Bin Kalıplı Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin İhanete Karmış Hazin Siyasi Serüvenine Dair… (19)

dilipak-perincekSöyle bakalım PDA denen pervaneler Tekkesinin Bin Kalıplı Şeyhi: Başörtüsü-Türban kadının özgürlüğünün mü, yoksa köleliğinin ya da esaretinin mi simgesidir?

Hep yaptığımız gibi, yine sözü doğrudan Bin Kalıplı’ya verelim. Bakın Şubat 1987 tarihli Saçak Dergisi’nin 37’nci sayısında neler yazıyor bu konuya ilişkin hazret?

“1- Başörtüsü, başı soğuktan, rüzgârdan, kardan, güneşten koruyan örtüdür. Baş örtmek, Nur Sûresi 31. âyetin gereğini yerine getirme düşüncesinden de kaynaklanabiliyor. Bu inançta olanlar, giyimlerini, kuşamlarını özgürce seçebilmeli ve gönül rahatlığı içinde giyinebilmelidir.

“İslamiyet de bütün dinler gibi ‘dünyaya nizam verme’ iddiası taşır. Hatta İslamiyet, daha doğuş döneminden itibaren bir devletin ideolojisi olmuş ve fethettiği dünyaya nizam da vermiştir. Bu nedenle İslami inançların, bireylerin vicdanları içinde, Allah ile kul arasında kapalı kalmayıp, siyaset alanına yönelmesi, doğaları gereğidir. Bir insan, başını örtmekle siyasal bir bildirimde bulunmak istiyorsa, bu tavrı da hoşgörüyle karşılanmalıdır. Toplumumuz, yüz yıldır değişen, canlı ve hareketli bir toplum. Çeşitli hayat ve davranış biçimleri birbiriyle çelişme ve mücadele içinde. Bir yanda ehrama büründürülen kadın var, öte yanda bikini ile denize giren kadın. Bu davranışların siyasal tavırlarla kendilerini ortaya koymaları olağan.”

“(…)

“Üniversitede okuyabilmek için, başörtüsünün çıkarılmasını zorunlu tutmak bu tür uygulamalar, benim vicdanımı rahatsız ediyor. Bu tavır, aslında çağdaşlaşma sürecinin tam karşısında mevzilenen, günün resmi ‘Atatürkçü’lerinde görülüyor.”

Evet, yoldaşlar Şeyhimiz Binbir Surat bu görüşleri Milli Gazete’nin kendisiyle yaptığı bir röportajda ortaya koyuyor. Nitekim, Binbir Suratın Saçak’ında yayımlanan bu röportaj metni, ilkin Molla Necmettin’in Milli Gazete’sinde yayımlanıyor, 10-13 Temmuz 1986 tarihli sayılarında.

Gördüğümüz gibi, Bin Kalıplı, aynen Pensilvanyalı İblis gibi, onun sözcüleri gibi, Tayyipgiller gibi ve bilumum Ortaçağcılar gibi savunuyor “Başörtüsü Özgürlüğü”nü. Dikkat edelim, Başörtüsü burada tamı tamına türbanla eşdeğer anlamda kullanılıyor. Bilindiği gibi, Ortaçağcılar, genellikle türban demekten kaçınırlar; “Başörtüsü Özgürlüğü” şeklinde ifade ederler savundukları tezi. İşte yukarıda Bin Kalıplı da aynı terminolojiyi kullanıyor.

Üstelik de sorunu “Başörtüsü Özgürlüğü” ile sınırlı tutmuyor. Aynen Ortaçağcıların savunduğu muhteva içinde savunuyor.

Ne diyor?

“Bir insan, başını örtmekle siyasal bir bildirimde bulunmak istiyorsa, bu tavrı da hoşgörüyle karşılanmalıdır.”

Yani diyor ki, Ortaçağcı Şeriatçılar, Başörtüsü Meselesini siyasi mücadelelerinin bir aracı olarak kullanmak istiyorlarsa o da hoşgörüyle karşılanmalı. Bu gerici güruh, bunu Antika Tefeci-Bezirgan Sermaye Sınıfının ideolojisinin bir aracı olarak kullanmak istiyorsa kullanabilmeli, diyor. Yani bırakalım adamlar Türkiye’yi Ortaçağın karanlıklarına doğru götürüp gitmenin mücadelesini özgürce verebilsinler.

Verdiler… Verdiler de zaten…

Nereye geldi Türkiye bugün?

Görüyoruz artık değil mi?

Bu “Başörtüsü Özgürlüğü” safsatası, ABD’nin 1945 sonrası İslam ülkelerini ideolojice karantinaya alarak deliler koğuşuna çevirme; buralara Sosyalizmin sızmasını önleme amacıyla oluşturduğu “Yeşil Kuşak Projesi”nin bir parçasıdır.

Daha açık söylersek; “Başörtüsü Özgürlüğü” mücadelesi, ABD Emperyalistlerinin Komünizme karşı verdikleri mücadelenin bir parçasıdır.

Bir oyundur, bir hiledir. Alçakça bir düzenbazlıktır. Kadını kullanarak, sözüm ona onun özgürlüğüne sahip çıkar görünerek emperyalist talanlarının, sömürülerinin sürdürülmesini sağlamaktır.

Sorunun geri planında yatan ya da temelinde yatan bu sınıfsal gerçeği görmezsek hiçbir şeyi görmemiş oluruz.

Evet, biçim her şey demek değildir. Biçimle içerik farklıdır. Ama biçim de sonunda bir şeydir ve ister istemez içinde barındırdığı içerikle, muhtevayla uyumlu olmak durumundadır. Bu sebeple kadının başına kölelik zincirinden pek de farklı olmayan türbanı doladınız mı bu aynı zamanda onun gözlerine de bir gözbağını dolamanız anlamına gelir.

Kafasını bağladığınız kadın, artık doğanın ve toplumun sebep sonuç ilişkileri içinde birbirinden çıkagelerek zıttına dönüşümlerle sürekli dönüşen, değişen ve gelişen yani durup dinlenmeden akan olaylarını göremez, kavrayamaz. Dolayısıyla da sağlıklı düşünmekten alıkonur. Ve de sonuçta Tayyipgiller gibi AB-D işbirlikçisi hainlerin, vurguncuların oyuncağı olur, hüloooğcusu olur, oy davarı olur. Artık emperyalizmi falan nereden görüp anlasın? Öbür dünyaya hazırlıkla geçirir ömrünü. Onun kültürü, dünyası, dogmatik menkıbelerdir, safsatalardır.

Kadını o hale getiren erkek de ondan farklı düşünüp davranamaz. Erkek egemen bir toplumda ve düzende yaşadığımız için kadınların başına o belayı saran, onların düzenidir.

Özetçe yoldaşlar, çürütür bu dogmalar insanı. Ayrıca da yarımız olan kadını sosyal hayattan koparır. Eve, mutfakla yatak arasına hapseder. Ondan sonra da Tayyip kürsülerde höykürür artık; “En az üç çocuk isterim, hatta beş isterim.”, diye.

“Benim başörtülü bacım”, diye Kabataş provokasyonlarını, dolayısıyla da halkı birbirine en hayâsız bir biçimde kırdırma düzenbazlıklarını devreye sokar.

Kıvılcımlı Usta ne der?

“Parababaları, ne zaman bir vurgun, soygun, namussuzluk planlasalar bu alçaklıklarını kadının namusu üzerinden yani kadını kullanarak yapmayı yeğlerler.”

Çünkü bu alçaklar “kadınımızın namusu elden gidiyor” diye feryadı bastılar mı, cahil, bilinçsiz, günlük geçim derdindeki kara halk yığınları, onun gerisindeki vurgunu, soygunu göremez. Takılır kalır orada.

İşte bu acı gerçekliğimizi çok iyi bilen Tayyip ve şürekâsı da 20 yıldan bu yana hep “Başörtülü Bacılarım”, “Başörtüsü Zulmü” demagojisini tekrarlamaktadır, durup dinlenmeden.

Yukarıdaki satırlarında ne diyor Bir Kalıplı Şeyh?

“Üniversitede okuyabilmek için, başörtüsünün çıkarılmasını zorunlu tutmak bu tür uygulamalar, benim vicdanımı rahatsız ediyor. Bu tavır, aslında çağdaşlaşma sürecinin tam karşısında mevzilenen, günün resmi ‘Atatürkçü’lerinde görülüyor.”

Apaçık görüldüğü gibi yine Ortaçağcıların ağzını kullanıyor. Onların borazanlığını yapıyor, amigoluğunu yapıyor.

Sırf sözle de kalmıyor. Davranışla da, eylemle de destekliyor onları. Beyazıt Meydanı’nda kaşar Ortaçağcılarla birlikte,Abdurrahman Dilipak’larla birlikte, Tayyip Erdoğan’la birlikte ve her türden Ortaçağcıyla birlikte “Türbana Özgürlük”eylemleri yapıyorlar. Türbana desteği belirten imzalar atıyorlar o gösterilerde. Yani türbanı savunan metinlerin altına imzalar atıyorlar. Önceki yazılarımızda aktarmıştık Bin Kalıplı’nın bu işlerini. Zaten de genelde bilinmektedir. O bakımdan burada fazla girmeyelim bu meseleye.

Önce de söylediğimiz gibi, bu Bin Kalıplılar Avanesi yani PDA tekkesinin şeyh ve müritleri, 2000 yılının ortalarına kadar bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye adlandırdığımız gruplarla aynı çizgideydi, hemen her konuda. Onlar da üniversitelerde, gazetelerinde, dergilerinde hep türbanı savundular ya… Hatta HÖC Efendinin Grup Yorum’u Cerrahpaşa’ya gelip konser verdi ya bu türban eylemcisi Ortaçağcılara destek için. Bu utanç verici ittifakı da İslamcı Gençlikle birlikte 28 Şubatçılara karşı eylem yaptık diye övünerek savundular dergilerinde.

Hep söylüyoruz ya yoldaşlar, bizim dışımızda sol ortamda sınıf esasına dayanan yani sınıf mücadelesini hedef alan başka bir siyaset yoktur, diye. İşte bu konudaki tutumları da onların bu sınıflarüstü siyaset anlayışlarının bir göstergesidir.

Bu anlayışın Marksizmle de, Leninizmle de, Devrimcilikle de, Sosyalizmle de zerre kadar ilgisi yoktur. Ben sınıflarüstü sol siyaset yapıyorum diye ortaya çıktınız mı ya gafilsinizdir, ya hain. Halkı kandırmaktan ve fiyaskoyla karşılaşmaktan başka hiçbir sonuç doğurmaz bu anlayış. Ve sadece yerli-yabancı Parababalarına hizmet eder, başka türlü dersek AB-D Emperyalistlerine hizmet eder, yerli işbirlikçilerine hizmet eder.

Bu her türden sözde sol grup, Bin Kalıplılar ve diğerleri ısrarla ve kararlılıkla, laikliği savunduğumuz için bize sözde eleştiriler yöneltmeye kalktılar. Yukarıda diyor ya Bin Kalıplılar; “Türbana yasak koymak resmi ‘Atatürkçü’lerin işidir.”, diye. İşte onlar gibi, diğer sol gruplar da laiklikten bize ne? Onu savunmak Kemalistlerin işi, diye karşı çıkıyorlardı bize. Bu konuda polemiklerimiz de var onlarla. Tabiî her seferinde olduğu gibi, o konuda da hezimete uğrattık sahte sol grupları, hareketleri.

Bu konuda bir konferansımız oldu 2007’de. Orada söylenenleri kitaplaştırdık da; “ABD-AB Emperyalistleri, Ortaçağcı İrtica ve Türkiye” adıyla…

Demiştik ya yoldaşlar, Bin Kalıplılar 2000 yılının ikinci yarısında dümen kırıp takla attılar, diye. Evet, o tarihten sonra artık ulusalcı oynamaya başladılar, keskin Atatürkçü ve Cumhuriyet yanlısı oynamaya başladılar. Unutmayalım; onların her siyaseti bir oyundan, bir düzenden, siyasi rant için yapılan bir kandırmacadan başka bir şey değildir.

Uzatmayalım, sözü yine Bin Kalıplı Şeyhe verelim.

Bakalım bu yeni dönemde tartıştığımız konuya ilişkin ne demiş?

Bin Kalıplı, Silivri Cezaevi’nde bu konuya ilişkin bir makale yazar. Makale, 12.10.2010 tarihinde Odatv’de aynen yayımlanır.

Aslında tahmin ettiniz bu yazısında ne dediğini de biz yine de sözü ona verelim. İşte yine geçirdi kavuğunu başına, açtı ağzını yumdu gözünü:

“KADINLARIMIZI CARİYE YAPACAKLAR

“Türban özgürlüğü” diye bir özgürlük olabilir mi?

“Eğer ağanın marabası olmak özgürlük ise, türban da özgürlüktür.

“Şeyhin ayağına yüz sürmeye özgürlük diyorsanız, türbana da özgürlük demeye devam edin.

“Cariyelik özgürlükse, türban da özgürlüktür. Türban, insanın kul, kadının cariye olduğu topluma denk düşen bir örtü; işin gerçeği budur.

“Özgürlükler, demokratik devrimlerle geldi. Özgürlük, Ortaçağ ilişkilerinden kurtulmaktır. Kadın açısından özgürlük, eşitliğe kavuşmak, toplumun çalışan, üreten, yaratan, onurlu üyesi olmaktır. Yoksa padişahlığa, ağalığa, şeyhliğe, erkek tahakkümüne dönme özgürlüğü yoktur.

“Demokratik, özgür bir toplum kurmak isteyen bir parti veya insan, türban ve özgürlük kavramlarını yan yana getiremez. Bu, esaret özgürlüğünü savunmaktan başka bir şey değildir.

“Bireysel özgürlükleri tarihsel içeriğinden koparır ve Ortaçağ kafasıyla yeniden tanımlamaya kalkarsanız, yeniden kul olursunuz; cariye olursunuz.” (agy)

Bin Kalıplı burada artık doğru görüşler ortaya koyuyor. Zaten bunlar bizim siyasi hayatımızın başından bu yana hep savunageldiğimiz görüşlerdir. Önderimiz Kıvılcımlı, 1950’li yıllarda netçe ortaya koymuştur bu konuda bugün savunduğumuz düşünceleri. Ayrıca da Usta’mız gerçek TKP’nin en genç kurucusu olarak aynı düşünceleri 1920’den beri savunmaktadır.

Ne diyor Lenin Usta?

“Burjuva düzeni var olduğu sürece o düzen içinde biz Komünistler eğitime ilişkin şu iki prensibi hassasiyetle savunmalıyız:

“1- Anadilin özgürlüğü,

“2- Demokratik ve laik eğitim.”

Bizim ideolojimiz, Usta’nın toplumsal hayatın gerçekliğiyle bütünüyle uyuşan bu teorik ışığından-aydınlatmasından kaynak almaktadır. O bakımdan biz her dönemde laikliğin en tutarlı savunucuları olmuşuzdur. Laiklik olmadan bilim olmaz, demokrasi olmaz, özgürlük olmaz. Kafaları, zihinleri dogmalarla taşlaştırırsınız, insanlıktan vazgeçerseniz. Yaşayan ölülere döndürürsünüz insanları. İnsan ömrü artık hurafelerle, safsatalarla, uydurmacalarla, kandırmacalarla gelip geçer.

Bin Kalıplı da yukarıda en son aktardığımız doğru düşünceleri önderimiz Kıvılcımlı’dan ve bizden öğrenmiştir.

Bizim sol ortamda hemen herkesçe bilinen bir pankartımız vardır, kırmızı zemin üzerine sarı harflerle yazılmış olan:“Şeriat Ortaçağdır!”

“Başörtüsü-Türban Özgürlüğü” denen kandırmacayı savunmak da Ortaçağı savunmayı içerir.

Şimdi izniniz olursa yoldaşlar, Bin Kalıplı’ya şunu soralım: Diyelim ki tamam bu son söylediklerin doğru, güzel. Fakat ya 1987’de Bosna paraları ve hazine yardımı vurguncusu Molla Necmettin’in Milli Gazetesi’ne röportaj veren kimdi? Orada “Türban Özgürlüğü”nü hararetle savunan kimdi?

Bak bu iki görüş arasında tam 180 derece zıtlık var, karşıtlık var.

Yine güleceksin, değil mi? Bu bizim tabiatımız, diyeceksin. O zamanki kalıbımız farklıydı ama şimdi yeni bir kalıp içindeyiz. Bugün Ulusalcı-Milli’ci dediğimiz bu kalıbın içindeyiz. Ona uygun konuşmak gerekir. Yahu sanki siz üstadım Demirel’i hiç tanımıyormuş gibi sorular soruyorsunuz. Neydi saygıdeğer büyüğüm, Milli Merkez müttefikim Süleyman Demirel’in en ünlü sözü?

“Dün dündür, bugün de bugün”.

Burada belki şunu diyebilirsiniz: Demirel burjuva politikacısı. Amerikancı, Parababaları politikacısı. Sense solcu bilinirsin. Buna da cevabımız şu olur: Geçin artık bunları, deriz size. Sağ-sol bitti. Onlar geçmişte kaldı. Bugün artık iki grup var: “Vatanseverler”, “vatansevmezler”.

Siz bunları anlayamadığınız için bizi de anlayamazsınız.

Şimdiki tezin bu, değil mi?

Amerika’nın, Tayyipgiller’in, yerli-yabancı Parababalarının, TÜSİAD’cıların, MÜSİAD’cıların, her türden Amerikancı partilerin döküntülerinin, ırkçıların, faşistlerin, ellerini binlerce devrimcinin kanına bulamış devrimci ve halk düşmanlarının, vatan-millet düşmanlarının, Amerikan uşaklarının kucağında siyaset yapacaksın; “milliyetçiler, halkçılar, devrimciler Vatan’a”, diye çığlıklar atacaksın, ondan sonra da hâlâ kendinin sol olduğu ve hatta sosyalist olduğu iddiasında bulunacaksın. Öyle mi? Öyle. Yaparsın sen. Utanma-arlanma denen, ahlâk-namus denen kavramları tümden sıyırıp attığın için ruhundan, kafandan, yaparsın.

Tayyip ve Tayyipgiller ne ise sen ve PDA adlı avanen de odur.

Evet yoldaşlar, insan bunun böyle kalıptan kalıba nasıl kıvraklıkla geçişler yaptığını görünce kendini tutamıyor. Dertleniyor ister istemez. Tabiî insanlık adına, insan soyu adına dertleniyor, üzülüyor. Neyse, geçelim…

Söz yine Bin Kalıplı’nın. Döktürüyor şöyle:

“KUR’AN HUKUKUN KAYNAĞI OLAMAZ

“Kur’an’da türban emri yok; doğru. Ama Kur’an’da türban emri olsa, bu emir uygulanacak mı?

“Kur’an’da “hırsızın elini kesin” emri var, uygulanıyor mu; uygulanabilir mi?

“Kur’an’da “kadına mirastan yarım pay verin” emri var, uygulanıyor mu; artık uygulanabilir mi?

“Kur’an’da “Dört kadın almak” caiz, hangi onurlu kadın, bu hükmü benimseyebilir?

“Kur’an’da kölelik var; cariyelik var; hangi babayiğit uygulayabilir?

“Kur’an’da “İslamdan vazgeçeni öldürün” emri var, nerede bulabilirsiniz o cellatı?

“GÜNÜMÜZ TOPLUMUNU KUR’AN’LA YÖNETEMEZSİNİZ

“Demokratik bir toplumu, Tevrat’ın On Emriyle; İncil’den ayetlerle, Kur’an’la yönetemezsiniz. O nedenle türban konusunda Kur’an’a gönderme yaparak yürütülen tartışmalar, tarih bilgimizi genişletir ama hukukun kaynağı olamaz.

“Devletin temel düzenlerini din esaslarına göre belirlemeye kalkmak, bütün demokratik ülkelerde Anayasaya aykırıdır. Dahası en katı yobaz bile, günümüz toplumunu Nisa suresine, Ahzab suresine veya Bakara suresine veya başka bir sure ve ayete dayanarak düzenleyemez. Bu, deveyle ticaret yapmaya benzer ve artık mümkün değildir. İslam, birçok İslam âliminin de belirttiği gibi, tarihseldir. Tarihin dışında hiçbir şey yoktur.” (agy)

Bin Kalıplı burada hemen yine meşrebi gereği doğrularla yanlışları art arda sıralamaya başladı. Çorbaladı yine.

İlk cümlede diyor ki “Kur’an’da türban emri yok”.

Olmaz olur mu?

Bal gibi de var. 1987’de kendisi de var diyordu. Şimdi yoka dönmüş bu konuda da.

1987’de sözünü ettiği Nur Suresi’nin 31. Ayetinde ne deniyor?

“Mümin kadınlara da söyle: Bakışlarını yere indirsinler. Cinsel organlarını/ırzlarını korusunlar. Süslerini/zînetlerini, görünen kısımlar müstesna, açmasınlar. Örtülerini/başörtülerini göğüs yırtmaçlarının üzerine vursunlar. Süslerini şu kişilerden başkasına göstermesinler: Kocaları yahut babaları yahut kocalarının babaları yahut oğulları yahut kocalarının oğulları yahut kardeşleri yahut kardeşlerinin oğulları yahut kendi kadınları yahut ellerinin altında bulunanlar yahut ihtiyaç içinde olmayan erkeklerden kendilerinin hizmetinde bulunanlar yahut kadınların kaygı duyulacak yerlerini henüz anlayacak yaşa gelmemiş çocuklar. Süslerinden, gizlemiş olduklarının bilinmesi için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, Allah’a topluca tövbe edin ki kurtuluşa erebilesiniz!” (Nur Suresi, 31. Ayet, Y. Nuri Öztürk meali)

Gördüğümüz gibi Kur’an’ın buyruğu net: Başörtüsünü göğüslerin üzerine vuracaksın. Yani yüzün hariç bir yerin görünmeyecek.

Bununla da yetinmiyor. Gözlerini de yere indirip gezeceksin, diyor. Yukarıda sayılanlar dışında herhangi biriyle göz göze gelmeyeceksin, diyor. Onun yüzüne, gözüne bakmayacaksın, diyor.

Bu kapsam içinde değerlendirince buyruğu, ne sonuç çıkar bundan yoldaşlar?

Kadının sosyal hayattan koparılıp alınması, eve hapsedilmesi.

Bir erkeğin yüzüne, gözüne bakmaktan bile men edilen bir kadın nasıl sosyal hayatta yer alabilir, erkeklerle aynı ortam içinde bulunabilir?

Bulunamaz.

Bu buyruğa göre bugün Tayyip’in ve şürekasının toplantılarına, mitinglerine katılan, oralarda hüloooğ’lar çeken kadınlar bile çok açık bir şekilde günaha girmektedir. Bu ayeti ve bunun gibi ayetleri reddetmiş olmaktadır, davranışıyla.

Dediğimiz gibi bununla da yetinmez Kur’an. Başka ayetlerde de ortaya konur bu konu:

“Ey Peygamber, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına söyle, dış elbiselerinden (cilbablarından) üzerlerini sıkıca örtsünler! Bu, onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en elverişli olandır. Bununla beraber Allah, çok bağışlayıcıdır, merhamet edicidir.” (Ahzab Suresi, 59. Ayet, Elmalılı Hamdi Yazır meali)

Yine bu ayetin mesajı da çok açıktır. Evden dışarı çıkacak bir Müslüman kadın üzerine mutlaka cilbabını giyecek. Hem de sıkıca örtünecek cilbabını. Cilbab, Karaçarşaf anlamına gelir.

Demek ki yoldaşlar, bizdeki türbanlılar Tayyipgiller’in kadınları, Abdullah Gül’ün, Davutoğlu’nun eşleri de aslında Hicap Ayetlerine uymuyorlar. Göstermelik örtünüyorlar. Hile yapıyorlar Kur’an’a. Sokak giysisi o değil ki. Cilbab, yani karaçarşaftır kadının sokak giysisi.

Nitekim Ortaçağcı Emine Şenlikoğlu da bir televizyon programında, Nagehan Alçı’nın türbanlı benzeri olan Esra Elönü ile yaptığı bir tartışmada, Elönü’nü ve benzeri türbanlıları “dandik tesettürlü” olarak nitelemektedir, çok haklı olarak. Tesettür giysisi bol olacak, vücut hatlarını belli etmeyecek ve ayak bileklerine kadar inecek, der.

Devam eder Kur’an Hicap Ayetleri’ne:

“Ey iman edenler! Size bir yemek için izin verilmedikçe Peygamber’in evlerine girmeyin. Vaktini bekleyip durmaksızın çağırıldığınızda girin, ancak yemeği yiyince hemen dağılın. Söze dalıp lafı koyulaştırmayın. Çünkü böyle davranmanız Peygamber’i rahatsız eder. Fakat o size bir şey söylemekten utanır. Allah ise hakkı dile getirmekten çekinmez. Peygamber’in eşlerinden bir şey istediğinizde, onlardan perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz hem de onların kalpleri için daha temiz bir yoldur. Allah’ın resulüne rahatsızlık vermeniz ve kendisinden sonra onun eşleriyle nikâhlanmanız, size helal kılınmamıştır. Böyle bir şey Allah katında büyük bir vebaldir.” (Ahzab Suresi, 53. Ayet, Y. Nuri Öztürk meali)

Bu ayette yine çok net görüldüğü gibi iş çok daha sıkılaştırılıyor. Hz. Muhammed’in evine gelen erkeklere; Hz. Muhammed’in eşleriyle perde arkasından konuşun, diyor. Hz. Muhammed’in eşlerine de eve gelen bir Müslüman erkekle konuşurken bile, eğer mecbur kalırsanız, perde arkasından konuşun, deniyor. Burada şu yanılgıya düşülmesin; buradaki buyruk Müslüman erkeklere sadece Hz. Muhammed’in eşleriyle konuşurken böyle yapın, denmiş sanıalmasın. Bu yanılgıdır. Buyruğu Kur’an’ın genel muhtevası içinde yorumladığımız zaman buradan yine açıkça şu anlam çıkar: Tüm Müslüman kadınlarla konuşurken perde arkasından konuşun. Bu sizin ve onların kalpleri için daha uygundur.

Neden?

Şundan: Perdesiz konuşulduğu zaman peygamberin hanımlarıyla bile olsa Müslümanların kalplerine bozuk düşünceler gelebiliyorsa, gelebileceği varsayılıyorsa, sıradan Müslüman kadınlarla konuşulurken bu tehlike haydi haydi var demektir. Çok daha büyük olasılıkla var demektir. Bir ayet daha inceleyelim:

“Evlerinizde oturun, ilk câhiliye (çağı kadınları)nın açılıp kırıtması gibi açılıp kırıtmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resûlüne itâ’at edin. Ey Ehl-i Beyt (ey Peygamberin ev halkı), Allâh sizden, kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab Suresi, 33. Ayet, Süleyman Ateş meali)

Burada iş çok daha sıkılaştırılıyor, yoldaşlar. Deniyor ki, dizinizi kırın, evlerinizde oturun. Yani mecbur kalmadıkça sokağa çıkmayın, evlerinizden çıkmayın.

Yine şöyle itiraz edilebilir: İyi de sadece Peygamber hanımlarına hitap ediliyor burada. Tamam, öyle. Ama Peygamber hanımları tüm Müslüman hanımların içten örnek alacakları, belleyecekleri insanlar değil mi? Günün moda deyişiyle tüm Müslüman kadınların rol modelleri, idolleri değil mi? Müslüman kadınlar tüm tutum ve davranışlarında onları örnek almaya çaba göstermeyecekler mi? Kuşkusuz öyle.

Öyleyse yoldaşlar, bu buyruk tüm Müslüman kadınları kapsar. Kapsama alanı içine alır.

Tabiî Bin Kalıplı’nın bu Hicap Ayetleri umurunda olmaz. O girdiği kalıba göre şekil alır, ideoloji oluşturur, söylem tutturur. Onu boş verelim.

Hani halkımız der ya; “Delidir, ne yapsa yeridir”. Bununki de işte Bin Kalıplı’dır, her yeni kalıpta ona uygun bir tez öne sürse yeridir. Kalıp yeni olunca tez eski kalabilir mi? O da yeni kalıba uygun düşecek şekilde yenilenecektir artık.

Sonrasında ne diyor Bin Kalıplı?

“Demokratik bir toplumu, Tevrat’ın On Emriyle; İncil’den ayetlerle, Kur’an’la yönetemezsiniz. O nedenle türban konusunda Kur’an’a gönderme yaparak yürütülen tartışmalar, tarih bilgimizi genişletir ama hukukun kaynağı olamaz.” (agy)

Bin Kalıplı burada yeniden doğruya gelir ya da döner.

Eğer hukuk din dogmalarına göre oluşturulacaksa ona demokratik ve laik hukuk denmez. Ona teokratik hukuk denir. O hukukun hizmet ettiği devlete de teokratik devlet yani din devleti denir. O bakımdan laiklik önemlidir. Demek ki hukuk ve kamucul hizmet alanı, eğitim, tümüyle bilime, akla, evrensel insancıl değerlere dayanmalıdır, onlar üzerine inşa edilmelidir. Ancak böyle bir hukuk laik hukuk olabilir.

Kaynağı din kuralları oldu mu, o hukuk da o devlet de o toplum da Ortaçağ’ın karanlıklarına geri dönmüş, savrulmuş olur.

Bu doğrudan sonra Bin Kalıplı yeniden yanlışa sapar. O düz bir hat tutturamaz ki hiçbir zaman. Yılanın ilerleyişi gibidir onun düşüncelerini sergileyişi. En düzgün olduğu zamanda bile bir doğrusunu illa ki ardından gelen bir yanlışla birleştirecek, karacak, çorbalayacak.

Şöyle der:

“Kur’an’da türban emri yok; doğru. Ama Kur’an’da türban emri olsa, bu emir uygulanacak mı?

“Kur’an’da “hırsızın elini kesin” emri var, uygulanıyor mu; uygulanabilir mi?

“Kur’an’da “kadına mirastan yarım pay verin” emri var, uygulanıyor mu; artık uygulanabilir mi?

“Kur’an’da “Dört kadın almak” caiz, hangi onurlu kadın, bu hükmü benimseyebilir?

“Kur’an’da kölelik var; cariyelik var; hangi babayiğit uygulayabilir?

“Kur’an’da “İslamdan vazgeçeni öldürün” emri var, nerede bulabilirsiniz o cellatı?” (agy)

Gördüğümüz gibi Bin Kalıplı yine zırvaladı. Bütün bu dedikleri bugün şeriatla yönetilen-şeriat hukukuna sahip devletlerde uygulanıyor mu, uygulanmıyor mu? Uygulanıyor, değil mi? IŞİD uyguluyor, Suudi Arabistan uyguluyor, Afganistan Taliban’ı uyguluyor, Nijerya’nın Boko Haram’ı uyguluyor. Somali’de El Şebab uyguluyor ve hatta 2013 Temmuz Devrimi’ne kadar Mısır’da Ortaçağcı şeriatçı Mursi yönetimi uyguluyordu.

Türban Türkiye’de yasal olarak uygulanmıyor mu?

Bin Kalıplı’nın Beyazıt’ta Ortaçağcılarla yaptığı eylemler meyvesini verdi işte.

Türbanlı öğretmen, hemşire, doktor, avukat, milletvekili, rektör (Dicle Üniversitesi rektörü), milletvekili, bakan, başbakan, devlet başkanı eşi yok mu?

Var. Giderek de yaygınlaşmakta.

Tabiî aynı oranda başta eğitim gelmek üzere tüm devlet kurumları Ortaçağcılaştırılmakta. Yani Türkiye Ortaçağ karanlıklarına doğru hızla sürüklenip götürülmekte.

İşte biz bu hainane gidişi 10 yıllar öncesinden kesince görüp bildiğimiz için bunlara karşı her dönemde cepheden bütün gücümüzle mücadele verdik, salonlarda, meydanlarda, üniversitelerde. Hem de tek başımıza kalmak pahasına, birkaç namuslu bilim insanıyla birlikte. İşte o zamanlar Bin Kalıplı, Ortaçağcılarla omuz omuzaydı. Onlara röportajlar veriyor, yukarıda aktardığımız utanç verici tezleri savunuyordu.

Şimdi yeniden makalesini okumaya devam edelim Bin Kalıplı’nın. Bakın ne diyor:

“Tayyip Erdoğan, en sonunda bir İspanya gezisinde, “Velev ki siyaset simgesi” diyerek, türbanın siyasetin aleti olduğunu itiraf etmişti.

“Hangi siyasetin?

“Türban, Yeşil Kuşak siyasetinin ve bugün Büyük Ortadoğu Projesi’nin örtüsüdür.

“Türbanı bayrak yapan kara siyaset, Irak ve Afganistan’da milyondan fazla Müslümanı katletti; Müslüman kadınlara tecavüz etti; Ortadoğu uygarlığını yağmaladı; Müslümanların yaşadığı ülkeleri böldü, bölüyor. Türban, bu zulmü örtüyor.” (agy)

Ne güzel anlatıyor, değil mi yoldaşlar Bin Kalıplı? Tayyip İspanya’da dedi ki diyor, “Velev ki siyaset simgesi” olsun türban.

Hafız kimin evini soruyorsun sen?

İnsanda zerre miktarda da olsa utanıp arlanma duygusu olmalı yahu. Ulan birebir aynı tezi 1987’de sen savunmadın mı?

“(…) İslami inançların, bireylerin vicdanları içinde, Allah ile kul arasında kapalı kalmayıp, siyaset alanına yönelmesi, doğaları gereğidir. Bir insan, başını örtmekle siyasal bir bildirimde bulunmak istiyorsa, bu tavrı da hoşgörüyle karşılanmalıdır.”

Bu sözler kime ait bre ahlâk yoksunu adam? Madem doğru bir şey söylüyorsun, zerrece namusun varsa de ki “ya geçmişte biz de aynı haltı yedik. Ama şimdi işin doğrusunu anladık.” Ama diyemezsin sen. Sende ne gezer namus…

Evet, türban Yeşil Kuşak Projesi’nin bir enstrümanı, onun bir aracı. Emperyalist vurgunun, talanın, kanın, gözyaşının, işgalin örtüsü.

Bak bunu da görmüşsün Bin Kalıplı. Ama geçmişte sen Afganistan’daki sosyalist iktidara karşı Burhaneddin Rabbani önderliğindeki “Mücahit İttifakı” denen, içinde Taliban’ın da, El Nusra’nın da, IŞİD’in de nüve halinde bulunduğu Ortaçağcı haydutlar güruhunu, katiller, cellatlar, canavarlar güruhunu savunmadın mı? Bu Ortaçağcıların hepsi Yeşil Kuşak Projesi’nin ürettiği zehirli ürünler değil mi?

Sen de yıllar boyu bu Yeşil Kuşak Projesi’ne hizmet ettin, yukarıda andığımız ihanetlerinle.

Ama o zamanlar bağlı olduğun Pekin’deki Mao Tarikatı’nın baş şeyhi size öyle buyruk veriyordu, değil mi? Siz de gözü kapalı tekrarlıyordunuz o buyruğu. Onunla da kalmıyordun. ABD’yi, Amerikan Emperyalistlerini savunuyordun Sovyetler’e ve Afganistan’daki Sosyalist iktidara karşı. Onun NATO’sunu, Gladio’sunu savunuyordun. Senin yapmadığın ihanet, etmediğin namussuzluk mu kaldı yahu?

Son olarak bir bölüm daha aktaralım Bin Kalıplı’nın makalesinden:

“SÖZDE LAİKLERE BİR ÇİFT SÖZ

“Büyük sermaye sahipleri, laikliği özünden kopardı. Laiklik, dünyanın her yerinde kralların, padişahların saltanatına karşı, halk hakimiyetinin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştır. Laiklik, halkın krallara ve beylere karşı iktidar savaşının siyaseti idi. Türkiye’de de saltanata karşı mücadelenin bayrağı oldu. Ancak Kemalist Devrim’in kireçlenmesinden sonra burjuvazi, laikliği yoz hayatın, meyhaneciliğin vb. maskesi olarak kullandı. Şimdi bundan da vazgeçtiler; “türban özgürlüğünü” savunuyorlar. Bir kısım laikçilerimiz ise, devrimci demokrasiden ödün vere vere, en sonunda toplumun bütün meselelerini Kur’an’a dayanarak tartışır noktaya geldiler. Tarikatların, şeyhlerin minderinde çağdaşlık mücadelesi veriyorlar.

“Demokratik devrimlerin kendi halkçı devrimci ideolojisi var. Bu, Türkiye’ye Gençtürk Devrimciliğiyle ve devamında Kemalist Devrim’le geldi. Çağdaş toplumu kurma mücadelesi, Ortaçağ kaynaklarına yaslanarak verilemez. Emperyalizme ve gericiliğe karşı 7-15. yüzyılın ideolojisiyle mücadele edeceklerini sananlar, günümüzdeki hazin manzaranın sorumlusudurlar ve yarınlara ışık tutamazlar.

“Günümüzün demokratik çağdaş toplumu, dünyanın hiçbir yerinde dinsel kaynaklara gönderme yaparak kurulmamıştır. Geleceğin toplumu da, kutuplardan ekvatora kadar dinsel kaynaklara göre kurulmayacaktır.

“Atatürk gibi devrimci olalım, yoksa bu süreç türbanda durmaz, kadınlarımızı cariye yaparlar.” (agy)

Yukarıdaki satırlarında Ortaçağcılarla uzlaşık sözde laikleri ne de güzel eleştiriyor Bin Kalıplı, değil mi yoldaşlar. Ama hiç demiyor ki yıllar boyu ben de aynı namussuzluğu yaptım. Aynı ihaneti ettim, aynı suçu işledim. Demez o demez. Derse önder de olmadığı, devrimci de olmadığı meydana çıkıverir çünkü.

Kendini nasıl satacak o zaman, müritlerine nasıl yutturacak?

İşte böyle yoldaşlar.

Ne diyor yukarıda o sahte laikler için?

“Bir kısım laikçilerimiz ise, devrimci demokrasiden ödün vere vere, en sonunda toplumun bütün meselelerini Kur’an’a dayanarak tartışır noktaya geldiler. Tarikatların, şeyhlerin minderinde çağdaşlık mücadelesi veriyorlar.”

Onlara şiddetle karşı çıkıyor, değil mi makalesinde?

Ve ne öneriyor yoldaşlar en sonunda?

“Atatürk gibi devrimci olalım, yoksa bu süreç türbanda durmaz, kadınlarımızı cariye yaparlar.”

Bu da doğru bir tespit, değil mi yoldaşlar?

Evet, öyle.

Şimdi sanırsınız ki yoldaşlar, bu Bin Kalıplı laiklik konusunda doğru yolu buldu, değil mi?

Laikliğin önemini bu denli açık biçimde kavramış, tarikatların, şeyhlerin, neyin temsilcisi, hizmetkârı olduğunu görmüş bir insan artık bu yolunda sebatkâr olur. Tutarlı olur gayri.

Ama nerde…

Karşınızdaki normal bir insan değil ki. Bin Kalıplı. Ölür gider de tutarlı olamaz. Tesadüfen bir doğru görüş mü edindi, bilin ki onu mutlaka değiştirecek bir süre sonra. Yeniden sapacak yanlışa. Adam mitomanik…

Bu Silivri’den çıktıktan kısa süre sonra doğruca Tayyipgiller’in Yeni Akiti’yle buluştu. Bir röportaj da ona verdi. Tayyip artık yeni kankası ya, Fethullah’a karşı Tayyip’le beraber yürüyebiliriz, dedi ya; onun Yeni Akit’i de artık dost örgütlerden, kuruluşlardan bunun için. Aynen şunları söylüyor orada:

“‘Bütün İslâmî cemaatlerin kökünü kazıyacağız’ sözü İslâm karşıtlığı olarak yorumlanabilir mi?

“- Bu ifadeyi düzeltiyorum. F. Örgütünün kökünü kazıyacağız, cemaatlerin değil. Bizim karşı olmamızın sebebi gladyo olması, yoksa cemaatler değil. Herkes cemaat derken F. Örgütünden bahsettiği için toplumdaki yaygın ifadeyi kullandım. Ama sonra arkadaşlarım beni uyardı yanlış anlaşılma olur diye. Düzeltelim, bundan sonra hepimiz F. Örgütü diyelim dedim. F. Örgütü bir Gladyo olduğu için yargının, polisin, ordunun içinde olduğu için onun kökü kazınmalıdır. Kim onun kökünü kazırsa kimse onun elini tutmayacak ve biz orada beraber olacağız. Çünkü bu kök kazıma bir şiddet, haksızlık olayı değil, hukukun gereği…” (Yeni Akit Gazetesi’nin D. Perinçek’le yaptığı röportaj, 6 Nisan 2014)

Evet, işte en son hali bu, yoldaşlar. Ne diyor?

“Bu ifadeyi düzeltiyorum”, diyor, değil mi? Bizim kökünü kazıyacağız dediğimiz, cemaatler değil, sadece F. Örgütüdür. O da cemaat oluşundan değil de Gladio oluşundan dolayı bizim düşmanımızdır. Yoksa biz cemaatlere karşı değiliz. Yalnızca F. Örgütüne karşıyız.

İşte döndük yine başa, yoldaşlar. Yine 1987’lere gitti Bin Kalıplı. E, işte elimizdeki malzeme bu. Bunu 1960’lı yıllardan beri arkadaşız, diyen Yalçın küçük, ne de güzel anlatıyor, değil mi? Söylemiştik bunu ama bir kere daha tekrarlayalım, burada yeri geldi:

“Şimdi, Doğu için yaşam, Erdoğan’ı övmek ve Erdoğan’a, daha çok bağlanmakla geçmektedir. Ne hoş esen rüzgardan Erdoğan’ı övmek için bir bahane çıkarmaktadır ve çok hoş bir haldedir. Artık Erdoğan’ın yaptıklarını kendi marifeti sayıyor ve Batı’dan Erdoğan’a hücumları da kendi böğrüne indirilmiş hançer biliyor. Bu arada, “Cemaati biz yendik” diyorsa, pek şaşırmam…

“Doğu’yu 1964 yılından beri tanıyorum, hoş bir arkadaşlığımız var, beraber iş yaparız, çok sert kavgalarımız oluyor, bana genellikle, “değişmez” diyorlar, Doğu Arkadaşımız ise hep değişir, Güç’e, gök gürültülerine göre yer tutar,  çok değişir, hep biliyoruz. Şimdi Çin Kültür Devrimi’ndeki aşamasına inmiş görünüyorlar…” (Odatv, 18.12.2014)

Gerçekten şaka gibi bu adam, değil mi yoldaşlar… Başka bir ülkede böyle bir adam var, o kendisini önder diye satıyor, müritleri var deseniz inanmaz kimse size değil mi? Şaka yaptığınızı sanırlar.

Bir de kendisini şöyle övmez Yeni Akit’e verdiği röportajında?

Yeni Akit’çi soruyor:

“Abdullah Öcalan’ın sizin için ‘tanıdığım en ciddi teorisyenlerden biridir’ dediği doğru mu?”

“- Doğru, beni öven bir çok sözü var. Ben ciddi bir adamım. Amerikalılara da sorsan, Çinlilere de sorsan hepsi aynı şeyleri söyler.” (agy)

Öcalan bunu övüyormuş, gördünüz mü yoldaşlar? Boşuna mı demiş halkımız, “Bozacının şahidi şıracı”, diye.

Diyecek tabiî Öcalan. Bekaa’da gülleştiler, sarılıp sarılıp öpüştüler. Beraber yemekler yediler, gerillaları teftişler ettiler, gezintiler yaptılar. Yani bunlarınki “Gül Kardeşliği”. O günlerin hatırına övgü düzecek Öcalan.

Ne diyor Bin Kalıplı?

“Ben çok ciddi bir adamım. Amerikalılara da sorsan, Çinlilere de sorsan hepsi aynı şeyi söyler.”

Gösterdiği tanıklara dikkat ediyor musunuz yoldaşlar?

Amerikalılar ve Çinliler. “Eski dostlar eski dostlar”

Ulan madrabaz, sen ciddiysen Türkiye’de gayriciddi adam yok yahu. Bütün hokkabazlar, bütün soytarılar Rodi’nin düşünen adam heykeli kadar ciddi kalır senin yanında.

Ne diyelim?

Hadi bakalım, öyle olsun.

Aslında yoldaşlar, ben çok ciddi bir adamım, demesi bile onun ciddiyetsiz olduğunu gösterir. Çünkü ciddi adam, böyle bir söze hiç gerek duymaz. Bu da biliyor ki durumunu, kendisini ciddi diye satmaya çabalıyor…

Bir de ne diyordu yoldaşlar, Odatv’de yayımlanan makalesinde bu Bin Kalıplı?

“Atatürk gibi devrimci olalım, yoksa bu süreç türbanda durmaz, kadınlarımızı cariye yaparlar.”

Tamam, güzel, öyle olalım.

Ne diyor Mustafa Kemal?

“Efendiler ve ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.”

Mustafa Kemal işte böylesine net ortaya koyar ve savunur laikliği.

Aynen biz de böyle savunuruz, bilindiği gibi.

Bin Kalıplı ne diyordu yukarıda yoldaşlar?

Sadece F. Örgütüne karşıyız, o da Gladio olduğu için. Yoksa diğer cemaatlere karşı değiliz, onlarla bir meselemiz yok.

Bre fırıldak, bre vantilatör… Sen hiç Mustafa Kemal’i, onun düşüncelerini, tezlerini anlayabilir misin?

Varsayalım ki yarım ya da çeyrek anladın, kavradın. O kadarını olsun savunmaya yüreğin yeter mi?..

İşte bunların birkaç kalıbı da bunlar yoldaşlar, yukarıda gördüklerimiz. Dedik ya bunlarda kalıp çok… 19.03.2015

HKP Genel Başkanı
Nurullah Ankut