HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ ANKARA’DA 27 MAYIS POLİTİK DEVRİMİ’NİN 50. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADI!

 

HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ ANKARA’DA  27 MAYIS POLİTİK DEVRİMİ’NİN 50. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADI!

AB-D Emperyalistleri, Yerli Satılmışlar ve Sevrci, Sorosçu Sahte Sol tarafından 12 Mart ve 12 Eylül ile aynı kefeye konularak saldırılan 27 Mayıs Politik Devrimi’nin 50. Yıldönümü Halkın Kurtuluş Partisi tarafından coşkuyla kutlandı. Ankara Abdi İpekçi Parkı’nda kendilerine Demokrasi Hareketi diyen ne idüğü belirsiz bir grup tarafından 27 Mayıs’a saldırı niteliğinde olan Adnan Menderes ve arkadaşlarının güya asılmaktan kurtarıldığını canlandıran bir tiyatro oyunu sergilenirken Kurtuluş Partililer “Yaşasın 27 Mayıs” “27 Mayıs Halka Özgürlük Vermiştir” sloganlarıyla alana girdiler. Bu sırada polis hızla diğer grubu alandan dışarı kaçırdı. Kurtuluş Partililer eyleme devam ettiler. Ankara İl Başkanı Av. Sait Kıran’ın yaptığı basın açıklaması sık sık atılan “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Yaşasın II. Kurtuluş Savaşımız”, “27 Mayıs Politik Devrimdir” sloganlarıyla kesildi. Kurtuluş Partililerin bu eylemi bu yıl daha da artarak 27 Mayıs’a yapılan saldırılara karşı verilen iyi bir cevap oldu.

Basın Açıklaması:

27 Mayıs Politik Devrimdir. 12 Mart ve 12 Eylülse O Devrimin Ürünlerini Yok Etmeye Yönelik İki Faşist Darbedir

Bu gerçek o kadar nettir ki, olaylara önyargısızca bakan, onları gerçekte nasılsalar öylece yani olanı olduğu gibi görmek isteyen herkes bunu görebilir.

Bir hareketin ilerici ya da devrimci mi yoksa gerici ya da karşı devrimci mi olduğunu anlamak için şu ölçütlere başvururuz:

1- O hareket toplumu ileri mi götürüyor? Toplumun gelişmesinin ilerlemesinin önündeki engelleri, setleri, zincirleri mi ortadan kaldırıyor? Böylece toplumun ilerlemesini mi sağlıyor? Toplumu bir üst toplum biçimine mi taşıyor? Yoksa toplumun gelişmesinin önünü mü tıkıyor? Toplumun önüne duvar mı örüyor? Hatta toplumu daha geri bir konağa mı taşıyor? Ona mı çalışıyor?

2- Halktan mı yana yoksa egemen-sömürücü parababaları sınıfından mı yana?

Toplumun gelişmesinin önünü açan ya da toplumu daha ileri bir toplum biçimine sıçratan hareketler aynı zamanda halktan yana olan hareketlerdir. Biz bunlara ilerici, devrimci hareketler deriz. Bu hareketler ezilen, sömürülen sınıflardan yanadırlar. Onların çıkarınadırlar. Tabiî aynı zamanda da sömürücü üst sınıfların ve zümrelerin zararınadırlar.

Bu hareketler sadece kısmi iyileştirmeler getirirlerse biz bunlara Reform deriz.

Sadece üst yapıda halktan yana köklü değişikler, olumluluklar getirirlerse bunlara Politik Devrim deriz.

Ekonomik altyapıyı da temelinden değiştirerek toplumu daha ileri bir üretim biçimine sıçratırlarsa bunlara Sosyal Devrim deriz. Bu Sosyal Devrimler toplumu tepeden tırnağa olumlu, ileri yönde temelden değiştirirler.

Ve Marks-Engels Usta’nın dediği gibi; “Devrimler tarihin lokomotifleridir.”

27 Mayıs Hareketine bu kriterler ışığında bakarsak, bunların terazisine vurursak Hareketi, bunun ekonomik altyapıyı değiştirmemekle birlikte, üstyapıda çok önemli, halktan yana değişiklikler yaptığını görürüz. Bunun en somut belgesi, 27 Mayıs ya da 1961 Anayasası’dır. Bugün namuslu her aydın kabul etmektedir ki; bu Anayasa, Türkiye Tarihinin tanıklık ettiği en ileri Anayasadır. Zaten bu net gerçeği, 12 Eylül Faşist Darbesinin Amerikancı, Halk düşmanı generallerinin şefi Kenan Evren de şu cümlelerle açıkça dile getirmiştir:

“27 Mayıs Anayasası bize bol geliyordu. Onun içinde oynayıp duruyorduk. Onun için biz bu Anayasayı, daraltacağız.”

12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleri CIA’nın  “Bizim Oğlanlar” dediği Amerikancı zalim generaller, emir komuta zinciri içinde yapmıştır. Oysa 27 Mayıs Politik Devrimini Ordunun, kökeni Osmanlı’nın kuruluşuna dayanan-Osmanlı’yı kuran Kayı Türklerinin içinden çıkıp geldiği “İlkel Sosyalist Toplum Konağına” dayanan, Devrimci Gelenekli Genç Subaylar, Sivil Aydın Gençliğimizle ve İlmiye sınıfımızla elele vererek yapmıştır.

Kökü 600 yıl önceki, içinden geldiğimiz İlkel Sosyalist Topluma dayanan bu Devrimci Geleneğe sahip Ordu Gençliğimiz, Tarihimizdeki bütün Devrimlerde hep en ön safta Vurucu Güç olarak yerini almıştır.

Tanzimat’ta, Meşrutiyet’te, Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş’ta ve 27 Mayıs’ta ön safta Vurucu Güç olarak bu Genç Askerleri görürüz. 28 Şubat ve 27 Nisan e-Muhtırası da bu Genç Subayların itmesi sonucu oluşmuş ilerici hareketlerdir. Bu son iki hareket de Ortaçağcı Şeriatçı Güçlerin bir süreliğine de olsa ilerlemesini durdurmuştur.

Bugün yine CIA yapımı bir operasyonla, “Ergenekon Davası” adı altında Silivri zindanına tıkılan ve insan aklı ve vicdanıyla, her türden hukuk kuralıyla alay eden hayali-düzmece tanık ifadelerine dayanan iddianamelerle haklarında ömür boyu ya da onlarca yıl hapis cezaları istenen namuslu, yurtsever, laik, antiemperyalist güçler yine bu askerlerden ve aydınlardan oluşmaktadır. Bu gerçeği, düşmanca bir anlayışla da olsa Celal Bayar’ın torunu Emine Gürsoy, Sanem Altan’a verdiği bir röportajda şöyle itiraf eder:

“Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Çetin Doğan 27 Mayıs darbesinde iyi eğitim aldı.” (Vatan, 23 Mayıs 2010)

Hikmet Kıvılcımlı kırk yıl önce, “Finans- Kapital kanlı bir öç almak istiyor. 27 Mayıs’ı yaralayanlar onu öldürmek istiyor.” demişti. Bu öngörüsü gerçekleşti ne yazık ki… AB-D uşağı satılmış yerli Parababaları ve onların siyasi temsilcileri, 27 Mayıs’ın izini tozunu silmek için iki faşist darbe yaptırdılar, hain generallere… Bugün de “Ergenekon Davası” adlı, hukuk maskeli saldırılarıyla Devrimci Gelenekli, yurtsever, Mustafa Kemalci, antiemperyalist asker ve sivil aydınlara son ölüm vuruşunu yapmak istiyorlar…

AB-D ve yerli uşakları, “Birinci Kuvayımilliye’nin ve 27 Mayıs’ın öcünü almak istiyorlar Türk Ordusu’ndan, Yargı’sından, Üniversite’sinden ve namuslu Basın’ından.

12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle, 27 Mayıs Anayasası’nı, o Anayasa’nın getirdiği kısmi özgürlük ortamında yetişen Devrimci Kuşağı ve Devrimci Kültürü yok etmeyi amaçladı AB-D emperyalistleri ve yerli uşakları. O yüzden Anayasa ortadan kaldırıldı. 600 bin devrimci ve demokrat zindanlara doldurulup işkenceden geçirildi. Onlarcası asıldı. Ve bu darbelere zemin, gerekçe hazırlamak için 5.000 masum insanımızı katlettirdiler. Kendileri güya “can güvenliğini sağlama huzur ve sükunu tesis etme amacıyla gelmiş” olacaklardı ya… İşte böylesine alçakça hainane  planlar yaptı CIA ve uygulattı yerli satılmışlara…

Alçak AB-D emperyalistleri “Siyasal İslam”ı da yine aynı amaçla sardılar Türkiye’nin başına… Bunların hepsinin tek bir görevi vardı: O günlerde daha doğrusu 1960 27 Mayıs Politik Devriminin açtığı sınırlı da olsa özgürlük ortamında her geçen gün gelişen, büyüyen, kitleselleşen Devrimci Hareketin önünü kesmek. Yoluna duvar oluşturmak, Türkiye’nin Sosyalizme geçmesini engellemek. Tabiî böyle bir durumda AB-D Emperyalistleri Türkiye’yi sömüremeyecekti. Üstelik de Ortadoğu’da ABD’nin karşısına çıkan, onun bölgemizdeki namussuzca, insanlıkdışı sömürü, talan ve işgallerine karşı koyacak güçlü bir karşıt güç ortaya çıkmış olacaktı… İşte bunu engellemek için 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini yaptırdı AB-D.

Peki, 27 Mayıs ne getirdi?

Halka sınırlı da olsa özgürlük ve demokrasi getirdi. Düşünce ve örgütlenmenin önündeki engelleri, yasakları bir ölçüde de olsa kaldırdı.

Sosyalizm serbest bırakıldı. Suç olmaktan çıkartıldı. Hatta 27 Mayıs’ın lideri sevimli, babacan, asker babası Cemal Aga yani Cemal Gürsel, 27 Mayıs’tan 32 gün sonra  (29 Haziran 1960’ta)gazetecilere şöyle bir açıklama yapar:

“Bir Sosyalist Parti’nin lüzumuna inanıyorum. Memlekette meselelerin halline yardımcı olacağını tahmin ediyorum.”

Cemal Gürsel’den başka hangi Cumhurbaşkanı böyle bir gereklilikten bahsetti?..

İşte böylesine demokrattı 27 Mayıs’ın lideri.

27 Mayıs, Sosyalizmi özgür kıldı… Sosyalist düşünce ve örgütlenmeyi… 1963’te Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Marksist klasikler Türkçeye çevrildi, geniş kitlelerce okundu, benimsendi…  Sosyalist Gençlik, sosyalist aydınlar, işçiler yetişti. Sosyalist Güçler hızla gelişmeye başladı…

1963’te yeni demokrat bir İş Kanunu, buna uygun Grev ve Toplu Sözleşme Kanunları kabul edildi. Gerçek Sınıf Sendikacılığının yolu açıldı. İşçi Sınıfımız örgütlenme ve hak arama özgürlüğüne kavuştu.

Anayasanın getirdiği haklar çerçevesinde, iktidarların kanunsuzluklarını, keyfi davranışlarını yasal kılıfa büründürme girişimlerini engellemek için Türkiye’de ilk kez Anayasa Mahkemesi kuruldu… Tayyipgiller’in kanunsuzluklarına karşı belli ölçüde bu Mahkemenin mücadele ettiğini görmekteyiz. Ayrıca bu Mahkeme, devletbaşkanının, başbakan ve bakanların suç işlemeleri halinde, “Yüce Divan” olarak onları yargılama yetkisine de sahiptir. Bildiğimiz gibi, Tayyipgiller’in hemen tümü, ezici çoğunluğu yüz kızartıcı adi suçlardan olmak üzere suçludur. Tayyip, yedi ayrı davadan kaçmaktadır, dokunulmazlık sayesinde… Yani Türkiye, şu anda kanun kaçaklarından oluşan siyasiler tarafından yönetilmektedir… İşte o yüzden bu Mahkemenin yapısını, oluşumunu temelinden değiştirerek, kendilerinin bir yan kuruluşu haline getirmek istiyorlar… Böylece de hem vatana ve halka ihanetlerinin hem de adi vurgunlarının hesabını vermekten kurtulmaya çalışmaktadırlar…

27 Mayıs öncesinde, Türkiye Sosyalistleri 100-150 kişi kadardı. Bunların da her birinin peşinde bir ya da daha çok Birinci Şube (Siyasi Şube, sonradan adı Terörle Mücadele Şubesi oldu) polisi takılıyordu. Bu polisler, Sosyalistleri 24 saat gözetliyordu. Evden çıktıklarında onları takip ediyorlar, uğradıkları yerleri mimliyorlar, bunlar sıradan esnaf bile olsalar, gelip; “Bak, biraz önce sana gelen azılı komünisttir. Bununla bir daha görüşmeyeceksin, işini yapmayacaksın! Bizden uyarması!… Anladın mı?..” diyerek terörize ediyorlardı. Sosyalist Edebiyat zaten yasaktı… Böylece sosyalistler gelişemiyordu. Türkiye ideolojice karantinada tutuluyordu. Amerikancılığın, NATO’culuğun, antikomünizmin dışında, devrimci, demokrat bir düşüncenin, akımın gelişmesine asla izin verilmiyordu…

27 Mayıs, işte bu yasağı kaldırıp attı… Sosyalizm özgürleşti. Türkiye’nin gelişiminin önü açıldı…

27 Mayıs’tan önce gerçek İşçi Sendikaları yoktu Türkiye’de. ABD, kendi ajanlarının eğitiminde ve finansmanını da kendi sağlayarak, Sarı Türk-İş’i kurdurmuştu, gerçek Sınıf Sendikacılığının önünü kesmek için. Türk-İş, sahte işçi sendikasıdır. Tabiî sonradan bunun benzerleri de çıktı, Hak-İş gibi… O zamanlar Türk-İş’in grev ve toplusözleşme yapma yetkisi yoktu. Sadece adı sendikaydı.

İşte 1963’te, 27 Mayıs Anayasasının verdiği güçle çıkarılan yeni İş Yasası, İşçi Sınıfımıza gerçek sendikalarını kurma ve grevli, toplusözleşmeli hak arama yollarını açtı. Bu imkanları verdi…

1967’de DİSK kuruldu. Hızla örgütlendi İşçi Sınıfımız içinde. 1980’de yani 12 Eylül öncesinde 300.000 işçiyi örgütlemişti, DİSK. Hem de ezici çoğunluğu özel sektörde olmak üzere. O tarihte Türk-İş’in de 500.000 üyesi vardı. Yani toplam olarak 800.000 işçi sendikalıydı, 12 Eylül’ün arifesinde. Türk-İş, sarı olduğu için kamu sektöründe örgütlenmişti. Çünkü gerici devlet görevlileri, kamu işyerlerinde Sarı Türk-İş’i kendi elleriyle örgütlendiriyorlardı. DİSK’in buralara girmesini önlemek için…

Bugün sendikalı işçi sayısı 240.000 kadardır. Yani 1980 öncesindekinin üçte birinden bile daha azdır. Oysa o zamanlar Türkiye nüfusu 40.000.000 kadardı. Bugün aradan 30 yıl geçmiş, Türkiye nüfusu 75.000.000’a dayanmış, ama sendikalı işçi sayısı trajik biçimde düşmüştür…

Bu neyi gösteriyor?

12 Eylül Faşist Darbesi’nin ve onun Anayasasının (1982 Anayasasının) işçi haklarını imha ettiğini… Var olan göstermelik bir iki hakkın da neredeyse kullanılamaz hale getirildiğini…

Bu durumu o günlerin yani 12 Eylül’ün ilk günlerinin TİSK Başkanı zalim, işçi düşmanı Halit Narin şu sözlerle alkışlamıştır:

“Yıllarca onlar güldü biz ağladık. Artık biz güleceğiz.”

Evet Arkadaşlar, ne yazık ki 30 yıldan beri yalnızca vurguncu, vatan ve halk düşmanı, AB-D uşağı satılmış Parababaları gülüyor. İşçi Sınıfımız ve geçimini alın teriyle kazanan köylümüz, esnafımız ve aydınlarımız ise ağlıyor…

27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği özgürlüğü, eğitim emekçileri de kullanmaktan geri durmadı: Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS)’ü kurdu. 1969 yılında bir de ülke çapında grev yaptı, taleplerini elde etmek için. Sendika Genel Başkanı, öğretmen-yazar Fakir Baykurt’tu.

Tabiî İşçi Sınıfımız da elde ettiği özgürlüğü kullanıyor, sendikasında örgütleniyor, grevler, direnişler yapıyor, sonunda patronları pazarlık masasına oturmaya mecbur bırakarak hakkını alma mücadelesi veriyordu.

Köylüler yer yer ayaklanarak ağa zulmüne başkaldırıyor, ürününün hakkını almak için fındık, tütün mitingleri yapıyordu. Yani ülkenin her yanında insanlarımıza kan ve can veren bir hayat rüzgarı esmeye başlamıştı.

İşte bunu hazmedemedikleri için, 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerini yaptırttı AB-D Emperyalistleri. CIA yönetti bu darbeleri. CIA’nın ”Bizim Oğlanları” olan Amerikancı generallere, siyasilere ve yerli Parababalarına. TÜSİAD ve TİSK de, Amerikancı MHP, AP ve N. Erbakan liderliğindeki MNP ve MSP de bu darbenin içinde yer almışlardır… CIA’nın kendilerine verdiği rolleri oynamışlardır.

Hep söylediğimiz gibi, Türkiye’nin kültür sanat ortamı da 27 Mayıs’ın getirdiği sınırlı da olsa demokratik ortamda çöl kuraklığından çıktı, kurtuldu. Yeşerip çiçeklendi, güzelleşti…

Namuslu, yurtsever tiyatro sanatçısı Genco Erkal bu gelişimi çok özlü olarak anlatır. Şöyle der bir söyleşisinde; Gazeteci soruyor:

“Siz Marks’la ne zaman tanıştınız?”

Genco Erkal: “1960’ta. 27 Mayıs çocuklarıyız biz. Daha evvel çok apolitik bir tiyatro anlayışım vardı. Beckett, Ionesco gibi öncü tiyatroya ilgi duyuyordum. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler çerçevesinde bir uyanış başladı. Nazım’ın yasaklı kitaplarının basılması, Brecht’in Türkiye’de tanınmasına bağlı olarak bu iki ozanın yapıtlarını aydınlatan Karl Marks’ın Türkçeye çevrilmesiyle beraber tiyatro ve sanat bağlamında Marks’la ilgilendim.”(Milliyet, 12 Nisan 2009)

Genco Erkal Usta, “Marks’ın Dönüşü” adlı oyunu oynarken, bu bağlamda verdiği bir röportajda söylüyor bunları.

İşte böylesine halkçı ve böylesine her açıdan zengin bir toplumsal ortam yarattı 27 Mayıs Politik Devrimi. Zaten bunun için Politik Devrim olma onurunu kazandı bu hareket.

Eğer bu hareketin getirdikleri halklarımıza kazandırdıkları art arda on yıl arayla gelen iki faşist darbeyle ortadan kaldırılmasaydı ve de en önemlisi, Sosyalist Kamp’ın yıkılışının yarattığı her şeyi mahveden, insanlığı bayır aşağı sürüklenmeye götüren siyasi deprem olmasaydı, Türkiye çok daha ileri, gelişmiş bir duruma gelirdi her açıdan…

Ne yazık ki bu felaketler yaşandı. Tüm insanlıkla birlikte Türkiye de Tarihi açıdan bayır aşağı yuvarlanmaya başladı.

Kültürün sanatın, dinin, felsefenin içi boşaltıldı. Magazinleşti tüm bunlar. Sol gruplar savrulup gittiler AB-D’nin Project Democracy’sinin savunuculuğuna. O nedenle biz onlara Soytarı Sahte Sol diyoruz… Sermaye Partileriyse tümden eklemlendiler AB-D Emperyalistleriyle… Artık onlar için “Obama’nın Dört Emri”, “Ermeni, Kürt, Kıbrıs, Patrikhane ve Ruhban Okulu” açılımları Kur’an ayetlerinin yerine geçti…

Kültür sanat ortamı tümüyle magazinleşti. Bir sokak hayvanının çevresini ve türdaşlarını düşündüğü kadar olsun, Türkiye’yi ve insanlarını düşünmeyen, fırsat bu fırsat, suya sabuna dokunmadan şaklabanlıkla, soytarılıkla küpümü doldurayım diyen, insan düşmanı, insan sefaletleri, büyük sanatçı, büyük şovmen, büyük sunucu, büyük manken, büyük topçu denilerek yere göğe sığdırılamaz oldu… Her biri 200-300 sayfalık bir kitap oluşturacak hacme sahip gazeteler, dergiler; bunların apış arası maceraları ve reklamlarla doldurulur oldu. Bu hacimdeki gazetelerde ciddi köşe yazıları ve haberler bir iki sayfayı bile ancak bulur oldu. Kaldı ki o yazı ve haberlerin çoğu da,  gazete patronunun kamu ihalelerinden en yağlı kuyruğu kapmasına ve devlet bankalarından ucuz krediyi almasına yönelik satılmış kalemlerden çıkmış oluyor artık… Yani mevcut iktidara şirinlikler yapma, övgüler düzme kapsamında oluyor.

İnsanlarımız cahilleştirildi, kültürsüzleştirildi, dincileştirildi, bireycileştirildi, zevksizleştirildi. Estetik beğenisi sıfırın altına düşürüldü. İnsanımızı ve ülkemizi hiç umursamayan soytarıların yaptıkları filmler, milyonlarca kişi tarafından izlenir, gişe rekorları kırar oldu.

Oysa 27 Mayıs’ın özgürlük rüzgarının estiği yıllarda, ilkokul öğrenimi bile görmeyen Aşık İhsani, daha önce yaptığı, Cumhuriyet öncesi çağlarda yaşamış Halk Aşıklarının (ozanlarının) yaptığı tarzdaki, içerikteki müzik ve şiir anlayışını terk ediyor, Halklarımızın, Ülkesinin ve dünyanın sorularına odaklanıyordu:

Sorumluyum ben çağımdan

Düz ovamdan dik dağımdan

Sömürgeni toprağımdan

Kovana dek yazacağım

Sen ey savcı Anayasa ilerde

Onu geri itemezsin itemez

Suçluları bırakıp da suçsuzu

Zindanlarda tutamazsın tutamaz

Sen ey Amerika, benim tepemde

Sanma ki hep böyle dikileceksin

Bugün değil ise yarın kesinkes

Defolup yerine çekileceksin

Mavi gökte bayrağım var kızıl kan

Kitaba silaha sarıldığım an

Avrupa’dan, Afrika’dan, Asya’dan

Bil ki ta kökünden söküleceksin

diyordu. Geçen yıl bu zamanlar yitirdiğimiz yiğit, yurtsever, antiemperyalist ve sosyalist Aşığımız…

Yine aynı konumdaki Aşık Temeli:

Amerikan uşakları

İktidarın haydutları

Morrison’un köpekleri

Uyandık hep geliyoruz!

diyordu…

O günler yine gelecek… Ama bu onlarca yıl kaybedilmiş yıllar olarak kalacak. İnsanlık ve ülkemiz ileriye doğru yürüyüşüne yine başlayacak bir gün…

Gelelim 27 Mayıs’ın alaşağı ettiği Finans_Kapital iktidarının niteliğine:

Bu tam ABD kuklası bir iktidardı. Devlet başkanı İş Bankası’nın kurucusu, Osmanlı Bankası’nın eski memuru Celal Bayar’dı. Başbakan, Egeli toprak ağası Adnan Menderes’ti.

Başbakan atayacağı bakanları bile ABD’nin Ankara Büyükelçiliği kanalıyla, ABD dışişlerine sorar, oranın onayını alır, öyle atardı.

Bu iktidar,  1950’de Meclis kararı bile almadan Kore’ye ABD’li generaller komutasına asker gönderme kararı aldı ve gönderdi. 1350 civarında vatan evladı o antikomünist savaşta AB-D’nin çıkarları için hayatını kaybetti…

1952’de Türkiye’yi NATO’ya sokarak Türk Ordusu’nu yine bu antikomünist savaş için kurulmuş bulunan askeri örgüte ve yine ABD’li generallerin komutasına verdi…

Yine ABD’nin emirleri doğrultusunda ve onun emperyalist çıkarları için, Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatma projesinin bir parçası olan ”Bağdat Paktı”nın (1955) ve Irak’ın çekilmesinden sonra “CENTO”nun kuruluşunda etkin rol oynadı.

Bağımsızlık savaşı veren Cezayir’e karşı sömürgeci Fransa’nın yanında yer aldı, Birleşmiş Milletler’de.

Yine AB-D’nin emirleri doğrultusunda ”Bağlantısızlar Hareketi”ni sabote etmeye çalıştı, Asya ve Afrika ülkelerinin örgütlediği Bandung Konferansı‘nda, 1955’te.

Süveyş Kanalı’nı millileştirmek isteyen Mısır’a karşı Batılı AB-D emperyalistlerinin yanında yer aldı.

Ekonomiyi çukura sokunca, Türk parasını yüzde 320 oranında devalüe etti. Kitlelerin hoşnutsuzluğunun giderek artması üzerine faşist saldırılarını, baskılarını iyice şiddetlendirdi.

Hikmet Kıvılcımlı önderliğindeki Vatan Partisi’nin -Gerçek TKP’nin son legal çıkışıydı- yöneticilerini bir gece ansızın derdest ederek Harbiye Zindanı’na tıktı. Bu zindan hücrelerinde, gün ışığı göstermeden iki yıl tuttu.

Zaten 1951’de TKP’nin bir diğer kadrosunu zindanlara doldurmuştu.

Parababalarının sömürüsü ve talanları akıl almaz boyutlara ulaştı.

“Tahkikat Komisyonu” adı altında bir nevi özel mahkeme işlevi gören bir örgüt kurarak her türden muhalefeti susturmaya, direnenleri hapislere doldurmaya başladı…

Meclisteki ana muhalefet partisi CHP’nin lideri İsmet İnönü’yü bile uşak’ta yandaşlarına taş yağmuruna tutturdu. Başını yardırdı. İstanbul Topkapı’da yine yandaşlarını İ. İnönü’ye saldırttı.

”Vatan Cephesi” adlı uyduruk bir sözde ”cephe” kurarak yandaşlarını oraya geçmeye, orada örgütlenmeye çağırdı. O yıllarda, devlet radyosu, haber bültenleri sonrasında ya da bültenlerin ardından, ”Bugün Vatan Cephesi’ne geçenler” başlığı altında yüzlerce isim sayardı. O günün namuslu aydınlarının yaptığı araştırmaya göre, o sayılan isimlerin bir bölümünün hayali olduğu, bir bölümünün de mezar taşlarının üzerinde, ruhuna fatiha okunması istenen isimlerden oluştuğunu ortaya koymuştu…(Bakınız Axis 200 Büyük ansiklopedi, Cilt 12, Doğan Kitap)

Bütün baskılara rağmen, bugün de olduğu gibi asker ve sivil gençliğimiz, namuslu aydınlarımız, ilmiye sınıfımız direnmekten geri durmadı.

21 Mayıs’ta Ankara’da Harbiye Öğrencileri iktidarı protesto eden bir yürüyüş yaptılar. C. Bayar’ın emriyle, iktidar, bu Harbiyelileri okuldan atmak ve zindana tıkmak istedi.

İstanbul’da üniversite öğrencileri eylemler yapıyordu sürekli. Bu eylemlerden birinde İstanbul Üniversitesi öğrencisi Malatyalı Turan Emeksiz (yirmi yaşındaydı) iktidarın polislerinin kurşunlarıyla katledildi… Nisan sonlarıydı. Artık daha fazla bu zulüm, ihanet ve katliamlara sabır gösteremeyen Devrimci Gelenekli Ordu Gençliğimiz, 26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece, bir vuruşta, kendini çok güçlü zanneden Amerikancı Parababaları iktidarını alaşağı etti… Ve Türkiye insanına sınırlı da olsa, demokrasi ve özgürlük getirdi… Tanzimat’ın, Meşrutiyet’in, Birinci Milli Kurtuluş’un birebir devamıdır 27 Mayıs…

Denizler ve Mahirler de 27 Mayıs’ı aynen bizim gibi değerlendirir:

“…1950 tarihinde Amerikan Emperyalizmi iktidara geldi. Demokrat Parti İktidarı 27 Mayıs 1960’ta tarihe gömüldü.” (THKO Davası, 68’liler Birliği Vakfı Yayınları, S.317)

“…27 Mayıs’ı yapan subay kadrosu, iyiniyetli olmasına rağmen, politikadan anlamadıkları için çok zorluk çekmişlerdir…

“27 Mayıs ihtilalinden sonra sermaye çevreleri paniğe kapıldılar. Çünkü istedikleri gibi kullanabildikleri bir hükümet düşmüştü….Çıkarlarını tehlikede gördükleri için çok kuşkuluydular…”(THKO Davası, s. 506-508)

“1960, 27 Mayıs harekâtı bir devrimdi.” (Mahir Çayan, Bütün Yazılar, Atılım Yayınları, s.351)

27 Mayıs Politik Devrimi,12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbeleriyle, akla kara, gündüzle gece, yerle gök, iyiyle kötü ve hayatla ölüm gibi zıttır-karşıttır. 27 Mayıs Politik Devrimi’yle bu CIA yapımı faşist darbeleri aynı kefeye koyanlar, ya gafildir ya hain!

Ve biz diyoruz ki bu yüzden:

27 Mayıs, Birinci Kuvayımilliye’nin,  12 Mart ve 12 Eylül Mandacılığın devamıdır!..

27 MAYIS 2010

HALKIN KURUTULUŞ PARTİSİ

GENEL MERKEZİ