Yeni Sahte KP’nin Kültür Merkezi Komünistliği Üzerine 12
Yeni Sahte KP’ye bir şekilde kanmış genç arkadaşlara!
Tarih ve Din konusu
Biz, hep tekrarladığımız gibi Marksist-Leninistiz. Ne mutlu ki İnsanlığın bu biricik kurtuluş yolunu görebilmişiz. Böylece de ömrümüzü anlamsız ve değersiz uğraşlarla heba etmekten kurtarmışız. Ölümlü dünyadaki şu kısacık hayatımıza en insancıl, en değerli, en yüce anlamı yüklemişiz böylece de.
Başka hangi uğraş hayatımızı böylesine değerli bir anlamla doldurabilirdi?
Bu sebeple konumuza teorimize, bilimimize adını veren Marks Usta’nın zihninin ve gönlünün yarısı olan Engels Meleğinden bir aktarımla başlayalım:
“1800 yıl uygar insanlığın en büyük kısmını egemenliği altında tutmuş ve Roma dünyasını boyunduruğu altına almış bir dinin sahteciler tarafından dokunmuş bir saçmalıklar kumaşı olduğunu söylemek, bu dinin sona ermesine yetmedi. Bu dinin üstesinden, ancak doğduğu ve egemen din haline geldiği zaman var olan tarihsel koşullardan hareketle kökeni ve gelişimi açıklanabiliyorsa gelinebilir. Bu, hıristiyanlıkla ilgili olarak özellikle doğrudur.” (Karl Marks-Friedrich Engels, Din Üzerine, Sol Yayınları, Üçüncü Baskı, Ankara 2002, s. 179)
Aynı yaklaşım İslamiyet’le ilgili olarak da özellikle doğrudur ve gereklidir, kaçınılmazdır. Eğer İslam’ın doğuş şartlarını ve o şartların Tarihin hangi basamağını temsil ettiğini ve karakteristiğini çok açık biçimde görüp kavramazsak bu dini de anlayamayız.
İslam’ın doğuş şartlarının ve o anki Tarihsel basamağın Tarihin genel gidiş süreci içinde hangi konağı temsil ettiğini anlayabilmemiz için de Tarihin çok özetçe de olsa geneline dair bir bilgiye sahip olmamız gerekir. Öyle ya; bir bütünün tamamını bilmezsek onun bir bölümü hakkında ne kadar ayrıntılı bilgiye sahip olursak olalım, doğru bilimcil sonuçlara ulaşamayız. İşte bu bakımdan Tarih konusunu kuşbakışı da olsa gözden geçirmemiz gerekir, öncelikle.
Bu konuyu da Marksizm-Leninizmi, Lenin sonrasında devralıp onun gerçek anlamda geliştiricisi olan, Lenin sonrasının en büyük Ustası Hikmet Kıvılcımlı’dan okuyalım, öğrenelim. Çoğu arkadaşın bildiği gibi Marks-Engels ve Lenin Ustaların yarım bıraktığı binbir teorik işin en önemlilerini devralıp sonuçlandıran ve bu hazineye çok büyük teorik silahlar armağan eden Kıvılcımlı’nın “Tarih-Devrim-Sosyalizm” adlı anıt bir eseri vardır. Konunun bütünlüklü kavranılışını arzu eden arkadaşlar bu eseri okuyabilirler.
Kıvılcımlı, bu temel eserinde ele aldığı konunun çok kısa bir özetini “Tartışılacak Tarih Tezi” gibi oldukça mütevazı bir başlık altında ele aldığı makalesinde ortaya koyar. Biz, bu makaleyi aktaracağız burada.
Tekrarlayalım; Tarihin tamamı yani insanlığın başından geçenlerin tümü özetçe de olsa bilinmeden İslam’ın doğuş şartları ve konağı bilinemez. Bu bakımdan bu genel Tarih bilgisini edinmekten yüksünmeyelim. Lütfen dikkatlice okuyalım. Takıldığımız noktaların açılımını yukarıda sözünü ettiğimiz anıt eserde bulabiliriz. Aktarmamıza başlayalım:
***
TARTIŞILACAK TARİH TEZİ
Bilimcil Sosyalizmin yolu: Diyalektik Maddeciliktir. Diyalektik Maddeciliğe göre, olaylar boyuna değişirler. Onun için gerçeklik, yalnız bütün çelişkili gidişleri içinde ele alınırken, pratikle değiştirilmek zorundadır. Her şey gibi İnsanın ve Toplumun kendisi de değişir. Ve bu değişme insanla ilgili olduğu ölçüde insanın düşüncesi ve davranışı ile yapılır.
Toplum gerçekliği -SON DURUŞMADA- hangi mekanizma ile değişir?
Toplumun MADDE ÜRETİMİ temelinde DOLAYSIZCA etki yapan ÜRETİCİ GÜÇLERle değişir. Üretici Güçlerin başında ne gelir?..
İNSAN gücü… der demez, iki karakter göz önüne gelir:
1- İnsan önce planladığı tasarı ile yapacağını DÜŞÜNÜR,
2- Sonra, o tasarının doğrultusunda DAVRANIR.
Marks’ın dediği gibi, insan emeğinin hayvan çabasından (mühendisin arıdan ve örümcekten) ayırımı; yapacağını önce kafasında tasarlayışında toplaşır. Engels’in dediği gibi, insan yemeyi, içmeyi bile önce kafasından geçirerek yapar. Yapılacak işin kafada BİLİNÇLE tasarlanışına ve planlanışına TEORİ denir. Pratiksiz teori, YARAMAZ KURUNTUCULUK olduğu gibi, Teorisiz pratik de, biraz Usta’nın deyimi ile “KAFASIZ İŞGÜZARLIK”tır.
Şimdi, Teori nedir?
Gerçekliği değiştirmek üzere tasarlanan planlı düşüncedir. Bunu söyler söylemez, gözönüne iki türlü gerçeklik gelir:
1- Yaşanan gerçeklik,
2- Yaşanmış bulunan gerçeklik.
Asıl, insana yararlı olmak üzere değiştirilecek olan gerçeklik, elbet içinde bulunduğumuz ŞİMDİKİ olaylardır. Ancak, şimdiki olaylardan hiçbiri daha ÖNCEKİ olayların diyalektik ürünü bulunmaktan çıkamaz. Her şimdiki olay, geçmiş olayların sonucudur. BUGÜNÜN gerçekliği, ister istemez DÜNÜN gerçekliklerinden çıkagelmiştir. Bugüne dek gelmiş geçmiş gerçekliklerin topuna birden bilim dilinde TARİH adı verilir.
Demek, nasıl teorisiz pratik ve pratiksiz teori olamazsa, tıpkı öyle gerçekliksiz Tarih ve Tarihsiz gerçeklik de bulunamaz. Bir ülkenin TARİHİ (dünkü olayları) GEREĞI GİBİ bilinmedikçe, o ülkenin GERÇEKLİĞİ (bugünkü olayları) iyi kavranamaz. Kavramak iddiasına kalkışılanca, gösterilen çaba veresiye alışverişe benzer. Teori ezbere kuruntuya döner, Pratik karanlığa kubur sıkmaya.
Onun için, Bilimcil Sosyalizmin soyadı TARİHCİL MADDECİLİKtir. Onun için TARİH incelenimleri, kimi alışkanlıkların yakıştırdığı gibi; bir eksantrik müzecilik merakı, bir eskiler alayımcılık hevesi değildir. Tam tersine insancıl düşünce ve davranışın ÖZÜ gerçeklik ise, gerçekliğin KÖKÜ Tarihtir. Tarihi unutmak, Teorinin ve Pratiğin kökünü kurutmak olur.
Türkiye’de Düşünce ve Teori basmakalıpçılığı ve dolayısıyla da Pratik davranış tökezleyişleri en yaygın hastalığımızdır. Bunun OBJEKTİF nedeni; egemen çevrelerin her düşünce ve davranışı ya Nemrutça kökünden kazıma, yahut kendi yozlaştırıcılığı altında ansızın şımartma eğiliminde olmasıdır. Ama, bir de SÜBJEKTİF neden var: Tarihçil Maddeci olduklarını açıklayanlar, genel olarak TARİH ve özellikle Yakındoğu ve TÜRKİYE TARİHİ üzerinde, bir YABANCIDAN gelmeyen sabırlı çabaya dayanamıyorlar. O zaman, ağzından dolma toplar gibi, kulaktan kapma, hele şairane destan düzmeciklerini yahut ünlendirilmiş acayip romantizmleri Tarihle karıştırıyorlar.
Oysa, KLASİFİKASYON [SINIFLANDIRMA] bilimi olarak TARİH henüz dünyada kurulamamıştır. Tarihi dünyada gelişigüzel olaylar kırkambarı: BİRİKİM bilimi olmaktan kurtarmadıkça, geri ülkeler içinde özellikle Türkiye’nin Tarihini anlamak güç oluyor. Türkiye Tarihini anlamadan, Türkiye Gerçekliğini anlamak ise ondan da daha güçleşiyor. Bu yüzden Teori topal kalıyor, Pratik aksıyor.
1- TARİHİN GELİŞİMİ
Bütün bilimler gibi, elbet Tarih bilimi de gelişir. Tarihi; nasıl olsa değişmez, bilinen şeylerin ezberlenip tekrarlanması saymak kadar gülünç bir yanılma olamaz. Hele; “Marks-Engels ustalar bir yol Tarihçil Maddeciliği kurduktan sonra kimin haddine düşmüş Tarihte orijinal aydınlatmalara varmak”, diye o dindarca alçakgönüllülere sapmak, Bilimcil Sosyalizmi kaçamağa çevirmekten başka sonuç veremez. Böylesine “sureti haktan görünmeler” her şeyden önce ustalara karşı, tapınç perdesi altında en iflah olmaz yobazca saygısızlığa düşmek olur. Ustalar “Hafız-ı Kapital” çömez papağanlar değil, Teoride, Pratikte kıyasıya savaşçı çıraklar için yolu açmışlardır.
Karl Marks, Das Kapital’in Önsöz’ünde belirttiği gibi, başlıca planını; “Modern toplumun yüzündeki peçeyi kaldırma” uğrunda topladı. Ayrıca, ANTİKA TARİH üzerine klasik Tarihçil Maddeciliğin yaptığı dâhiyane notlar, Marks-Engels çağındaki Tarih ve İnsan bilimlerinin veri sınırları ötesine çıkamazdı. l857 yılları Tarihçil bilimlerin bellibaşlı iki büyük eksiği vardı:
1- TARİH ÖNCESİNİN bilinmeyişi: Tarihi değişmez kuralların ve kurulların “TEKERRÜRÜ” kılığına sokuyordu. Tarihçil Maddeciliğin kökünden çürütmek istediği GENEL EĞİLİM buydu.
2- YAKINDOĞU TARİHİNİN bilinmeyişi: Tarih gerçekliği gibi Tarih bilimini de Herodot’lar ve Berossus’larla başlatmak zorunda bırakılıyordu. O zaman Tarih, Akdeniz çevresinden Batı Avrupa’ya doğru (KÖLELİK-DEREBEYLİK-KAPİTALİZM) üçgen tekeriyle tekerlenmiş bir ÖZEL EĞİLİMden kurtulamıyordu.
Bu ŞEMA: Batı Toplumunun GERÇEKLİĞİ için gerekli Tarih gerçekliğini az çok sunabiliyordu. Nitekim Batı’da Sosyal Devrimciliğin Teorik ve Pratik bütünlüğü yeterince sağlanabiliyordu. Ne var ki, Türkiye Orta Asya’dan gelmiş İnsancıl güçlerin, derin kökleri Yakındoğu’da olan Küçükasya toplumuydu. Dalbudaklarımız Akdeniz ötelerine, Orta Avrupa’ya dek uzanmış olsa bile, Marks’ın pek güzel belirttiği gibi, Tarihçil Kökümüz her zaman ANADOLU (Küçükasya) oldu.
Spesifik olarak TARİH Bilimi -bilebildiğimiz kadarıyla, bilmediklerimizi her zaman, herkesten öğrenmekten mutluluk duyarız- bugün Klasik Tarih Bilimi Batı’da (Kapitalizm’de) ve Doğu’da (Formel Sosyalizm’de) henüz yukarıda değdiğimiz iki genel ve özel eğilimden kurtulamamıştır. Tarih Bilimi, 10’uncu Yüzyılın armağan ettiği tutunmuş, sevilir şemalardan bir türlü sıyrılamıyor. Yaşanmış gerçek Tarihin KIYASIYA MADDECİ DİYALEKTİK gidişi, okul kitaplarının mitolojisi, masalları ile örtülüyor.
19’uncu Yüzyılın insancıl bilimleri: antropoloji, etnoloji vs. alanlarında hayli malzemeler yığmıştı. Bu verilere 20’inci Yüzyılda gelişen: Arkeoloji, Tarihöncesi vb. bilimleri katıldı. Marks’ın o verileri incelemeye ömrü yetmedi. Engels, “adeta bir vasiyet yerine getirirce” Morgan’ın keşiflerini alabora etti ve “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni vb.” eserinin üzerinden 7 yıl geçer geçmez, Tarihöncesi biliminde “adamakıllı ilerlemeler” olduğunu belirtti. Ya Engels’ten beri geçen 70 yılda yığılmış veriler, rafta mı kalacaktı?
Elimize geçenlere göre, Tarihçil Maddecilik öğrencileri, haklı haksız nedenlerle, Tarih Bilimi yolunda ustaların öğüdünü, bir dua gibi “Amin!” demekle izlediler. Ustalarının metinlerini ezbere tekrarlamakla Usseverliğin yücesine kanat gerdiklerine inandılar. Bu Marksizm değil, mistisizmdi.
2- TARİHTE BATA-ÇIKA GİDİŞ
Marks’tan beri edinilmiş insancıl Bilim kazançları açısından bütünlemesine bir Tarih determinizmi ile bakılınca şu gerçeklik göze batar: Tarihöncesi ile Tarih (Antika ve hatta Modern çağlar) arasında, inanılmıyacak kertede DİYALEKTİK etki-tepki ilişkileri vardır. Bu kaçınılmaz bir olaydır. Çünkü, Tarihöncesine son veren ve YAZILI Tarihi açan Medeniyet, ilkin Güney Irak’ın sübtropikal Irmak dökülümlerinde tek tük KENT (Cité)lerle doğdu. O kentçiklerin dışındaki uçsuz bucaksız Dünya Tarihöncesi (Barbar) Toplumlarla kaplıydı. Onun için Tarihöncesinin niceliği (kantite’si, kemmiyeti), çağımıza dek, Tarih (Medeniyet) niteliğine (kalitesine, keyfiyetine) etki yapmaktan geri kalamazdı.
Tarım ekonomisine dayanan Kent içinde Toprak ilkin TANRININ (yani TOPLUMUN, İslamlık’ta: “Beytül mâli Müslimin”in) idi: Yani ORTAK MÜLK idi. Kent içinde Tefeci-Bezirgân özel sermaye gelişince: Toplum sosyal sınıflara bölündü. Toprak mülkiyeti ÖZEL KİŞİ MÜLKÜ olmaya doğru gelişti. Geri kalan Kent dışı dünya ise ORTAK MÜLKİYET temeline dayalı kaldı. Bu durumun çelişkisi, 7 bin yıllık Antika medeniyetler Tarihi boyunca, tâ kapitalizme dek, toplumu binbir çemberden geçirip, yaz-boz tahtasına çevirdi. Kadîm Tarih, Kapitalizme gelinceye değin, medeniyetlerin bata-çıkan gidişleriyle yürüdü.
Neden bata-çıka gidildi?
Şundan: Medeniyet, sınıflar güreşiyle eridikçe, gürbüz çevre Barbarlarınca yenildi. Barbarlıkla Medeniyet arasındaki temel çelişki MÜLKİYET ilişkilerinde toplanıyordu. Barbarlıkla Medeniyet arasındaki artı-eksi çatışmalar: ORTAK MÜLKİYET ile ÖZEL MÜLKİYET arasındaki savaştan kaynak alıyor, üstyapıların bütününü, zaman zaman çelişik şanslarla yangın gibi sarıyordu.
Özel KİŞİ MÜLKİYETİne dayanan Medeniyet: İlkin bir avuç olan sonra çoğalan, ama sosyal sınıf çelişkileri yüzünden üretim temelini de yobazlaştırarak, birkaç kuşakta kolayca yıkılabilir hale gelen bir toplumdu. ORTAK MÜLKİYETe dayanan Barbarlık: Gittikçe azalmakla birlikte, ilkin yeryüzünü kaplamış ve içerisinde sınıf çekişmesi bilmeyen bir kardeşler toplumcukları dünyasıydı. Barbar insanlar, eşit kankardeşleri olarak, ölesiye dayanışmalı, taze, esen güçtüler.
Medeniyet: Devlet, Para, Yazı gibi silahlarıyla ilkin, Barbarlığa karşı teknik, sosyal örgütçü üstünlüğünü kazanıyordu. Çünkü Barbarlık dünyayı kaplamış bir büyük çoğunluk olduğu zaman bile, Barbarlardan her biri ufak Aşiret, Kabile ve Kan örgütleriyle dağınık ve özerk yaşıyorlardı. Bata-çıka her gün biraz daha dünyaya yağ damlası gibi yayılan Medeniyete karşı Barbarlığın bütün olarak birleşmesi olağan değildi. O yüzden Medeni Devlet, Barbar Aşiretleri, kimi çıkarla, kimi zorla teker teker bozguna uğratabiliyordu.
Ancak bu çok uzun süremiyordu. Medeniyetin içinde özellikle Köle-Efendi çelişkileri azıttıkça, Barbarlıkla ilişkiler tersine dönüyordu. Nicelik (miktar) olarak köleler, efendilerin on, yüz, bin katı artıyordu. O zaman ya Grekler’in Isparta Kenti’nde olduğu gibi, her dönemde köleler, fazla köy köpekleri gibi kılıçtan geçirilip azaltılıyordu; yahut Atina’da olduğu gibi, Demokrasiyi demagojiye çeviren soysuzlaşmalar, Kent içinde dirlik bırakmıyordu. Bu durum, Bezirgân medeniyetin kendi kendisini inkâra başladığı DEREBEYİLEŞME konağı oluyordu.
O zaman üst sınıfları birbirine düşmüş, kimsenin kimseye güveni kalmamış bulunan Medeniyet: Çevre Barbarlardan önce medet umuyor, aylıklı asker yetiştiriyor, “kendi mezar kazıcılarını” hazırlıyor; sonra yarı çağırılı Barbar baskınlarına uğruyordu. Örneğin Makedonya Barbarlığı İskender’in kişiliğinde Grek Medeniyeti’nin altından girip üstünden çıkıyordu. “ULUSLARIN GÖÇÜ” Roma İmparatorluğu’nu tuzbuz ediyordu… Derken Barbar Makedonyalının veya Hün-Cermen’in içine daldığı geniş medeniyet nimetleri ve bozuk insan sürüleri: Parasıyla, yazısıyla, devletiyle, kültürüyle, alışkanlıklarıyla gelenleri etkiliyordu. Fatihlikten Efendiliğe, (Şövalyelikten Derebeyliğe, Gazi-İlb’likten Beylerbeyiliğe, Paşalığa, Âyanlığa) doğru kayan Barbarları, “MEDENİLEŞTIRİYOR”du. Ve bu çember böylece “TEKERRÜR” edip duruyordu.
3- TARİHİN DETERMİNİST BÜTÜNLÜĞÜ
Tarihin bata-çıka gidişine Akdeniz Medeniyetlerinden örnekler verdik. Çünkü klasik Tarihte en iyi yazılı ve herkesin her an en çok öğrendiği olaylar Greko-Romen Medeniyetinde belirlidir. Medeniyet Tarihi biraz içyüzünden incelenirse adım adım aynı gidişin kaçınılmazlığı görülecektir. Yakındoğu’nun Irak, Mısır, Uzakdoğu’nun Çin, Hint Medeniyetlerinin alınyazıları, Hep o Barbarlarla Medeniyetler, yahut Ortak Mülkiyet ile Özel Mülkiyet arasındaki denizlerle karalar arasındaki Med ve Cezirleri andıran çelişme ve çekişmeler ile çizildi.
Klasik Tarih Bilimi o sikllerin (dönemlerin) farkında olmazlık edemiyor. Ancak Medeniyetlerin altüstlüklerini; Tarihin insanlık ölçüsünde diyalektik bir bütünlük ve determinizm momentleri olarak ele almıyor. Ya kişilerin beceri ve berecisizlikleri, ya kurum ve kuralların başarı veya başarısızlıkları yüzünden çıkagelmiş kör tesadüfler, kanunsuz kargaşalıklar, iyi olmuş yahut yazık olmuş uygunluklar veya terslikler sayıyor. O zaman Tarih; Kaza ve Kaderin cirit attığı bir kördövüşleri alanına, şairce kahramanlıklar, yahut haince daltabanlıklar edebiyatına döndürülüyor. Tarih, artık kanunluğu ve determinizmi kavranır insancıl olayların bilimi olmaktan çıkarılıyor.
Batı Kapitalizmi için, Tarihi Mahşer yerine çevirme önyargıları beslemek yahut paradoksla hoş vakit geçirmek gibi çıkarlar sağlıyabilir. Doğu için bu teorik bir boşluk ve karanlık olur. Özellikle Türkiye’nin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun, genellikle “GERİ ÜLKELER”in ekonomik ve sosyal gerçekliklerini gereği gibi düşünmek ve hele davranmak istedik mi, her şeyden önce; O klasik burjuva Tarihçiliğinin SOSYAL DETERMİNİZM DÜŞMANLIĞI diyebileceğimiz eğilimini gidermek zorundayız.
Organizma, tek hücrelilerden maymuna ve insana doğru evrim yapmış canlı tiplerdir. Antika Tarihin tek hücresi KENT’tir. Yazılı Tarih Kent’ten çıkıp canlı tipler gibi çeşitli medeniyetlerle bata-çıka gelişmiştir. Her çıkış kendisinden önceki batışla ilgili bir evrim zincirinin halkasıdır. Tarih zinciri içinde batışların da, çıkış halkaları kadar önemleri vardır. Batışla çıkışın çelişkili parçalılığı Tarih diyalektiğinin bütünlüğünü ve kanunluğunu belirtir. O kanunların güttüğü geçmiş gerçeklikler oldukları gibi kavranılmazsa, bugünkü ve yarınki sosyal gerçekliklerin (gerek Kapitalist Anavatanlarda, gerek Geri ve Sömürge ülkelerde) Teorik olarak değerlendirilmesinde eksiklerden kurtulunamaz.
Toynbee gibi, İntellicens Servis’in Sosyalist “Büyük Tarihçi”leri de; Tarihe bir determinizm arar görünürler. Onların araştırmaları, Klasik Tarihin yozlaştırılmış parçalılığından usanan kimselere, filozof ceplerinden çıkarıp sundukları YAKIŞTIRMA “Determinizm”lerdir. Çünkü, bilinen sınıf nedenleriyle, uydurukçuluğa en elverişli alan, derme çatma klasik Tarih bilimidir. Oysa uydurukçuluğa hiç gerek yoktur. Tarihin kendi gerçek gidiş kanunları her kuruntudan güçlüdür. Yeter ki, onları izlerken skolastiğe ve metafiziğe kaçmayalım.
4- TARİHCİL DEVRİM KANUNU
Antika Tarihin en büyük gidiş kanunu, Barbarlıkla Medeniyet arasındaki çelişkilerde yatar. Kadim Tarih manivelasının kısa momenti Medeniyet, uzun momenti Barbarlık gücüyle ağır basar. O iki manivela kolu EKONOMİ adlı dayanak sivrisi üzerinde, kimi o yana, kimi bu yana alçalıp yükselerek işler.
Antika Tarihte, bir Medeniyet doğdu mu, ölünceye değin geçen olayların temel üretici güçleri, kurulu niteliğin (düzen keyfiyetinin) dengeliğini az çok korurlar. Genel olarak EKONOMİK diye adlandırılan madde ilişkileri, -hiç değilse son duruşmada- Medeniyetin ÜSTYAPI ilişkilerini belirlendirirler. Kurulu düzenin üretici güçlerinden Coğrafya ve Teknik adlı maddecil üretici güçler çevçevesinde, belirli insancıl Gelenek-Görenek ve Kolektif Aksiyon üretici güçleri belirli bir gelişim biriktirir.
Bu birikim, Toplumun EVRİM (Tekâmül) çağıdır. Klasik Tarih anlayışı, bu çağ olaylarının determinizmini, daha Tarihçil Maddecilik doğarken benimsemiş olmalı idi. Burjuva Tarihçiliğinin kıyışamadığı bu iş, ancak gene Tarihçil Maddecilikçe yapıldı.
Kadim Toplumun değişmez üretim temeli, Toprak ekonomisine dayanır. Üretimle bütün ilişkisi, uzaktan aracılık ve sömürücülük olan TEFECİ-BEZİRGÂN sermaye; olayların itişiyle, çok geçmez, Toprak mülkiyetine de sinsice el atarak EFENDİLEŞİR, DEREBEYİLEŞİR. Derebeyileşmenin azdırdığı sosyal sınıf çelişkileri, bir çözüm yolu olan SOSYAL DEVRİM biçimine başvuramaz. Çünkü Antika Toplumda, ne Kapitalizmin yaptığı gibi ÜRETİM SOSYALLEŞİR ne işveren sınıfının kendisine “mezar kazıcı” olarak yetiştirdiği bir sosyal devrimci İŞÇİ SINIFI (Proletarya) gelişir.
O yüzden, Kadim Medeniyetlerden her biri, hep içinden çıkılmaz kör dövüşleriyle, önce, arteryosklerozlu [damar sertliğine uğramış] hayvan gibi duralayıp taşlaşırlar. Sonra kurulu medeniyet, eskimiş bir yapı, yahut kankıranlaşan bir organizma gibi yer yer çatırdayıp dökülür. Birikim sona ermiş, Toplum DEVRİM (İNKILAP) çağına girmiştir. O zaman eski medeniyet çöker, yeni bir medeniyet doğar. Tarihin bu geçit konağı üzerine, Klasik Tarih pek çok olaylar anlatır. Ama, eski medeniyetin batışıyla, yeni medeniyetin çıkışı arasında bir determinizm aramaz.
Bu tutum, az çok anlayışla karşılanmalıdır. Engels, geçit olaylarının belirlendirilişindeki güçlükleri Anti-Dühring’in Önsöz’ünde pek güzel açıklar. Yaşamayla Ölüm, Sağlıkla Hastalık, Çocuklukla Erginlik vb. gibi herkesin açıkça görüp bildiği tabiat olaylarındaki NİTELİK (KEYFİYET) değişiklikleri bile metafizik mantıkla kestirilip attırılamaz. Çok kısa ve nazik GEÇİT olaylarında yatan SIÇRAMA ancak diyalektik momentinin yakalanmasıyla kavranılabilir.
Antika Tarihte, bir Medeniyetten ötekine geçişi sağlayan nitelik sıçraması, araya Barbar adlı taze insancıl üretici güçler girmedikçe gerçekleşememiştir. Çürümüş bir medeniyetin DEVRİLİP ortadan kaldırılması hep Barbarın akınıyla kesinleşmiştir. O yıkılışlara Sümerler’den Grek’lere dek “TUFAN” denilmiştir. İslamlık’ta “KIYAMET” adı verilmiştir. Biz basitçe “TARİHCİL DEVRİM” terimini uygun buluyoruz. Çünkü Medeniyetin yıkılışı da bir DEVRİM’dir. Ama, SOSYAL DEVRİM, Aynı Toplum içinde bir Sosyal Sınıfın ötekisini kaldırmasıdır. Tarihçil Devrim, Toplum dışından gelen daha geri, bir BAŞKA TOPLUM insanlarınca yapılır. Sırf SOSYAL DEVRİM olamadığı için, onun yerine TARİHÇİL DEVRİM gelir.
Tarihin yüzeyinde Medeniyetle Barbarlık arasındaymış gibi geçen Tarihçil Devrim etki-tepkileri, gerçekte en derin üretici güçlerin yönettiği ÖZEL MÜLKİYET ile KAMU MÜLKİYET arasındaki karşılıklı etki-tepkilerdir. Bu çelişkili gidiş bütün Antika Tarih boyunca, hiç aman vermeksizin sürüp gittiği için bir sosyal kanun gücünü taşır. Buna TARİHÇİL DEVRİM KANUNU denebilir.
Tarihçil Devrim Kanunu, Medeniyetin başladığı günden, Kapitalizmin SOSYAL DEVRİM’ler çağını açtığı güne dek, düzgün bir saat çalışmasıyla işler. Klasik Tarihte, birbirinden kopmuş, birbirine benzemez, hatta birbirinin zıddı olarak anlatılan bütün Medeniyetlerin birbirine bağlılığını, “Tekerrür” sayılan benzerliklerini ve çelişkileriyle bir arada bütünlük teşkil ettiklerini Tarihçil Devrim Kanunu belirlendirir. Bu Kanun bilimcil düşünceyle incelenip uygulandı mı, Tarih zincirinin bütün halkaları eksiksizce ve aksaksızca birbirlerine bağlanmış bulunur. Şimdiye dek çözümü askıda kalmış, hatta “Esrar”, “Gayya Kuyusu” sayılmış nice problemlerin iç zemberekleri yakalanmış olur.
Bu gerçeği iki çözümü yapılmamış büyük olayla örnekleyelim:
5- TARİHÇİL DEVRİM NİÇİN OLUR?
Barbarlık geri ve insanlık evrimince ALT ve İLKEL bir Toplumdur. Medeniyet ileri, ÜSTÜN ve daha OLGUN bir Toplumdur.
Nasıl olur da, geri Barbarlık, ileri Medeniyeti yener?
Burjuva Tarihçiliği bunu kasıla kasıla bir içine işlenilmez bilmece-bulmaca saymaktan pek hoşlanır. O bilmecenin üzerine sürüyle yalan, dolan aldatmacaları kuracaktır. Ancak Sosyalistler, hatta Plehanof gibi skolastikçe Marksistler bile o konuda bocalar.
Yanılışın nedeni, Tarihçil Maddeciliğin verdiği ÜRETİCİ GÜÇLERİ iyi değerlendirememekte toplanır. Çoğu Maddecil Üretici Güçlere; Coğrafya ve Tekniğe aşırı değer vereyim derken, İnsancıl üretici güçlerin canlı değeri küçümsenir: İnsanın Tarihçil Gelenek ve Görenek, Kolektif Aksiyon gibi üretici güçler gözden kaçırılır. Tarihi yapan İNSAN soyutlaştırıldı mı, yahut otomatlaştırılıp gölgeleştirildi miydi: Ya insanüstü güçlere, yahut insanı hayvan yerine koyan sırf mekanik güçlere kayıp, kaba burjuva materyalizmine düşmekten kurtulunamaz.
Tarihte insancıl güçleri en büyük dirençle savunan kimseler, Barbarlar olmuştur. Barbar, ilkel de kalsa “SOSYALİST” bir KAMU düzeninin çocuğu idi. Eşitsizlik bilmiyordu. O yüzden yalanı ve korkuyu kendi toplumu içine sokmayan alabildiğine ülkücü yiğitti. Böyle yüce karakterli kişilerden derleşik olan Barbar topluluğu, ne denli az kalabalık olursa olsun, var olan bütün üyeleriyle bir tek vücut gibi düşünüp davranıyordu. Medeniyet insanları ise, ne denli çokluk olursa olsunlar, içlerine kurt düşmüş kuru kalabalıktılar. Binbir çelişkiyle birbirlerine düşmüşlerdi. İlkel Kamu düzeninin katışıksız; Eşitlik-Doğruluk-Yiğitlik gelenekleri ve Kankardeşliğinden doğma yaman Kolektif Aksiyon güçleri Medeniyet insanında tükenmişti. Yalnız KİŞİ ÇIKARI, PARA, DALAVERE, YOBAZLIK, ZORBALIK ile külah kapıp sömürü sürdürüyorlardı.
İnsanlık gelişiminin, Tarihçil gidişiyle tuttuğu yönde, YENİ Coğrafya ve Teknik üretici güçlere gebe olan yerlerde, çürümüş Medeniyet insanı ile gürbüz Barbar insanının çatıştıkları gözönüne getirilsin. Medeniyet üst Sınıflarının kendi efendiliklerini yalnız zorbaca sürdürebilmek üzere, kendi yurttaşlarına güvenemedikleri için, o bedeni ve ruhu sağlam Barbarları Medeniyete doğru ister istemez çağırmış, onlara medeniyet bozgununun bütün içyüzlerini öğretmiş bulundukları düşünülsün.
İnsancıl üretici güçlerin, Diyalektik Sıçrama momentinde (Marks’ça pek güzel işaret edildiği gibi) SAVAŞI keskin bir EKONOMİ gücü yaptığı sıralar sık sık patlak verirler. Öylesine nirengi Tarih noktalarında; çökkün Medeniyetin coğrafyası aşınmış, yeni coğrafyalar ve medeniyetçe geliştirilmiş teknikler Barbarın eline geçmiştir. En yüksek kertesinde bunalım, ortada, insancıl üretici güçlerden başka tutamak bırakmamıştır. Bu şartlar ortasında Medeniyet insanı, hiç beklemezken, ansızın Barbar insana yenilecektir ve yenilmiştir. SOSYAL DEVRİM’ini başaramayan Medeniyet TARİHÇİL DEVRİM’le yıkılacaktır.
6- TARİHÇİL DEVRİM NASIL OLUR?
Medeniyetlerın yıkılıp kurulmaları kaç türlü olur?
Kadim Tarih gerçekliği, yakından izleyince, orada başlıca iki türlü TARİHÇİL DEVRİM tipi karakteristiktir:
1) Orijinal bir yeni Medeniyet doğuran Tarihçil Devrim;
2) Eski Medeniyetin Rönesansını doğuran Tarihçil Devrim.
Her Tarihçil Devrimin bir ŞARTLARI bir de SEBEPLERİ vardır. Tarihçil Devrim Şartları: Toptan İnsanlığın ulaştığı GELİŞİM ÇAĞININ şartlarıdır. Tarihçil Devrimin Sebepleri: yeni gelişimlere gebe Coğrafya ve Teknik üretici güçlerle, o güçleri ele alabilecek TARİH ve İNSAN üretici güçlerle, o güçleri ele alabilecek TARİH ve İNSAN (Gelenek, Görenek, Kolektik Aksiyon) üretici güçleridir.
İki tür olan Tarihçil Devrimin: ORİJİNAL bir Medeniyet mi, yoksa bir MEDENİYET RÖNESANSI mı doğuracağı, bir yandan Medeniyetin ulaştığı Tarihçil düzeye öte yandan Devrimi yapan Barbarlığın ulaştığı Sosyal düzeye göre belirlenir.
1- ORİJİNAL MEDENİYETE VARAN TARİHÇİL DEVRİM:
Medeniyet, Arapçanın pek bilinen deyimi ile “MEDİNE”den (Türkçesi KENT’ten, Fransızcası Cité’den) çıkar. Medeniyetin birinci çağı, ilk düzeyi: KENTLEŞME (Medenileşme-Siteleşme) konağıdır. Medeniyet, Kentleşme çağının TARİHÇİL DÜZEYİNDE ise, Medeniyeti yıkmaya çağırılı Barbarların öncülüğü ve güdümü YUKARI BARBARLIK KONAĞInın SOSYAL DÜZEYİNDE bulunuyorsa; Medeniyetle Barbarlık arasında patlak veren savaş üzerine olan Tarihçil Devrimin sonucunda ortaya bir ORİJİNAL MEDENİYET doğar. Sümerleri yıkan Semit Barbarlarının AKAD Medeniyeti’ni kurmaları gibi. Acem Medeniyeti’ni yıkan Hicaz Araplarının İSLAM Medeniyeti’ni kurmaları gibi. Yukarı Barbarlık: Tarımı keşfetmiş, Kent kurabilmiş toplumdur. Bu toplum kendi Kentinin kurulları ve kurallarıyla orijinal bir medeniyet kurar.
2- MEDENİYET RÖNESANSINA VARAN TARİHÇİL DEVRİM:
Kentlerde doğan medeniyet zamanla Kent birimini aşındırır. O zaman Kentlerin santralizasyonu başlar. O klasik anlamıyla “İMPARATORLUK” adı verilen kentlerin açılışları çağına gelmiş bir medeniyetin TARİHÇİL DÜZEYİNE gelinmiş ise, medeniyeti yıkmaya çağrılı Barbarların öncülüğü ve güdümü ORTA BARBARLIK konağının SOSYAL DÜZEYİNE ulaşmış bulunuyorsa, Medeniyetle Barbarlık arasında patlak veren savaş gene bir TARİHÇİL DEVRİM yapar. Ancak bu devrimin sonucu olarak doğan şey, yeni bir medeniyet olamaz; eski yıkılmış orijinal medeniyetin bir RÖNESANSı olur. Türk ve Moğolların İslam Medeniyeti sonunda kurdukları “TAVAİF-UL MÜLÛK” adlı, İslamlığın DİRİLİŞİ devletleri gibi! Cermenlerin, Macarların yıktıkları Roma Medeniyeti üzerinde kurdukları “FEODALİTE” adlı Kadim Roma’nın DİRİLİŞ devletleri gibi.
Orta Barbarlık, Çobanlığı keşfetmiş, Göçebe toplumdur. Kendisinden iki Tarih basamağı yukarıda bulunan eski medeniyetin uçsuz bucaksız tarım ve kültür ilişkilerini kapsayacak kurul ve kurallar Orta Barbarlıkta yoktur. Onun için çökmüş medeniyetin değerlerini kurtarıp, Barbar aşısı yaparak diriltmekle yetinir.
Her kanun gibi, Tarihçil Devrim Kanunu da, genel çizgileriyle verilirken, az çok soyutlaştırıldı. Marks da, Kapitalist düzeni bir “MATAHLAR YIĞINI” olarak anarken bir soyutlaştırma yapmıştı. Kapitalizmin egemen olduğu her ülkede ise en başka çeşitli kapitalist ve sosyal biçimler vardı. Tıpkı öyle, Tarih boyunca Tarihçil Devrim ana kanunu sürüp gitmekle birlikte, her ülkede ve ayrı zamanlarda en çeşitli somut ilişkilerde katışık bulunmuştur. Nüans ayrımları taşıyan sayısız orijinal medeniyetlerin ve medeniyet rönesanslarının sonsuz türleri, genel Tarihçil Devrim Kanununu çürütemez; tersine, bütün zenginlikleriyle ispatlar.
Görüyoruz. Konu, yeryüzünün ileri yahut geri bütün ülke insanlarına açık araştırma alanıdır. 20’nci Yüzyılda Tarihçil Maddeciliği kavramış bir insanın orijinal araştırma yapması hem hakkı, hem görevi ve gücü içinde sayılmalıdır. Türkiye Aydınının, Batılı Bilgin önünde yamyassı AŞAĞILIK DUYGUSU kadar, kendi toprağındaki düşünüre karşı, karlı dağları ben yaratırım sanan AŞAĞILIK KOMPLEKSİ artık Türk MİLLİYETÇİĞİNE sığamaz.
Bu alanda, bütünlüğüne tutarlı başka araştırmaya rastlamadık. İnşallah vardır. Varsa karşılaştırmalar yapılması için ne mutlu şeydir. Yoksa, Osmanlı yobazının “BİD’AT”tan ürktüğü gibi sırf “gavur icadı” olmadığı için değil, gerçeklere uyup uymadığına göre eleştiriye uğratılmalıdır bu görüş. (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi, Tarih ve Devrim Yayınevi, 2’inci Baskı, s. 11-27)
***
Demek ki İslam öncesi Arap Toplumu henüz Tarih sahnesine çıkmamış. Dikkat edelim; Tarih, İsa’dan önce 4 bin yıllarında Aşağı Mezopotamya’da Sümer Medeniyeti’yle birlikte başlar. (Tabiî Yazılı Tarih.)
İnsanlık, yeryüzünde ilk kez burada sınıflı topluma geçer. Yani yeryüzünü tümden kaplayan İlkel Komünal Toplum düzeninde küçük de olsa, ozon tabakasında açılan delik misali, bir tehlikeli delik açılır. Fakat bu da tabiî Tarihin doğal akışının kaçınılmaz ve karşı durulmaz bir sonucudur. İnsanlık ilk kez KAN Kardeşleri Toplumundan ve onun verdiği ana kucağı şefkatinden çıkmış olur burada. Her türden sosyal eşitsizliğin, yalanın, hilenin, dümenin, kaypaklığın ve kalleşliğin bilinmediği; tüm toplum üyelerinin bir anadan doğma öz kardeşler gibi birbirlerini içtenlikle sevip saydığı Kan Toplumundan çıkar burada insanlık. Toplum çıkarı ortadan kalkar artık. Çünkü toplum, ezen ve ezilen; sömüren ve sömürülen; efendi ve köle biçiminde; durumları ve çıkarları birbirine uzlaşmaz bir zıtlık içinde bulunan sosyal sınıflara bölünmüştür artık.
Kusal kitapların anlatımıyla insanlık Cennetten kovulmuştur, sürülmüştür; kavurucu Irak topraklarının ve çöllerinin Cehennemcil ortamına atılmıştır burada toplum. Bu Cehennem düzenini normal ve doğal bir düzenmiş gibi alt sınıflara kabul ettirebilmek ve sürdürebilmek için de o güne dek insanlığın hiç bilmediği kurumlar ortaya çıkmıştır artık. Bunlar toplumda düzeni sağlamakla yükümlü, herhangi bir başkaldırıyı ezmekle yükümlü silahlı adamlar, mahkemeler ve cezaevleri demek olan devlettir. Paradır, yazıdır.
Ürünlerin kullanım değerlerinin ötesinde bir de mübadele değerleri yani değiş tokuş, alış satış değerleri ortaya çıkmıştır artık. O değer de para denen kıymetli madenlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Mübadele değerinin ölçütü olarak paranın varlığı kaçınılmaz olmuştur.
Ezilen insanları, ortaya çıkan Cehennemcil sosyal düzene alıştırabilmek için egemen sınıfın yığınla yalan üretmesi gerekmiştir. Toplumu yalanlarla kandırması gerekmiştir. İşte bu sebepten İlkel Komünal Toplumda bilinmeyen, düşünülmesi bile olası olmayan yalan, Sınıflı Toplumun vazgeçilmez bir aracı olarak ortaya çıkmıştır gayrı.
Sınıflı Toplum, kendi sömürü düzenini tüm yönleriyle oturtabilmek için “Hukuk”u ortaya çıkarmıştır. Yani kendi egemenlik şartlarını, müeyyideli kurallar biçiminde ortaya koymuştur. Bunlara “Kanun”, denir bilindiği gibi. İşte o kanunlar çerçevesinde toplumdaki sömürü sistemini uygulaması gereken “Mahkeme”ler, “Adli Sistem” ortaya çıkmıştır. Ve müeyyidelerin sonuçlarının uygulanabilmesini gerektiren “Cezaevleri” ve “Cellatlar” ortaya çıkmıştır. Özetçe; Sınıflı Toplum tüm kural ve kurumlarıyla ortaya çıkmıştır, MÖ 4 bin yıllarında.
Yeryüzünde ilk kez burada beliren Sınıflı toplum ak kağıt üzerine düşen bir yağ lekesi gibi ya da suya atılan bir taşın oluşturduğu dalgalar, iç içe çemberler gibi süreç içinde yeryüzüne yayılmış ve tüm insanlığı kaplamıştır.
Sınıflı Toplumun ortaya çıkışından ortalama olarak 4500 yıl sonra Arap Toplumu Sınıflı Topluma adım atmaya başlamıştır. İslam Medeniyeti’yle birlikte de tıpkı Güney Mezopotamya’daki Sümer Medeniyeti gibi tüm kurum ve kurallarıyla Tarih sahnesine çıkmıştır.
Arap Toplumunun İslamiyet’le birlikte Tarih sahnesine kesince çıkışını, bu yazımızın bir sonraki bölümünde- ikinci bölümünde ele alacağız.
Demek ki İslam’ın ortaya çıktığı şartlar Arap Toplumunun İlkel Komünal Toplumdan Sınıflı Topluma geçiş yaptığı aşamanın şartlarıdır. O şartlara ikinci bölümde ayrıntılıca gireceğiz. O konağın ürünü olan toplumsal şartların, İslam’ın ruhunu ve biçimini nasıl oluşturduğunu, şekillendirdiğini ve İslam’daki ilişki ve çelişkileri nasıl belirlediğini o bölümde işleyeceğiz.
Tekrara düşmek pahasına da olsa belirtelim ki yukarıdaki bölüm netçe kavranmadan o bölümü doğru bir şekilde anlayamayız. 14.07.2016.
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı