleri Ay-Yıldız içinden hoplayan Bozkurt’un daha ilerisini görebilecek keskinlikte değildi…

“Tarih, “Tüzel Kişilik” kazandırarak Devlet’i yeniden kuran 1961 ve 1982 anayasalarını tedvin edenlerin de kendilerini miyopluk illetinden kurtaramadıklarına tanıklık ediyor…” (agy, 24 Şubat 1991)

Bay ajan o denli cahildir ki yaptığı saçmalamanın bile ayrımında değil. Onu söylemekle bir düşünce öne sürdüm sanıyor.

Bir kere, bugün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halkları, milli kimlikleriyle değil de yaşadıkları coğrafyaya göre adlandırmak ve ona uygun düşecek bir ülke adı vermek istersek, böyle bir adlandırma otomatikman-kendiliğinden Kürtleri sınır dışında bırakır. Yani kapsamaz. Çünkü eski Greklerin “Anatolia” diye adlandırdıkları, bugünkü Yunanların ve Batılılarınsa “Küçük Asya” (Minor Asia) diye adlandırdıkları coğrafya, topraklar Kürdistan’ı ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Kürt illerini kapsamaz.

Anatolia’nın yani Anadolu’nun doğu sınırını İskenderun Körfezi’nden Doğu Karadeniz’e, Batum’a uzanan bir hat, bir düz çizgi belirler.

Devşirilmiş Emekli kurmay Albay E. Alatlı, bundan bile habersizdir. Ama kalkıp akıldanelik yapmayı, ülke adı, devlet adı değiştirme gibi çok önemli bir konuda kimseleri beğenmeyerek öneride bulunmayı ihmal etmiyor. Buna sırf cahil cesareti demek olayı açıklamaya yetmez. ABD’nin, AB’nin Yeni Sevr Planı’nın kapsamı içinde davranmak, ona hizmette bulunmak, dolayısıyla da görev yapmak denmelidir.

Eğer illa ki coğrafya adından hareketle bir ülke ve devlet adı belirlenecekse, bunun tarihi gerçeklere uygun adı “Anadolu ve Kürdistan Birleşik Cumhuriyeti” olur. Hatta bunun başına “Rumeli” kelimesi de eklenebilir.

Burada yanlış anlaşılmasın. Biz böyle bir adlandırmayı savunuyor değiliz. Sadece E. Alatlı’nın cehaletini, tutarsızlığını, tarih-coğrafya bilgisinden habersizliğini göstermek için bu belirlemede bulunduk.

İşte Bin Kalıplılar’ın 2000’e Doğrucuları bu ajan eski askerin mektubunu dayanak yaparak Türkiye adının değiştirilmesini savunmak istemişlerdir.

Şu cümlelerle destek atmışlardır ajan E. Alatlı’ya:

“YASAL SAKINCA YOK

Anayasa’nın 4. maddesi, devletin cumhuriyet olan şeklinin değiştirilmesi önerisinin yapılamayacağını öngörüyor. Ancak Türkiye adının değiştirilmesi önerisini yasaklayan herhangi bir hüküm ne Anayasa’da ne de Ceza Yasası’nda var.” (agy)

Bin Kalıplılar’ın 2000’e Doğru ekibi ajan askerin teklifini havada kapar ve kendisini arar. Şöyle anlatırlar bu işlerini:

“Askeri Ataşelik, Genel Kurmay Başkanlığı Genel Sekreterliği, parti yöneticiliği, Danışma Meclisi üyeliği görevlerinde bulunmuş olan Alatlı’nın bu görüşleri 2000’e Doğru’nun ilgisini çekti. Konu kamuoyu önünde tartışılamaz mıydı? Sayın Alatlı dergimizin sorusu üzerine M. Ali Birand’a yazdığı mektubu İstanbul büromuza faksladı.” (agy)

Sonrasında da bu zırva teklifi ya da tezi aşağıda adlarını sayacağımız kişilere tartıştırır. Onların görüşlerini sorar, buna ilişkin. Görüşüne başvurduğu kişiler şunlardır:

İbrahim Aksoy (Halkın Emek Partisi Genel Sekreteri, Malatya Milletvekili)

Abdülkadir Ateş (Gaziantep Milletvekili, SHP Genel Sekreter Yardımcısı)

Şener Battal (RP MYK Üyesi, Basın Sözcüsü)

Adnan Ekmen (HEP Mardin Milletvekili)

R. Nuri İleri (TBKP Yöneticisi)

İ. Önder Kırlı (SHP Balıkesir Milletvekili)

Nazif Kocayusufpaşaoğlu (DYP Eski Genel Başkan Yardımcısı)

Nurettin Yılmaz (ANAP Mardin Milletvekili)

Gökhan Maraş (ANAP Kırşehir Milletvekili)

Hüsnü Okçuoğlu (Sosyalist Birlik Partisi Genel Başkan Yardımcısı, İstanbul Milletvekili)

Hulki Aktunç (Şair-Yazar)

Çetin Altan (Yazar)

Metin Altıok (Şair)

Melih Cevdet Anday (Şair)

Musa Anter (Yazar)

Melih Aşık (Gazeteci)

Mehmet Ali Birand (Gazeteci)

Halit Çelenk (Avukat)

Abdurrahman Dilipak (Yazar)

Doç. Haluk Gerger (Yazar-Araştırmacı)

İsmail Güleç (Karikatürist)

Yıldız Kenter (Tiyatro Sanatçısı)

Yalçın Küçük (Toplumsal Kurtuluş Dergisi Yazarı)

Mihri Belli (“Sosyalist Hareketin Liderlerinden”)

Prof. İlber Ortaylı (SBF Öğretim Üyesi)

Nur Sürer (Sinema Sanatçısı)

Aziz Nesin (Yazar)

Vecihi Timuroğlu (Yazar-Şair)

Salim Uslu (Hak-İş Genel Sekreteri)

İsak Alaton (Sanayici)

Murtaza Çelikel (Sanayici)

Av. Sebahattin Acar (HEP Diyarbakır İl Yönetim Kurulu Üyesi)

Fahri Altunkale (Türk-İş 3. Bölge Temsilcisi)

Ahmet Arıkanoğlu (Öğrenci)

Abdulkadir Aydın (Tüccar)

Vedat Aydın (Çiftçi)

Mustafa Bilgiç (Muhasebeci)

Hakkı Deveci (GAP’ta Diyarbakır Dergisi Genel Yayın Yönetmeni)

Esat Erçetingöz (Muhabir-Yeni Asır)

Celalettin Erkmen (Mühendis)

Naif Karak (Tiyatrocu)

Sait Hacı (Şoför)

Erkan Karagöz (Avukat)

Remzi Tekkol (Yol-İş Diyarbakır 1 Nolu Şube Başkanı)

Zeynep Torun (Ev Kadını)

Fevzi Veznedaroğlu (Avukat)

Mehmet Yıldız (Petrol-İş Diyarbakır Şube Başkanı)

Ertan Yurttaş (Sabah Diyarbakır Temsilcisi)

Bu kişilerden bir bölümü bu zırva teze katılır, bir bölümü karşı çıkar. Biz bunlara girmiyoruz. Çok merak edenler bize başvurabilirler ya da kütüphanelere giderek derginin o sayısına bakabilirler…

Burada yalnızca İlber Ortaylı’nın görüşünü aktarmak istiyoruz. Çünkü o da bunların akıllarının geri planında duran ana düşüncelerini görebiliyor yani bunların sinsiliğini, dolap çevirdiklerini görüyor. Bu nedenle aktaralım Ortaylı’nın bunlara verdiği yanıtı:

“Bana böyle bir tartışma başlatmak çok anlamsız ve gülünç geliyor. Yasaları falan düşündüğümden değil entellektüelizm açısından çok gülünç bir tartışma. Böyle bir tartışmaya girmek istemiyorum. Ne demek Anadolu ve Rumeli Birleşik Cumhuriyeti? Nerede kaldı Rumeli? Rumeli 1912’de bitmiş. Bir Anadolu kalmış. Benim yaşadığım ülkenin ismi önemli değil. Zaten bir ismi var ve yeterince anlamlı: Türkiye’de zaten Türkler yaşıyor.

-Türkler dışında başka halklar da var. Örneğin Kürtler.

– Onlar da kendi istikballerinin çaresine baksınlar. Ben size de böyle bir tartışma başlatmanızı önermem. Ciddi bir dergisiniz siz. Böyle bir tartışmayı başlatmak hakikaten çok anlamsız. Tartışmanın arka planında düşündüğünüz şeyi isim misim işine bulaşmadan tartışmaya açın…” (agy)

Şimdi de yoldaşlar, Bin Kalıplılar’ın bugün de şeflerinden olan Hüseyin Karanlık’ın bir yazısından aktarma yapalım. H. Karanlık İP’in Ankara İl Başkanı idi. Şu anda da hırsızlama Yeni Sahte Vatan Partisi’nin Disiplin kurulu Üyesidir. Görelim:

“Ecevit’te “Sevr” telaşı

“Bülent Ecevit’in demeçleri, ulusal ve uluslararası plandaki gelişmelerle ilgili politik çıkışları basına yansır da, nedense DSP’nin pek bir kıymeti harbiyesi yoktur.

“Oysa 16 Mart Cumartesi günü DSP’nin Bursa’ya yaptığı çıkartma başka bir izlenim veriyordu. Bursa mitinginin kendisi, Ecevit’in mitingde yaptığı konuşmadan daha az anlamlı değil. Katılım, rakama vurulursa 20 bin. Ama asıl dikkat çekici olan, coşku ve katılanların bileşimi. Ecevit’i bu aşamada yoksullar destekliyor. Ameleler, işçiler, esnafın ve orta sınıfın da henüz kodamanlaşmamış alt kesimleri. Bu durum, Ecevit’i alkışlayanların yüz çizgilerinden okunduğu gibi, Gebze’den itibaren katılmalarla oluşan otomobil konvoyunun Bursa’ya girişteki haliyle bile cılız kalmasından belliydi. Öyle, BMV, Mercedes değil, çoğu da eski model. Ecevit deneyi, partilerin güçlenmesinde ya da zayıflamasında televizyonun rolünün abartıldığı kadar olmadığını gösteriyor.

“MEYDANLARDA “KÜRT MESELESİ”

“Kürt meselesi, çarşaf çarşaf gazete sayfaları ve manşetlerin ardından, Ecevit’in Bursa mitingiyle meydanlara çıktı. Ecevit’in konuşmasının ağırlıklı bölümü Kürt sorunuydu. Kitle, Ecevit’in konuyla ilgili konuşmalarını büyük bir dikkatle, ama belirgin bir tepki de vermeksizin dinledi. Ecevit, Özal’ın da sağında kalan bilinen görüşlerini tekrarladı. Kürt sözcüğünü bol bol kullanmaktan kaçınmıyordu ama, etnik bir sorunun var olduğunu ve “halklar” diye bir olayın gündeme sokulmasını da reddediyordu. Çünkü bu kabul edilirse, uluslararası anlaşmalarda geçen “self determinasyon (kendi kaderini tayin hakkı) olayı” dayatılırdı. “Bastırırlar adama” diyor Ecevit. Ecevit, sorunu Doğu ve Güneydoğu Bölgesi’nin ekonomik geriliği, yarı feodal yapısı, kültürel baskılar ve demokrasi sorunu olarak görüyordu. Dil, yazılı ve sözlü kültürel ürünler üzerindeki yasağın kalkmasını istiyordu. Peki televizyon da Kürtçe olacak mıydı? Konuşmasında buna değinmedi ama, dönüşte kendisiyle yaptığımız otobüs sohbetinde onun da ancak “zamanla” olabileceğini söyledi.

“Ecevit’e göre Irak yönetimi ve Kürtler arasındaki mücadeleye Türkiye bulaşmamalı. Irak’ta ne tür bir çözüm olması gerektiği konusunda, Özal’ın yaptığı gibi açıklama ve müdahaleler kesinlikle zararlı. Ama, Şii ayaklanmasındaki İran’ın rolüne de kesin tavır alınmalı.

“Kürtler açısından Irak’ta ayrı bir devlet kurmaya uzanan herhangi bir çözüm şekline evet de, Türkiye’de niçin hayır? Ecevit’in bu tutarsızlığa getirdiği yanıt, Türkiye’de Türkler ve Kürtlerin “kaynaşmış olması” ve kör topal da olsa bir demokratik işleyişin varlığı. Ecevit Irak’ta demokrat, Türkiye’de inkarcı.

“BATI ÇİFT STANDARTLI

“Ecevit, batılı bazı politik çevrelerde “Sevr” sözünün ağza alınmasına dikkat çekti. Bunun ciddiye alınıp alınamayacağı şeklindeki sorumuzu ise, altını çizerek “evet ciddidir” diye yanıtladı. Bölgede ve dünyada doğan boşluğa işaret etti. Aslında bölgedeki sorunların ağırlaşmasının temelinde ABD’nin “yeni dünya düzeni” uğruna yürüttüğü girişimleri görüyor Ecevit. Ve Batıyı “çift standartlı” olmakla eleştiriyor.

“Ecevit, Özal’ı da “ABD’nin tek süper olduğu dünya görünümüne” kendisini fazlaca kaptırmakla eleştiriyor. Kendi değerlendirmesine göre bu tablo kesin ve kalıcı değil. Körfez Savaşı’nda silik kalan Avrupa zamanla varlığını hissettirebilir. Özellikle Almanya, potansiyel olarak kendini göstermek istemese de şimdiden dikkat çekmeye başladı. Sovyetler ve Japonya da aynı yolu tutabilir.” (agy, 24 Mart 1991)

Netçe görüldüğü gibi Hüseyin Karanlık ve Bin Kalıplılar, o günlerde Bülent Ecevit’in duyduğu Sevr endişesine katılmıyorlar. Çünkü onların o zamanki hattı yukarıda gördüğümüz gibidir.

Bugünlere bakarsak, “gericiliğe ve bölücülüğe hayır” sloganı attırılan gençler kimin gençliği?

İP’in, değil mi?

Bin Kalıplılar bu konuda da 180 derece dönmüş mü?

Dönmüş.

Pek çok kez söylediğimiz gibi onların doğası bu. “Dön baba dönelim Hacılara gidelim.”

Bin Kalıplılar Şeyhi’nin
Öcalan ve PKK’yi yere göğe sığdıramayışı

Şimdi yine Bin Kalıplılar Şeyhi’ne dönelim. Onun 2 Aralık 1990 tarihli Yüzyıl Dergisi’nde yayımlanan “Laikleşmenin Kürt Motoru” yazısına bakalım:

“Bu yılın Şubat ayında Diyarbakır, Siverek, Urfa, Nusaybin, Batman, Van, Malatya, Tunceli, Elazığ ve Bingöl Genç’te konuşmalar yaptım, binlerce insanla yüz yüze geldim, görüştüm, inceledim, araştırdım. Daha sonra Kürtlerin yoğun olarak göç ettikleri İskenderun, Mersin ve Adana’da kapalı salon toplantılarında konuştum. Gözlemlerde bulundum.

“Bu geziden bir ay sonra yeniden Van’a gittim. Orada Sosyalist Parti’nin düzenlediği Newroz kutlamasının büyük kitlesel coşkusunu paylaştım.

“Yaz aylarında Diyarbakır Cezaevi’nde “Olağanüstü Hal Bölgesi’ndeki toplumsal değişmeyi bir başka pencereden ve bu değişmeyi yaşayan insanların içinde izleme olanağı buldum.

“Son olarak da geçtiğimiz Kasım ayında Diyarbakır, Nusaybin, Cizre, Malatya, Erzincan, Tunceli, Doğanşehir köyleri, Urfa ve Suruç’a kadar uzanan bir gezi yaptım. Gene konuşmalar, söyleşiler, gözlemler ve bu kez ayrıca açlık grevleri ziyaretleri.

“Bu yazının başlığında okuduğunuz çok önemli saptama, işte bu doğrudan gözlemlere dayanıyor. Evet bir kez daha olağanüstü önemini vurguluyoruz: Bugün Kavimler Kapısı’nda laikliğin motoru toplumsal harekettir, özellikle Kürt yoksul köylü hareketidir.

“(…)

“Şimdi Kavimler Kapısı’nda devletin istim verdiği bir İslamcılaştırma süreci yaşanıyor ama aşağıdan gelen bir laikleşme hareketi de gündeme girmiştir. Bu kez laikleşmenin itici gücü, işçi hareketiyle birlikte Kürt yoksul köylü kitleleridir. Özellikle Botan bölgesinde resmi zorbalığa karşı mücadele, toplumu temelden laikleştiren tarihsel bir rol oynuyor.

“(…)

“Cizre, çok eski bir kültür merkezi. Ama düne kadar 19. yüzyıldaydı Cizre, belki de 18. yüzyıldaydı. İşte o Cizre, şimdi kadınıyla-erkeğiyle iki yüzyılı birlikte yaşıyor ve 21. yüzyıla koşuyor. Özgürleşmeyi, demokratikleşmeyi, laikleşmeyi, emperyalizmin sanayi tekelleri değil, devlet değil, onlara rağmen toplumsal hareket gerçekleştiriyor.

“(…)

“Cizre’ye Cumhuriyetin götüremediği tiyatroyu da toplumsal hareket getiriyor. Bu tiyatro, eski bir otel olan Sosyalist Parti binasının damında açıyor perdesini. Hayatında tiyatro görmemiş kadınlar, gençler, o perdenin açıldığı sahnede başrolleri paylaşıyorlar.” (agy, 2 Aralık 1990)

Açıkça görüldüğü gibi yoldaşlar, Bin Kalıplı Şeyh, PKK Hareketi’nin Kürt köylüsüne ve Kürt illerine Cumhuriyet’in getiremediği laikliği getirdiğini savunuyor. Hem de ne süslü cümlelerle, benzetmelerle, kıyaslamalarla…

Daha önce de demiştik ya PKK’nin-HDP’nin bugünkü ibrikçileri kazma diye. Gördüğümüz gibi bugünkülerin yaptığı övgüler Bin Kalıplı’nın yanında sönmüş ateşin külleri gibi donuk ve cansız kalır. Öcalan’ın gözüne, gönlüne girip onu kafakola alabilmek için işte böyle cambazlıklar yapar Bin Kalıplı Şef. Yeter ki sen bana elini vermiş ol. Ben Kürt Meselesi’ni işte böyle senden bile daha heyecanlı ve hızlı savunurum, demek ister. Ama daha önce de söylediğimiz gibi Öcalan’ı ikna edemez bu numaralarıyla. Çünkü o da kurttur. Ve bilir bunu. Senin bu numaralarının karşılığı sadece 4 milletvekilidir, daha fazlası olmaz, der…

Yine Bin Kalıplı Şeyh, 17 Mart 1991 tarihli Yüzyıl Dergisi’nde bugün Tayyipgiller’le PKK arasında yürütülen sözde “Çözüm Süreci”nin tâ o zamanlarda başlatılmasını önerir. “Hükümet PKK ile görüşsün”, diye manşet atar dergisinin kapağına. Yani bugünkü BDP-HDP’nin oynadığı rolün aynısını oynamaya çalışır, o günkü Sosyalist Parti adlı örgütüyle. Dedik ya HDP’nin rolünü oynuyordu, onun yerine geçmek istiyordu o günlerde diye; işte bir kanıtı da budur. Görelim o başlık altında neler dediğini (O tarihlerde Celal Talabani Türkiye’ye gelmiş ve devlet yetkilileriyle görüşmüştür.).

Sosyalist Parti’nin o günkü Genel Başkanı Ferit İlsever’dir, Gün Zileli’nin deyişiyle “emaneten”. Bin Kalıplılar’ın 2000’e Doğru’nun yerine çıkarmış oldukları Yüzyıl Dergisi ekibi Ferit İlsever’le bir röportaj yapar. İşte bu konuşmanın, bu söyleşinin bazı bölümleri:

“UYGULAMA SAYGISIZ

“Talabani ile Türkiye devletinin görüşmesini nasıl karşılıyorsunuz?

“Önce görüşmenin biçimi çok çirkin, saygısız ve onur kırıcı. MİT, havaalanından kaçırırcasına alıp, Ankara’da bir yere götürüyor. Gözünü bağlasaydınız bari… Sonra MİT Başkanı’nın içinde bulunduğu bir heyetle “resmi görüşme” başlıyor. Ayıptır, davet ettiğinize göre, adabıyla görüşün. Kürt ulusu gibi bir ulusun liderlerinden birine böyle uygulama utanç vericidir.”

“Ne Talabani’yle ne de başka bir Kürt lideriyle görüşmenin yadırganacak bir yönü yoktur. Bugüne kadar görüşülmemesi yanlıştır. Bu görüşmeye karşı çıkmak bağnazlıktır, şovenizmdir.” (agy, 17 Mart 1991)

Biraz tekrara dönüşüyor yoldaşlar ama net bir şekilde görüldüğü gibi Bin Kalıplılar’ın partileri ve yayın organları o günlerde aynen bugünün BDP’sinin, HDP’sinin ve Özgür Gündem Gazetesi’nin izlediği yayın politikasını izliyor. Ve hatta daha da abartılı ve uç boyutlarda olarak. Bu konuda en küçük bir ikirciğe yer kalmaması için böyle birbirinin benzeri aktarmalar yapıyoruz, Bin Kalıplıgiller’den.

Bin Kalıplılar bu dönemde PKK’nin gözüne girme konusunda o denli kendini paralar ki, şimdiki ibrikçiler bu konuda yukarıda da söylediğimiz gibi Bin Kalıplılar’ın eline su bile dökemezler. Yine 17 Mart 1991 tarihli Yüzyıl’da yayımlanan şu habere bakın:

“KÜRT SORUNU İÇİN BAĞDAT’A GİTMEYE NE GEREK

“Özalların niyetinin bu olduğu, hem Talabani görüşmesindeki konuşmalardan, hem de iktidarın Güneydoğu’daki uygulamalarından açıkça anlaşılıyor. Irak’taki Kürtleri “kurtarmaya” soyunan iktidar, bizim Kürdümüzün katırına bile tahammül edemiyor. Geçtiğimiz hafta İdil’de, Dargeçit’te halk kurşunlandı. Halepçe’de 5 bin Kürdün kırımına yol açan kimyasal bomba malzemesinin Türkiye’den geçmesine izin veren bu iktidardı. Yine bu katliamdan sonra Irak hükümetinin elini ilk sıkan da Özal’dır. Irak yetkililerinden aldığı izinle Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon düzenleyen ve Kürtleri bombalayan yine bu iktidardır. Özal’ın “Kürt hamiliğinde” içtenlik yoktur.

“Sorun Kürt sorununu çözmekse, bunun için taa Bağdat’a gitmeye ne gerek var? İşte sorunun büyük kısmı burada, ülkemizde bulunuyor. Buradan Irak Kürtlerine “bağımsızlığı”, “federasyonu” bol keseden dağıtanlar, kendi Kürdümüzün dilini bile çok görüyor. Orası için çözümler tartışılırken, Türkiye için neden konuşulmasın? Örneğin federasyon niçin özgürce tartışılmasın? Artık bu sorunun özgürce konuşulacağı ve Kürtlerin iradesinin serbestçe belirlenebileceği ortam yaratılmalıdır. Barışçı bir çözüm için PKK ile görüşülmelidir. Görmek gerekir, Türküyle Kürdüyle tüm halk barışa susamıştır. Gencecik insanlarımız bağnaz kafalar ve kör inat uğruna ölmektedir. Kürt yoksulları da ölüyor, asker de.” (agy)

Bin Kalıplılar’dan o aşamadaki yani Kürt Meselesi’nde takındıkları üçüncü tavra ilişkin aktarmalara artık son veriyoruz.

Çünkü bu dönemde nasıl bir anlayış içinde oldukları, Kürt Meselesi’ne ilişkin neyi savundukları yukarıda yaptığımız uzun aktarmalarda kesin biçimde ortaya çıkmıştır. Görmek isteyen yani gerçeğe saygı duyan her insan bunu görür, kavrar.

Demek ki yoldaşlar, Bin Kalıplı Şeyh’in ve emanetçisi, müridi Ferit İlsever’in Bekaa hacılıkları döneminde yani 1987-1993 aralığında Kürt Meselesi’ne ilişkin görüşleri, propagandaları özetçe tutumları buymuş. Yani kraldan çok kralcılık. PKK’den çok PKK’cilik…

Öyleyse yoldaşlar, Bin Kalıplılar’ın; “Biz Bekaa ziyareti günlerinde de bugünkü görüşlerimize sahiptik. Abdullah Öcalan’a da bunları anlatmak için gittik”, şeklindeki söylemleri, savunuları tamamen düzenbazlıktır, hilebazlıktır, madrabazlıktır, namussuzluktur. İnsanları ahmak yerine koyarak kandırmaya yönelik ahlâksızca bir girişimdir…

Burada şöyle bir soru sorulabilir: İyi de Abdullah Öcalan’la yapılan röportaj işte Kaynak Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Orada böyle şeyler yok.

Evet, yok, yoldaşlar. Çünkü o da Bin Kalıplılar’ın yine insanları kandırmaya yönelik bir oyunu, bir hilesidir.

Abdullah Öcalan’a bugün de gidip “yahu bu Kürt Meselesi’ni biz kendi aramızda çözelim. Amerika’yı, Avrupa’yı işe karıştırmayalım. Bu mesele bizim meselemiz, biz çözelim”, deseniz Öcalan “Tabiî ki olur, öyle çözelim”, der. “Ben de öyle düşünüyorum”, der size. Siz de bu minval üzere konuşursunuz, uzun söyleşiler yaparsınız. Onu da getirir, kitap olarak basarsınız.

Fakat Öcalan’ın gerçek düşüncesi geçenlerde İmralı’da ziyaretçilerine söylediğidir:

“ÖCALAN: Basına yanlış şeyler yansıdı. (21 Mart 2013 tarihli Nevruz mesajı ile ilgili-Aydınlık) “Öcalan bağımsızlıktan, federasyondan, özerklikten bilmem neden vazgeçti” dediler. Ben hiçbir şeyden vazgeçmedim. Benim temel görüşüm şudur: Silahlı çatışmaya son verme, sıkı sıkıya yasal demokratik mücadeleye sarılma ile olur. Bu, “yasa çıktı, çıkmadı” tartışması da mesele değil. Bunların hepsi demokratik siyaset aşamasının birer parçasıdır sadece. Anayasal çoğunluk (330) ile Meclis bir çağrı yapabilir sanırım. (Biraz kızarak) Beni şaşırtmayın. “Tarihi çatışma sürecini sona erdirdik” dediysem “barış oldu” demiyorum. Legal siyasete evrensel bağlılıktan ve mücadeleden söz ediyorum. Hiçbir şeyden vazgeçmedim. Ben sadece, “demokratik Türkiye olmadan bunların hiçbiri olmaz, zamanı da değil, arabayı atın önüne koymayın” diyorum. Önce demokratik Türkiye olmalı. (3 Nisan 2013 tarihli görüşme tutanağından)” (Sözcü, 28 Ağustos 2014)

İşte Öcalan’ın, PKK’nin kuruluşundan itibaren sahip olduğu görüşler, PKK’nin ideolojisinin özü budur. Ortalama 40 yıldan bu yana da PKK bu anlayış doğrultusunda bir ideolojik, siyasi ve askeri mücadele yürütmüştür.

Dolayısıyla da bu süreçte halkların kardeşliği filan savunulmamıştır PKK tarafından. Tam tersine halklar arasında düşmanlığı temel alan bir siyaset izlemiştir. Bu süreç boyunca halklar giderek birbirinden ayrıştırılmıştır iyice.

PKK’nin Türklere, Türk tarihine yönelik tavrı tamamıyla Batılı Emperyalistlerin, Lloyd George’un, Lord Curzon’un, Woodrow Wilson’un (ABD Başkanı) görüşleriyle bütünüyle örtüşür. Bu anlayış özetçe şöyle der: Türk tarihi işgalden, talandan, kan dökücülükten ibarettir. Yani Türkler gereksiz bir millettir, insanlığa zarardan başka hiçbir hizmetleri olmamıştır.

Böylesine bir ırkçı anlayış ne yazık ki Ermenistan’la Yunanistan’ın ulusal kimliklerinin en önemli parçasını oluşturmuştur. Bu anlayışın üzerine inşa etmişlerdir milli kimliklerini.

Ve yine acıdır ki PKK de siyasi kimliğini böyle bir anlayışın üzerine inşa etmiştir.

Gerçek anlamda devrimci bir ulusal kurtuluş hareketi olmadığı için hiçbir döneminde Marksist-Leninist bir hareket olmadığı için; küçükburjuva sınıf yapısından burjuva sınıf yapısına dönüşen bir hareket olduğu için işte böylesine halklar arasında kardeşliği değil de düşmanlığı esas alan bir ideolojik ve siyasi hattı izlemiştir. Hep söylediğimiz gibi 1991 sonrasında da ABD ile ittifaka girmiş, onunla eklemlenmiştir…

Demek ki yoldaşlar, Abdullah Öcalan, Bin Kalıplılar’la görüşmesinde tıpkı karşı tarafın oynadığı gibi bir oyun oynamıştır. Bir hile, bir düzen yapmıştır. Yine söylediğimiz gibi bugün de görüşülse, Öcalan aynı oyunu oynar.

Öyleyse her iki taraf da kitleleri kandırmaya yönelik karşılıklı, anlaşmalı bir oyun, bir tiyatro oynamışlardır metni kitap olarak yayımlanan röportajlarında.

Yoksa Öcalan’ın içtenlikli görüşleri işte yukarıda aktardığımızdır. Yani Bağımsız, birleşik bir Kürt Devleti’nin kurulmasıdır. Bu da Amerika’yla ittifak halinde yapılacağına göre, yeni bir Amerikancı devletin Ortadoğu’da Amerika’nın yeni bir petrol bekçisinin, özetçe yeni bir İsrail’in-Müslüman İsrail yaratılmasıdır.

Bin Kalıplılar’ın da o dönemde taşıdıkları Kürt meselesine ilişkin görüşleri işte yukarıda yapılan uzun aktarmalarda ortaya konan, savunulan gibidir.

Bu gerçek matematiksel bir kesinlikte nettir.

Şayet Bin Kalıplılar bugünkü görüşlerine sahip olsalardı, giderler miydi hiç Bekaa’ya? Sonra da Abdullah Öcalan hiç kabul eder miydi bunların yanına gelmesini?

Çünkü bugün aşağıda göreceğimiz gibi bu her iki taraf da birbirlerini yok edilmesi, kökünün kazınması gereken güçler olarak görmektedirler…

(Yeni başlayanlar için not: Bazı genç arkadaşların aklına şöyle bir kuşku düşebilir; iyi de acaba “2000’e Doğru” ve “Yüzyıl” Dergileri Doğu Perinçek ve PDA Avanesi’nin mi?

Evet, onların. İşte kanıtı:

2000’e Doğru ve Yüzyıl Dergileri’nin ortak künyeleri

Sistem Yayıncılık Tic. San. A.Ş Adına Sahibi: Mehmet Sabuncu

Genel Yayın Yönetmeni: Doğu Perinçek

Genel Yayın Yönetmen Yardımcıları: Hasan Yalçın, Mehmet Bedri Gültekin

Yazı İşleri Yönetmeni: Serhan Bolluk

Redaksiyon Feyza Perinçek

Müdür: M. Adnan Akfırat

İşçi-Sendika: Ruhsar Şenoğlu

Toplum ve Kültür Sanat: Şule Perinçek

Ekonomi: Ertan Günçiner  

Arşiv Araştırma: Rozerin Doğan

Ankara Temsilcisi: Hasan Yalçın

İzmir Temsilcisi: Ali Karşılayan

Adana Temsilcisi: Hüseyin Bülbül

Diyarbakır Temsilcisi: M. Bedri Gültekin

Yurtdışı Temsilcisi: Ali Mercan

Bürolar:

İstanbul: Gülden Aydın, Halil Beytaş, K. Deniz Öğüt, Funda Öz, Ayla Önder, Fethi Özalp, Tunç Rasgeldi, Oğuz Sakallı, Dilek Uğuz, Orhan Üst.

Ankara: Soner Yalçın (Şef), Nail Bulut, Hikmet Çiçek, Ertan Günçiner, Hatice İkinci, Selami İnce, Fenni Özalp, Ayhan Yalçınkaya.

Diyarbakır: Necati Bozkurt, Haluk Mıhalioğlu, Mehmet Şenol

 

DÖRDÜNCÜ DÖNEM

Şimdi de gelelim yoldaşlar, Bin Kalıplılar’ın dördüncü aşamada savundukları görüşe, yani dördüncü tavırlarına. Bir başka söyleyişle Bin Kalıplılar’ın 2000 yılından başlayıp bugün de savunuyor oldukları görüşe.

Bu konuya ilişkin yapacağımız aktarmalar iki adettir ve ikisi de kısadır. Çünkü çok açık, net, kesin ifadelerle soruna ilişkin tutumlarını ortaya koymaktadırlar. Şimdi sırayla bunları görelim:

1- Aşağıdaki aktarma Yeni Sahte Vatan Partisi’nin “Milli Hükümet Programı” “Vatan Partisi Programı” başlıklarıyla verilen programlarının 6. Maddesidir:

6. Kürt Meselesine Emperyalist Müdahaleye Son 

“Türkiyemizde Kürt meselesi, demokratik hak ve özgürlükler açısından esas olarak çözülmüştür. Ülkemizde iç barışı, bütünlüğü ve kardeşliği sağlamak için esas görev, emperyalist müdahaleye karşı birleşmek ve direnmektir. 

“Bu amaçla izlenecek siyasetler ve yerine getirilecek görevler şunlardır:

“- Kürt kökenli yurttaşlarımızın millî bütünlüğe kazanılması ve Cumhuriyet’in devrimci kültürünün hâkim kılınması,

 ”- Bölgede kamu yatırımlarıyla herkese iş ve aş sağlanması, çok boyutlu bir kalkınmanın gerçekleştirilmesi,

“- Toprak reformuyla ağalık, şeyhlik ve aşiret reisliğinin tasfiyesi, hazine topraklarının ve mayından temizlenmiş arazilerin yoksul köylüye dağıtılması, 

“- Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadele,

“- Irak’taki işgalci güçlerin çekilmesi ve Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması,

“- Suriye, İran, Irak, Azerbaycan ve KKTC ile bölgesel ittifak.” (http://vatanpartisi.org.tr/genel-merkez/temel-belgeler/milli-hukumet-programi-4126)

Ne diyor konuya ilişkin program maddesi?

Açık, net, değil mi?

“Türkiyemizde Kürt meselesi, demokratik hak ve özgürlükler açısından esas olarak çözülmüştür.”

Yani Kürt Meselesi diye çözülmesi gereken bir mesele yok ortada. Çözülmüş, bitmiş.

Kim çözmüş, ne zaman çözülmüş?

Belli değil, herhalde Bin Kalıplılar’ın dışında kimsenin haberi yok bu işten.

Bu konuda yapılması gereken neymiş?

“Kürt kökenli yurttaşlarımızın millî bütünlüğe kazanılması ve Cumhuriyet’in devrimci kültürünün hâkim kılınması”.

Bir de neymiş yapılması gereken?

Toprak reformu.

Başka?

“Bölücü teröre karşı kararlı ve kapsamlı mücadele”

Yahu 1925’ten bu yana bu soruna ilişkin söylenen tüm çözüm çareleri ve hazırlanan raporların içeriği bunlar değil mi?

Demek ki 90 yıldır söylenenlerin tekrarı.

Bu söylenenler derde deva olsaydı bunca yaşananlar olur muydu hiç? Bunca kan akar mıydı, Türkiye’nin en önemli siyasi sorunu olur muydu bu mesele?

Gelelim bu konuya ilişkin yapacağımız ikinci aktarmaya. Bunu Bin Kalıplı PDA Şeyhi’nden yapacağız. 28 Mayıs 2007 tarihinde Fox TV’de Nazlı Ilıcak, Reha Muhtar ve Mehmet Ali Ilıcak’la birlikte yapılan “Çapraz Ateş” adlı programda Doğu Perinçek bu konuya ilişkin aynen şunları der:

“Biz şunu yapacağız, biz Atatürk’le bir Cumhuriyet kurmuşuz. Bir devrimle bir kendimize vatan yapmışız. Bir millet oluyoruz o devrimle. Eee, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir, diye tarif etmişiz. Bu etnik bir tarif değil ve güvenlik nedir? Atatürk devriminin güvenliğini sağlayacağız. Yani güvenlik her zaman bir stratejinin, bir hedefin güvenliğidir. Yani bir yolun güvenlik altına alınmasıdır. Türkiye Atatürk’le bir çağdaş toplum kurma, halkçı toplum kurma, aydınlanmış bir toplum kurma kararı almış ve onun güvenliğini sağlamak zorunda.” (https://www.youtube.com/watch?v=uzPpuqDs3R4)

Birinci aktarmada Kürt Sorunu esas olarak çözülmüştür, deniyordu.

Bu ikincisinde ise sorunu yaratacak bir milletin de olmadığı iddia ediliyor. Yani Türkiye’de bir Kürt Milletinin olmadığı iddia ediliyor. Bir millet yoksa ona ilişkin bir sorun da olmaz tabiî. Yani yukarıdaki birinci aktarmada öne sürülenle bu ikincisinde öne sürülen birbiriyle çelişiyor, birbirini ortadan kaldırıyor. Başka türlü ifadelendirirsek bunlardan biri doğruysa öbürü otomatikman yanlış oluyor.

Ne deniyor?

“Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”

İfade çok net. Kürt milleti diye bir millet yok. Tek millet var Türkiye Cumhuriyeti’nde o da Türk milletidir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken bunun içinde yer alan yani buna kurucu unsur olarak katılan herkes Türk milletini oluşturur.

Neymiş yapılması gereken bu ikincide söylenene göre de?

Bu cumhuriyetin güvenliğini sağlamak. Başkaca da hiçbir şey değil.

Gördüğümüz gibi yoldaşlar, ortada ne Kürt Sorunu kaldı, ne de sorunu oluşturacak bir millet, bir halk.

Peki ne oldu bunlar?

Buhar olup uçup gitti. Yok oldu. Zaten de böyle bir şey yokmuş.

İşte Bin Kalıplılar’ın geldiği son nokta budur. Kürt Meselesi’ne ilişkin en son ortaya koydukları tavır, tutum budur.

İşte Bin Kalıplılar da budur, yoldaşlar. Onlar kalıptan kalıba girerler, çıkarlar.  Topaç gibi, fırıldak gibi, pervane gibi, vantilatör gibi, rüzgârgülü gibi durmadan dönüp dururlar. Ve asla şunu demezler:

Ya biz eskiden bu savunduğumuzun tersini savunmuştuk, o zaman yanlış etmişiz.

Bin Kalıplılar ve onların tekke şeyhi her zaman haklı olmuştur, her zaman hep en doğruyu savunmuştur. Onların anlayışı, inanışı, savunusu da budur, yoldaşlar.

Bu da neyi gösterir?

Onların siyasi ahlâktan, siyasi namustan, insani ahlâktan, dürüstlükten, mertlikten ve bunun gibi değerlerden tümüyle yoksun olduklarını.

Bunların Yeni Sahte Vatan Parti’lerinin bir internet sitesi var. Orada “Vatan Partisi’ne Soruyorum”, başlıklı bir bölüm var.

Sormuş biri, artık kimse, neyse önemli değil kimin sorduğu. Kendileri mi sordu yoksa bir başkası mı?

Soru şu: “1974 yılında Kıbrıs çıkarması ile ilgili o gün düşünülenler ile bugünkü düşünülenlerin farkının nedeni ne?”

Verilen cevap aynen şudur yoldaşlar:

“Düşüncelerimizde bir farklılık olmadı.” (http://vatanpartisi.org.tr/genelmerkez/soruyorum/36910) (Cevaplayan: Yeni Sahte Vatan Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Bedri Gültekin.)

Artık bu noktada biz hiçbir söze kadir olamayız yoldaşlar. Çünkü ne söylesen boş. Hani denir ya; sözün bittiği yer, diye. İşte öyle…

Ne dersiniz böyle diyen bir adama?

Hiçbir şey. Eh biz de öyle yapalım. “Afferin oğlum Mehmet, sen bu yolda devam et.”

Bunlar böyle yoldaşlar. Çürüyen, tüm insani değerleri, erdemleri bir gömlek gibi fırlatıp ayaklar altına atan, çiğneyen, sadece Tekke Şeyhi değil. PDA Avanesi dediğimiz onun 1960’lardan bu yana çevresinde olan müritleri de çürütür bu Tekke insanlarını. Birer leş, birer zombi haline getirir. Onlarla konuşmanın, tartışmanın hiçbir anlamı ve gereği yoktur artık. Çünkü sonu yok bunun. Bir yere varamazsınız.

Hani der ya 17’nci Yüzyılın büyük halk ozanı Karacaoğlan’ımız:

“Yüz yalancıyla başa çıkılmaz, içinden sıdk ile yanan olmalı”, diye.

Bunların içi boş. Ne yürek var ne ruh içlerinde. Kokuşmuş, çürümüş bir yığın, kütledir bunların içini dolduran.

Sözü galiba yine fazla uzattık, değil mi yoldaşlar? Bağlayalım öyleyse.

İşte Bin Kalıplılar’ın Kürt Meselesi’nde içine girip girip çıktıkları kalıplar da bunlardır…

 HKP’nin Kürt Sorunu’na Bakışı

Konu açılmışken, yeri gelmişken Kürt Meselesi’nde biz Gerçek Devrimcilerin, Türkiye’nin tek Marksist-Leninist Hareketinin geçmişten bugüne (1933’ten bugüne) hep savunageldiğimiz tez, görüş nedir?

Onu da görelim yoldaşlar. Onu da açıkça ortaya koyalım:

Önce Parti Programı’mızda bu konuya ilişkin ne yazdığına bakalım:

 “KÜRT MESELESİ

“Devlet, bugüne dek bu meseleyi yok saydı. Fakat problemler biz onları yok saymakla, görmezlikten gelmekle yok ya da görülmez olmazlar. Onlar çözülünceye kadar var olmaya devam ederler.

“Bu mesele şöyle ya da böyle çözülecektir. Bu bizim meselemizdir. Türklerin ve Kürtlerin meselesidir. Elbirliğiyle biz çözersek, istediğimiz doğrultuda çözeriz.

“Fakat başkaları, yani Batılılar çözerse kuşkusuz kendi aşağılık emperyalist çıkarları doğrultusunda çözeceklerdir. Türkiye’yi en az üç parçaya bölmek isteyeceklerdir… Bütün Batılı Emperyalist ziyaretçilerin, başta Diyarbakır olmak üzere Bölge illerini tabanı yanmış itler gibi dolaşmalarının ve sözde Kürt dostu görünmelerinin sebebi budur.

“Emperyalistler artık bu meseleyi, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde olduğu gibi yeniden ellerine almışlardır. Bunu göremeyen kördür, her türden siyasi bilinçten yoksun bir zavallıdır. Meydan onlara bırakılırsa, işin sonunun nereye varacağı da aslında görünmektedir. En azından biz gerçek devrimciler bunu görebilmekteyiz.

“Ne yapmalıyız?

“Sorunun çözümü çok açık ve kesin biçimde 1933’te (bundan 72 yıl önce) ortaya konmuştur, Hikmet Kıvılcımlı tarafından. Bu çözüm, Türklerin ve Kürtlerin eşitçe, özgürce ve kardeşçe yer aldığı Demokratik Halk İktidarıdır.

“Türkler ve Kürtler için biricik onurlu ve gerçekçi çözüm budur. Bunun dışındaki bütün yollar parçalanmaya götürür. Batılı Emperyalist çakalların değirmenine su taşır. Daha doğrusu meseleyi onların ellerine teslim eder… Bunu görmek gerek.

“Türkiye’nin bu meseleyi çözümsüz bırakmakta hiçbir kazancı yoktur. Bugüne dek olmamıştır. Bundan sonra da olamaz. Oysa kaybedeceği pek çok şey vardır.

“Bu meseleyi Kıvılcımlı’nın öngördüğü şekilde kardeşçe çözmemizde ise kazanacağımız pek çok şey vardır. Türkiye o zaman bugünkünden en az bin kez daha güçlenecek ve hiçbir emperyalist saldırganın ele geçiremeyeceği, sarsamayacağı çelikten sağlam ve yüksek dağlardan sarp bir kale olacaktır.

“Kurtuluş Partisi, bu kalenin kurulması için gereken mücadeleyi yapacaktır.

“Biz 1933’ten beri bunu savunduk, savunmaya da devam edeceğiz. Çünkü Türklerin de Kürtlerin de gerçek çıkarı buradadır. Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi, “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense, ölmek daha iyidir.”

Programımızdaki bu satırları 10 yıl önce, 2005’te yazmışız.

Tabiî hayat her şey gibi akıyor, değişiyor, gelişiyor. Önderimiz Kıvılcımlı 1933’te bu çözümlemeyi yaptığı zaman çok güçlü bir Sovyetler Birliği vardı. Fakat ne yazık ki Sovyetler Birliği, Leninci prensipleri terk ettiği ve Lenin’in dahice uyarılarını dikkate almadığı için adım adım durağanlaştı, donuklaştı, çürüdü, 1991’de de çöktü. Eski Sovyet sınırları içinde yer alan 5 Türk Cumhuriyeti bugün bağımsız birer cumhuriyettir. Çin sınırları içinde de yer alan Doğu Türkistan ya da Uygurlar denen Türkistan’ın bir parçası bulunmaktadır.

Çin Halk Cumhuriyeti de kerte kerte Kapitalizme geçiş yapmaktadır. Yani onun da halkçı, devrimci, sosyalist yönü tükenmek, bitmek üzeredir. Ondan da halklara bir hayır gelmeyeceği apaçık ortaya çıkmıştır.

İşte bu yeni şartları-durumu da göz önüne alarak, hesaba katarak yaptığımız bir değerlendirme, bize, Usta’mızın 1933’te ortaya koyduğu çözümü ve formülasyonu yeniden belirlememiz gerektiğini göstermiştir. Devrimcilik, her an oluşan, değişen yeni durumu göz önüne alıp değerlendirmede bulunmamızı emreder. Devrimci diyalektik mantık ve metodumuz bize bu konuda yol gösterici olur, ışık tutar.

İşte biz de bunu yaptık. Ve bugün diyoruz ki:

Edirne’den Doğu Türkistan da dahil olmak üzere Çin sınırına dek uzanan geniş coğrafyada sosyalist bir ekonomik temel üzerinde bir “Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti” kurmalıyız. Adımıza “Türkistan-Kürdistan Halk Cumhuriyeti” de diyebiliriz.

Belki şöyle bir soru akla gelebilir: Neden böyle bir federatif yapı gerekmektedir?

Şundan:

1071’de Alparslan komutasındaki Malazgirt Savaşı’nda, ki bize bugünkü ortak vatanımızın kapılarını açmıştır bu zafer, 60 bin kişilik ordumuzun 10 binini Kürt savaşçılar meydana getirmiştir. Yani bu vatanı birlikte vatan yapmışız. Ve bugüne kadar hep birlikte savunmuşuz, kardeşçe, yan yana, omuz omuza, Osmanlı döneminde İranlılara karşı, Çanakkale’de ve Birinci Kuvayimilliye’de Batılı Emperyalist Haydutlara karşı. Ortak zaferler kazanmışız.

1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Batılı Emperyalistler Osmanlı idaresindeki diğer bütün ulusları tek tek koparıp almışlar, hatta Osmanlı’ya karşı savaştırmışlar fakat Kürt Halkını koparamamışlardır Türklerden. Emperyalistlerin oyununa gelmemiştir Kürt Halkı. İngiliz ajanı Yüzbaşı Noel’in ve benzerlerinin bu konudaki çabaları hep fiyaskoyla sonuçlanmıştır.

Bin yıldır nasıl birlikte yaşamışsak kardeşçe, bundan sonra da yaşayabiliriz. Tabiî bu birlik artık gönüllü birlik olmalı, açık irade beyanıyla ortaya konan. Yani bu birlik gerçek anlamda eşitliğe, kardeşliğe ve özgürlüğe dayanmalı. Eğer bunu gerçekleştirirsek, şundan eminiz ki Kürt Halkı iradesini bizimle bin yıldır olduğu gibi yine birlikte yaşamaktan yana belirtecektir. İşte bunun formülüdür Türk-Kürt ya da Türkistan-Kürdistan Halk Cumhuriyeti.

Bunu sağladığımız anda ABD ve AB Emperyalist çakallarının ülkemizdeki, Ortadoğu’daki ve Asya’daki zulüm ve sömürüleri büyük ölçüde engellenecektir. Onların karşısına aşamayacakları güçlü bir kale çıkacaktır. NATO’cu CIA ajanlarının ifadesiyle “Sovyetler Birliği’nden daha güçlü bir düşman”la karşı karşıya kalacaktır o emperyalist çakallar. Hiçbir şekilde yenemeyecekleri bir güçle karşılaşmış olacaklardır.

Ve böyle bir oluşum bugün kan ve acılar içinde kıvranan, hayâsızca sömürülerin, talanın yaşandığı kıta olan Siyah Afrika’nın bu emperyalist kan dökücülerden kurtulmasına da çok önemli oranda katkı sunacaktır.

Ve bu oluşum ve ortaya çıkan bu çelikten sert devrimci güç, tâ Latin Amerika’nın bu haydutlardan kesince kurtuluşuna çok önemli bir destekte bulunmuş olacaktır.

Böylelikle de bu emperyalist haydutlar kendi ülke sınırları içine hapsedilecek, orada da kendi İşçi Sınıfları ve halkları tarafından yenilip yıkılacaklar, sonları getirilecektir.

Fransız Tarihçi Jean Paul Roux“Türklerin Tarihi” adlı kitabının girişinde, kendisine neden böyle bir konu seçtiğini soran kişilere şu yanıtı vermektedir:

“Onları nasıl konu edinmem? 2000 yıllık tarihin her yerinde onlar var.”

Eğer böyle bir oluşumu gerçekleştirebilirsek, Tarihin bundan sonraki gelişiminde de Türkler ve Kürtler çok önemli roller oynamaya devam ederler. Ve bu roller, insanlığın emperyalist haydutlar sürüsünden kurtulmasında büyük yardımlar sunar.

Unutmayalım; milletlerin birliğini sağlamak devrimci bir görevdir. Bildiğimiz gibi, Türkiye Türklerinin diğer Asya Türkleriyle birliğini sağlamak Mustafa Kemal’in de Türk Milletine kuşaktan kuşağa aktarılması için bıraktığı bir idealdir. 1933 29 Ekimi’nde, Cumhuriyet’in 10. yıl kutlamaları çerçevesinde akşam Ziraat Bankası’nın Ulus’taki Genel Merkez binasında yapılan törende Mustafa Kemal, böyle bir mefkûreyi, ideali açıkça ve kesince ortaya koyar. Bu konuya ilişkin önceki yazılarımıza bakılabilir, daha ayrıntılı bilgi edinebilmek için.

Yine bu ideal, Doğu Halklarının büyük devrimcileri Mollanur Vahidov’un, Sultan Galiyev’in, Neriman Nerimanov‘un ve Turar Rıskılov’un da uğruna hayatlarını verdikleri davadır. Mollanur Vahidov, Müslüman Kızıl Ordu’nun başında, onun komutanı olarak, Lenin’in de baba tarafından ata yurdu olan Kazan’ı, Çarcı Ak Orduların, karşıdevrim ordularının,  Kolçak’ın komutasındaki saldırısına karşı savunurken göğüs göğse çarpışarak şehit düşmüştür. Bilindiği gibi, 1917 Büyük Ekim Devrimi sonrasında 4 yıl süren bir savaş vermek zorunda kalmıştır Bolşevikler, Çarcı ordulara ve Batılı saldırgan emperyalistlere karşı.

Turar Rıskılov, yine hatırlanacağı gibi, 1-7 Ekim 1920 tarihleri arasında Bakü’de toplanan 1. Doğu Halkları Kurultayı’nda Türkistan delegesi olarak bulunmuş ve Leninci ideolojinin ışığı altında mükemmel bir dünya tahlili içeren bir bildiri, tebliğ sunmuştur. Kurultayı konu alan kitaplardan bu tebliğin içeriği okunabilir.

Ne yazık ki Stalin şovenizm zaafından dolayı Doğu Halkları Kurultayı’nın devamına izin vermemiştir.

Yine hatırlanacağı gibi Turar Rıskılov da, Sultan Galiyev de Lenin sonrasında Stalin’in zulmüne uğramış ve zindanlarda hayatlarını kaybederek Stalin’in kurbanları arasına katılmışlardır…

Bu büyük devrimciler, Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve Onbeşler’in de öğretmenleridir, yine hatırlanacağı gibi…

Biz sadece parçalanmış Türk ve Kürt Halklarının birliğini değil, emperyalistler tarafından 22 parçaya bölünmüş Arap Halklarının, ulusunun da birliğini, Siyah Afrika’nın da birliğini ve Latin Amerika’nın Latin Halkının da tek bir ulus ve tek bir devlet çatısı altında birliğini savunuyoruz.

Böyle birlikler ortaya çıktığı anda bugünkü emperyalist soyguncuların, işgalcilerin, katliamcıların dünya halklarına kötülük etmesi, zarar vermesi son derece zorlaşır…

Ve işte yoldaşlar, bizim Kürt Sorunu’nu da kapsayan devrimci çözümümüz, gelecek öngörümüz, uğrunda mücadele verdiğimiz amaç budur…

Bizim bu savunduğumuz çözüm Kürt Sorunu’nun devrimci çözümüdür. Marksist-Leninist prensipler doğrultusunda çözümüdür. O yüzden böyle bir çözümün gerçekleşmesi emperyalist haydutları dünya çapında dara sokar, korkuya düşürür.

PKK’nin 1991’den bu yana savunageldiği çözüm ise bizimkinin tam tersine Amerikancı çözümdür, gerici çözümdür, burjuvaca çözümdür. PKK, yukarıda da belirttiğimiz gibi, ABD’nin Ortadoğu’daki bir askeri birliğidir, bir müfrezesidir. Giderek de İsrail benzeri ABD uydusu bir Müslüman İsrail olma yolundadır. Bu gerici çözüm eğer başarılı olursa, Fidel’in on yıllar önce Gürbüz Çapan Esenyurt Belediye Başkanı sıfatıyla Küba’ya gidip Fidel’le görüştüğünde Kürt Sorunu söz konusu edilince söylediği şu kötümser kehanetle noktalanacaktır.

Fidel aynen şunları diyor Gürbüz Çapan’a hitaben: “Türkiye’deki olayları yakından izliyorum. Umarım ve dilerim ki, sizin oradaki Kürt Hareketi Yankee’nin petrol bekçisi olmaz.”

Dikkat edersek yoldaşlar, bizim savunduğumuz devrimci çözümle PKK’nin savunageldiği Amerikancı çözüm; birbiriyle akla kara gibi, geceyle gündüz gibi, yerle gök gibi karşıdır, birbirinin zıddıdır.

Devrimciler, asla umutsuzluğa düşmezler. Her durum ve şartta, yürüklerindeki inanç ve cesaretle, kafalarındaki bilinçle, kararlıca, fedakârca mücadeleye devam ederler. Tâ ki, insanlığı bugün kana, ateşe, acıya, gözyaşına, açlığa ve tüm musibetlere sürükleyen insanlığın başbelası bu emperyalist haydutlar sürüsü yeryüzünden silininceye kadar…  01.04.2015

HKP Genel Başkanı
Nurullah Ankut