Genel Başkan’ımız Nurullah Efe Ankut, 17 Ağustos Gölcük Deprem Felaketinin yaşandığı 1999 yılında Partimizin gerçekleştirdiği Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma etkinliğinde yaptığı konuşmada, o yılın en önemli olaylarından biri olan Gölcük Depremine de değinmişti.
Genel Başkan’ımız bu konuşmasında, o günlerde yaşanan felaketin sorumlusunun da tıpkı 6 Şubat 2023 deprem faciasında olduğu gibi Parababaları düzeni ve bu düzenin başta burjuva siyasiler olmak üzere irili ufaklı aktörleri olduğunu kanıtlarıyla dile getirmişti. Genel Başkan’ımız ayrıca, tıpkı AKP’giller’in bugün deprem felaketi için “Kader planında var” diyerek yaptığı gibi o dönemin din tacirlerinin de yaşananları “takdir-i ilahi” şeklinde nitelendirerek din alıp satma işinde ne kadar ustalaştıklarını da anlatmıştı.
6 Şubat deprem faciasının acısını derinden yaşadığımız, on binlerce insanımızın hâlâ göçük altında ölüme terk edildiği şu günlerde, Genel Başkan’ımızın söz konusu konuşmasından ilgili bölümü yayımlamayı bir görev biliyoruz.
FELAKETİN SEBEBİ DEPREM DEĞİL PARABABALARI DÜZENİDİR
Bu yıl, bir de 17 Ağustos Felaketini yaşadık. Ve Parababalarının ve onların medyasının açıklamasına göre, 20 bin ki bize göre onun çok daha üstünde olan bir sayıda insanımızı, belki 30 bin, belki 30 bini de aşkın insanımızı kaybettik arkadaşlar.
Bunlar bizim insanlarımızdı, halkımızın bir parçasıydılar ve acısını da en çok bizler çektik tabiî. Parababalarının hiç umurunda olmadı.
Bu bir doğal felaket değildi. Bir toplumsal felaketti arkadaşlar. Hatta bir ekonomik ve siyasi felaketti. Parababalarının yarattığı bir felaketti bu…
Nedeni açık:
Japonya’dan mimarlar geldi, mühendisler geldi. Deprem bölgesini (Sakarya’yı, İzmit’i, Gölcük’ü, Yalova’yı) gezdiler, hatırlarsınız. Binaları görünce şaşırdılar arkadaşlar. ve bir bayan mühendis; “Bizdeki kolonların ve kirişlerin kalınlığı, buradakilerin 3 misli”, diyor. Bırakalım, bir kolonun çimentosunu, demirini çalmayı; bir defa tasarım olarak bile çok farklı… 3 misli diyor.
Türkiye’nin yüzde 92’si, bazı söylemlere göre yüzde 98’i deprem bölgesinde. Ve işte o yüzden bu doğa olayı bir felakete, bir yıkıma dönüştü. Bile bile arkadaşlar zaten…
Doğa bilimleri ne demektir?
Doğa bilimleriyle biz, doğa olaylarına hükmedemeyiz. Doğa olaylarını olmaktan vazgeçiremeyiz. Olmamış yapamayız. Bir depremi, bir fırtınayı durduramayız biz.
Ama nedir bilim?
Tıpkı toplumda olduğu gibi, doğanın da bir işleyiş mekanizması var. Buna doğa kanunları deniyor arkadaşlar. Doğa olaylarının arasında ilişkiler-çelişkiler var. İşte o ilişki ve çelişkilerin matematiksel olarak belirlenmesi, doğa kanunlarını ortaya çıkarıyor.
İşte biz bu kanunları bilinçlice bilir ve ona uygun davranırsak, doğa olaylarını bize vereceği zarardan kendimizi kurtarırız. Tersine, bu olaylardan yararlanırız arkadaşlar.
Ne bileyim, işte deniz… Bir şey atıldığı zaman denize: batar. Ama biz, kaldırma kanununu bilirsek, ulaşımda ondan yararlanırız.
Gökyüzü… İnsan çıplak olarak uçabilir mi? Uçamaz. Ama orada nasıl yol alınacağını bilirsek, yani yer çekimi kanununu bilirsek, buna uygun diğer teknolojik gelişmeleri sağlarsak, gökyüzünde biz ulaşımımızı sağlayabiliriz. Hatta uzaya bile gidebiliriz.
Hastalıklardan korunabiliriz.
Yani, doğayı ve çevreyi, dünyayı, o olayları insanlığa yararlı olacak şekilde kullanırız arkadaşlar.
Ama olaylara dur diyemeyiz. Çünkü onlar bizden bağımsız olarak hareket ederler. Doğal güçler, kendi başlarına hareket ederler. Ama onlar da bir kanunluğa sahiptirler. O kanunlara uyarak olur doğa olayları.
İşte biz de depremin ne olduğunu bilirsek, ne yapacağız?
Önce mesela yine bilim adamları, jeofizikçiler:
“Sakarya’da, İzmit’te, kent olmaz, fay hattının üzerine kent kurulmaz. Kesinlikle yanlış”diyorlar.
Bu olmaz. Bu zaten felakete davetiye çıkarmak. Oraya sen yerleşim alanı kurarsan… Hatta sanayinin, otomobil sanayinin yüzde 90’ı o bölgede. Ve yine petro-kimya sanayii… İşte Tüpraş, Petkim… Sabancı’nın var bir sürü… Kaç tane şirketi orada…
Yine Faruk Hoca’yı anımsadım arkadaşlar, Yoldaşımızı… İlk tanıştığımız aylarda söylemişti. Öğretmen olmadan önce; okulu bitirdikten sonra 5 yıl kadar Petkim’de çalışması var Faruk Hoca’nın. Tercüman olarak çalışması var.
Yabancı bilim adamları gelmişler, İzmit’te Petkim’in kurulmasını son derece sakıncalı bulmuşlar.
Demişler ki:
“Burası birinci derecede deprem bölgesi. Fay hattı üzerinde. Orta şiddette bir depremde bile çalışamaz hale gelir. Büyük depremlerde ise bir felaket doğurur. Burada bu kimya tesisinin kurulması, kesinlikle sakıncalı”, demişler.
Ta ki ilk tanıştığımız günlerde, yetmişli yılların başında söylemişti Faruk Hoca.
O zaman biz, doğa bilimlerinin söylediği her şeye karşıt davranıyoruz, ters davranıyoruz. Yerleşim alanını, yoğun yerleşim alanını orada kuruyoruz. Sanayiyi orada kuruyoruz. Tabiî öncelikle sanayiyi kuruyoruz; sanayi de arkasından nüfusu getiriyor, kaçınılmaz bir biçimde.
Yapıları ona uygun bir şekilde yapmıyoruz. Yeterli kalınlıkta olmadığı gibi, bir de hırsız müteahhitlerin eliyle; malzemeden çalınarak, yani projede öngörülen oranlar bile uygulanmadan yapıyoruz. Arkasından bir felaket olacağı belli.
Bir bölgede deprem olmuşsa, orada hep olacak artık depremler. Çünkü orada yerin altı hareketliyse, bin yıllarca o hareket sürecek doğa bilimcilerine göre. Jeofizikçilere göre. Orasının iyice sabitleşmesi için bin yıllar geçecek. Hareketsiz hale gelmesi için.
Biz bunu dikkate alırsak, yerleşim alanı kurmazsak, kurduğumuzda da gerekli sağlamlığa dikkat edersek…
Bir de Los Angeles’ta, geçenlerde hemen, 7 şiddetinde bir deprem oldu. Tek bir bina çatlamadığı gibi, tek insanın burnu kanamadı. Yine bir televizyon kanalındaydı. Yayıncı Los Angeles’ta yaşayan bir Türkle konuşuyor canlı yayında:
“Hissettik gece… Korktuk, sallandık. Ama hiçbir hasar olmadı. Çünkü burada, binalar 2 katlı, 2 buçuk katlı, 3 katlı. O yüzden burada bir hasar olmaz”, diyor.
Demek ki, doğanın kanununa uygun şekilde biz davranışımızı ayarlarsak, hiçbir felaket olmuyor.
Yine Gölcük’te, yani depremin merkez üssüne 20 km uzaklıkta, Tavşancıl diye bir kasaba varmış arkadaşlar. Yine bir televizyon programında izledim. Belediye Başkanı namuslu bir insan:
“Düz arazide iki kattan, eğimli arazide iki buçuk kattan fazla bina yaptırmadım. Babam yapmak istedi, ona da izin vermedim. Kendi babama da izin vermedim. Bana çok kırılanlar oldu: Yahu bu adam deli, her tarafta 4-5 katlı binalar yapılıyor; bizim beldede yapılmıyor diye darılanlar oldu. Ama şimdi hepsi anladı”, diyor.
Nitekim halktan insanlarla konuşuyor:
“Başkanımız bizi kurtardı”, diyorlar.
Evleri geziyorlar, ufak tefek, yani hafif hasar var hepsinde. Orta şiddette hasar bile yok. Depremin merkez üssüne 20 km uzaklıkta sadece arkadaşlar.
Demek ki, böylesine basit önlemlerle bile bu felaket yaşanmayabilirdi arkadaşlar.
Ama bunlar kimin umurunda!..
Bizim Parababalarının, işte ekonomiyi bile getirdikleri durum bu!…
Sadece hırsız müteahhitler mi sorumlu bundan?
Hayır!
Sen insanları denetimsiz bırakırsan, insanların bir kısmı yolsuzluk yapar arkadaşlar. Hele bu düzende… Bu düzenin değerlerini benimsemiş insanlar yapar.
Hani yine Usta’mız örgüt prensiplerini sayarken, biz devrimciler için bile koyuyor:
“En olgun insan bile, sıkı denetime tabi tutulmazsa, sonunda hatalar yapabilir”, diyor.
Yani sürekli takip, denetim… Zaten örgüt disiplininin önemi de, işlevi de bu: İnsanları prensipler doğrultusunda yönlendirmek, hataları açıkça eleştirmek ve insanları sakındırmak. Ve sürekli eğitmek… Pratikte de organların sürekli birbirini denetlemesi… Tek tek insanlar değil de organlar üyelerini denetleyecek. Başıboş insan hata yapar. Devrimciler için bile bu böyle…
E, sen müteahhitlere bırakırsan (adamın amacı kâr etmek) adam, depreme dayanıksız ev yapsam da, dayanıklı yapsam da aynı fiyata satacağım. Niye çok kâr etmeyeyim? Diye düşünecek o zaman.
Onu denetleme görevi kime verilmiş?
Başta belediyelere ve devlete, İmar Müdürlüklerine. Devletin denetlemesi gerekir.
Nitekim Yurttaş girişimi Sözcüsü Ergin Cinmen’in (Avukat arkadaş), geçen basında bir açıklaması oldu:
“Devlet ve belediyeler, müteahhitlerle birlikte suçlu. İnsanlarımız bunların tümü hakkında davalar açmalı”, diyor.
Yine depremin ilk günlerinde, Burhan Apaydın’ın bu doğrultuda bir televizyon programında konuşması oldu:
“Sadece müteahhitlere bırakmak işi, olmaz. Millet; devletten ve belediyelerden de hesap sormalı, bunlar hakkında da davalar açmalı, burada sırf müteahhitlere işi bırakırsak olmaz”, diyor.
Gerçekten de böyle arkadaşlar.
Oğlum jeofizik mühendisliğinde okudu ve bir ay kadar önce de –bazı arkadaşlarımızın da bildiği gibi- bitirdi okulu. Yani jeofizik mühendisi oldu. Girdiği yıllarda konuşulmuş asistanlar arasında, aktarmıştı: Devlet 10 yıldan bu yana bir tek jeofizik mühendisini işe almamış arkadaşlar. “Yani böyle bir okula girmişiz baba”, dedi. Okula girdiği ilk günlerde.
Şimdi Türkiye’nin yüzde 90 küsuru deprem bölgesinde, deprem kuşağı içinde. Ve devlet on yıldan bu yana bir tek jeofizik mühendisini işe almıyor arkadaşlar. Belediyeler hakeza.
O zaman burası deprem bölgesi mi? burada bina yapılan zemin sağlam mı, çürük mü? Onu hiç kimse araştırmıyor.
Böyle bir tutumu var devletin. Şimdi burada işi doğaya yıkmak, herhalde son derece saçma olur.
Sanıyorum Aykut Barka’ydı. İlk günlerde açıkladı:
“Aslında dünyadaki deprem kuşakları, gerek yeraltı madenleri ve jeotermik enerji bakımından(kaplıcalar yani), değişik yeraltı suları bakımından ve tarıma elverişlilik bakımından dünyanın en zengin bölgeleri. Biz bu gerçeğe uygun kullanırsak bu alanları, deprem bir nimet olur. Nimete dönüşür deprem bölgesinde yaşamak”, diyor.
O gerçeğe uygun kullanmak da nasıl olur?
İşte onun jeotermal enerjisinden yararlanmak, kaplıcalarından yararlanmak, tarımda bundan yararlanmak, ormanlarından yararlanmak, orman ürünleriyle yararlanmak… Ve ona uygun konutlar inşa etmek. O zaman depremi yaşamak eğlence olur insanlar için. Çünkü çok enteresan bir olay tehlikesiz bir deprem, değil mi arkadaşlar? Tüm yer kabuğunun böyle sallanması… Ama tüm bunları dikkate almazsak –bir sel baskınının karşısına çıkmak gibi- insanı ne yapar? Yok eder atar arkadaşlar.
Bunu yapanda devlet. En tepedeki, yani bu vurgun düzeninin 35 yıllık simgesi yine ne diyor?
“Takdiri İlahi” (!)
Yani, Allah’tan geldi bu… olur, diyor.
İyi de Tayvan’da, 7,6 şiddetinde oluyor. Yani Türkiye’den daha büyük deprem oluyor: 2400 civarında insan ölüyor. Ve yine AKUT Başkan Yardımcısı Dr. Çelikmen açıklıyor, gittiler ya yardıma:
“Orada binalar birbirinin üzerine devrilmiş ama bizdeki gibi yerle bir olmamıştı”, diyor.
Gerçekten de, biz televizyon ekranlarından izledik o zaman. Daha büyük ve daha şiddetli bir deprem bizdekinin onda, yirmide, belki otuzda biri oranında bir zayiat verebiliyor. Can kaybına yol açabiliyor.
Deprem bölgesini gören arkadaşlarımız vardır. Biz de gördük: Bazı binalar öyle ki… toz yığını, kum yığını gibi üst üste binmiş. Orada insanın canlı kalmasına imkân yok ki…
E, şimdi neden binalar un ufak olmuşlar?
Sanki bir toz yığını yahut kum yığını… Besbelli ki orada hırsızlık var. bir sürü kanunsuzluk, yolsuzluk… bir sürü…
Şimdi burada suçlu kim?
Açık: Devlet!.. Başta devlet!..
Bu yaşandı. Asıl önemlisi bu felaket bitmiş değil arkadaşlar.
Yine şu günlerde Antep lahmacunu kadar meşhur olan Kandilli Rasathanesi Müdürü Işıkara var… Devletçi… Herhalde orada, o makamda oturabilmek için… İlk günlerde dikkat ederseniz: “Devletin sorumluluğu yok”, diyordu. Yok anlamına gelen laflar ediyordu.
Bir de yine, belediyenin düzenlediği bir panelde son bir iki gün önceki açıklamasında:
“İnsanlar bugüne kadar ev alırken, başımızı sokacak bir yerimiz olsun diye düşünüyordu. Bundan sonra artık sağlıklı, dayanıklı bir evimiz olsun diyecek”, dedi.
İnsan elbette böyle düşünür, sokaktaki insan. Sanayi çekmiş; adam gelmiş…
Ne düşünecek?
Olanağı var da, hayır ben iyisinde değil, kötüsünde mi yaşayacağım diyecek; ya da öyle mi diyor insanlar…
Ama insan halka düşman olunca(zaten işin artistliğinde bildiğimiz gibi), öyle görüyor meseleyi.
Ama namuslu bilim adamları uyarıyor: Korunmanın birincil yolu, binaları depreme dayanıklı hale getirmek. Ve İstanbul’daki binaları özellikle… Semtler sayılıyor işte arkadaşlar: Kadıköy’den Kartal’a kadar olan hat var, sahil kesimi… Bu tarafta Eminönü’nden Avcılar’a kadar olan bölge… Yani Bakırköy, Zeytinburnu, Yeşilköy, Ataköy… Büyük bir depremde buradaki binaların yüzde ellisi ağır hasar görür diyor.
Yani ne demek arkadaşlar?
Yine bazı semtler sayılıyor. Şu anda vaktimiz yok. İşte oralarda yüzde yirmisi hasar görür, yıkılır diyor. Bu, yüzbinlerce ölü demek. Ve bu deprem olacak diyorlar. Yani 5 yıl, 10 yıl, 50 yıl sonra… ama bu deprem olacak.
Bu evler de çürük!
Ve bu insanlar da o evlerde oturmaya devam edecek. Ya da bu evlerde o zaman belki bugünkünden daha fazla insan oturacak.
Ne olması gerekir?
Tüm bu bölgelerdeki binaların depreme dayanıklı şekilde yeniden yapılması gerekir. Bunun üzerinde kimse durmuyor arkadaşlar. Üzerine kimse gitmiyor. Ancak tek tük (çok fazla rastlamadım ben), bir iki namuslu bilim adamı izledim, bu konuyu dile getiren.
Yine böyle bir felaket karşısında çaresizliğe, kaderine terk ediliyor insanlarımız. Parababaları düzeni tarafından. Bir de suçluyorlar insanımızı. Sanki insanlar iyi, sağlam ev alma olanağı varmış da onu almamış; kötüsünü almış gibi duruma düşürüyorlar insanımızı.
Yine bu konuda –deprem denince-birde malum şeriatçıların yaklaşımları oldu: “İlahi İkaz!” Yani tanrının cezalandırması şeklinde.
Bu neyi gösteriyor?
Dinin bir Antika İdeoloji olduğunu gösteriyor arkadaşlar. Ben onlara aslında kızmıyorum.
Neden?
Çünkü tamamen dinin şartlarına inanan insan başka türlü düşünemez ki;
“Amentü billahi ve melâiketihi ve kütübihi ve resulihi vel yevmil âhiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahiteala vel ba’sü ba’del mevti hakkun Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedû enne Muhammeden abduhü ve resulühu.”
Yani “hayır ve şer Allah’tan gelir.”
Bu şer mi?
Şer…
“Kötülükler de Allah’tan gelir, deprem de, Allah’tan geldi”, adam buna inanıyor… Sen bu adamlara bunu savunduğu için –eğer gerçekten samimi ise- kızamazsın. Kaldı ki tepedeki de aynı şeyi söylüyor:
“Takdiri İlahi” diyor.
Ama o daha yontulmuş şekilde söylüyor, 35 yıllık simge. Ama buradaki daha köşeli, daha sivri şekilde söylüyor. Söylenen aynı şey…
Bizim sözde, bazı laikliği savunan aydınlar onu (tepedekini) olumlu buluyor. Laiklikten yana buluyor. Öbürünü karşıt buluyor. Değil!.. Özde aynılar… Farklı şey söylemiyorlar ki… “Takdiri İlahi”!..
Neden ilahi böyle bir takdirde bulundu?
Öbürü onu söylemeye cesaret edemiyor. Diğeri daha cesur, daha inançlı arkadaşlar.
Bunlar bize neyi gösteriyor?
Öncelikle dinin Antika bir ideoloji olduğunu ve bilimle bir ilgisinin olmadığını gösteriyor.
Bilimle ne yapıyor bu ideoloji?
Çelişiyor.
Yani bilim bu ideolojiyi ne yapıyor?
İnkâr ediyor.
Zaten pek çok inkâr edilecek yönü var. Ama şu anda konumuz değil.
Afyon diyor ya Usta. İşte, acıların üzerine afyon böyle veriliyor. Ne yapalım…kader… dedirtiliyor.
Yoksulluk: kader!
İşsizlik: kader!
Hastalık: kader!
Yani düzenin verdiği tüm acıları ne yapıyor?
“Yüce kuvvet böyle takdir etti, katlanacağız”, dedirterek sineye çektiriyor. Yani, afyonu yutunca insan: “Bütün o acılar nasıl olsa geçici… bu dünya fani… burada –bu dünyada- varsın böyle olalım… Önemli ve kalıcı olan öbür dünyadır” deyip geçiyor.
İslamiyet de zamanında insancıldı ama bugün (bu devir için) artık insancıl olmaktan çıkmış… Çağı için elbette ileri bir dünya görüşü, sosyal bir düzen getiriyor.
Rum kurtarma ekibinden Dimitrias -soyadını hatırlayamıyorum- ağladı bir çocuğu kurtarınca, dikkat ettiyseniz arkadaşlar.
İnsan o işte!..
Yani milliyeti, dini ne olursa olsun: O insan!..
Ama bizim “Takdiri İlahi” diyenler de, “İlahi İkaz” diyenler de insan değil. İnanın arkadaşlar o kurtarıcının, o Yunanlı kurtarıcının duyduğu acının belki milyonda birini bizimkiler duymadı.
Yine bir tarikat lideri… Mesaj TV’nin duayeni var, şefi diyelim, şeyhi diyelim: Haydar Baş. Bir yayınlarında rastladım ağzı kulaklarında:
“Allah cezalandırdı”, diyor.
O kadar zevk içinde anlatıyor ki:
“Allah aracı olarak kullanacak tabiî. İnsanlar daha fazla suç, günah işlemesinler ve işledikleri günahları bu dünyada, böyle acı çekerek ödesinler, öbür tarafa günahsız olarak gitsinler diye, böyle cezalar verir insanlara. E, nasıl verecek? İşte böyle araçları kullanarak verir”, diyor. Arkadaşlar.
Şimdi, bu insan buna inanıyor, samimi ise… Ama onları böyle konuşturmak, böyle olanaklar sunmak suçtur. Toplumda binlerce, belki on binlerce, hatta yüzbinlerce diyelim taraftarı var bu tarikatın-Kadiri Tarikatının Türkiye’deki Şeyhi bu zat- televizyonu dergileri var. Onlara bu imkânı tanıyan devlet de suç ortağıdır.
Kutlular, Nur Cemaatinin şefiymiş…
Nerede dağıtıyorlar bildirilerini?
Kocatepe Camiinde. Sanıyorum 1991’di… biz İHD Kongresi için Ankara’daydık. Yine aynı gün Said-i Nursi’nin ölüm yıldönümünün anması vardı yine Kocatepe Camiinde. Demirel’de o camide, o anmaya katıldı. Kutlular’la birlikteydi o anmada. Bugün durumu gereği, makam daha ağır basıyor, katılmıyor.
O zaman neden katıldı?
İşte, milleti kandırıp, o tarikatın oylarını alarak bugünkü yerlere gelebilmek için katıldı.
Yani bunların birbirinden farkı yok yoldaşlar.
ABD ne yapıyor?
Bunlara sen köşeli konuşacaksın, sen yuvarlak konuşacaksın diyor. Bunların hepsini yönlendiriyor. Yani bunlar, bir tiyatro sahnesinde değişik rolleri oynayan değişik aktörler. Ama senaryo aynı, yönetmen aynı… Hepsi görev yapıyor bunların.
Kimin adına?
ABD ve diğer emperyalistlerin adına.
Demek ki laikliğin gerçek savunucusu, yalnızca biz devrimcileriz. Bunu da devrimci ortamda –yine söylediğim gibi- ekonomik temeliyle, siyasi tehlikesiyle ilk ortaya koyan, gözlere batıran Usta’mızdı. Kıvılcımlı’ydı arkadaşlar.
Yine anımsayıverdim: Merve Olayının hemen sonrasında, Recai Kutan yine:
“Bu tür olaylar bizim Avrupa Birliği’ne girişimizi engeller. Engellemeye yöneliktir. Çok sakıncalıdır”, şeklinde bir açıklama yaptı. Ve ertesi gün de-başta ABD olmak üzere Batılı Emperyalistlerin yetkililerine, temsilcilerine bir yemek verdi. Orada da Avrupa Birliği’ne girmenin öneminden dem vurdu.
Bunlar daha birkaç yıl öncesine kadar-1996’ya kadar-karşıydılar sözde. Avrupa Birliğine ’de, ABD’ye de. Ona taraftar olanlara da karşıydılar. İslam dinarı, İslam bayrağı, ortak İslam dinarı öneriyorlardı. Ortak İslam bayrağı öneriyorlardı. Şimdi bir anda, hemen dönüverdiler arkadaşlar. Onların bu karakterlerini de ilk ortaya koyan Usta’mızdı.
Bizim dışımızdaki sol gruplar devrimci teoriden yoksun oldukları için, onların söylemde ABD’ye ve Batıya karşı oluşlarını gerçek sandılar. Daha öncede söylemiştim size sanıyorum, güya Usta’mıza sahip çıkar görünen, “Çağdaş Yol”, “Yol” bugün “Direniş” adıyla var olan hareket, “İslamcı-devrimci güçler” diye bunları devrimci cephede var sayıyordu.
Ne zaman?
1980’li yılların sonlarına doğru. “Çağdaş Yol” dergisinde. Hatırlayacaksınız yine, “Truva Atı” adlı kitabımızda o görüşlerin eleştirisi yapıldı arkadaşlar.
Daha geçen yazki, “Türban Olayları”nda, EMEP’ten, DHKP-C’ye kadar sol gruplar, bunların safında yer aldılar. Grup Yorum geldi, bunların eylemlerinde türküler söyledi biliyorsunuz.
Şimdi bunlar bilimden yoksun! Ne yaptıklarını, neyi savunduklarını bilmiyorlar ki!… Ortaçağcı güçlerin bir siyasi hareket olduğunu ve bunun sınıf yapısının Tefeci-Bezirgân Sermaye olduğunu, bu insanların Tefeci-Bezirgân Sermayenin dünya görüşünü savunduklarını. Tefeci-Bezirgân Sermayenin de Finans-Kapitalin Türkiye’deki Antika müttefiki olduğunu göremiyorlar.
Usta’mız Ankara’daki “Tartışmalı Toplantı”da netçe söyler:
“Türkiye’nin sınıf yapısı, sosyal sınıf yapısını duruca göremez ve üzerinde anlaşamazsak kimseyle birlikte olmayız. Bunun bir yararı yok”, der.
Karşıdevrim cephesinin öz gücünün Finans- Kapital yani Yerli-Yabancı Finans-Kapital: yedek gücünün de Tefeci-Bezirgân Sermaye olduğunu koyup, bu konuda uzlaşmazsak kimseyle bir partide bir araya gelemeyiz arkadaşlar. Yani ekonomik tabanda birlik olmadan, homojen olmadan, siyasi üst yapıdaki birlik bir yere götürmez bizi. İşte adam karşıdevrimin eylemine gelir, ona yardakçılık yapar.
Bu yüzden Usta’mız netçe koymuştur, belirtmiştir.
“Orada birlik olacağız. Ondan sonraki meseleleri anlaşırız. Karşı tarafın da elbette görüşleri olacak, değerlendireceğiz, uzlaşacağız belirli prensipler çerçevesinde. Ama ekonomik temelde birleşmezsek, yani sınıf temelinde birleşemezsek, bir birlik sağlamış olmayız.”
İşte bunu göremedikleri için laikliğin önemi de onlar için belirsiz. Kaldı ki Lenin de der:
Burjuva devleti egemen kaldığı sürece, varlığını saldırdığı sürece, biz nasıl, hangi eğitimden yanayız?
Demokratik ve Laik Eğitimden yanayız arkadaşlar. Laik olmayan bir eğitim, demokratik olamaz. Bu bakımdan ikisi birbirinden ayrılmaz eğitimde. Demokratik ve Laik Eğitim!…
Bizim kültürümüz nedir?
Uluslararası Proletarya Hareketinin ve Demokratizmin Kültürüdür. Bunu savunuruz. Eğitimde de demokratik ve laik eğitimiz savunuyoruz.
Bizim dışımızdaki gruplar bunu bilmezler. Onlar Türkiye Devriminin hiçbir meselesini bilmezler. Ve ideolojik olarak yani duruca, izleyeceği yolu göremeyen bir hareket; yok olmaya mahkûmdur. Var olamaz. Savrulur gider bir yerlere. Belli dönemlerde ne kadar maddi güce sahip olursa olsun, ideolojik olarak iflas etmiş hareketlerin siyasette var olma hakları ortadan kalkar. Teslimiyete varır. Çöküşe, yok oluşa varır arkadaşlar.
Şimdi tüm gruplar eriyor. Ama başta dedik: biz, hiç değilse, olduğumuz noktada direnebiliyoruz. İşte bu, ideolojik gücümüzden kaynaklanıyor. Biz hiçbir zaman umutsuzluğa düşmedik: insanlarımız konusunda, devrim konusunda, insanlığın kurtuluşunun Sosyalizmde olduğu ve kaçınılmazca bu noktaya varılacağı konusunda. Ve Marksizmin-Leninizmin prensiplerinin yanılmazlığı konusunda hiç kuşkumuz olmadı bizim.
Bizden de tek tük düşen arkadaşlar olmuyor mu?
Olur. Yani bu doğal bir şey. Ama tek tük… En özenle beslenen, yetiştirilen meyveler bile, tek tük fire verebilir. Bahçedeki tüm meyvelerin bile tümünün sağlam olması, olası olmaz. Bizdeki düşüşler bu oranda yahut bu çerçevede arkadaşlar. Ama diğer gruplar eriyorlar gördüğümüz gibi. Son 1 Mayıs rakamları, yazılı halde arkadaşlarımızın ellerinde duruyor. O erimeyi (dergide de sanıyorum yayınlayacaklar arkadaşlar)göreceksiniz.
Bu bakımdan ideoloji son derece önemli! İdeolojik olarak iflas eden hareketin var olmayacağının en somut, güncel kanıtlarından biri de PKK Hareketi’nin geldiği durum.
1986’da Küçükburjuva Ulusal Kurtuluş Hareketi olarak değerlendirmiştik o hareketi. Daha sonra süreç içinde küçükburjuva çizgiden, burjuva çizgiye kaydı. Ve sonunda emperyalizmle uzlaşmaya ve onun müttefiki olan TC’yle uzlaşmaya vardı. Geldiği nokta –bildiğimiz gibi- bu! Teslimiyet!…
Daha silahlarıyla birlikte binlerce gerilla gelip teslim olacak. Teslim ol denecek. Yani kerte kerte, alıştıra alıştıra gidiliyor teslimiyete, son noktaya doğru.
Neden?
Devrimci ideolojiye inançlarını yitirdiler. Zaten tam olarak kavrayamamışlardı hiçbir zaman. Sonra giderek inançlarını yitirdiler. Sonra Filistin benzeri, Irak’taki, ne diyelim artık, çözüm diyemeyiz, çözüm değil çünkü. ABD’nin giriştiği o sözde mizansene, bir kandırmacaya bel bağladılar. “ABD- onun dediğine uyarsak, onun istediği yolu izlersek- bize de öyle, o tür bir çözüm bulur.” O anlayıştalar. Nitekim PKK önderinin ABD hakkında tık dememesi de oradan kaynaklanıyor arkadaşlar. Yani “Şu anda dünyanın hâkimi, efendisi o. Ondan bağımsız bir şey olamıyor. Biz de onun yörüngesine girersek; e bize de ne lütfederse, Filistinlilere verdiği gibi bir şey verir herhalde, verdirtir”, noktasına geldiler şu anda.
Bu, Fidel’in söylediği gibi: Onurdan vazgeçiştir! Ha, başta devrimci prensiplerden vazgeçtiler. Ondan vazgeçince onurdan da vaz geçersin. Hele emperyalizmle ittifaka girersen, ona bel bağlarsan, ondan medet ummaya başlarsan; varacağın nokta orası olur. Şimdi TC’nin adı onların dilinde; “Demokratik Cumhuriyet.” Ona güç katıyorlar.
Konumuz bu değil arkadaşlar da… ama neden kaynaklandı bu?
İnançsızlıktan. Devrime, bilime duyulan inançsızlıktan kaynaklandı. Emperyalizmin gücünü büyütmekten kaynaklandı.
Dünyada baş düşman ABD ve müttefikleridir. Tüm dünya halklarının düşmanı onlar çünkü… Sadece diğer halkların değil, kendi halklarının da düşmanı onlar… Kendi halklarına da zulmediyorlar. Ekonomik olarak tamam: bir saatte 14-15 dolar veriyor işçisine, halkına, çalışanına. Ama bu insanlıktan çıkarıyor.
Nasıl çıkarıyor?
Dünkü akşam ajansındaydı. FBI’ın bu yılki Kriminal Raporu yayımlanmış. Onu konu ediyor ajans:
1999 yılı içinde:
Her 14 saniyede bir hırsızlık olmuş.
Her 1 dakikada bir soygun olmuş.
Her 1 dakikada bir ırza geçilmiş.
Her yarım saatte bir cinayet işlenmiş.
Ve 1999 yılı içinde 16 bin insan, cinayetlere kurban gitmiş. Clinton seviniyor bu rapora… “Çok olumlu”, diyor. Ve son 30 yılın en düşük rakamlarıymış bunlar arkadaşlar.
Düşünebiliyor musunuz toplumun, insanların geldiği durumu?
Nasıl korkular içinde yaşayan bir toplum?..
Nasıl birbirine karşı sevgisizleşmiş, canavarlaşmış, insanlıktan çıkarılmış bir toplum?..
1990’ların başında her yıl 30 bin insan cinayetlere kurban gidiyor. Aşağı yukarı yarı yarıya düşmüş cinayete kurban gidenlerin oranı. Ve Clinton seviniyor. Sevinmekte haklı…
İnsanı insan yapan en önemli değer: İnsan sevgisi… İnsanları sevme… Acıma…
Usta’mız boşuna demiyor arkadaşlar:
“Neden Sosyalist oldum?
“İnsanın hayvan yerine konuluşuna tepki duyduğum için.”
Evet…
Bu düzende (işte biraz anlattık ekonomik-politik gerçekleri) insanı hayvan yerine koyuyorlar.
Buna insanım diyen birinin tepki duymamasına imkân var mı?
Che de aynı şeyi diyor:
“Dünyanın öbür yanında bile bir haksızlık olduğu zaman, öfkeden tir tir titreyebiliyorsan, o zaman yoldaşız demektir. Ve bu her şeyden önemlidir”, diyor.
(Uzun alkışlar…)
Yine Henri Alleg’in kitabından arkadaşlar: 1990’ların başında sadece New York’ta, enjektörlerle damarına eroin veren 150 bin insan yaşıyor. Yani uyuşturucu bağımlısı yaşıyor… sadece New York’ta. 150 bin insan… Ve yine Usta’mız anımsayacaksınız konuşmalarında- sanıyorum Beşiktaş TİP İlçe Kongresinde yaptığı bir konuşmada- yüzde iki buçuğu diyordu herhalde, uyuşturucu bağımlısı ABD insanının.
Elbette ki insan sevgisini kaldırırsanız ortadan, geriye hayvancıl bir yaşama kalır arkadaşlar. Daha fazla tüketme, daha fazla kazanma, daha fazla tüketme, daha lüks geçim araçlarına sahip olma… Artık insanın hayatını yönlendiren en büyük motiv, en etkili motiv bu olur. Bir hayvan da bunun için yaşar. Ama hayvan algılayamaz. Hayvandır çünkü. Bilinci yok ki. İçgüdüleriyle o doğrultuda yaşar.
Ama insan öyle değil. Nerede bir haksızlık varsa karşı çıkacağız demiştik.
Onu da kim yapar?
İnsanları seven yapar. İnsan sevgisiyle dolu olan yapar. Irkı, milliyeti, dini, mezhebi ne olursa olsun; İnsan olmak yeterli sevmek için.
Bunu en büyük değer alırsak arkadaşlar, hiçbir zaman yorulmayız, hiçbir zaman umutsuzluğa düşmeyiz. Her türlü acılara katlanırız. Başka türlü bir yaşama biçimini; zaten tahammül edilmez, yaşamaya değer bulunmaz sayarız.
İnsanlar şöyle ya da böyle ölecek. İşte geldik gidiyoruz. İşte Haşmet arkadaşla ilk tanıştığımız, devrimci harekete girdiğimiz yıllar, daha dün gibi… O kadar canlı anımsıyoruz. Bir anda 30 yıl geldi geçti. Bir 30 yıl sonra büyük bir olasılıkla yok olacağız.
O zaman en değerli şekilde yaşama biçimi: Tüm insanlığı kardeş sayarak, tabiî başta kendi toplumumuzdan başlamak üzere, kendi halklarımızdan, Türk ve Kürt Halkından başlamak üzere: tüm dünya halklarını kardeş sayarak, aynı değerde severek yaşamaktır arkadaşlar…
Ama bu sevgi soyut laf olmayacak. Şimdi bir aile düşünelim: 3 çocuğumuz var, 5 çocuğumuz var.
E, kardeşlerden biri daha az alırsa, ona: “Sen daha az yiyeceksin, daha kötü eşyalar kullanacaksın”, dersek o, öbürlerini sevebilir mi?
Gerçek anlamda sevemez.
Hepsine eşit davranmak gerekir. Çocuk eğitiminde anne babaların görevi: hem kardeşlerin birbirini sevmesi hem de aileyle yani ana babayla çocukların birbirleriyle sağlıklı ilişkiler kurmaları, sevgi ortamının oluşması için ayrım yapmamaktır. Maddi açıdan, önce ekonomik açıdan bir ayrımcılık olmayacak. Eşitsizlik olmayacak. Sosyal eşitsizlik, yani maddi, sosyal eşitsizlik olmayacak. Duygusal açıdan da eşitsizlik olmayacak. O zaman bir ailede tam bir uyum, bir sevgi ortamı oluşur.
İşte biz tüm dünya insanlığını bir aile gibi, kardeşçe sevmeliyiz. Ve o günlerin er geç geleceğine, insanlığın o noktaya varacağına inanmalıyız arkadaşlar. Kaldı ki insanlığın gidişi o yönde. Tek bir dünya insanlık ailesine varacağız. İşte o gidişi hızlandırmak… bizlere düşen en insancıl görev bu. Usta’mız da tüm ömrünü buna verdi. Ve bu inancından hiç kuşku duymadı. Hiçbir zaman… Ve onu savunacak cesareti her zaman buldu. Fedakârlığı her zaman yaptı. Gerçek insan olmak bu!…