Yeni Kuyruklu Torunlarımızın enteresan hal hikayeleri

Yeni Kuyruklu Torunlarımızın enteresan hal hikayeleri
Kedi Davaları" devam ediyor

Yoldaş’ımız, HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un Melek Eşi, Emekli Öğretmen Hacer Ankut Ablamızın şikâyetçi olduğu, İstanbul Anadolu 66. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen davanın ikinci duruşması bugün yapılmış oldu.

Hakaretle suçlanan sanık hakkında zorla getirme kararı olmasına rağmen, duruşmada hazır edilemediği için, hakkında yakalama emri çıkartılmasına ve duruşmanın 26 Ekim 2017 günü saat 13.50’ye bırakılmasına karar verildi.

Ayrıca bugünkü duruşmada ikinci tanığımız da dinlenmiş oldu.

Dosyada toplanacak başka delil kalmadığından, yakalama emri çıkartılan sanığın ifadesi alındıktan sonra dosya, karar vermek için, olgunlaşmış olacaktır..

Genel Başkan’ımız ve onun gibi emekli öğretmen olan melek eşi Hacer Ankut Yoldaş’ımız hakkında, kedilere ve sokak hayvanlarına baktıkları için; insan, hayvan, bitki ve çevre düşmanı gerici AKP’giller’den oluşan komşularıyla yaşadıkları çekişme nedeniyle görülen davaların altıncısıydı bugün görülen dava.

Belediye başkanı AKP’giller’den olan bir belediyede çalışan ve aynı zamanda DNA’larında hayvan, bitki, doğa düşmanlığı kodlanmış olan bu güruhun elebaşı ve yönlendiricisinin bir sokak kedisini tekmelemesine müdahale eden Genel Başkan’ımıza hakkında, atfı cürüm mahiyetindeki şikâyeti üzerine açılan davayla “Kedi Davaları” süreci başlamış oldu. Hakaret ve tehdit suçlarından yargılanan bu ilk davada Genel Başkan’ımız BERAAT etmiştir.

Komşuluk hatırına ve belki az da olsa olaydan ders çıkartma ihtimaline binaen Genel Başkan’ımız bu davada karşı şikâyette bulunmamıştır.

İnsanlıktan, komşuluk münasebetlerinden hiç nasibini almamış olan bu güruh, Genel Başkan’ımızın bu erdemli davranışından etkilenip utanacağı yerde aymazlığını devam ettirmiştir… Genel Başkan’ımızı ve eşini hayvan sevgisinden ve koruyuculuğundan zerre kadar geriletemeyen, aksine her çekişmede ağzının payını alan, DNA’ları hayvan, bitki, doğa düşmanlığıyla işlenmiş olan bu güruh, acaba yıldırır mıyız düşüncesiyle, Yoldaşlarımız hakkında; hakaret, silahla tehdit, darp, bıçaklama, haneye girme gibi atfı cürümlerle (suç atmalarla) şikâyetlerde bulunmuşlardır. Dosyanın birinde şikâyetçi olanlar diğerlerini yalancı tanık gösterirken, diğer dosyada rolleri değişerek; bu defa önceki dosya tanıkları şikâyetçi ve şikâyetçileri de tanık gösterilmiştir.

Bu güruhun adam olmayacağı netçe açığa çıkınca, artık Yoldaşlarımız da gerçekte suçlu olan bu kişiler hakkında karşı şikâyetlerde bulunmuşlardır.

Halen sürmekte olan üç dava olup birinde Genel Başkan’ımız atfı cürüm mahiyetinde olan bıçakla yaralama suçundan yargılanırken, karşı taraf da tehdit ve hakaret suçlarından yargılanmaktadır.

Diğer iki dava ise Hacer Yoldaş’ımızın şikâyetleri üzerine açılan davalardır.

Biten davalardan birinde Yoldaşlarımız BERAAT ederken, karşı taraf da en hafiften de hafif cezalarla kurtarılmışlardır İstanbul Anadolu 24. Asliye Ceza Mahkemesince.

Bir diğer davada (gene İstanbul Anadolu 24. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen davada) karşı tarafla birlikte Yoldaşlarımız da hiçbir delil olmadan, yalancı tanıkların yalanları gün gibi açığa çıkmışken, AKP’giller’in hukuk bürosuna dönüşen mahkeme tarafından hukuka aykırı şekilde cezalandırılmışlardır. Hem de Genel Başkan’ımızın melek eşi Hacer Ablamız, olay anında semt pazarından elinde filelerle dönerken apartman girişinde önü kesilip tehdit ve hakarete uğratıldığı tüm dosya kapsamından çok net bir şekilde anlaşılır olmasına rağmen, elindeki file sopaya dönüştürülüp, sopa yapılan file de silah kabul edilip, silahla tehditten cezalandırılmıştır.

Yüreği insan, hayvan, doğa, ağaç sevgisiyle dolu Genel Başkan’ımız ve eşinin ceza aldığı bu davalar, AKP’giller’in tahakkümündeki Yargının geldiği içler acısı durumu da sergilemektedir. Şanlı Gezi İsyanı’mız da bunların hayvan, bitki, doğa düşmanlıklarına bir tepki olarak patlamadı mı zaten…

Ne yaparlarsa yapsınlar, AKP’giller’in mahkemeleri ne kararlar verirse versin, eninde sonunda Kazanan/Yenen biz olacağız, insanlık olacak, hayvanseverlik, ağaçseverlik, doğaseverlik olacaktır. 26/05/2017

Kurtuluş Partili Hukukçular

HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un Açıklamaları

Saygıdeğer arkadaşlar,

Her zamanki gibi, avukat yoldaşlarımız davanın hukuki seyriyle ilgili gerekli davranışları koyuyorlar ve açıklamaları yapıyorlar. Sağ olsunlar, var olsunlar…

Biz bu konuya girmeyelim. Bu duruşma vesilesiyle de sizlere evimizin zorunlu üç kalıcı misafirinin enteresan hikâyelerini anlatalım. Garip Oğlan’ınkiyle başlayalım:

Garip, yukarıda görülen 5 kardeşi ve anne babasıyla birlikte, evimizin 200 metre uzağında bulunan, şimdilik boş bir arazide yaşıyordu. Arazi, büyük ve ormanlıktı. Fakat Tayyipgiller, her yeşil alana olduğu gibi buraya da saldırdılar en sonunda. Arazinin hemen tümünün ağaçlarını katlettiler önce. Engebeli araziyi iş makineleriyle kazıyarak düzlediler. Ve yarısına da cami kondurmaya giriştiler. Kaba inşaatı sürmekte şu an.

Hani Muaviye-Yezid Dincisi Emevilerin başlattığı, dinin içini boşaltıp, her türlü ihaneti, alçaklığı ve namussuzluğu yapıp; tüm bu yaptıklarını gizlemek için de bol bol cami dikmek eğilimi vardır ya… İşte öyle. Emevilerden bu yana tüm sahte Müslümanlar hep aynı yolu izlemişlerdir. İnsanlarımızı yani, içtenlikli, saf, cahil, yoksul insanlarımızı kandırabilmek için. Onları Allah’la aldatabilmek için. Bu zavallı, bilinçsiz insanlarımız diyecek ki bunları görünce; bak ya, adamlar dini, imanı, Allah’ı, Kitabı ağızlarından düşürmüyorlar. Ağızlarında sakız ediyorlar. Her tarafı da camilerle, İmam Hatip’lerle, Kur’an Kurslarıyla dolduruyorlar. Bunlar ne çok Müslüman… Elbette oyumuzu bunlara vermeliyiz…

İşte bunu dedirtmek için yapıyorlar bu hileleri. Böylece de, zavallı, saf insanlarımız bunların hırsızlıklarını, yolsuzluklarını, ihanetlerini, İslam’ı sadece bir maske olarak kullandıklarını, insanları aldatmak için kullandıklarını göremiyor, anlayamıyor, kavrayamıyor… Dört Halife sonrası iktidara gelenler, genellikle hep bunları yapmışlardır. Dini çürütürlerken, Hz. Muhammed ve Kur’an dinine en büyük kötülüğü yaparlarken, kendilerini dinin en önde gelen savunucusu olarak göstermeyi başarabilmişlerdir.

Tabiî bunların sınıf temeli vardır: Bunlar Antika, asalak, sömürgen, vurguncu, talancı, insan düşmanı ilk egemen sınıf olan Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının mensuplarıdır, temsilcileridir, savunucularıdır ve siyasi aktörleridir. AKP’giller budur… Neyse…

Bu ormanlık arazinin yeşilliklerini kazıdıktan sonra, geri kalan bir bölümünü de, İmam Hatip yapacaklarmış.

İşte, henüz bunun inşaatı başlamadığı için, anne köpek bu boşluğa yavrulamış. 5 tane sevimli yavru köpecik…

Bizim Sultan, yukarıdaki marketlerden kuyruklu torunlarına gıda maddesi alıp gelirken, bu köpecikleri görüyor orada. Tabiî ondan sonra onlara da bakmaya başlıyor; ne yeyip ne içecek bu boş arazide yavrucaklar, diyerek… Artık sabah akşam onlara da kova içinde yiyecek götürür. Sularını verir.

10 gün kadar sonra, yavrulardan biri yok oluyor. Kalıyor 4 kardeş. Sultan da, biz de üzüldük günlerce. Acaba kim aldı, hangi amaçla aldı, ne gelecek bu yavrucuğun başına diye. Ama elden ne gelir… Çaresiz katlandık.

Aradan 1 ay kadar zaman geçti. Komşumuz bir işçi ailesinin oğlu var. Sokağımızda özellikle Rizeli ve Erzincanlı komşuları değiştiremedik asla. Onlar hayvan düşmanlıklarını pekiştirerek koruyorlar. Ama çocukları değiştirdik. Onlar bizleri izleyerek bu sahipsiz, savunmasız, çaresiz hayvanların da bizler gibi birer can taşıdığını anlamaya, kavramaya başladılar. Hemen hepsi de olumlu bakıyorlar artık hayvanlara. İşte onlardan biridir, Muhammet. Ortaokul öğrencisi…

Bir akşam üzeri çıkageldi. Zili çaldı. Açınca kapıyı, söyledi Sultan’a:

“Hoca Teyze, kaybolan yavru köpeği yukarıdaki sitelerden birinin bahçesinde buldum. Çocuklar oynuyorlardı onunla. Biri de sopayla kalçasına dokunuyordu. Sordum; nereden buldunuz bunu? diye. İlk defa bugün gördük, dediler. Ben zarar verirler diye alıp geldim kardeşlerinin yanına. Ama kardeşleri unutmuş onu. Yanlarına yaklaştırmıyorlar. O da yukarıya çıkıp duruyor. Ben de hızla gelip geçen arabalar çarpmasın diye getirdim size. Evin önünde duruyor.”

İndik Sultan’la biz. Sultan, Muhammet’le birlikte yeniden götürdü kardeşlerinin yanına Garip’i. Ama kardeşler yine yabancılayıp yanlarına yaklaşmasına izin vermiyorlar, havlıyorlar. Garip de korkup kaçıyor, arsadan yolun kenarına çıkıp oturuyor.

Yağmur da yağıyordu, yoğun olarak. Ne olacak? dedi Sultan bu hayvanın hali. Ne olacak Sultan, dedim, alıp Sarıkız’ın yanına koyacağız. (Sarıkız, 5 sene kadar önce yine zorunlu kalıcı misafir olup yerleşmişti, evimizin balkonuna. O da küçücük, ölümcül  yaralar içinde bir yavruydu, bulduğumuzda. Şimdi kocaman, güzel bir kız oldu. Sanırım 50 kilonun üzerinde ağırlığı. Golden, Roth River, Kangal karışımı idi.)

Galiba, birileri heveslenip, alıp götürmüş, 1 ay kadar bakmış, diye düşündük. Dış parazitlerini öldürecek ilaçlamasını da yapmış. Çünkü, tüylerinin arası pire ölüleriyle doluydu. Fakat, bezmiş bu sürede; getirip bu sitenin bahçesine bırakmış.Kim bilir, belki de başka bir durum var bu işte, bilemiyoruz ki…

Getirip koyduk. Sarıkız, konuktan memnun olmamakla birlikte, bizim hatırımıza ses çıkarmadı. Üç gün kadar sonra, sanırız yuvasını da paylaşmak istemiş Sarıkız’ın Garip. İşte buna izin vermemiş, Sarıkız. Kaptığı gibi kulağını, 2 cm boyunda uçtan yarıvermiş. Garip’in feryadı haberdar etmiş, Sultan’ı. Pansumanlar, antibiyotikli merhemler filan sürülüp onarılmış. Ama bu arada bir hayli de kanı akmış zavallının. Sarıkız’a kızıp bağırmış Sultan. Azarlamış, niye yaptın diye. Suçlanmış Sarıkız. Anlamış yaptığını. Bir daha da yapmadı böyle bir şey.

Şimdi 15-20 gün kadar geçti aradan. Anlaşıp arkadaş oldular, Sarıkız’la. Yuvasını da paylaşıyor, Sarıkız artık. Oynuyorlar da birbirleriyle. Üstelik de hep bulaşıp sataşan Garip oluyor. Tabiî yenilip yerlerde yuvarlanan da…

Sultan, kardeşlerine alıştırayım da orada kalsın diye yemek verişlerinde götürdü Garip’i de arsaya. Başta mesafeli ve soğuk dursalar da, gün geçtikçe alışıp benimsediler Garip’i. Yorulup solukları kesilinceye kadar oyunlar oynamaya başladılar. İyi, dedik, artık orada kalabilir Garip.

Fakat, Garip bir kez eve ve insana, insan sevgisine alışmıştı. Artık bir sokak hayvanı değil, ev hayvanı olmuştu. Sultan’ın her bırakıp gelişi sonrasında, çıkıp çıkıp geldi evimize. Ve sokak kapısının önünde bekleyip uygun sesler çıkararak geldiğini bize duyurmaya başladı. Arsaya gidip kardeşleriyle oynamak hoşuna gidiyordu her seferinde. Koşarak gidiyordu. Ama Sultan gelince de, bir süre sonra o da gelip kapıya dayanıyordu.

Böylece, o da, balkonun kalıcı bir canlısı olup çıktı.

İşte böyle oldu, Garip’in evimiz nüfusuna dahiliyeti…

Akıllı, eğitilmeye yatkın, komutlara hızla uyum sağlayan, sevimli bir köpeciktir Garip Oğlan.

Aslında, arsada yaşayan kardeşlerinin de geleceği karanlıklarla dolu.

Ne olacaklar büyüyünce?

Ya birileri şikyet edip Belediye görevlilerince yakalanıp, götürülüp, barınağa tıkılacaklar, kafesler içine; ya da ormana, ölüme terk edilecekler. Arsalarına da İmam Hatip yapılacağı için yaşam alanları da ellerinden alınmış olacak.

Aslında, hayvanseverlerin bu sevimli yavrucakları alıp sahiplenmeleri ne iyi olurdu… Ama bu ihtimal neredeyse yok gibi… Çünkü hayvan edinmek isteyenlerin çoğunluğu da, acıdır ki, marka peşinde. Yani, havalı markalardan giysilerimiz veya diğer eşyalarımız olsun, diyenlerin anlayışına sahip. Onlar da; şu cins hayvanımız olsun, onu da gidip pet shoplardan alayım düşüncesinde.

Biz bu anlayıştaki arkadaşları gerçek hayvanseverler olarak kabul edemiyoruz. Umarız, alınıp darılmazlar bize, bu uyarımızdan dolayı, böyle anlayışa sahip olanlar…

Şimdi de gelelim, Havalı Hanım’ın geliş hikâyesine…

Sureti aşağıda:

Bu da, 2 aylık kadar yavru bir kedicikti. Sokağımıza yolu nasıl düştü, bilemiyoruz. Getirip bırakan mı oldu, yoksa doğup o güne kadar büyüdüğü mekanı terk etmek zorunda mı kaldı, annesini mi kaybetti… Dillerinden anlamıyoruz tabiî. O yüzden geçmişlerini öğrenemiyoruz.

Sultan, sokaktaki diğer kedilerle birlikte bunu da besledi bir süre. Kışın soğuk günleriydi. Hastalandı yavrucak. Durgunlaştı, iştahı kesildi. O arada, şu an ölmüş olan, ağır hasta bir kedi vardı, daire girişimizin önündeki merdiven boşluğunda yaşayan. Bari, dedik, onu da alıp buraya getirelim de iyi kötü soğuklardan kurtulsun, yağmurdan yaştan kurtulsun. Altı sıcak bir ortama kavuşsun…

15 gün kadar da orada yaşadı. Bu arada hastalığı daha da arttı, bir gözü de iltihaplanıp kapandı. Mecburen eve aldık. Antibiyotikli damla ve merhemlerle gözü çabucak iyileşti. Ama, sistemik hastalığı arttı. Körük gibi soluyordu, göğüs kafesi hızla inip kalkıyordu durmadan. Ve sadece su içebiliyordu. Onun dışında sürekli yatıyordu kanepede. Sultan, günde birkaç kez zorla da olsa, enjektörle ağzına kedi maması (Cat Milk) sıkıyordu. Yoksa ölecekti açlıktan… Bu arada da, veterinerlerimize (Beşiktaş Barbaros Veteriner Kliniğine) götürdü, Sultan. Röntgeni çekilmiş, her iki akciğerin de iltihapla dolu olduğu görülmüş. “Öylesine dolu ki ciğerleri iltihapla Hacer Abla”, demiş veterinerlerimiz; “kalbi bile görünmüyor.”

Antibiyotik iğne yapmışlar. Günaşırı da yapmak üzere program çıkarmışlar. Üç kez daha gitti Sultan, günaşırı iğne yaptırmak için. Fakat olumlu bir gelişme olmadı. Bu kez, antibiyotiğin türünü değiştirmiş veterinerlerimiz. 4 kez de o antibiyotik iğnesi vuruldu. Fakat, yine bir düzelme olmadı.

Yavrucak ölmedi ama, iyileşemedi de… Sultan sürekli enjektörle besledi. Ben dedim ki; “Sultan, bir de Azro (Azitromisin) şurup sıkalım, enjektörle ağzına, sabah akşam.” Başladık Azro’ya. Birkaç gün sonra, iyileşme ağırdan da olsa başladı. Hayvan, ılık suyla karıştırılmış sütü içmeye, kaliteli ıslak mama yemeye yöneldi artık. Bir ay devam ettik Azro içirmeye. Sonunda iyileşti, Hanımcık. Ondan sonra da hep tavuk eti ve ciğeriyle besledik. Tabiî kuru mama da verdik. Diğer yiyecekler de verdik. Şimdi, çok güzel, iri, uzun tüylü bir kız oldu. Üstelik; eş bile istedi. Kısırlaştırıldı…

Çok havalı, mesafeli, soğukkanlı, mağrur bir hanımdır. Uygun saatinde severseniz, izin verir. Sesini çıkarmaz. Ama, havasında değilse sevdirmez, kaçıp gider. Gariban tekirlerin büyük çoğunluğu gibi, kendiliğinden gelip size yaklaşmaz. Kucağınıza, omzunuza çıkmaz. Sevmenizi talep etmez. Hatta, mırlamaz bile. Bugüne dek, severken ancak birkaç kezinde mırlamıştır. Yani böylesine kendini beğenmiş, mağrur bir hanımefendidir artık.

İşte onun haneye katılış hikayesi de böyle oldu.

Şimdi de gelelim, Kör Bıdık’ın hikâyesine… İşte sureti:

Bu hanımcık da, Sultan’ın, evimizin bitişiğinde bulunan boş, metruk gecekondunun bahçesinde baktığı kedilerden birinin 3 yavrusundan biriydi. Bir ara, bir gözü iltahaplandı. Bu durum, sokak kedilerinde sıkça görülen bir şeydir. Ve ne yazık ki, hayvanların bir bölümünün gözlerini kaybetmesine sebep olmaktadır. Hatta hayvanın ölümüyle bile sonuçlananlar, azımsanmayacak bir oranda olmaktadır.

Sultan, yakalayıp gözüne antibiyotik uygulamak istiyor. Ama gel ki yakala… Asla insana yaklaşmıyor ve yakalanmıyor. Gecekondunun odunluk, kömürlük olarak kullanılan bölümü tahta ve kalaslarla dolu. Onların arasına girip saklanıyor. Çaresiz kaldık…

Göz kapanıp şişti. Yine de tek gözüyle kaçmaya devam etti, Bıdık Hanım. Bir gün gördü ki Sultan, göz patlayıp dışarı çıkmış. İltihabın göz çevresindeki basıncı, gözü fırlatıp çıkarmış dışarıya. İri bir fındık iriliğinde, üzeri kuru iltahapla kaplı şekilde yüzünde durmaktaymış. Tabiî iltihap, bedenini de etkileyip halsiz düşürmüş. Sultan yakalamış. Alıp getirdi eve…

Hemen, hem ağızdan hem de iltihaplı göz çevresinden antibiyotik uygulamaya başladık. İltihap hızla geriledi. Hayvanın yemesi ve hareketleri normale döndü. Ama göz elden gitmişti artık…

10 gün kadar sonra göz üzerindeki o fındık iriliğindeki kabuk düştü. Şimdi, geri kalan kısım da sanırız eriyip dökülecek. Canayakın, sevimli, uyumlu bir Bıdık Hanım oldu şimdi. Ama, hırçınlığıyla bir gözünü heba ettikten sonra…

Geldiği günlerde Sultan, veterinerlerimize de telefon edip, iltahaplı gözü alıp iyileşmesini hızlandırsak diye öneride bulundu. Fakat, veteriner kızımız (karı koca veterinerdirler); “Hacer Abla, narkoza dayanamaz. Kaybederiz hayvanı. Böyle idare edip iyileşmesini bekleyeceğiz.”, demiş. Öyle oldu…

Oldu da; o da evin mensupları arasına giriverdi, tabiî. Hane halkından biri şimdi. Çok da mutlu…

Bazen soruyorum kendi kendime:

Biz mi bu davetsiz misafirleri buluyoruz, yoksa onlar mı gelip bizi buluyorlar? diye…

Düşündükten sonra diyorum ki; ikisi de değil…

Her çaresize, her acı çeken canlıya, her sahipsize, her savunmasız, korunmasız cana, her ezilip, sömürülüp yerlerde sürüklenene sızlayan, onların acısını derinliklerinde duyan bu yufka yürektir, bunlarla bizi buluşturan. Bunlarla evimizi paylaştıran…

Her gün yaşam alanımızı biraz daha daraltıp kısıtlamalarına rağmen; “Bize ne yahu. Boşver, görmezlikten gelelim.”, diyemeyen bu duyarlı yüreklerdir işte, tüm bunlara sebep…

Hani hep diyoruz ya; seversen acı çekersin. Acılara, dertlere, sıkıntılara girmeyi, katlanmayı baştan kabul etmişsin demektir…

Bizimki de o hesap işte…

Bugünkü duruşmayla ilgili de bunları anlatmış olalım. Umarız, fazla zamanınızı almamışızdır, gereksiz yere başınızı ağrıtmamışızdır. Selam ve sevgiyle… Sağlıcakla kalın…

25.05.2017