Acımasız cellâtlar, bu kez de Urfa Viranşehir’de…

Acımasız cellâtlar, bu kez de Urfa Viranşehir’de melek yüzlü, altın kalpli bir yavrumuzu katletti

5 gün öncenin haberiydi… Haberiydi, diyoruz da, sanki sıradan bir olaymış gibi haber konusu, aslında yürek dağlayan bir tragedyaydı söz konusu olan. Okuyalım isterseniz:

Viranşehir’deki patlamada ölen Ahmet Oktay Günak’ın babası: Kedi yavrusuna süt götürüyordu

“Şanlıurfa’nın Viranşehir ilçesindeki terör saldırısında hayatını kaybeden 11 yaşındaki Ahmet Oktay Günak’ın babası “Oğlum ‘Babacığım lojmandaki yavru kediye sütlü ekmek götüreceğim’ dedi. Ben de ‘götür oğlum’ dedim. Lojmanda bulunan ve aç olan bir kedi yavrusuna sütlü ekmek götürürken patlama oldu, bir daha eve gelemedi” dedi.

“(…)

“Üç çocuğundan en büyüğü olan Ahmet’in bir aydır sitedeki yavru kediyi beslediğini anlatan Günak, akşam yemeğinin hemen ardından oğlunun kediye mama vermek için evden çıktığını ifade etti. Zemin katta oturduklarını ve oğlunun apartman boşluğundayken meydana gelen patlamada şehit olduğunu kaydeden Günak, şöyle devam etti:

“Oğlumun da yanımızda olduğu akşam yemeğini ailecek yedik. ‘Babacığım lojmandaki yavru kediye sütlü ekmek götüreceğim’ dedi. Ben de ‘götür oğlum’ dedim. Lojmanda bulunan ve aç olan bir kedi yavrusuna sütlü ekmek götürürken patlama oldu, bir daha eve gelemedi. Koridorda üstüne biraz taş falan yığılmıştı. Ben de koridora girerken ilk başta göremedim sonra ışıklar biraz aydınlanınca gördüm.” (http://www.posta.com.tr/viransehir-deki-patlamada-olen-ahmet-oktay-gunak-in-babasi-kedi-yavrusuna-sut-goturuyordu-haberi-1269595)

“Viranşehir ilçesindeki terör saldırısında Ahmet Oktay Günak’ın ailesi, otopsisi tamamlanan çocuklarının cenazesini Şanlıurfa Adli Tıp Kurumundan aldı.

“Günak’ın çok sayıda yakınının geldiği Adli Tıp Kurumu önünde Kürtçe ve Türkçe ağıtlar yakıldı.” (http://www.cnnturk.com/turkiye/11-yasindaki-sehit-ahmet-oktay-gunak-son-yolculuguna-ugurlandi)

Baba kamu emekçisi, Viranşehir Adliyesinde zabıt kâtibi, 12 yıldan bu yana. Üç çocuğundan en büyüğüymüş, bu altın kalpli yavrumuz.

Baba da, anne de, besbelli ki evlatlarını insan ve hayvan sevgisiyle dolu olarak yetiştirmişler. Bu nedenle de, evladımız, kendi akşam yemeğini yer yemez, lojman bahçesindeki biçare yavru kediyi düşünüyor. Onun da bir can taşıdığını, o canını sürdürebilmesi, taşıyabilmesi için beslenmeye, gıdaya ihtiyacı olduğunu düşünüyor. Hemen de davranıyor. Yani, yavrumuz, aç, çaresiz, yardıma muhtaç bir cana yardıma giderken, canından oluyor. Canından ediliyor. Daha açığı, insanlık dışı bir canavarlıkla katlediliyor.

Kahrolurum, böyle masum evlatlarımızın yok yere cellâtlarca canlarının alınmasında. Acılara boğulurum. Günlerce çıkmaz aklımdan, onların ölüm acısı. Suretleri kaydedilir belleğime, unutulmamacasına, silinmemecesine.

Çağrışım oldu burada:

Sene 1972 Baharıydı. Mersin Mut Lisesinde Felsefe Öğretmeniyim. İlk görev yerim burası.

Öğleden öncenin dördüncü dersi, bir Lise 2. sınıfında Psikoloji Dersiydi. Dersimiz bitti, öğle tatiline girdi okul, öğrenciler ve öğretmenler.

15 dakika geçti geçmedi, bir öğrencimizin şehir içinden geçen Konya-Karaman-Mut-Silifke-Tarsus-Mersin ve Adana yolunda bir kamyon tarafından ezilerek öldürüldüğü haberi geldi. Anayol asfaltının kenarlarında kaldırım yoktu. Aslında, kaldırım olmaya müsait geniş alanlar vardı. Ne yazık ki, bu alanlar, kamyonların gelişigüzel park ettikleri yer olarak kullanılıyordu. İşte oradan yürüyerek evine gitmekte olan kız öğrencimiz Sıdıka Akça, arka arka gelen ve hödük şoförün hiç arkasına bakmadan kullandığı kamyon tarafından arkasından çarpılıp tekerleklerin altına alınmıştı ve ezilerek can vermişti.

Öğrenci yavrumuz, benim 15 dakika önce dersimde olan kızımızdı. En ön sırada otururdu. Tipik bir yörük kızıydı. Aslında köylü çocuğuydu, ailesi köyde yaşamaktaydı. Kızlarını okutmak için şehirde bir iki arkadaşıyla birlikte mütevazı bir ev kiralamışlardı. Orada kalıyordu kızımız.

Sessiz, sakin, hanım, disiplinli, ahlâklı, melek gibi bir yavrumuzdu.

İsmi de, rahmetli dayımın eşi, rahmetli yengemin bire bir aynıydı. Hem ismi, hem soyismi…

Hatta, derslerine ilk kez girip öğrencilerle tanışmamız sırasında, hemen dikkatimi çekmişti. Siz benim yengemin adını taşıyorsunuz, bire bir. O da Sıdıka Akça, demiştim.

Yengemi çok severdim. Anam da çok severdi. Rahmetli anacığımın değerlendirmesine göre yengemiz, bizi dayımızdan daha çok sevmekteydi, aramızda bir kan bağı olmamasına rağmen. Dayım da, yengem de anacığımın büyüğüydü yaşça.

Öğleden sonra lise tatil oldu, haliyle. Öğrenci ve öğretmenler, talihsiz yavrucağamızı Mut Mezarlığında toprağa verdik. Sanırım, mezar başında bulunan yoksul bir köylü olan babası kadar benim de yüreğim yanmıştı. Ben de acı çekmiştim…

O günden bu yana da bu yavrumuzun ne adı, ne sureti, ne de sırada oturduğu hali silindi gözümün önünden.

Acırım, kahrolurum, böyle gencecik yaşta hayatını kaybeden evlatlarımızı görünce.

Yine çok acı duymuştum, yıllar önce babasının yanıbaşında polisler tarafından evlerinin önünde katledilen ve bedeninden 13 kurşun çıkan Uğur Kaymaz’ı duyduğum zaman.

Yine, Hendek Savaşları’ında katledilen küçücük yavrularımızın cansız bedenlerini gördüğüm zaman…

10 yıllardan beri sürdürülen, ABD Emperyalist haydut devletinin planlayıp yönettiği, Türkler ve Kürtler arasındaki savaşta hayatlarını yitiren gencecik canların tabutlarına kapanmış, feryatlar edip ağıtlar yakan Türk ve Kürt anaları gördüğüm zaman…

Katliamlarda hayatlarını yitiren gençlerin resimlerini gördüğüm zaman…

Suruç’ta, Ankara Garı’nda, Ankara Kızılay Durağı’nda, İstanbul Vezneciler’de, yine acımasız, zalim cellatlar tarafından katledilen masum, melek kadar temiz, günahsız, suçsuz evlatlarımızın suretlerini, basına yansıyan resimlerinden gördüğüm zaman…

Burada yine çağrışım oldu, Yunus’un şu dizeleri geldi, aklıma:

 

Bu dünyada bir nesneye

Yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere

Gök ekini biçmiş gibi

 

Gerçekten, Yunus derin bir insani duyarlılıkla görmüş, kavramış ve sözcüklere dökmüş, bu yakıcı, yürek dağlayıcı, kahredici gerçeği.

Burada, Yunus’un Tasavvuf anlayışını, diğer tüm Tasavvuf anlayışları gibi, doğru bulmadığımı ve sevmediğimi, bunların da Kur’an ve Hz. Muhammed İslamı’yla ilgisi olmadığını belirtmek isterim…

Öğrencilik yıllarımızdan bu yana, faşist katillerce kurşunlanıp, bombalarla parçalanıp katledilen yoldaşlarımız da derinden yaralamıştı yüreğimizi. Ve acılarını hep taşımıştım, bugüne dek. Öyle görülüyor ki, toprağa düşünceye kadar da taşımaya devam edeceğiz.

Siyonist İsrail askerleri tarafından katledilen Filistinli gencecik çocuklar, gençler de yaralar yüreğimi…

Kısa süre önce, IŞİD denilen ABD yapımı canavarın, askerlerimizi kan donduran bir canavarlıkla, yakarak katletmesi de, mahvetmişti bizi. Günlerce dolukmuştu gözlerimiz.

Gezi Direnişi’miz sürecinde katledilen, yine melek kadar temiz ve gül bahçesinden henüz koparılıp gelmiş güller kadar güzel gençlerimizin katledilmesi de acılara gark etmişti bizi. Ali İsmail’in, Berkin’in, Ahmet’in ve diğerlerinin…

Hele de Ali İsmail’in sivil ve resmi cellâtların elinden kurtulmak için bir kuş gibi çırpınışının görüntüleri düşünce ekranlara, süzülmüştü yaşlar gözümden.

Ne demişti, bu katliamlar sonrasında, Kaçak Saray’daki Caligula?

“Polise emri kim verdi, diyorlar. Ben verdim, ben…”

Gün gelecek yıkılacak o Saray da, o Saltanat da. Ve çekilecek, orada oturanlar hesaba. Ve o kanlı katliamların en açık ve kesin delili de bu itiraf niteliğindeki sözler olacak. Gelecek o günler…

Bazı arkadaşlarımız hatırlayabilir. Ali İsmail’in de memleketlerindeki evlerinde bir köpeği vardı. Birbirlerini çok severlerdi onlar. Katliam sonrası günlerce, aylarca yolunu beklemiş köpeği, Ali İsmail’in.

Viranşehir’de katledilen bu altın kalpli yavrumuzun da, kuşkusuz günlerdir yolunu beklemektedir, o çaresiz, sahipsiz, acımasızlıklar, zalimlikler dünyasında bir başına bırakılmış yavru kedicik. Herhalde, her ayak sesi duyup, her insan karaltısı gördüğünde, heyecanla atacaktır yüreği, “Meleğim geliyor, bana yiyecek getiriyor.”, diye. Tabiî bilemez ki, dünyada insan olarak yaratılmış ama insanlıktan çıkarılmış, canavara dönüştürülmüş yaratıklar olduğunu. Ve onlar tarafından bedeni parçalanarak öldürdüğünü meleğinin…

Bu acımasızlıklar, bu zalimlikler, dolaplar, düzenler dünyasını insancıl bir dünya yapalım diye uğraşıyoruz, mücadele ediyoruz, dövüşüyoruz, 50 yıldan beri. Ama ne yazık ki çok da fazla bir mesafe kat edemedik. Neylersiniz… Dünya bazen, 1991 sonrası olduğu gibi, belli bir süre bayır aşağı gidebilir. Geriye gidebilir, yani. Ama onlar gelip geçecek elbet. Ana doğrultu ileriyedir. Bizim amacımıza giden güzergâhtadır.

Kuşkusuz, güç olacak ve de geç olacak ama sonunda mutlaka varılacak o hedefe. İnsanlık, bugünkü içinde yaşadığımız hayvanlık konağından kesince kurtulup gerçek insancıl bir konağa sıçrayacak, yükselecek. O zaman, en azından bu türden katliamlar ve onların yol açtığı acılar sona erecek, son bulacak.

İnsanlık, bir anadan doğmuş kardeşler gibi, kardeşler dünyasından oluşacak. İnsanıyla, hayvanıyla, doğasıyla uyumlu bir dünya olacak o zaman yeryüzü.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

22 Şubat 2017

Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı