15 Temmuz Ganimet Savaşı Tayyipgiller’in zaferiyle sonuçlanınca, sağlı sollu bütün çıkarcılar Tayyipçi geçinmek sevdasına yakalandılar. Daha doğrusu parsa kapma ve kelle kurtarma yarışına giriştiler. Tez şuydu: 15 Temmuz Amerikancı gerici “darbe”si Tayyip’e karşı yapıldı. Tâ 17-25 Aralık 2013’ten bu yana hatta 7 Şubat 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Fetocu savcılar tarafından ifadeye çağırılmasından bu yana yani Tayyip’e karşı FETÖ’nin ilk hamlesinden bu yana FETÖ’yle gerçek mücadeleyi yapan tek kişi Tayyip’tir. Bundan sonra da bizi FETÖ belasından kurtaracak kişi Tayyip’tir. Bu tezi “Ergenekon Davası” mağduru, Genelkurmay Başkanlığı yapmış yani kurmay bir asker olan İlker Başbuğ’a kadar savundu bu kesim. Yani Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere CIA tarafından örgütlenmiş FETÖ’den Türkiye’yi, yine CIA tarafından Laik Cumhuriyet’i yıkmak üzere örgütlenmiş ve 15 Temmuz’u; “Allah’ın bir lütfu”, diye kutsamış Ortaçağcı Tayyip kurtaracaktı bu güruha göre.
Ve bu güruhtan insanlar, Tayyipgiller’in borazanı haline gelmiş olan yandaş, yalaka havuz medyasının televizyonlarında, gazetelerinde vazgeçilmez aktörler olarak istihdam edildiler. Sağ kesimden gelen yalakalar bakımından olağanüstü bir durum yoktu. Onlar görevlerine devam ediyorlardı. Tek bir şart vardı onlar için: Geçmişte FETÖ’ye ne kadar övgü düzmüşlerse şimdi onu çok aşan dozda küfür edeceklerdi. Bu konuda sağ kesimden gelenlerin şampiyonu kimdir ölçmek mümkün değil.
Ama çok inandırıcı olabilmek için “sol” görünen kesimden insanlar da bu kervana katılmalıydı. Bu hem Tayyipgiller’in inandırıcılığını arttıracak hem de Tayyipgiller’in Antiemperyalist, Antiamerikan görünmelerini sağlayacak böylece halk nazarında Tayyip’in kredisini yükseltecekti. Bu yalakalıkta, ikbal, mevki ve siyasi, maddi kazançta yarışan yarışana… İsim belirtmek değer vermek olur.
Fakat bir kişi var ki, isim verilmese yeni nesillerin onu tanıması içyüzünü görmesi gölgelenebilir. Bu kişi, “sol” görünüp hep CIA hizmetinde bulunmuş, bu görevini hiçbir zaman aksatmamış, her yeni dönemde yeni bir kalıba girerek hizmette kusur etmemiş; tâ 1970’te Hikmet Kıvılcımlı’nın “CIA Sosyalisti” diyerek kulağından tutup teşhir ettiği, Doğu Perinçek’tir. Yani “sol” görünümlü yalakaların, hainlerin açık ara şampiyonu, yandaş medyanın ekranlarında ve gazetelerinde her gün arzı endam eden Doğu Perinçek’tir. Ortaçağcı Tayyipgiller’in en büyük destekçisi unvanının tartışmasız sahibidir.
Biz onun nasıl kalıptan kalıba girdiğini gözler önüne seren, Nurullah Ankut (Efe)’nin kaleme aldığı 26 makalesini yayımlamıştık. Bu makaleleri, “Bin Kalıplılar” adıyla büyük boy 617 sayfadan oluşan bir kitapta da derlemiştik. (Nurullah Ankut, Bin Kalıplılar, Derleniş Yayınları, Mayıs 2015)
Fakat onun “bin kalıba” sığamayacağını da şöyle belirtmiştik:
“(…) Tabiî son kalıbı dedikse şimdilik kaydını da koymak gerekir. Bundan sonra hangi kalıplara gireceğini kadim dostu Yalçın Küçük bile (kesinlikle değişeceğine emin olmakla birlikte) bilememektedir. Bilemediğini zaten yazıp çizmektedir. Yani biz de adımız gibi eminiz ki Allah ömür verirse Doğu Perinçek’in bu son kalıbı, sondur ama, en son kalıbı değildir…
“Onun görevi, antiemperyalist uyanışı her dönemde evirip çevirerek yine emperyalizmin kanalları içine akıtıp buharlaştırarak yok etmektir.
“Buna izin verilemezdi.
“Kitap okununca görülecektir:
“İzin verilmemiştir…” (Bin Kalıplılar, Önsöz, s. 21)
Doğu Perinçek’in bu yeni girdiği-gireceği kalıpların anlaşılması; gerçek yüzünün iyice görülmesi, genç kuşaklarca da bilinip tanınması için ve hak ettiği hainlik rütbesinin bizzat halklarımız tarafından ve bir kez daha alnının ortasına çakılması için (hukukçu üslubu ile söylersek); bu makaleleri bir kez daha Türkiye Halklarının önüne koymak kaçınılmaz bir görev olmuştur.
***
Öksür bakalım Hafız; Rauf Denktaş “işgalci, ilhakçı, Türk Ordusu’nun işbirlikçisi faşist diktatör” mü, yoksa “Türk Dünyasının vatansever devlet adamlarının en önde gelenlerinden biri” mi?
Sözü, PDA Hareketi’nin İkinci Adamı Gün Zileli’ye vererek başlayalım bu yazımıza da. Bu harekete ilişkin anılarından oluşan 4 ciltlik kitaplarının “Havariler” adlı ikincisinde, 1972-1983 yılları arasındaki anılarını kapsayan kitabında şöyle der:
“Gelişmelerin en büyüğü ise sağcı Grivas çetelerine bağlı bir Yunan milliyetçisi olan Sampson’un Kıbrıs’ta askeri darbe yaparak Makarios’u devirmesiydi. Anlaşılan bize rahat huzur yoktu. Adam sanki darbe yapmak için bizim çıkmamızı beklemişti. Bunun hemen ardından Ecevit’in ‘Büyük Kıbrıs Fethi’ geldi elbette. Daha müdahale başlamadan, Doğan Yurdakul’un ablası Sevil Avcıoğlu (Yön’ün yazarlarından ve Doğan Avcıoğlu’nun ilk eşi) ve annesinin birlikte oturdukları evde darbeyi tartışıyorduk. Faşist darbeye karşı öfke içindeydik. Bizim bu ruh halimiz, o günkü Türkiye solunun geneldeki algılayışının bir yansımasıdır. Nitekim Ecevit’in Kıbrıs’a yaptığı fetih seferini, bu ruh hali son derece kolaylaştırmıştır. Yani biz solcular, sosyal demokrat Ecevit’in başkanlığındaki Türk ordusunun askeri müdahalesi de dahil, faşist darbeye ‘karşı’ her türlü müdahaleyi onaylayan bir tavır içine girmiştik.
“İstediğimiz Ecevit tarafından birkaç gün sonra yerine getirildi. 1974 yılı Temmuz ayının o sıcak günlerinde Türk ordusu Kıbrıs’ın bir bölümünü işgale girişti. Aydınlık hareketinin neredeyse tamamı, başlangıçta solun diğer bütün kesimleri gibi işgali destekleyen bir tutum içindeydi. Ne var ki, Doğu Perinçek ve artık her yere birlikte gidip geldiği ve yakında evleneceği Şule Perinçek, aynı kanıda değillerdi. Bir akşam vakti onlara rastladım Kavaklıdere taraflarında. İşgale karşı olduklarını görünce önce şaşırdım. Özellikle Doğu çok öfkeliydi. Ecevit’in ‘anti-faşizm’ sahtekârlığına ateş püskürüyor, solun kuyrukçu tutumunu şiddetle eleştiriyordu. O ana kadar benim de o ‘kuyrukçu’lardan pek bir farkım yoktu doğrusu. Ne var ki, Doğu’nun eleştirileri o öyle yabana atılacak gibi değildi gerçekten. Nasıl olmuştu da böyle dalgaya kapılıvermiştik birdenbire. Halkın coşkusuna kendini fazla kaptırmanın da, demek böyle handikapları vardı. Doğu ve Şule’yle o karşılaşmamdan hemen sonra döngeri ettim. Evet, işgale karşı çıkmak gerekirdi. Zaten parti de, ilk Merkez Komitesi toplantısında bu kararı almakta gecikmedi. Toplantı, Bahçelievler tarafında bir evde yapıldı. Toplantının güvenliğini örgütleyen, aynı zamanda dışarıdaki Aydınlıkçı gençlerin örgütlenmesi işini üstlenen Hikmet Özdemir’di.” (agy, s. 100-101)
Belki biliniyordur; Gün Zileli şimdi anarşist takılıyor. E, öyle olunca da askerlik kurumunun hangi sisteme, düzene ait olursa olsun varlığına bile karşıdır. Bu nedenle de PDA Hareketi’nin tüm tarihi boyunca en olumlu iş olarak bu kararlarını ve belirledikleri bu sloganlarını gösteriyor.
Devam edelim G. Zileli’yi okumaya.
“Durum değerlendirmesi sonucunda işgale karşı çıkmayı ve ‘İşgâle Nihayet, Kıbrıs’a Hürriyet’ sloganı altında bir mücadele vermeyi kararlaştırdık.” (agy, s. 102)
Bu sloganla Büyük Şef’in yani D. P’nin kitaplarında da sık sık karşılaşırız.
Yeri gelmişken soralım bir kez daha: Ne dersin Hafız? İşgale nihayet mi? He?
Karşımızda olsan çok iyi biliyoruz hemen sırıtarak “ya biz aslında o zaman da şunu demek istemiştik”, diye başlarsın çalkalamaya.
10 küsur yıl kadar önceydi sanırım. D. P. birkaç kişiyle birlikte bir TV. programındaydı, akşam, canlı yayında. Bu, Kürt Meselesi’ne ve AB Meselesi’ne ilişkin bugün de savunduğu görüşlerini anlatıyor, karşı görüşleri de sertçe eleştiriyordu.
Karşısında yer alanlardan biri sanırım büyük bir olasılıkla “Papyonlu”ydu (Yalım Eralp). Yıllarca AB-D Emperyalistlerine sadakatle hizmet etmiş bu vatan millet düşmanı Finans-Kapital ajanı, D. P.’nin Avrupa Birliği ve Kürt Meselesi’ne ilişkin daha önce taşımış olduğu kalıplardayken savunduğu görüşlerinden bir iki paragraf okudu. Tabiî okuduğu satırlardaki düşünceler, D. P.’nin bugün savunduklarının tamı tamına karşıtıydı. Okumayı kesince aynen şu kısa cümleyi sarf etti Papyonlu:
“İnsanda siyasi etik olmalı!”
Başka da hiçbir şey demedi. Gerek yoktu uzun söze. Yani sen siyasi ahlâk yoksunu birisin, demiş oluyordu. Daha ne desin ki?.. Daha büyük hakaret nasıl olur?
Beriki hiçbir şey olmamış gibi sırıtarak söz aldı:
“Ya bakın biz aslında o günlerde de şunu demek istemiştik.”, diyerek başladı demagojiye ve sürdürdü bir süre lafını.
Sanki o hakaret ona edilmemişti. Bu nasıl bir kişiliktir?.. İnanın acıdım, düştüğü duruma. Bir Finans-Kapital uşağının karşısında düştüğü bu hale.
Yıl 1978. D. P. ve PDA Avanesi legal planda bir parti kurar, “Türkiye İşçi Köylü Partisi” adında. Şimdi bu partilerinin “Kuruluş Bildirisi ve Tüzük Program” adlı kitapçıklarından konuya ilişkin birkaç paragraf aktaralım. Paragraflar aktaracağımız metnin altında şu imza bulunmaktadır: TİKP Kurucuları Adına Doğu Perinçek.
Hafız’ımızın tiradının konuya ilişkin bölümü şöyledir:
“Bugün önümüzde çözmemiz gereken düğüm, Türkiye’nin dış meselesidir.
“Bağımsız bir Üçüncü Dünya ülkesi olan Kıbrıs’a askeri müdahale, ancak şu ya da bu süper devlete dayanarak ve bağımsızlığımızdan yeni tavizler verilerek devam ettirilebilirdi. Bugüne kadar da böyle olmuştur. Kıbrıs macerası bugün Türkiye’nin baş meselesi haline gelmiştir.
“Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalede direnmesi Sovyet sosyal emperyalistlerinin yurdumuzun efendisi olma emellerinden başka hiçbir şeye hizmet etmiyor. Partimiz, Moskova’daki Yeni Çarların Türkiye ile Yunanistan ve Kıbrıs’ı birbirine kışkırtan emperyalist politikalarını boşa çıkarmak için kararlı bir mücadele yürütecektir.
“İki süper devlet, Kıbrıs ve Ege’den ellerini çekmelidir. Kıbrıs’ın işlerine hiçbir yabancı ülke karışmamalıdır. Kıbrıs’ın Türk ve Rum toplumları kendi ülkelerinin meselelerini barışçı yollardan çözmelidirler. Partimiz Türk ordusu dahil bütün yabancı askerlerin Kıbrıs’tan çekilmesini savunmaktadır. TİKP, Kıbrıs halkının milli egemenlik ve özgürlüğün hüküm sürdüğü, toprak bütünlüğüne sahip, egemen, bağımsız ve demokratik bir Kıbrıs için yürüttüğü mücadeleyi desteklemektedir.” (agy, s. 8-9)
Evet, Büyük Şef’in sadece legal partisi mi var, illegal TİİKP’i de var. Şimdi de yine 1978 tarihli Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) adlı bu illegal partisinin, “1. Kongre Belgeleri” adıyla yayımlanan kitabından konuya ilişkin aktarmalar yapalım.
Kitabın “İçindekiler” kısmından sonra başlayan ilk sayfası “Sunuş” başlığı altında şöyle methiye düzer:
“Bu kitapçıkta İtalya’nın Milano kentinde Şafak Yayınevi tarafından yayımlanan Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi 1. Kongre Belgelerini yayımlıyoruz. 9-10 Eylül 1977’de Türkiye’de toplandığı belirtilen TİİKP 1. Kongresi, gerek yurt içinde, gerek yurtdışında yankılar uyandırmıştır.
“Bu belgeler, Türkiye’nin siyasi tarihini araştırmak ve öğrenmek isteyenler için çok değerli bir kaynak niteliğindedir. Bütün siyasi gerçekleri halka açıklamak ve halkın her şeyi öğrenmesini sağlamak ilkesini benimseyen yayınevimiz, bu belgeleri yayınlamakla önemli bir yayın görevini yerine getirdiği inancındadır.- AYDINLIK” (agy)
Bunu takip eden sayfada ise TİİKP 1. Kongre Bildirisi başlığı altında şöyle denir:
“Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi’nin 1. Kongresi, 9-10 Eylül 1977 günlerinde gizlilik şartları altında Türkiye’de toplandı.” (agy), diye kongrenin tanıtımı yapılır.
Perinçek’e göre “ilhakçı Türk Ordusu” Kıbrıs’ı işgal etmiştir
Sonrasındaysa, tabiî bizim Hafız sözü alır. Şöyle denir, takip eden bölümün başlığında:
“HÜSEYİN GAZİ YOLDAŞ TARAFINDAN KONGREYE SUNULAN MERKEZ KOMİTESİ SİYASAL RAPORU”
Daha önce de söylemiştik; Hafız’ın kendisini nasıl adlandırdığını. İşte burada da aynı adla çıkıyor karşımıza. Tabiî aklımızdan hemen şu düşünce geçiyor: A soytarı, sen Hüseyin Gazi’nin tezeği olsun olabilir misin?
Neyse, geçelim…
Nutkunun konumuza ilişkin bölümünde şunları öksürür Hafız’ımız:
“1970’ler dünya durumunda ve Türkiye’de önemli değişikliklerin yaşandığı yıllardı. Bu yıllarda Sovyet sosyal-emperyalistlerinin, özellikle Avrupa ve yurdumuz üzerindeki baskı ve tehdidi ağırlaştı. Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, iki süper devletin rekabetinden doğan kargaşalıklara sahne oldu. Türkiye bu şartlarda 1974 yılı Temmuzunda bağımsız Kıbrıs devletinin topraklarının bir kısmını işgal etti. Böylece yurdumuz iki süper devlet arasındaki rekabetin girdabına daha da fazla çekildi. ABD emperyalizminin Türkiye’deki etkinliği, dünya halklarının ve halkımızın mücadelesi sonucu her alanda artık sarsılmaktaydı. Sovyet sosyal-emperyalizminin Türkiye üzerindeki etkinliği özellikle ekonomik alanda görülmemiş şekilde artmaktaydı. Yeni Çarlar yurdumuzun efendisi olmak emeliyle siyasal alanda da çok yönlü bir taarruza girişmekteydiler.
“Partimiz, Kıbrıs’a yapılan askeri müdahaleye daha birinci günden itibaren karşı çıktı. Faşistlerin başını çektiği ve İ. Bilen, TSİP, Mihri Belli, B. Boran gibi revizyonistlerin körüklediği şovenizm dalgasının bütün yurdu kapladığı şartlarda Partimizin gösterdiği bu yüksek cesaret, proleter enternasyonalizmine, Doğu Akdeniz ülkelerinin birliğine ve yurdumuzun geleceğine olan bağlılığımızın bir ifadesidir. Kıbrıs’a yapılan askeri müdahaleye karşı tutum, sınırı bir kere daha belirlemiş ve maceracıların da revizyonistlerle beraber şovenizm safında yer aldıklarını bir kere daha ortaya koymuştur.
“1970’lerde dünya şartlarında görülen ve Kıbrıs müdahalesinden sonra Türkiye’yi güçlü bir şekilde etkileyen gelişmeler, Türkiye devriminin baş düşmanlarını ve bugünkü merkezi görevini yeniden belirlememizi gerektiriyordu. Partimiz, 1975-1976 yıllarında siyasal inşa meselesine en büyük önemi verdi ve yeni şartlarda Türkiye devriminin temel meselelerini çözdü. Merkez Komitemiz, devrimi ilerletmek için her alandaki siyasetlerimizi açık bir şekilde belirledi.” (agy, s. 25-26)
Evet, arkadaşlar; Büyük Üstadımızın Türkiye Devrimi’nin en çetrefilli sorunlarını bile nasıl dâhiyane bir metot ve mantıkla çözüverdiğini gördünüz işte. Hani ne derler; amiyane deyimle, “boru değil”. Adam nasıl bir düşünce sistemi kullanıyor. Bakın ne diyor bu konuda:
“Yoldaşlar, bu olay, Marksizm-Leninzm-Mao Zedung düşüncesinin ne kadar büyük bir silah olduğunu bir kere daha kanıtlamıştır.” (agy, s. 27)
Karşımızda Mao Zedung Düşüncesi var. Onun karşısında hangi problem çözülmemekte direnebilir?
Biz Marksist-Leninistler o güçlü silaha sahip olmadığımız için işte gördüğünüz gibi Kıbrıs Meselesi’nde çuvallayıp kaldık. “İşgalci, İlhakçı Türk Ordusu’na ve işbirlikçisi Faşist Denktaş Diktatörlüğüne ilk günden itibaren karşı çık”amamışız. Şovenizm rüzgârına kapılıp gitmişiz. Hem harekâtı desteklemişiz, hem Denktaş’ı.
Tabiî Büyük Şef, o her tarafı ışığa boğan aydınlatıcı konuşmalarına, çözümlemelerine başlayınca sözü kısa kesmez. Aydınlatıcı çözümlemelerini hak rahmeti nisan yağmurları gibi yağdırır üstümüze başımıza. Şöyle sürdürür sözünü:
“Türkiye’nin bağımsızlığını birinci derecede ilgilendiren Kıbrıs ve Ege meselelerinin önümüzdeki dönem alevleneceği bugünden gözükmektedir. İki süper devletin Kıbrıs’tan ellerini çekmeleri için mücadele etmeli, Kıbrıs’ın her iki milliyetten halkının bağımsız, egemen, toprak bütünlüğüne sahip, milli eşitlik ve özgürlüğün hüküm sürdüğü demokratik bir Kıbrıs için yürüttüğü mücadeleyi desteklemeliyiz. Partimiz, Türk ordusu da dahil bütün yabancı askerlerin Kıbrıs’tan geri çekilmesini kararlı olarak savunmaya devam edecektir.” (agy, s. 46)
Hafız’ımızın TİİKP’inin Kongresindeki konuya ilişkin aydınlatmaları bunlar. Siz de bu aydınlatmalardan payınıza düşen aldınız, değil mi?
Tabiî Büyük Şef bu kadarcık aydınlatmayla yetinmez. Onun için “Kıbrıs İşgali” olayı çok büyük ve önemli bir olaydır. Karşı çıkılması şarttır. Herkesin de bu konuda aydınlatılması gerekir. Böyle düşündüğü için konuya ilişkin “Kıbrıs Meselesi” adında tam 119 sayfalık bir kitap da yazmıştır. Kitabının yayım tarihi 1976’dır.
Daha ilk sayfada Mao Zedung Düşüncesi’nin açık günışığı gücündeki aydınlatmalarını saçmaya başlar Üstat. Şöyle girer söze:
“İKİ SÜPER DEVLETİN HEGAMONYA YARIŞI VE KIBRIS HAREKÂTININ NİTELİĞİ
“Hakim Sınıfların Şoven Cephesi
“19 Temmuzda Kıbrıs’a yapılan askeri müdahale yurdumuzda emperyalizme karşı halkın saflarıyla, emperyalizme hizmet eden şovenizmin saflarını bir kere daha ve kesin olarak ayırdı.” (agy, s. 9 )
Gördünüz mü? D. P. ve PDA Avanesi halkın safında oluyor, bizlerse emperyalizme hizmet eden şovenizmin saflarında. Hem de bu harekât ona göre bu iki safı “bir kere daha kesin olarak ayır”mış.
Öyle mi Hafız?
Öyle. Peki madem öyle de neden durup dururken halkın saflarından koptun, geldin, bizim şoven saflara katıldın şimdi? Cevap ver bakalım.
Yine başlayacaksın, değil mi “biz aslında o gün de şöyle demek istemiştik”, diye. Şaka gibisin be Hafız. İnsan seni ciddiye aldı mı en büyük gaflete düştü demektir. Ama senin bir Üstat şakacı olduğunu, düzenbaz, fırıldak olduğunu netçe gördü mü artık yaptıkların can sıkıcı gelmiyor adama. Gülüyor insan. Diyor ki “bu adam mahsustan öyle diyor. Aslında eğlendirmek istiyor insanları. Bir palyaço, bir panayır soytarısı o. Öyle olunca da ne yapsa, ne söylese yeri artık, gülüp geçeceksin.”
119 sayfalık kitabı ele alınca da öyle tek “aydınlatma”yla yetinmek olmaz tabiî:
“Savaşın Sınıf Karakteri
“Bütün savaşların olduğu gibi, Kıbrıs’a yapılan askeri müdahalenin niteliğini de, bu müdahaleyi yapan sınıflar tayin eder. ‘Savaşın karakteri, … savaşı hangi sınıfın yaptığına ve bu savaşın hangi politikanın devamı olduğuna bağlıdır’. Revizyonistler, Lenin’in bu sözünü sık sık tekrar etmekte, fakat pratikte tam tersini uygulamaktadırlar. Kıbrıs’ın önemli bir bölümünün işgal edilmesiyle sonuçlanan ‘barış harekâtı’ hangi sınıfların harekâtıydı? Bu harekât hangi sınıfların menfaatine hizmet etti ve etmektedir? Kıbrıs harekâtı konusunda devrimci tutumu, işte bu sorulara verilen cevaplar belirlemektedir.” (agy, s. 12)
Perinçek’e göre Kıbrıs’ta da suçlu Sovyetler Birliği’dir
Görüldüğü gibi, demagojik safsatalarına zaman zaman Lenin’i, Marks’ı da şahit göstermeye çabalar, Doğu Perinçek. Tabiî aslında ne Marks’ı anlayabilecek kapasiteye, kavrayışa sahiptir o, ne de Lenin’i. Devam eder zırvalamalarına:
“Kıbrıs’a yapılan müdahale, sonuç olarak Türkiye’deki gerici iktidarları, iki süper devlet arasındaki hegemonya yarışının daha fazla içine çekmiştir. Türkiye’nin gerici hakim sınıfları, Kıbrıs’taki işgalci politikalarını devam ettirmek için, süper devletlere ve özellikle ABD emperyalizmine her zamankinden daha fazla muhtaç duruma düşmüştür. ABD emperyalistleri, Türkiye üzerinde baskı yapabilecek kuvvetli kozlara sahiptir.
“Diğer yandan Sovyetler Birliği de, Türkiye’nin süper devletlerin desteğine muhtaç durumundan yararlanarak, ülkemize sızma imkanlarına her zamandan daha fazla sahiptir. Buna rağmen gene de Türkiye’de hakim sınıfların en Amerikancı, en şoven kesiminin faşist diktatörlüğü hüküm sürmektedir. Ecevit’in başbakan olduğu dönemde de Türkiye’nin en hayati meselelerinde son sözü söyleyen gene bu kesimdi.
“İşte Kıbrıs’a müdahalede bulunan Türkiye hakim sınıflarının niteliği budur ve müdahaleyi gerçekleştiren silahlı güç de bu hakim sınıfların emrindedir.” (agy, s. 13)
Dikkat edersek yoldaşlar, Hafız işin içine sık sık “İki Süper Devlet” ibaresinin ardından Sovyetler Birliği’ni de olayda hiç dahli olmamasına rağmen meselenin asli unsurlarından biri olarak, hatta iki asli unsurdan biri olarak sokmaktan geri durmuyor. Çünkü onun bağlı olduğu “Mao Zedung Tarikatı”nın şeyhi Mao’nun ünlü “Mao Zedung Düşüncesi” böyle emrediyor. O düşünceye göre dünyanın neresinde bir problem varsa, onu yaratan şeksiz şüphesiz “İki Süper Devlet”tir. Onların arasındaki rekabetten dolayı o problem doğmuştur zaten.
Büyük dinlerin İblis’i ya da “Kör Şeytan”ı gibi nerede bir kötülük varsa ona sebep olan muhakkak iki süper devletten biridir. Hatta özellikle de “Yeni Çarlar”dır. Malum ya bu ünlü düşüncenin yine ünlü “Üç Dünya Teorisi”ne göre ABD Emperyalistleri gerilemekte, çökmekte olan süper devlettir, Sovyet Sosyal Emperyalistleri ise genç, güçlü, saldırgan ve daha hegemonyacı süper devlettir. Bu nedenle de dünyadaki bütün sosyal, siyasal anlaşmazlıkların ve kötülüklerin yaratıcısı, kışkırtıcısı “İki Süper Devlet, özellikle de Yeni Çarlar”dır.
Bu safsatalarını özetçe aktarıverelim:
“İki süper Devletin Doğu Akdeniz’deki Tahakküm Emelleri
“Kıbrıs buhranının esas sorumlusu, ABD emperyalistleri ve Sovyet sosyal-emperyalistleridir. İki süper devlet, dünyanın her tarafında olduğu gibi Akdeniz’de de şiddetli bir rekabet ve çekişme içindedirler. Her ikisi de hakimiyet alanlarını genişletmeye, bu bölgedeki tahakküm ve sömürülerini artırmaya çalışıyorlar. Akdeniz’de ne ABD’nin ne de Sovyetler Birliği’nin sınırı bulunmamaktadır. Buna rağmen, her iki süper devletin Akdeniz’de çok sayıda denizaltısı ve çeşitli savaş gemileri kol gezmektedir. Mussolini İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Roma İmparatorluğu hülyalarına dalarak, Akdeniz’i ‘bizim denizimiz’ (Mare Nostrum) yapacağım diyordu. İki süper devletin bugünkü politikaları Mussolini’nin bu politikasından farksızdır. Her ikisi de Akdeniz halklarını hiçe sayarak tahakküm peşinde koşmaktadırlar.
“Kıbrıs, Doğu Akdeniz’de çok önemli bir noktada bulunmaktadır. Petrol bölgesi olan Ortadoğu’yu, yakında açılacak olan Süveyş Kanalını ve hatta Basra Körfezini kontrol altında tutmak için Kıbrıs özel bir öneme sahiptir.
“Bu önemi dolayısıyladır ki, Kıbrıs’a ayağını atabilmek için uzun zamandan beri dolaplar çevirmekteydi. Yeni Çarlar, bloksuzluk siyaseti izleyen Kıbrıs’ı, efendisi olduğu bloka katmak için revizyonist AKEL partisini bir maşa olarak kullandılar. Sosyal-emperyalistler, Kıbrıs’a kendi çomağını sokabileceği elverişli şartları yaratabilmek için suyu bulandırmaya çalıştılar. ABD emperyalizminin gerilemesinden yararlanarak, yeşil adaya sızmak için gösterdikleri çabayı, özellikle son yıllarda yoğunlaştırdılar. (agy, s. 18)
Gördüğümüz gibi D. Perinçek’in satırlarında gerçeklerden, doğrulardan başka ne ararsanız var. Bol hayal gücü, yakıştırma sebepler, sorumlular, safsatalar, hepsi var. Ama gerçek yok. Gerçeği görecek kafa, düşünce, mantık ve metot yok ki… O bakımdan bu satırlar onun tipik özelliklerinin bir yansımasıdır. Onun her konudaki görüşleri, tezleri dün olsun, bugün olsun hep bu gördüğümüz satırların, orada ortaya konan sözde görüşlerin birebir benzeridir. Gerçeklerle hiçbir bağı olmayan, hayal ürünü saçmalamalardır.
Bu gerçek dışı zırvalamalarına, yakıştırmalarına işte bir örnek daha:
“Müdahale Amacından Sapmadı, Tam Hedefine Vardı
“Oysa, Kıbrıs’a yapılan askeri müdahale, tam amacına varmıştır. Kıbrıs Türkiye tarafından bir NATO üssü haline getirilmiştir ve Türkiye’nin arkasındaki baş destekçi de ABD emperyalistleridir. Olaylar ‘iyi niyetli’ dilekler veya revizyonistlerin yaydığı burjuva hayalleri yönünde bir yol izlemez. Gelişmeleri, sınıf ilişkileri ve çeşitli güçlerin sınıf karakterleri tayin eder.” (agy, s. 23)
Gerçek, Hafız’ın yukarıdaki iddialarının tam zıttıdır. ABD Emperyalistleri Türkiye’yi Kıbrıs’a harekât yönünde teşvik etmedikleri gibi durdurmak için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Orta yaş üstündeki arkadaşlar hatırlar. 21 Aralık 1963’te de “Kanlı Noel” adıyla anılan olaylarda da Kıbrıslı EOKA’cı faşistler Türk yerleşimlerine saldırmış, küçük çocuklar dahil insanları katletmişti. İsmet Paşa o zamanlar 27 Mayıs’ın etkisi sayesinde hükümet kurmuş, başbakan olmuştu. Gerekli askeri hazırlıkları tamamlayan Paşa, Kıbrıs’a bir harekâtta bulunup Türklerin can ve mal güvenliğini sağlamak istedi. Fakat bunu duyan Amerika, anında çok sert tepki gösterdi İsmet Paşa’nın bu düşüncesine. Zamanın ABD Başkanı Lyndon Johnson 5 Haziran 1964’te yine ünlü bir mektupla Paşa’yı bu harekâtından caydırmıştı. Siyasi Tarihe bu mektup “İsmet Paşa’ya gönderilen Johnson Mektubu” adıyla geçer.
Bu mektupta küstahça bir üslup kullanılır. Ve kesin bir kararlılıkla şöyle denir:
“3 – Amerika’nın Türkiye’ye verdiği silahlar, savunma amaçlıdır, Kıbrıs’ta kullanılamaz.”
Türkiye tüm ordusunu 1952’den itibaren Amerika’nın emrine vermiştir, NATO’ya girerek. Hatta ondan öncesinde bile Amerikan komutanlarının emrinde ABD çıkarları için dünyanın öbür ucunda, Kore’de savaşmıştır. Ve 1350 civarında vatan evladını yok yere ABD Emperyalistleri için kurban vermiştir. Güney Kore’deki “Türk Şehitliği”nde yatmaktadır bu Mehmetçiklerin bedenleri.
Bununla yetinmemiş, ülkesini 40 küsur Amerikan üssüyle doldurmuştur. 30 milyon metrekare toprağını bu üsler marifetiyle Amerika’nın emrine tahsis etmiştir. Üstelik de bu üsleri atom silahlarıyla doldurmuştur. Tabiî bu silahların kullanım emrini sadece ABD Başkanı verebilir.
Bu üslerden kalkan Amerikan uçakları Birinci ve İkinci Körfez Savaşları’nda Müslüman Irak Halkını vurmuştur. Ülkenin altyapısını tümüyle mahvetmiştir. Bu sebepten milyonlarca Irak insanı gıdasızlıktan, doktorsuzluktan, ilaçsızlıktan ve işsizlikten dolayı hayatını kaybetmiştir. Tabiî milyonlarcası da bombaların, kurşunların hedefi olarak hayatını yitirmiştir. Yine bu uçaklar Libya’yı vurmuştur, bugün de Suriye ve Irak topraklarında bulunan IŞİD’e karşı kullanılmaktadır ve oraları bombalamaktadır. Geçen günlerdeki Sultanahmet’te yaşanan canlı bomba olayı ve bir polisin hayatını yitirmesi bazı açıklamalara göre Amerikan uçaklarının bu saldırılarına karşı yapılan bir misillemeymiş.
Yani Türkiye’nin böylesine ABD’ye uşakça davranmasına rağmen ABD Emperyalistleri işte Türkiye’yi böyle azarlayabilmişlerdir. Hep söylüyoruz ya emperyalistlerin asla dostu olmaz. Onların sadece işbirlikçi hizmetkârları olur. O sebeple onlar, müttefik adlı işbirlikçilerine hep uşaklarına davrandıkları gibi davranırlar. Neyse…
Kıbrıs Harekâtı sonrasında da bilindiği gibi Amerika Türkiye’ye yine ünlü “Silah Ambargosu”nu uygulamaya koymuştur. Bu ambargo sonucunda Türk uçakları yedek parça yokluğu sebebiyle bakımları yapılamaz olduğu için, havalanamaz olmuşlardır. Yerden bile kalkamaz olmuşlardır.
Yine ABD Emperyalistleri müttefikleri olan Avrupa Emperyalistleriyle el ele vererek, etkilerindeki uydulaşmış milletleri de yönlendirerek, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndan Türkiye’ye karşı şu kararın çıkmasını da sağlamışlardır:
“Genel Kurul, 1 Kasım 1974 tarihinde aldığı 3212 sayılı kararda (Yearbook, 1974:295), bütün devletleri Kıbrıs’a müdahaleden kaçınmaya çağırırken, Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki bütün yabancı kuvvetlerin süratle geri çekilmesini, Kuzey Kıbrıs’tan, güneye “kaçmış” olan bütün Rum mültecilerin yerlerine geri dönmeleri için gerekli acil tedbirlerin alınmasını istemiştir.” (Soyalp Tamçelik, BM Güvenlik Konseyi’nin Kıbrıs’la İlgili Aldığı Bazı Kararların Özellikleri Ve Analitik Değerlendirmesi (1964-1992))
Gerçekler böylesine apaçık ortadayken D. Perinçek zavallısı ve yine kendisi gibi olan PDA Avanesi, bunun tam karşıtı olan görüşler ileri sürmektedirler işte yukarıdaki aktarılan satırlarında görüldüğü gibi. Ama onların gerçekler umurlarında değil ki. Mao Zedung Düşüncesinin hepsi de birer gözbağından başka bir şey olmayan şablonları onlar için Tanrı kelamı mertebesindedir. Gerçekler bu şablonlara uymuyorsa, suç gerçeklerdedir. Onlar ya zorla uydurulacaklar, ya da uyuyormuş gibi gösterileceklerdir. Yoldaşlar, bu D. P. ve Avanesinin siyasi serüveni gerçekten hazindir. Bunlar acınacak durumdadırlar. Ve her dönemde de böyleydiler.
Devrimci siyasetin mihenk taşı
Uluslararası Proletarya Hareketinin çıkarına uygunluktur
Evet yoldaşlar, bu zavallılar güruhu, saçmalamalarını sürdürür. Şöyle der D. Perinçek:
“Ne olmuştur? Birinci Barış harekâtından sonra Türkiye’de iktidar değişikliği mi olmuştur? On beş gün arayla yapılan birinci ve ikinci askeri harekâtları ayrı sınıflar ve başka askeri güçler mi yapmıştır? Kaldı ki, askeri müdahale ve işgal, her halükarda ve kim yaparsa yapsın, emperyalist ve gerici bir karakter taşır. Nasıl sömürünün “ilerici” olanı yoksa, başka ülkelerin topraklarını işgal etmenin de ilericisi yoktur. Müdahale ve işgalin ancak bir çeşidi vardır. Milletlerin kendi kaderini tayin hakkına müdahale etmek, hangi bahane ve gerekçe arkasına gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın, daima gerici bir karakter taşır.” (agy, s. 24)
D. Perinçek yukarıdaki satırlarda metafizik mantığını bir kez daha sergilemektedir. Diyor ki; “müdahale ve işgal her halükarda ve kim yaparsa yapsın, emperyalist ve gerici bir karakter taşır.”
Hayır. Kesinlikle hayır. Biz Marksist-Leninistler için mihenk taşı yani her şeyi belirleyen temel ölçüt Uluslararası Proletarya Hareketinin çıkarlarıdır. O çıkarların gerekli kıldığı her eylem doğrudur, meşrudur, devrimcidir, ilericidir.
Örnek mi?
Çok. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Sovyetler ülkesi tam 26 milyon insanını kayıp vermiş Nazi ordularına karşı savaşırken, sosyalist vatanını savunurken. Ve sosyalist iktidarını savunurken. Sonunda o faşist orduları bozguna uğratmış ve önüne katıp kovalamaya başlamış.
Nereye kadar?
Nazi Almanyası’nın başşehrine kadar. Sovyetler’in Nazi Almanyası’nı yeneceği kesinkes anlaşılınca Batılı diğer emperyalistler paniğe kapılmışlar. ABD ve İngiliz Emperyalistleri acele Normandiya Çıkarması’nı yapmışlar.
Ne için?
Kızılordu’nun önünü kesmek için. İlerleyişini durdurmak için. Oysa o güne dek adım atmamışlardı o doğrultuda. Sonuçta emperyalist ordularla Sovyet Kızılordusu Berlin’in göbeğinde karşılaştı.
Ne yaptı Sovyetler?
O sınır hattından itibaren kendi ülke sınırlarına kadar olan coğrafyada yer alan ülkelerin komünistleriyle el ele vererek sosyalist iktidarlar kurdu oralarda.
Doğru muydu bu davranış?
Son derece doğruydu.
Aksi ne olurdu?
Sovyet sınırlarına dönüp gitmek, ABD ve İngiliz Emperyalistlerine “alın bu bölgede sizler kendiniz karakterinde ve sizin yörüngenizde olacak yeni burjuva iktidarlar kurun”, demek anlamına gelirdi. Tabiî ki bunu yapmayacaktı.
Sovyetler’in Kızılordusu’nun yardımıyla ve desteğiyle kurulan o iktidarlar, Sosyalist Kamp’ın çöküşüne kadar yaşadılar. Ülkelerinin ve halklarının yararına çok olumlu işler yaptılar. Bu gerçeği bugün Bulgaristan’dan ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinden gelen insanlarımız çok açık bir şekilde teslim ederler. O zamanlar cennette yaşıyormuşuz, derler sosyalist dönemi kast ederek.
1950’lerde yaşanan Kore Savaşı sürecinde Çin Kızılordusu’nun, Kore’nin yarısına kadar ilerleyerek Kim İl Sung Yoldaş’ın önderliğindeki Koreli komünistlere yardımcı olması, onlarla birlikte ABD’nin liderlik ettiği emperyalist ordulara ve onların yerli işbirlikçilerine karşı savaşması yanlış mıydı?
Tam tersine. Çok doğruydu. Eğer Çin Halk Cumhuriyeti böyle enternasyonal bir görevden kaçınmış olsaydı belki de bugün Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti diye bir ülke olmayacaktı.
Küba’nın, Che’nin komutasında Afrikalı devrimcilere destek vermek için Kübalı komünist gönüllülerle birlikte gelip orada savaşması yanlış mıydı?
Hayır. Çok doğruydu. Yine Küba’nın en başarılı askeri komutanlarının emrinde komünist gönüllülerle birlikte Angola’ya gelip devrimci güçlere destek vermesi ve ABD ve AB Emperyalistlerinin ve ırkçı Güney Afrika Cumhuriyeti’nin desteklediği karşıdevrimci kuvvetleri yenmesi yanlış mıydı?
Hayır, son derece doğruydu.
Sosyalist iktidarın talebi üzerine Sovyet Kızılordusu’nun Afganistan’a girip yine ABD-AB Emperyalistleri ve tüm burjuva ve Ortaçağcı iktidarların desteklediği, adına “Mücahit İttifakı” denen şeriatçı güçlere karşı savaşması yanlış mıydı?
Hayır, son derece doğruydu. Biz daha o günlerde Sovyet Kızılordusu Afganistan’a adımını attığı anda bu harekâtı Marksist-Leninist politikalara dönüş, dolayısıyla da enternasyonalist dış politikaya dönüş şeklinde değerlendirmiş ve alkışlamıştık.
Sosyalist Kamp çökmeseydi, Sovyet Kızılordusu’yla omuz omuza savaşan yiğit komünist önder Muhammed Necibullah’ın komutasındaki komünist Afganlar Ortaçağcı-şeriatçı güçleri yenip ezseydi kötü mü olurdu?
Hayır, çok iyi olurdu. Öyle olsaydı bugün Kuzey Afrika’dan Çin sınırına kadar uzanan İslam dünyasında insanlığın başına bela olan Ortaçağcılar belki de böylesine güçlenemezdi, gelişemezdi, istedikleri gibi at oynatamazdı. Yani İslam ülkeleri bu belayla böylesine ağır bedeller ödeyerek yüz yüze gelmek durumunda kalmazdı.
Burada şu gerçeğin altını çizmeden geçmeyelim. Afganistan’daki sosyalist iktidarı sadece biz ve Eski Sahte TKP destekledi. Bunun dışındaki tüm Türkiye Solu o sosyalist iktidara karşı Ortaçağcıların safında yer tuttu. Tabiî bunların başında da Türkiye’deki Maocu gruplar geliyordu. Bunların içinde doğaldır ki Doğu Perinçek ve PDA Tayfası da vardı.
Bugünkü IŞİD’in, El Nusra’nın, El Kaide’nin ve bilumum Ortaçağcı, katliamcı, insanları çoluk çocuk ayırmadan kurşuna dizen, kafa kesen, yürek yiyen, canavarlaşmış şeriatçı güruh varsa bunların tümünün anavatanı Afganistan ve Pakistan’dır. Bunlar oralarda doğup, doktrine edilip, örgütlendirilip, silahlandırılıp, askeri eğitimden geçirilip Afganistan’daki sosyalist iktidara karşı savaştırılmışlardır. Sosyalist Kamp’ın çöküşünün yol açtığı yalnızlık yüzünden, bir başına kalış yüzünden bu sosyalist iktidar yıkılınca da oradan tüm İslam ülkelerine yayılmışlardır. ABD Emperyalistlerinin yönlendirmesi ile buralarda efendilerinin çıkarı için savaştırılmaktadırlar.
Alçak, namussuz, insanlık düşmanı ABD ve AB Emperyalistleriyle onların kuklası bölge iktidarları da o günlerde “Burhanettin Rabbani önderliğindeki Mücahit İttifakı” diyerek destekledikleri, övdükleri, ekonomik ve askeri yönden sınırsız yardımlarda bulundukları bu Ortaçağcı güçlere şimdilerde “İslamcı Teröristler” diye karşı çıkar görünmektedirler. Tam bir ikiyüzlülük, tam bir namussuzluk, tam bir alçaklık.
Afgan Savaşı günlerinde Doğu Perinçek ve PDA Aydınlık’ı, Sosyalist iktidara karşı savaşan Ortaçağcıları ziyaret eder. Onların kamplarında bulunur. Tabiî manevi desteklerini de sunar. Dönüşünde de gazetesinde o Ortaçağcıları öve öve bitiremez. O gazetelerin örnekleri de şu an elimizdedir. İsteyen olursa gösteririz…
Demek istediğimiz, bunların Proletarya Hareketine karşı işledikleri suçlar saymakla bitmez. Usta’mızın Anması’nda yaptığımız konuşmada da belirttiğimiz gibi bunların 45 yıllık siyasi geçmişlerinin 30 yılı tam bir ihanet çizgisinde sürmüştür. Uluslararası ve Ulusal Devrimci Harekete ve Halklara karşı sayısız suçlar işlemiştir bunlar.
Türkiye’nin Kıbrıs Harekâtına ABD karşıydı
Hafız sazı eline alınca ve kendisini koyun uysallığıyla dinleyenleri de bulunca tabiî ki işi uzattıkça uzatır. İşte, tekrarlamaktan bıkıp usanmadığı zırvalamalara bir örnek daha:
“Ancak Ecevit Gibi Bir Lider Halkı Aldatabilirdi
“Bugün Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının önemli bir kısmını işgal eden ve Kıbrıs’ın bağımsızlığını yok eden Türkiye hakim sınıflarının tutumu da farklı değildir. Kıbrıs’ı sonuç olarak bir NATO üssü haline getiren askeri müdahaleye ‘barış harekatı’ adı verilmiş, kendi ülkesinde faşizm uygulayan ve özgürlüğün baş düşmanı olan Türkiye hakim sınıfları, Doğu Akdeniz bölgesinde birdenbire ‘özgürlük ve demokrasi’ savunucusu kesilmiştir. Geniş emekçi yığınlar bu suretle aldatılmış, sırtını ABD emperyalistlerine dayayan Osmanlı fetih siyaseti, ‘Kıbrıs’ın bağımsızlığını korumak’ perdesi altında yürütülmüş ve halkımıza ‘yurtsever’ bir politika olarak gösterilmiştir.” (agy, s. 27)
Gördüğümüz gibi yoldaşlar, 12 Mart faşizminin yıkılışı sonrasında iktidara gelen Bülent Ecevit Hükümetini de faşist olarak gösteriyor yukarıdaki satırlarda D. Perinçek, Kıbrıs Harekâtı’nda komutan rolü oynadığı için.
Oysa, Ecevit iktidarı faşizmden çıkışın yarattığı izafi özgürlük ortamında devrimci hareketin ve devrimci kültürün çığ gibi geliştiği bir dönemin iktidarıdır. Yine D. P. bu harekâtın Amerika’ya dayanarak yapıldığını öne sürmektedir. Ve bu harekâtın yurtsever değil, ülkemizin aleyhine bir harekât olduğunu ileri sürmektedir. Yani gerçeklerin tam aksini iddia etmektedir.
Şimdi bakın, dönemin ABD Dışişleri Bakanı ve de 1960’lı yıllardan bu yana ABD Emperyalistlerinin en önemli emperyalist teorisyenlerinden biri olan Henry Kissinger Siyasi Anılarının son cildinde ne diyor, bu konuyla ilgili olarak:
“ABD’nin Türk harekâtını teşvik ettiği, hatta bu yönde Türkiye ile hileli bir işbirliğinde bulunduğu şeklindeki mitolojinin tam aksine, darbenin ilk günleri esnasında stratejimiz, bir askeri harekât için Türklerin ileri sürdüğü gerekçeleri ortadan kaldırmaktı. (s. 216)
“Özel temsilci Sisco’ya, 18-20 Temmuz tarihleri arasında gönderdiğimiz talimatlarda şu hususların altını çizdik:
“1. Diplomatik prosedür tamamlanmadan herhangi bir askeri harekatta bulunduğu takdirde ABD’nin bunu çok ciddi ve vahim bir olay olarak değerlendireceği Türk Hükümeti’ne bildirilmelidir.
“2. Bu derhal yapılmalı ve böylece askeri müdahaleye karşı olduğumuz kesinlik kazanmalıdır. (s. 217)” (Aktaran: Mesut Günsev, 20 Temmuz 1974 Şafak Vakti Kıbrıs, s. 175)
Kissinger’ın bu açıklamaları ABD’nin 1960’lı, 1970’li yıllardaki konuya ilişkin söz ve davranışları ile bütünüyle uyumludur. Dolayısıyla da gerçeği dile getirmiştir, ABD’nin harekâta karşı tutumu hakkında. Zaten ABD’nin bugünkü tutumu da aynıdır…
İşte “Mao Zedung” tarikatının müridi oldun mu, dış dünyanın gerçekleri senin hiç umrunda olmaz. Sen o tarikatın dogmalarını gerçeğin yerine koyarsın. Kolay değil, adam “Mao Zedung Düşüncesi”yle düşünüp yazıyor, konuşuyor. Öyle olunca da gerçeği o düşüncenin kalıbına eğe büke, bağırta çağırta uyduruyor.
Ne diyor D. Perinçek?
Mao Zedung Düşüncesi… Mao Ze’den sonra gelen “DUNG”un gücünü ve heybetini görüp hissedebiliyor musunuz? Osmanlı’nın mehter takımının temel enstrümanlarından olan, adına “nakkare” denen KÖS DAVUL’un iri tokmağı gibi DUNG diye indi mi kafaya ve gerçeğin üzerine, sıkıysa o gerçek, o düşüncenin kalıbına girmesin ve o kafa o kalıptan çıkma düşünceyi tapşırmasın. Adam 10 yıllarca o tokmağı yedi kafasına. 10 yıllar boyunca kaleme aldığı kitaplarını ve konuşmalarını taratsak bilgisayara on binlerce kez “Mao Zedung Düşüncesi” ve tabiî bu düşüncenin en önemli aracını olan tokmağını da “DUNG DUNG” diye tekrarlayıp; daha doğrusu kafasına yiyip durduğunu görürüz.
Hal böyle olunca o kafadan ve o düşünceden umut mu umulur artık?.. Adamın gerçekler umurunda mı olur gayrı?..
O gün öyle de bugün farklı mı o kafa?
Bugün o zikrinden vazgeçmiş durumda gerçi. Dikkat edersek hiç Mao Zedung Düşüncesi filan demiyor artık. Ama ne çare, kafada hayır kalmadıktan sonra…
Perinçek’in Tayyip’i savunuşu
Bakın şimdi de ABD yapımı Tayyipgiller’in Ortaçağcı şefi Tayyip’e “diktatör” denmesine şiddetle karşı çıkıyor. Böylece de aslında yandan çarklı destek atmış oluyor ona. Şu zavallıca gerekçeye bakın:
“Peki Tayyip Erdoğan’ın sopası var mı?
“Tayyip Bey’in ne askeri var, ne de polisi!
“Ordu da polis örgütü de, Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük girişiminin emrinde değildir. Bu nedenle Tayyip Erdoğan’ın diktatörlük hevesi olabilir, ama diktatör olmak için gerekli araçları yoktur.” (D. Perinçek, Aydınlık, 27 Mayıs 2014)
Soralım burada Bay Soytarı’ya: Tayyip Erdoğan’ın sopası yok, öyle mi?
Peki 270 bin kişilik polis ordusu kimin emrinde? Yine 250 bin kişilik jandarma kimin emrinde? Cevap ver bakalım. Senin emrinde mi yoksa? Yoksa kimsenin emrinde değil mi onlar?..
Gezi İsyanı’mız sırasında 10 gencimizi kim katletti canavarca?
Onlarca insanımızın gözünü kim çıkardı?
Milyonlarca insanımızı kim gaza boğdu?
Türkiye’de ağaç neslini tüketmeye yemin etmişçesine bir azgınlıkla şehirlerimizdeki, ovalarımızdaki, dağlarımızdaki ağaç katliamını kim yapmakta?
Şehirlerimizi taş ve beton yığını haline kim getirmekte?
Türk Ordusu’nun en uyanık, en antiemperyalist subaylarını Pensilvanyalı İblis’in Cemaatiyle el ele vererek kim Silivri Zindanı’na tıktı ve kim tasfiye etti?
Türk Ordusu’nu Topukçu Gebeş Paşalar’ın emrine kim verdi?
Tabiî bu operasyonun planlayıcısı, projelendiricisi, yöneticisi Washington’du, Pentagon’du, CIA’ydı. Nitekim operasyonun startını da Washington Beyaz Saray’da 2007’de gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesi sonrasında Bush vermişti. Tabiî Pensilvanyalı İblis de eşgüdüm içinde çalışmıştı bunlarla. İşin polis, savcı ve yargı kısmıyla medyanın bir bölümünü o götürmüştü. Ama operasyonun “ben bu davanın savcısıyım” diyerek idari yönetimini yapan da Tayyipgiller’di, onun bakanlarıydı ve onun medyasıydı.
Bütün bu güçler yetmiyor mu onun diktatörlük amaçlarını gerçekleştirmeye?
Kaldı ki Marksist-Leninist bilime göre tüm Finans-Kapital iktidarları bir diktatörlüktür. Parababalarının diktatörlüğüdür. Burjuva demokrasisi bile 19’uncu Yüzyılda kalmıştır.
Yani yoldaşlar, D. P. denen bu kişi ve Avanesi ne demokrasiyi bilir, ne diktatörlüğü bilir, ne faşizmin ne olduğunu bilir ne de sosyal gerçekleri görüp kavrayabilir.
Bu kişi de tıpkı Tayyip gibi mitoman olduğu için kendi arzularını, hayallerini, eğilimlerini gerçeklerin yerine koyar. Sonra da onların gerçek olduğuna inanır. Ve savunur onları yaygarayla. Her bir sayfası Osmanlı’nın İshal-i Kelam-söz ishali dediği türden, halkımızın “laf salatası” diye adlandırdığı demagojik saçmalamalarla dolu kitaplar yazar, makaleler yazar, İşçi Sınıfı Bilimi açısından beş paralık değer taşımayan…
Biz bugüne kadar bu PDA çevresinin yönetiminde bulunup da sonradan sağlıklı düşünüp davranabilen insan haline gelmiş biriyle karşılaşmadık. Kafa disiplini de yoldaşlar, böylesine hırpalanıp, tahrip edilip, harap edilip işlemez hale getirilince artık o kafa bir daha düzen tutmuyor, ayar tutmuyor. Sağlıklı çalışamıyor asla.
O kadrolardan kopup ayrılanlar için de aynı durum söz konusu, tarikat müritliğine devam edenler için de. Hepsi hurdalık ya da çöplük.
Tayyip’in diktatör olmadığını ileri süren yazısında Doğu Perinçek şu iddiada da bulunur:
“BOP Eşbaşkanı Tayyip Erdoğan, Çankaya’ya tırmanamaz!” (agy)
Ne oldu Hafız? Tırmanamadı mı?
Desene benim hangi sözüm doğru çıktı ki bu çıksın, diye. Zavallısın sen ya… Acınacak haldesin aslında da… Senin o sayısıyla, çokluğuyla övündüğün bütün kitapların birer kofti atmaktan başka hiçbir şey değildir.
Bak aynı o günlerde HKP, yani Türkiye’nin 1921’den beri biricik Marksist-Leninist Hareketi ne diyordu bu olay hakkında, bu konu hakkında? Hem de birkaç cümlecik açıklamasıyla:
“Sözümüzdür:
“Nereye gidersen git
“Nereye çıkarsan çık
“Çelik bilezikle tanışacaksın.
“Tarihe de; hırsız, katil, hain ve ABD uşağı olarak yazılacaksın!”
Gördün mü devrimci tahlil, değerlendirme, öngörü nasıl olurmuş. Devrimci duruş, kararlılık, özgüven ne demekmiş. Görüp anlayabilir misin? Yeter mi çapın buna?
PDA’ya göre Kıbrıs’taki katliamlara Türkiye yol açmıştır
Zırvalamaların boyutunun netçe, herkesçe görülebilmesi için sabrınıza sığınarak PDA’dan yaptığımız aktarmalara biraz daha devam edelim, yoldaşlar:
“Türk toplumunun Kıbrıs’ta milli baskı görmüş olduğu bir gerçektir. Rum faşistlerinin giriştiği katliamlar bütün dünya tarafından lanetlenmiştir. Ne var ki, bu katliamlara son vermenin çaresi, Kıbrıs’ın işgal edilmesi ve süper devletlerden birinin tahakkümü altına sokulması değildir.
“Tam tersine Yunan ve Türk müdahalesi yeni katliamlara yol açmış, Kıbrıs’ın her iki toplumu üzerindeki tehdidi arttırmıştır. Çünkü her şeyden önce, bugün iki süper devlet Kıbrıs meselesine burunlarını daha fazla sokmuşlar, yeni yangınlar çıkarma imkanına daha fazla kavuşmuşlardır. Yangını kundaklayanlar Kıbrıs’tan çıkarılmadıkça, halklar arasında sürekli düşmanlık körüklenecektir. Bugün özellikle Türkiye, Kıbrıs toplumlarının beraber yaşayamayacağını ispat etmek için düşmanlığı körüklemekte ve süper devletlerin aleti olmaktadır. Çünkü Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili tezleri ve çözüm teklifleri, tamamen düşmanlığı devam ettirmek temeli üzerine kurulmuştur. Türkiye’deki burjuva basını, bütün gücüyle Yunan düşmanlığı kampanyası açmıştır. Rum halkını aşağılayan ırkçı yayınlar her tarafı kaplamıştır.
“Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgalinden sonra halkların birbirine kırdırılması, görülmedik bir noktaya ulaşmıştır. Türk işgalinin devam etmesi, Yunan askerlerinin adada kalmasına da sebep olmakta, yeni katliam ve cinayetler için gerekli ortam yaşatılmaktadır. Katliamların esas sorumlusu, Kıbrıs’ta yangınlar çıkaran iki süper devletle birlikte adadaki yabancı askeri kuvvetlerdir.
“Halklar arasındaki düşmanlığın son bulması için, her şeyden önce emperyalistler Kıbrıs’tan ellerini çekmelidir. İki süper devlet Kıbrıs’ta kargaşalığın hüküm sürmesinden menfaat ummaktadırlar. Çünkü her ikisinin de, insanlık maskesi takıp dünyanın her yerine müdahale edebilmeleri ve hakimiyet alanlarını genişletebilmeleri için kargaşalıklara ihtiyaçları vardır.” (agy, s. 31-32)
Dikkat edersek yoldaşlar, D. P. soytarısı Yunanistan’dan çok Türkiye’yi suçluyor, mahkûm ediyor. Düşmanlığı Türkiye körüklüyormuş.
İşte böyle vatan, millet, halk düşmanlığını; bu milletin gelmişine geçmişine soykırımcı, katliamcı, talancı diye küfretmeyi, bugünkü bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye adlandırdığımız Yeni CIA Solu, bundan duyup ezberledi, öğrendi. Tabiî buna da ABD-AB Emperyalistleri öğretmişti o hainlikleri.
Daha önce de söylediğimiz gibi o cepheyi iyice boklayıp rezil ettikten sonra baktı ki orada kendisine bir ekmek çıkmıyor, zıpladı bu tarafa geçti. 2000’den bu yana da Ulusalcı oynuyor. Fakat burada da yaptığı namussuzluklar, düzenbazlıklarla hızla kirletmektedir bulunduğu mekânı. Bazı genç yoldaşlarımızın da dile getirdiği gibi, bizim endişemiz, tıpkı 12 Eylül’ün Amerikanofil faşist diktatörlerinin insanları Mustafa Kemal’den uzaklaştırdığı gibi bu da aynı işlevi görecek, insanların Mustafa Kemal’den uzaklaşmasına yol açacaktır. Çünkü bu cephede de bütün ihanetlerini, bütün rezilliklerini, bütün madrabazlıklarını hep Mustafa Kemal’in, Atatürk’ün arkasına gizlenerek yapmaktadır. Neyse…
Ne diyor yukarıdaki satırlarda bu vatandaş?
Harekât sonrası Kıbrıs’ta daha çok kan akacak.
Peki gerçek neyi gösterdi?
Bunun tam tersini. Harekâttan sonra katliamlar, ölümler ve akan kan bir anda tıp diye duruverdi. Her iki taraf da en azından can güvenliği endişesi yaşamadan hayatlarını sürdürür oldu. Tabiî tekrar tekrar söylediğimiz gibi, bunun (D. P.’nin) gerçeklerle de, olaylarla da bir ilgisi yok. Mao Zedung tarikatının müridi, meczubu bu.
Devam edelim Hafız’ın zırvalamalarını izlemeye:
“Silahlı Müdahale Kıbrıs’ın Kendi Kaderini Tayin Hakkını Çiğnemiştir
“Kıbrıs’ın kendi kaderini tayin hakkını savunuyorsak, silahlı müdahale ve saldırıya karşı çıkmalıyız. Çünkü Kıbrıs’a silahlı müdahale yapıldıktan sonra artık Kıbrıs’ın kendi kaderini tayin hakkından söz edilemez. Yunanistan’ın Kıbrıs’a müdahale etmesi, Türkiye için de bir müdahale hakkının doğmasına sebep olamaz. Müdahalenin meşru olduğu, şu veya bu sebeple bir kere kabul edildi mi, her türlü silahlı saldırının yolu da açılmış olur. Silahlı müdahaleyi meşrulaştıran her görüş, sonuç olarak ‘kuvvetli olan haklıdır’ şeklindeki emperyalist teoriye dayanır.” (agy, s. 45)
Kıbrıs’ta neler olmuştu?
Ne diyor yukarıda Hafız’ımız?
Yunan Cuntası, tabiî o cunta demiyor, Yunanistan diyor, müdahale etti diye Kıbrıs’a bizim de müdahale etmemiz doğru değil.
Ne olmalıymış?
1967’de gerçekleştirilen “Albaylar Cuntası” adlı Yunan faşist diktatörlüğünün kuklası ENOSİS’çi faşist Nikos Sampson, darbesini gönlünce yerleştirmeli, kökleştirmeliymiş Kıbrıs’ta. Genç arkadaşlar bilmeyebilir o günleri. 1967’nin 21 Nisanı’nda CIA, Yunanistan’daki sosyalist gelişimin önünü kesmek ve sosyalist kültürü kazıyıp yok etmek için faşist bir darbe yaptırtmıştı, Amerikancı albaylara. Bu cunta bütün komünistleri, ilericileri yakalayıp işkencelerden geçirmiş ve zindanlara doldurmuştu. Bizdeki faşist diktatörlerin yaptığı gibi.
Bu faşist Albaylar Cuntası, tabiî CIA’nın yönlendirmesiyle Kıbrıs’ta da kendi benzerlerini yaratmak istemişti. Kendileriyle organik bağ içindeki EOKA-B adlı Türk düşmanlığını ideolojisinin merkezine yerleştirmiş ırkçı, faşist, ENOSİS’çi örgütün lideri Nikos Sampson, Rum Milli Muhafız Güçlerini de yanına alarak birlikte Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974’te faşist bir darbe gerçekleştirmişti. Bu faşist darbeciler süratle iki yönde katliama girişmişti.
Bir, Türk yerleşim bölgelerine saldırıp Türkleri katlediyorlar topluca ve toplu mezarlara dolduruyorlardı,
İki, Kıbrıslı Rum komünistlere saldırıp onları katlediyorlardı.
Eğer Türkiye müdahale edip bu faşist darbecileri alaşağı etmeseydi belki de Kıbrıs’ta ne Rum komünist kalmış olacaktı ne de Türk. Kıbrıs da Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’deki diğer adaları gibi bir adası olacaktı.
Olursa olsun diyor Bay Soytarı. Öyle ya onun bu milletle, bu halkla bir ilgisi yok ki.
Türkiye, Kıbrıs’a müdahale etmekle sadece oradaki Türk Halkının bir parçasını oluşturan Türklerin can ve mal güvenliklerini garanti altına almıştır. Haklarını güvenceye almıştır. Bu müdahalesi de tamamen 1960 tarihli Londra ve Zürih Anlaşmaları’nın kendisine tanıdığı yetki çerçevesinde gerçekleşmiştir. Bu her iki anlaşma da uluslararası çapta geçerliliği ve tanınırlığı olan anlaşmalardır. Bu anlaşmalar Türkiye’ye Kıbrıs’taki Türk Halkının garantörlüğü hakkını vermektedir. Tabiî aynı anlaşmalar Yunanistan’a da Kıbrıs Rum Halkının garantörlüğü hakkını vermiştir.
Bu anlaşmalarda İngiltere’nin de garantör devletlerden biri olduğu yer almaktadır.
Doğu Perinçek ve tayfası Kıbrıs’ta Türkler katledilirse edilsin, kökleri kazınırsa kazınsın biz bir şey yapmış olmayalım, sadece seyirci kalalım, demektedirler.
Kıbrıs’ta federe devlet oluşumuna da karşı çıkmaktadırlar dikkat edersek. İnanın, onların bu zırvalamalarını aktarmak bıkkınlık veriyor insana. Bu beş para etmez, beş paralık değer taşımayan saçmalamaları konu etmek üzüyor insanı.
HKP Kıbrıs Sorunu’nu nasıl değerlendirir?
Yeri gelmişken bizim Kıbrıs Meselesi’nin çözümüne ilişkin açık, net, kesin ve en cahil insanımızın bile kolayca anlayabileceği açıklıktaki görüşümüzü ortaya koyuverelim, Partimizin Programı’ndan:
“KIBRIS SORUNU
“Partimiz, Türkiye’nin ve Kıbrıs Halkının çıkarına olan tek çözümün TAKSİM olduğunu görmekte, bunu savunmaktadır. Halk İktidarını kurunca da bunu gerçekleştirecektir.
“ABD ve AB Emperyalistleri, Arap milletini, Latin Amerika’yı, Yugoslavya’yı, Irak’ı parça parça bölerken ve bölünmüşlüğü ısrarla savunurken, Kıbrıs’ta iki ayrı Ulus’un birer bölüğünün ya da halkının iki ayrı devlet altında yaşadığı Kıbrıs’ı neden birleştirmek için durmaksızın çalışıyorlar?
“Türkiye’nin Kıbrıs’taki bölümünün siyasi varlığını ortadan kaldırmak, onu Rum devletine yamamak, ortadan kaldırmak, onun eline teslim etmek için.
“Tabiî bu yaptıklarının bedelini o devletten alacaklar, üsleriyle, tekelci şirketleriyle Ada’yı bir anlamda işgal edeceklerdir.
“Bunun sonucunda da Türkiye’nin, güneyden Akdeniz’e açılan kapısını kapamış-tıkamış olacaklardır. Eski Cumhurbaşkanlarından ve komutanlardan İsmet İnönü ve Fahri Korutürk de bu gerçeği, daha doğrusu Türkiye’ye karşı kurulmak istenen bu tuzağı, on yıllar önce görmüşler ve dile getirmişlerdi.
“Demek ki bizim için Kıbrıs sorunu, sadece orada yaşayan 200 bin Türkün sorunu değil, tüm Türkiye’nin sorunudur.” (Halkın Kurtuluş Partisi Tüzük ve Programı, s. 113-114)
Perinçek’e göre Türkiye’nin müdahalesi gericidir
Hafız’ın, her hafız gibi en hoşlandığı şeylerden birisi de tekrardır. Durup dinlenmeden zırvalamalarını tekrarlar. Sanır ki ne kadar tekrarlarsa, haklılığı o kadar artacaktır. Oysa ne der halkımız? “Yalanın harmanı olmaz”. İşte bakın:
“Her müdahale gibi Türkiye’nin silahlı müdahalesi de gerici bir karaktere sahipti ve bu gerçek çok kısa zamanda ortaya çıkmıştır. Türkiye hangi bahaneyi ileri sürerse sürsün, Kıbrıs’a karşı silahlı bir saldırı ve müdahalede bulunmuştur ve bugün de askerlerini Kıbrıs’tan çekmemekle müdahaleci tutumunda ısrar etmektedir. Hiçbir silahlı müdahale, oportünistlerin iddia ettikleri gibi, ‘bağımsızlıkçı’ veya ‘özgürlükçü’ bir amaç taşımaz. Silahlı müdahale ve saldırı, daima emperyalist ve istilacı bir karakter taşır.” (agy, s. 48)
Gördüğümüz gibi yoldaşlar, aynı demagojiyi tekrarlayıp duruyor bıkıp usanmadan.
Hafız, sadece Türkiye’ye saldırmakla ve lanetler yağdırmakla yetinmez. Kıbrıs’taki Türk yönetimine ve onun başı Denktaş’a da aynı şekilde saldırır. İzleyelim:
“Türk işgali, emperyalist sermayedarların menfaatlerini korumak yanında, Kıbrıs’ta tamamen sömürücü ve yağmacı bir rol oynamıştır.” (agy, s. 62)
“Kıbrıs’taki faşist Denktaş yönetimi, bu talan ve yağmayı kendi tekeline almak için kanun çıkarmak gereğini dahi duymaktadır. Cumhuriyet Gazetesi’nin yazdığına göre, Türk birliklerinin işgali altındaki bölgede bir ‘Nereden Buldun Kanunu’ çıkarılacaktır. (Cumhuriyet, 28 Ekim 1974) Bu kanun, kişisel olarak yapılan yağmayı yasaklayarak, Rumların terk ettiği mallara, faşist Denktaş yönetimi tarafından el konmasını sağlayacaktır. Bütün bunlar Türk ordusunun silahlı bekçiliği altında yapılmaktadır.” (agy, s. 65)
“Türkiye emekçilerini emperyalistlerle işbirliği ederek sömürenler, bugün Denktaş faşistleriyle beraber, Kıbrıs’ın her iki milliyetten emekçilerini de sömürüyorlar ve Rum halkının mallarını açıkça yağma ediyorlar.” (agy, s. 67)
Vatan millet düşmanı D. P. ve PDA Avanesi sadece Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı askeri harekâta karşı çıkmakla kalmıyor. Kıbrıs’taki Denktaş yönetimini desteklemesine de karşı çıkıyor.
Ne yapacakmış Türkiye bunlara göre?
Kıbrıs’ta olup bitenleri sadece seyredecekmiş. Ne parmağını oynatacakmış olanlar karşısında ne de tek cümle olsun bir söz söyleyecekmiş. Şöyle der:
“Diğer taraftan Türkiye, Kıbrıs’ta Denktaş faşistlerini desteklemeye de son vermeliydi. Böyle bir tutum, Kıbrıs halkları arasında düşmanlık körükleyen faşistlere ağır bir darbe indirir ve halkların birliğine hizmet ederdi. Oysa Türkiye, bir yandan Kıbrıs’ta faşizmi yıkacağını iddia etmiş, diğer yandan faşist yöneticileri desteklemiştir.” (agy, s. 76)
Dikkat edersek, bu tezler tamamen ABD Emperyalistlerinin, AB Emperyalistlerinin ve onların bir dönem Türkiye temsilciliğini yapan Karen Fogg’un tezleriyle birebir uyumludur. Elifi elifine aynıdır. Soralım şimdi, sen kimin ağzıyla ötüyorsun Hafız, he? Efendilerinin değil mi? Evet.
Yine dikkat edersek bu görüşler bugün bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol”un savunduğu görüşlerin de aynısıdır. Yani o bugünkülere devredip geçmiştir bu ihanet tezlerini.
Kendi zavallılığını, uşaklığını ve bir gerizden farklı olmayan durumunu, tutumunu göremeyen Hafız, Türkiye’ye şöyle akıl vermekten de geri kalmaz. Öyle ya onda Mao Zedung Düşüncesi var. Her şeyin doğrusunu ışık hızıyla o görür, o değerlendirir sadece:
“Türkiye Kıbrıs’ın bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve egemenliğini savunmalı, Kıbrıs halklarının kendi kaderlerini her türlü müdahaleden uzak olarak çözmesi için kararlı bir mücadele vermeliydi.” (agy, s. 77)
Bu söylediğini yapmak için mücadeleye ne gerek var, bre Hafız. Yumdun mu gözünü, kapadın mı çeneni oldubitti her şey. Yunanistan varsın götürürse götürsün gitsin Kıbrıs’ı. Bana ne bundan, dedin mi tamamdır.
Ama ne dediğini bildiği mi var bunun… Devam eder şöyle üstelik de:
“Gene Türkiye, emperyalistlerin Kıbrıs üzerindeki denetimine hizmet eden anlaşmalara karşı çıkmalı, başka devletlere (İngiltere, Yunanistan, Türkiye) Kıbrıs’a müdahale imkanı veren bu emperyalist anlaşmaların geçersiz olduğunu ilan etmeliydi.” (agy, s. 77)
Gördünüz mü deneni?
Türkiye’nin 1960’ta Londra ve Zürih Anlaşmalarıyla Kıbrıs Türk Halkının canını ve malını korumakla ilgili elde ettiği haklardan da yani garantörlük hakkından da vazgeçmesini istiyor D. Perinçek. Vatan millet düşmanlığının da bu denli hayâsızcası görülebiliyor işte.
D. P. ve PDA Avanesinin bu hainane tezlerini kandırdıkları zavallı gençler savunmuştur, çeşitli ortamlarda. Yine yazıyor burada Doğu Perinçek:
“Almanya Türkiyeli Öğrenciler Federasyonu (ATÖF)’nun yayın organı Birlik Dergisi de şu anti-emperyalist şiarları ileri sürmekteydi:
“Adadaki bütün yabancı işgalci askerler derhal çekilmelidir.
“Akdeniz Akdeniz halklarınındır
“Kahrolsun gerici savaş!” (Birlik, Sayı: 24, Ağustos 1974)
“TSİP’in 11 Eylül 1974’te Ankara’da ‘Şili, Yunanistan ve Kıbrıs’ta faşizmi protesto’ için yaptıkları toplantıda, devrimciler ‘İŞGALE NİHAYET KIBRIS’A HÜRRİYET’ ve ‘KAHROLSUN İŞGAL’ sloganlarını hakim kıldılar. Böylece revizyonistlerin düzenlediği bir toplantı, işgali protesto eden devrimci bir gösteri haline getirildi.” (agy, s. 79)
Gördüğümüz gibi yoldaşlar, ihanetin, namussuzluğun ve ABD uşaklığının adını devrimcilik koyuyor Doğu Perinçek ve PDA Avanesi. Bunların devrimcilikten anladıkları bu. Biz boşuna mı diyoruz bunların 30 yıl boyunca izlediği yol ihanet yoludur, diye…
Şöyle sürdürüyor Hafız zırvalamalarını:
“Türkiye’nin işgale dayanarak herhangi bir çözümü Kıbrıs’a zorla kabul ettirmesine karşıyız. (Coğrafi federatif sistem) adı altında, Kıbrıs’ın fiilen taksim edilmesine, Kıbrıs halklarının birbirinden tamamen koparılmasına karşıyız.” (agy, s. 83)
Hain herif yemin etmiş sanki, Kıbrıs’ın satılmasına, Kıbrıs’tan vazgeçilmesine. Niye taksime karşısın? Kıbrıs milleti diye özgün bir millet mi var?
Kıbrıs’ta iki millet var: Biri Rum ya da Yunan, diğeri Türk. Ve iki de bölge var: Rumların bölgesi, Türklerin bölgesi.
Bu bölgelerden biri Yunanistan’la, biri de Türkiye’yle birleşse ne olur?
Çok iyi olur. Yunan ve Türk Halkları için de, onların Kıbrıs’ta yaşayan parçaları için de en hakkaniyetli ve en kalıcı, en pratik çözüm bu olur. ABD ve AB Emperyalistleri de Kıbrıs Meselesi diye bir meseleyi ellerine alarak onun çözümüne yardımcı oluyormuş maskesi altında buralarda emperyalist niyetlerini gerçekleştiremezler.
Unutmayalım ki büyük ülkelerin sınırları içinde yaşamak proletaryanın devrimci mücadelesinin çıkarları açısından daha yararlıdır, o mücadeleyi daha güçlü kılar, daha etkin ve başarılı kılar, daha da kolay kılar. Leninci Öğreti bunu gösterir.
Dünyadaki büyük ülkeleri BOP ve benzeri planlarla parça parça ederek küçük devletçikler haline getirmeyi amaçlayan emperyalistler, neden Kıbrıs’ta iki ayrı halkı ille de bir devlet çatısı altında tutmak için çabalamaktadırlar?
Emperyalist çıkarları öyle gerektirdiği için.
Ama bu gerçekleri görebilecek akıl, mantık, metot zerre kadar olsun kalmamıştır ki D. P. ve PDA Avanesinde. Onlar Mao Zedung Düşüncesi tokmağını yiye yiye lahana, hıyar, domates, biber, patlıcan turşusu çömleğine çevirmişlerdir omuzlarının üstünde taşıdıkları organlarını…
Perinçek ve PDA Avanesi ihanet ve zırvalamalarında o denli hayasızlaşır ki, Türkiye’ye emperyalistlerin bile yöneltmediği suçlamayı yöneltir. İlhakçılıkla suçlar Türkiye’yi. AB-D Emperyalistleri, bildiğimiz fibi, sadece işgalcilikle suçlamaktadırlar Türkiye’yi. Bu ise yetinmez. İlhakçı da der. Görelim:
“Bugün Kıbrıs’ta durum nedir? Yabancı ülkelerin müdahale ve işgalleri sonucunda Kıbrıs’ın bağımsızlığı yok edilmiştir. Kıbrıs topraklarının neredeyse yarıya yakını Türkiye’nin işgali altındadır. Bu bölgelerde egemen olan Türkiye devletinin otoritesidir. Kıbrıs bugün Türkiye’nin altmış sekizinci vilayeti durumundadır. Hakim sınıflar, Kıbrıs’ın bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü dillerinden düşürmemektedirler, fakat gerçekte Türkiye, Kıbrıs’ın en önemli kesimini fiilen ilhak etmiştir ve geri kalan bölgede ise, zayıf bir Kıbrıs Rum devletinin kurulmasına taraftardır.” (agy, s. 33)
Nedir ilhak?
Bir ülkenin o güne kadar kendisine ait olmayan bir toprak parçasını kendisinin sayması ve kendi ülke topraklarına katması, eklemesidir. Var mı böyle bir şey Kıbrıs’ta? Yok. Ama D. Perinçek ve PDA Avanesi utanmayı, arlanmayı, namusu, hayayı ortadan kaldırınca böyle konuşabiliyorlar artık. İhanette sınır yok onlarda…
İsterseniz yoldaşlar, Perinçek’in o günlere ait zırvalamalarının üzerinde daha fazla durmayalım. Hani der ya halkımız “gına geldi”, diye. Öyle oldu. Belki siz de öyle diyorsunuzdur…
Perinçek ve Avanesi’nin Kıbrıs’a bugünkü bakışı
Şimdi de gelelim Perinçek ve Avanesinin 2000 sonrası Kıbrıs görüşlerine. Malum ya, bu tarihte bu tayfa kesin bir saf değiştirme harekâtında bulunmuştu. O güne dek ortalama çeyrek yüzyıl oynadığı Sevrci Cepheyi terk edip onun 180 derece karşıtı olan ulusalcı cepheye zıplamıştı. Hani hırsızlığı meslek edinmiş bazı kriminal tipler olur, bir mahallede ya da şehirde herkes tarafından tanınıp bilinince, artık o bölgede mesleğini icra edemez hale gelir. Bu nedenle de mahalle ya da şehir değiştirir. İşte o baptan Perinçek ve PDA Avanesi de Sevrci Sol’un bileşenleri arasında itibar görmeyip bir siyasi rant kazanamayacağını anlayınca keskin bir dönüş yaparak ulusalcı cepheye geçmişti 2000’de. Artık bu tarihten sonra da önceden savunduğu tüm görüşleri aynı keskinlikte değiştirmişti. Karşıtını savunur hale gelmişti eski görüşlerinin.
Evet yoldaşlar, şimdi ilk baskısı 2002’de yapılan Perinçek’in “Karen Fogg’un E- Postalları” adlı kitabına bakalım:
“KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş Ön Cephede Tarihi Bir Mücadele Veriyor
“Karen Fogg’un yıkıcı faaliyetleri karşısında Ankara hükümeti teslimiyetçi bir tutum izlerken, KKTC Cumhurbaşkanı tarihe geçecek bir kararlılık örneği gösterdi. KKTC’deki Ulusal Halk Hareketi’nin günlük yayın organı Volkan Gazetesi, Fogg’un Kıbrıs yazışmalarını günlerce manşetten verdi ve etkili bir mücadele yürüttü.
“KKTC Cumhurbaşkanı sayın Rauf Denktaş, Mart ayının ikinci haftasında dört ayrı açıklama yaparak, AB’nin Türkiye ve KKTC’ye karşı yürüttüğü faaliyete cepheden tavır aldı ve bütün ağırlığını koydu. Sayın Denktaş, bu açıklamalarında Türkiye’de İP Genel Başkanı’nın ve Aydınlık dergisinin yürüttüğü mücadeleyi bütün dünya kamuoyunun önünde destekledi. (agy, s. 132)
Evet, yoldaşlar, işte böyle. D. Perinçek, eski kalıbından çıkıyor, bir anda Kıbrıs konusunda da bambaşka, yepyeni bir kalıba giriveriyor. Çok alışık ve deneyimli olduğu için, bu kalıp değişimleri onun için zor olmuyor. Bir odadan diğerine geçer gibi bir kalıbı içinden çıkıp fırlatıyor bir kenara, bir yenisini beğenip dalıveriyor içine.
Soralım mı yeniden Hafız’a ne dersiniz yoldaşlar?
“İşgalci Türk Ordusu’nun işbirlikçisi, sömürücü, talancı, diktatör, faşist Denktaş” nereye gitti Hafız, diye?
Sormayalım bence… Artık onun söyleyeceği hiçbir şeyin bir ciddiyeti de bir anlamı da kalmamıştır bizim için.
Hatırlarsınız yoldaşlar, 2005’te de Rauf Denktaş’ın başkanlığında toplantılar düzenler Doğu Perinçek ve Avanesi. Ermeni Meselesi’ne ilişkin (tabiî yeni girdikleri kalıpla uyumlu) kararlar alırlar. Sonrasında hep birlikte yani Denktaş da dahil olmak üzere Ermeni Soykırımı emperyalist yalanına karşı mücadele etmek üzere “Talat Paşa Komitesi” kurarlar. D. P. ve Avanesi artık milli davaların aktif savunucuları ve büyük kahramanları olarak meydanlarda, kürsülerde nutuklar atarlar.
Bu kalıp değişikliği hayli rant getirir D. Perinçek ve Avanesine. Bayağı gündem ettirirler kendilerini. Bir hayli genci de kandırmayı başarırlar. Fakat bizce bu da uzun sürmeyecektir. Burada da karşıdevrimci içyüzlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Yüreksizliği, mitomanlığı, devrimci teoriden ve siyasi ahlâktan yoksunluğu ister istemez ele verecektir kendisini. Avanesi de zaten bunun her dediğini, daha doğrusu her saçmalamasını Tanrı kelamı sayacak denli akla, mantığa elveda çekmiş zavallılar topluluğudur.
İşte, Tayyip’e müttefik olurlar, Tayyipgiller’in örgütü olan “Yargıda Birlik Platformu”nun HSYK zaferine kefil olup alkış tutarlar, Kontrgerilla’nın özel partisi MHP’yle, Demirel ve Özal döküntüleriyle (ABD Emperyalistlerinin yıllarca kullanıp miadını doldurdukları için hurdalığa attığı bu tırışka ABD uşaklarıyla) “Milli Merkez”ler kurma kampanyaları açarlar, ABD ile dost olmak istediklerini belirtirler vb…
Özetçe yoldaşlar, çıkışı, sabahı olmayan bir yoldur bunların yürüdüğü.
Bazı iyi niyetli bilinçsiz arkadaşlar diyorlar ya; ya geçmişte öyleydi ama şimdi doğru yerde, doğru şeyler yapıyor, diye. Şimdiki durumu da işte bu. Onun da aslında iler tutar yanı yok.
Sözü yine fazla mı uzattık yoldaşlar?
Biraz öyle oldu galiba. Ama istedik ki içtenlikli ve gerçeğin peşinde olan her arkadaş geçmişimizi, daha doğrusu Devrim Tarihimizi doğru bilsin, doğru öğrensin. Bundan sözleri uzatmamız. Umarız anlaşılırız. Zaten tüm arkadaşlardan tek bir şey isteriz: anlaşılmak… 28.01.2015