Hep denir ki; Türkiye Halkının yüzde 70’i ya da en az yüzde 65’i, sağdadır. Ancak yüzde 30-35 kadarı sol görüştedir.
Bugünkü durumu baz alırsak bu tespit doğrudur. Fakat eskiden beri yani Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından beri böyle midir bu durum?
Hayır…
O günleri anlatan bir iki örnek verelim. O günlerin Meclisine, yani 1920’lerin, 1921’lerin Meclisine bakalım bir. 2008’deki Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı Anmasında yaptığımız konuşmadan şu bölümleri aktaralım:
“Ve o zaman, Meclisin üçte biri Bolşevik. Yani Ekim Devrimi’nin prensiplerini benimsiyor. Zaten soyulduk soğana çevrildik, diyorlar Lenin’in deyimiyle. Neyimiz kaldı kaybedecek? Bolşevik olalım. Yeni bir dünya kuruluyor, biz de bu kavgaya katılalım. Bakın bir güneş doğdu Kuzey komşumuzda. Biz de ona omuz verelim, diyorlar. Meclisin üçte biri, arkadaşlar. Kalpaklarına kızıl kurdeleler takıyorlar. Ve ordu içinde de bu hareket yayılıyor.” (Nurullah Ankut, Lenin Sonrasının Marksizmi-Leninizmi Işığında Dünya ve Türkiye, Derleniş Yayınları, 3. Cilt, s. 381-382)
Görüldüğü gibi, arkadaşlar; hiçbir aktif çalışma yapılmadığı halde İlk Meclise seçilen milletvekillerinin bile üçte biri Bolşevik, yani Ekim Devrimi’nin prensiplerini benimsiyorlar ve savunuyorlar. Yani bu insanlar komünizm taraftarı. Birazcık çalışma yapılsa, muhakkak ki halkımızın büyük çoğunluğu Sovyetler Birliği’nin ekonomik sistemini yani Sosyalizmi kısa sürede benimseyecek.
İşte bunun kanıtı da yine aynı konuşmada dile getirdiğimiz şu olaylarda ortaya konmaktadır:
“Mustafa Suphi Yoldaş, Türkiye Komünist Fırkası’ndan iki militanı gönderiyor, Zonguldak kömür madenlerinde, on beş gün içinde 130 ila 140 işçiyi örgütlüyor, bu iki kişi… Düşünebiliyor musunuz? On beş günlük sürede… Vezirköprü’de yetmiş kişiyi örgütlüyor. Samsun’da elli kişiyi örgütlüyor. Yani insanlar bu kadar sosyalizme açık. Ve Sovyetler’e sıcak bakıyor. Dost biliyor Sovyetler’i.” (age, s. 382)
İşte Türkiye Halkının böylesine ilericiliğe, aydınlığa, devrimciliğe açık tutumu karşısında Anadolu Burjuvazisi ve müttefiki olan Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı dehşete kapılıp ürküntüye düşüyor. Ve bu uyanışın, bu aydınlanmanın önünü kesmek için İblisçe, aşağılık, iğrenç, ahlâk ve insanlık dışı planlar yapıp kumpaslar, pusular kuruyor, Anadolu’yu aydınlatacak, onu çağdaş dünyanın en önüne geçirecek ülkelerden biri haline getirecek devrimci hareketin önderi Türkiye Komünist Partisi’ne karşı ve onun yiğit, fedakâr, vatansever önderlerine karşı, yöneticilerine karşı.
Aynı Anma Konuşmamızda bu konuyu da anlatmıştık, ayrıntılıca. Onu da görelim isterseniz:
***
İşte Anadolu Antiemperyalist Kurtuluş Hareketini yürüten burjuvazi bundan ürküyor. Bu hareketin gelişeceğinden ürküyor. Sonunu görmüşçe ürküyor. 14, yanlış hatırlamıyorsam, Aralık’ta, 14 Aralık 1920’de, Mustafa Suphi, beş yoldaşıyla beraber Kars’a giriş yapıyor, Kars’a geliyor. Ve Kazım Karabekir başkanlığındaki bir heyet merasimle karşılıyor kendilerini. Merkez Komite’den beş kişi geliyorlar önce. İki kişiyi bırakıyorlar Dış Büro Temsilcisi olarak, Bakü’de. On üç yoldaş da bilahare, sonradan geliyor. Toplam on sekiz kişi geliyor. Yani Partinin Merkez Yönetimini Ankara’ya taşımak üzere geliyorlar. Dış Büro Temsilcisi olarak iki kişi kalıyor Bakü’de. Ve onurlarına merasim düzenleniyor, şenlik düzenleniyor ve yemek, ziyafet veriliyor Kazım Karabekir tarafından.
Şimdi Mustafa Suphi Yoldaşların geleceği bilindiği için, Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal Paşa, acele bir sahte Komünist Partisi kurduruyor. Yani kendi denetiminde… “Türkiye Komünist Partisi” adıyla, Ankara’da bir parti kurduruyor. İçinde işte, Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu Yunus Nadi de var mesela. Cumhuriyet’in bize düşmanlığı tâ oralardan geliyor. Yani masum bir gazete olmayışı tâ o köklerinden itibaren devam edip geliyor. Yunus Nadi, İkinci Emperyalist Yağma Savaşı’nda da Nazi ideolojisini, Hitler’in ideolojisini benimser bildiğimiz gibi, onu savunur Cumhuriyet’te, arkadaşlar. Böylesine fırıldak bir adam…
Kılıç Ali var yine Mustafa Kemal’in en yakınındaki adamlardan biri olarak. Yani Mustafa Kemal’in en güvenilir insanları var bu partinin yönetiminde.
Fakat Mustafa Suphi ve yoldaşları buna kanmıyorlar tabiî. Oradaki yayımlarda, “Ankara’daki Provokatör Komünist Partisi” diye niteliyorlar bu partiyi. Yani Mustafa Kemal, kendi denetimindeki bu partiyle Mustafa Suphi ve yoldaşlarını bloke etmek istiyor, arkadaşlar. Etkisizleştirmek istiyor. Onun sökmeyeceğini anlayınca diyor ki Kazım Karabekir’e: “Ankara’ya getirme, gönderme, bunları yeniden yurtdışına çıkar. Bunlar gitsinler yeniden yurtdışına.”
Kazım Karabekir tamam antiemperyalist, ama çok güçlü Ortaçağcı, Şeriatçı önyargıları var. Bağnazlıkları olan bir insan. Müthiş antikomünist bir insan. Tam klasik bir Osmanlı Paşası yani. Hemen bunun üzerine bir düzenbazlığa başvuruyor. Erzurum Valisi Deli Hamit Bey var. Onunla telgraflaşıyor. Ona diyor ki:
“Ben Mustafa Suphi ve ekibini gönderiyorum.” Sonra o on üç yoldaş da geliyor. On sekiz kişi oluyorlar. “O ekibi gönderiyorum (diyor). Bu ekip Erzurum’a varır varmaz halk, bunlardan nefret ediyormuş gibi, bunları protesto eden, bunlara hakaretamiz sözler söyleyen bir eylemde bulunsun (diyor). Sen bu eylemleri örgütle. Bunlar da anlasınlar ki, Türkiye’de halk bizi istemiyor. Bizden nefret ediyor. Biz bırakıp gidelim. Böyle bir kanaat oluşsun (diyor). Ama şu anda Bolşeviklerle dostuz (diyor). Yani buradaki protesto eylemlerinde, sakın ola ki Bolşevikliği hedef almayın. Tamamen eylemi, saldırıyı bunların şahsına yöneltin. Bunları şöyle suçlayın (diyor hatta): “Bunlar Rusya’daki Türk harp esirlerine çok kötü muamele ettiler. Hatta Bolşeviklerle işbirliği ederek, Türk harp esirlerinin birçoğunu astırdılar” deyin (diyor). Ve protesto edenler de, o harp esirlerinin yakınlarıymış gibi, işte “benim kardeşimi, babamı, amcamı, dayımı nasıl öldürdün, katlettin” diye bunların şahsına saldırıda bulunsun”, diyor.
Yani böylece Sovyetler’le ilişkiyi bir taraftan korumak, sürdürmek, bir taraftan da Mustafa Suphi ve yoldaşlarından kurtulmayı planlıyor, arkadaşlar. Yani böylesine düzenbazca işler planlıyor. Onurlu bir insana yakışmayacak işler planlıyor.
Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti var. O cemiyette de “Albayrak Grubu” diye, komünist bir grup var. Bu grup buna karşı çıkıyor. Diyor ki: “Bu arkadaşlar gayet halisane niyetlerle bizim Kurtuluş Savaşı’mıza destek vermek için geldiler. Her türlü desteği getirdiler. Bolşevik Rusya’nın da desteğini birlikte getirdiler. Ve Kızıl Türk Alayı oluşturdular. Bunlara karşı, nasıl karşı çıkarız biz. Tersine bunları bağrımıza basmamız lazım.”
Bir de Hoca Raif Efendi diye, Tefeci-Bezirgân grubun bir temsilcisi, lideri var. Ne yazık ki onlar baskın geliyor. Tabiî Ankara’nın da, Kazım Karabekir’in de direktifleri o yönde. Albayrak Grubu tasfiye ediliyor. Tamamen yönetim Hoca Raif Efendi liderliğindeki Ortaçağcıların eline geçiyor. Ve saldırıyı onlar düzenliyor. Erzurum’a girer girmez onlar başlıyorlar saldırmaya, hakarete, küfre…
Oradan Trabzon Valisiyle bağ kuruyor. O bağlantıdan amaç da Trabzon üzerinden deniz yoluyla Mustafa Suphi ve Onbeşler’i Sovyetler’e göndermek. Yapılan plan bu. Halkı öylesine örgütlüyorlar ki, yolda da kimse, ekmek vermiyor, çevredeki insanlar tamamen blokaj uyguluyorlar yollarda, yiyecek vermiyorlar, su vermiyorlar, sözlü hakaretlerde bulunuyorlar Trabzon’a gece bir civarında ulaşıyorlar. O karda kışta, biliyorsunuz doğunun o Aralık soğuklarında, arkadaşlar. Bazen hatta vasıtasız kalıyorlar, yayan yürümek durumunda kalıyorlar. Kazım Karabekir’in emrindeki askerler de onları halktan güya koruyormuş durumunda, çevrelerinde onlara refakat ediyorlar. Yani o örgütlenmiş gerici güruh saldırıyor yoldaşlara, bunlar da onların elinden bunları koruyormuş, kurtarıyormuş gibi bir hava veriyorlar.
Trabzon’a varınca, orada Sovyet Konsolosu var, arkadaşlar. O da bekliyor karşılamak için; tabiî hazırlık yapıyor. Karşılayayım, misafir edeyim, en azından dinlendireyim, diyor. Yani bir konuşayım, diyor. Ona da göstermiyorlar. Ne yazık ki, üç de ajan var, bu on sekiz kişinin içinde. Kazım Karabekir’in ajanları… Süleyman Sami, Mehmet Emin, bir kişi daha var; onun adı belirtilmiyor. Yani onlar sürekli bilgiler veriyorlar Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ne yaptığı, ne ettiği konusunda, Kazım Karabekir’e. Onlar yolda, hastalandık bahanesiyle ayrılıyorlar, Maçka’da. On beş kişi Trabzon’a varıyor. Biri Mustafa Suphi Yoldaş’ın eşi. Ve diğerleri on dört erkek yoldaş. Enteresandır, iki tane de yüzbaşı var bu yoldaşlar arasında:
Biri tayyare yüzbaşısı, biri topçu yüzbaşısı; Mustafa Suphi’nin yoldaşları arasında, katledilen yoldaşları arasında. Yani namuslu, asker, devrimci geleneğe sahip olan asker yoldaşlar da komünist harekete katılıyorlar. Nitekim İsmet İnönü, Ali Çetinkaya’ya yazdığı bir mektupta çok açık belirtiyor. Burada belgeler var, zamanımız yok ama… Asker içinde de bu hareket gelişiyor, diyor İsmet İnönü. Buna karşı da tedbir almamız lazım, diyor. Yani Ordu Gençliği o Devrimci Geleneğiyle, devrimci prensipleri ve Leninizmin ilkelerini benimsiyor, arkadaşlar.
Yahya Kahya denen bir azgın, lümpen çete reisi var Trabzon’da. Astığı astık, kestiği kestik bir lümpen. Bir tayfası, ekibi var. Kayıkçılar Kâhyası bu Trabzon’da. Kayıkçılar ve mavnacılar kâhyası. İşi ona havale ediyorlar. Yani pis işleri, böyle pis adamlara gördürür ya burjuvazi… Her zaman olduğu gibi burada da onlara havale ediyorlar. Bu alçak, Mustafa Suphi Yoldaş’ın eşine el koyuyor. Kendi haremine alıyor eşini daha yola çıkmadan. Ve on dört yoldaşı bir motora bindiriyorlar. Ve iskelede de tabancalarını alıyorlar üzerlerinden. Yani silahsız, bıçaksız olarak motora bindiriyorlar. Hemen arkalarından da bu Yahya Kâhya denen alçağın adamları, başka bir motorla peşlerine düşüyor. Ve Sürmene açıklarında bunlara yetişiyor.
Önce bağlıyorlar, sonra kasaturalarla katlettikten sonra denize atıyorlar on dört yoldaşı.
Bu kesin, yani katledilişleri, bu şekilde katledilişleri…
Bu katliamı kim planladı? sorunu var, arkadaşlar. Yani esas kim yaptı?
Bize göre; açık, net bir şekilde Anadolu Burjuvazisi yaptı. Bu katliamın suçlusu Anadolu Burjuvazisidir, arkadaşlar.
Tefeci-Bezirgânlıkla, daha iktidara gelmeden, yani Hoca Raif Efendiyle ve yine Trabzon’da Barutçuzade Hacı Ahmet Efendi adındaki bir alçak, Trabzon Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin Başkanı, o da bu suçun içinde, organizatörlerin içinde, katliamı organize edenlerin içinde. Yani Trabzon Valisi ve o, arkadaşlar. Yahya Kâhya’yı da o yönlendiriyor, örgütlüyor pratik işlerde. Yani Kazım Karabekir, Trabzon Valisine ve bu Barutçuzade Hacı Ahmet Efendiye direktif veriyor, o Yahya Kâhya’ya veriyor ve katliam onun eliyle, yani daha doğrusu onun adamlarının eliyle (bizzat kendisi gitmiyor), gerçekleştiriliyor, yapılıyor. Bu katliamın faili, Anadolu burjuvazisi ve ittifak yaptığı Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin örgütleri, temsilcileridir. Anadolu burjuvazisi ve Tefeci-Bezirgân Sermayedarlar adına bu katliamı başından sonuna kadar planlayan, yöneten, uygulatan da Kazım Karabekir, Erzurum Valisi Deli Hamit, Trabzon Valisi Barutçuzade Hacı Ahmet ve onların emrindeki çakal sürüleridir.
Mustafa Kemal’in Onbeşler’e ilişkin tutumu
Şimdi Mustafa Kemal’in bu katliamdaki payı ne? Bilgisi var, arkadaşlar. Kazım Karabekir devamlı bilgi veriyor. Bilgisi var. Zaten Meclisin Gizli Oturum Tutanakları da yayımlandı. İki yayınevi tarafından yayımlandı benim bildiğim, belki daha fazla yayınevi de yayımlamıştır. “Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis Gizli Oturumunda Yaptığı Konuşmalar” adı altında yayımlandı, şimdi piyasada var, arkadaşlar. Orada Mustafa Kemal de aynen böyle koyuyor. Yani bu işi baştan sona bizzat Kazım Karabekir planlamıştır, örgütlemiştir, uygulamıştır. Ve bize de her aşamada bilgi vermiştir, diyor. Yani olay bu.
Burjuva toplumu kurtlar sofrası, arkadaşlar. Ve Brütüs’ler toplumu. O sofrada pay kapmak istiyorsanız, pençelerinizi ve dişlerinizi çok ustalıkla kullanmanız gerekir. Çocuk saflığı ve masumluğuyla o sofraya katıldığınız anda, heder olur giderseniz… Hiç acımazlar. Ve zerre miktarda pay vermezler size. O bakımdan, Mustafa Kemal de bilerek göz yumuyor bu işe, arkadaşlar, kabulleniyor. Çünkü o da Lenin’in dediği gibi, sosyalist değil, burjuva ulusal kurtuluş hareketinin yöneticisi.
Zaten paşalar da birbirlerine karşı kurtlar mücadelesi veriyorlar sürekli. Recep Yoldaş’ın anmasında kısaca değinmiştim. Daha hilafetin, saltanatın kaldırılması meselesinde bile Mustafa Kemal, “saltanat kaldırılacaktır ama bazı kelleler uçacaktır”, diye masanın üzerine çıkarak kesin tavır koymasa, bir anda alaşağı edilecek. Hâlbuki zafer kazanılmış… Lozan’ın arifesi.
Yani o anda bile karşısında bir güçlü cephe buluyor. Ataklığı ve inisiyatifi ile hem önderliğini, hem cumhuriyeti kurtarabiliyor.
Yine 1925’te, arkadaşlar… Getirmemişim… Kılıç Ali’nin Anıları yayımlandı, arkadaşlar, İş Bankası Yayınları’ndan. Hacimli bir kitap. Tüm silah arkadaşları, paşalar, karşısına geçiyor Mustafa Kemal’in. Ali Fuat Paşa, işte burada, Moskova Büyükelçisi, Rauf Orbay, Kazım Karabekir kesin bir cephe oluşturuyorlar. Alt etmek üzereler. Şeyh Sait İsyanı’nın patlaması, Mustafa Kemal’i kurtarıyor. Şeyh Sait İsyanı bir anda saman alevi gibi yayılıyor. Tüm Kürt illerini kapsıyor, İngilizlerin de her türlü desteği ve organizasyonu, örgütlemesiyle, hızla yayılıyor Şeyh Sait İsyanı.
Ve Anadolu Burjuvazisi panik içinde kalıyor. O zaman, dâhi bir komutan olarak iş, Mustafa Kemal’e kalıyor; askeri başarılarıyla ünlü bir komutan olarak. Ve bu isyanı aynı hızla bastırmasının yarattığı prestijle önderliğini kurtarıyor.
O olmayınca İzmir Suikastı’nı tertipliyor Anadolu Burjuvazisi. Yani Mustafa Kemal’den de rahatsız… Ve yine Kılıç Ali’nin anlattıklarına göre, Kazım Karabekir’in de, Rauf Orbay’ın da, Ali Fuat Cebesoy’un da, Refet Bele’nin de, Cafer Tayyar Eğilmez’in de haberi var İzmir Suikastı’ndan. Yani onlar da pasifçe destek veriyorlar suikasta. Ama son anda, Giritli Şevki adlı bir motorcunun doğrudan dönemin İzmir Valisi Kazım Dirik’e ihbar etmesiyle, iş yarım kalıyor. Ve Mustafa Kemal de bunları idamla yargılatıyor, biliyorsunuz, İzmir Suikastı Davası’nda. İdamla yargılatıyor ama katletmeyi de yani astırmayı da göze alamıyor. Sadece bir ayar vermekle yetiniyor. Yani “haddinizi bilin, aklınızı başınıza alın, bir dahaki sefere astırabilirim de… O güce sahibim” mesajı veriyor bunlara.
Nitekim ondan sonra ölümüne kadar bunlar da kıpırdanamıyor.
Yani dediğimiz, burjuva toplumu kurtlar sofrası, arkadaşlar. O bakımdan, acıma yok orada. Sadece güç hesaba katılır orada. Gücün borusu öter.
Güçlü olan başa geçer. Ve o sofradan en büyük payı alır. Güçsüz olan harcanır. Yer yok. (age, s. 382-285)
***
Gördüğümüz gibi, arkadaşlar; daha Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımında solun kökünü kazıma ve bu topraklarda sola yani ilericiliğe, devrimciliğe soluk aldırmama girişimi başlamış oluyor. Öyle olunca da Mustafa Kemal’lerin, İnönü’lerin getirdiği Laiklik ve Aydınlanma hep yarım oluyor. O aydınlık, düşük wattlı bir ampulün aydınlığı kadar oluyor, burjuva anlamda da olsa demokrasi ve özgürlük getirmiyor.
Tamam, üstyapıda “Aydınlanma” dediğimiz ya da “Devrim Yasaları” dediğimiz 1924-1925 Yasalarıyla Hilafetin kaldırılmasıyla Tefeci-Bezirgân yedekli Burjuva Cumhuriyeti kurulmuş oluyor. Ama o cumhuriyet aynı zamanda gelişimini engelleyecek prangalarla da kendini prangalamış, inmelendirmiş oluyor.
Marksist klasiklerin Türkçeye çevrilip yayımlanması bir tarafa, komünistlerimizin yazdığı kitaplar bile anında yasaklanıyor, toplattırılıyor, onlara bile günışığı gösterilmiyor.
İşte bir örneği: Hikmet Kıvılcımlı tarafından yayımlanan “Demokrasi: Türkiye Ekonomi ve Politikası Hakkında” adlı kitap da bu yasaklardan kurtulamıyor.
İşte yasaklama belgesi…
Görüleceği gibi kararın hemen altında, Cumhurbaşkanı sıfatıyla Mustafa Kemal’in imzası var. Onun altında da Bakanlar Kurulu Üyelerinin imzaları var:
Bu yasaklarla ne yapılmış olunuyor?
Gerçek vatanseverlerin, halkseverlerin sesi kısılmış, solukları tıkanmış oluyor.
Meydan kime bırakılmış oluyor?
Kuvayimilliye, Laiklik, Mustafa Kemal ve İnönü düşmanlarına… Hilafet ve Saltanat savunucularına…
Tabiî Mustafa Kemal o yıllarda artık alkolün esareti altında. Her gün akşamın olmasını iple çekiyor. Sofra bir an önce kurulsa da “Dilaver Suyu”yla güzelleşse, dolayısıyla bizim de kafamız ufaktan güzelleşmeye başlasa, diye. Belki neyin altına imza attığının bile farkında değil bu yasak kararlarını imzalarken. Son anlarına kadar yanı başında olan Gazeteci Falih Rıfkı Atay ve dönemin diğer önde gelen, Mustafa Kemal’e yakın anı yazarları o günleri anlatırlar acı acı…
Tabiî yasak sadece düşünce ürünlerine, kitaplara, gazetelere, dergilere, broşürlere, bildirilere konmuyor. Komünistler de soluk aldırılmamacasına art arda gelen tevkifatlarla hayatlarını zindanlarda geçirmek zorunda kalıyorlar. En tipik örneği, 1938 Donanma-Harp Okulu Davası’nda, FETÖ’nün Ergenekon-Balyoz kumpaslarını aratmayan bir İblislikle komünistlere kumpas kurulmasıdır. Bu davada, pek çok edebiyat eleştirmeni ve tarihçisi tarafından dünyanın en büyük birkaç şairinden biri kabul edilen, Nazım Hikmet de dahil olmak üzere Hikmet Kıvılcımlı, Kerim Korcan, Abdülkadir Meriçboyu (A. Kadir), Orhan Alkaya, Şadi Alkılıç ve Ömer Deniz’in de içinde bulunduğu 7’si sivil, 22’si asker toplam 29 kişi yargılanmıştır. Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet 15’er yıl, diğer tutuklular ise 5 ila 7 yıl gibi ağır mahkûmiyete uğratılmışlar, zindanlara atılmışlardır.
Nazım Hikmet ki Kuvayimilliye’nin Destanı’nı yazan şairdir…
Hikmet Kıvılcımlı, 17 yaşında Yörük Ali Efe’nin çetesine katılarak Kuvayimilliye’nin isyan ateşini ilk taşıyan savaşçılardan biridir ve savaştaki cesareti, zekâsı, yeteneği sayesinde Köyceğiz Kuvayimilliye Askeri Komutanlığına getirilmiştir.
Şu zalimane tutuma bir bakar mısınız arkadaşlar?..
Bu davada Askeri Savcı; “Hikmet Kıvılcımlı için delil arayacak kadar saafdil değilim”, diyerek övünebilmiştir…
Fakat Mustafa Kemal yukarıda da değindiğimiz gibi oralarda değildir artık. Alkol bataklığında ömür çürütmektedir. İpler tamamen “sofra müdavimleri” denen Antika-Tefeci Bezirgân ve yeni burjuva türedi Parababalarının ellerine geçmiştir. Memleketi fiiliyatta onlar yönetmektedir.
İnönü’nün bu içler acısı gidişe isyan etmesi sonucu Mustafa Kemal’le ilişkileri kopmuş ve Mustafa Kemal tarafından görev dışı bırakılmıştır. Yani açıkça satılıp geçilmiştir.
Yeniden konumuza dönersek; tarikat ve cemaatler sözde yasaklanıyor. Hoca, Molla, Şeyh gibi unvanların kullanılması yasaklanıyor.
Peki, bu yapıların varlığına son verilebiliyor mu?
Hayır…
Bu tarikat yuvalarını, bu Ortaçağcı cemaatleri ve Muaviye-Yezid Dinciliğini kendi dünya görüşünün kurumları ve ideolojisi sayan Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı şehirlerimizde, özellikle de taşra şehirlerimiz, kasaba ve köylerimizde dişinden tırnağına örgütlü olarak varlıklarını serbestçe sürdürüyorlar. Köylümüzü, çiftçimizi, esnafımızı istedikleri gibi haraca kesmekte hiçbir engellemeyle karşılaşmıyorlar.
Jandarmayla da anlaşıp bu Ortaçağcı tarikat yuvalarının kamuflajlı bir şekilde çalışmasına göz yumulmasını sağlamış oluyorlar. Jandarmayı aynî ve nakdî rüşvetlerle saflarına çekiyorlar. O konuda 6 bin yılın deneyimine sahiptir bu Tefeci-Bezirgân Hacıağalar…
Hatta Kaymakamları, Valileri de kandırıp, mamalayıp yedeklerine alabiliyorlar…
Köylümüz okula hasret, ışığa hasret, karanlıklar içinde bu tarikatların, şeyhlerin, mollaların, hocaların kandırmacasına teslim edilmiş oluyor on yıllar boyu. Mesela benim doğup büyüdüğüm Çatören köyü, Konya’ya 45 km uzaklıktadır. Yani sabah çıksanız yürüyerek akşama şehir merkezine ulaşırsınız. Buna rağmen 1950’li yılların ilk yarısına kadar bizim köyde okul yoktu. Doktora, ilaca ulaşma imkânı yoktu insanlarımızın. Hastalandı mı çocuklarımız, gençlerimiz ve diğer yaşlardaki insanlarımız; ya geleneksel, ilkel anlayışlarla iyileşme yolları ararlar ya da hocaların, şeyhlerin okumasından, üflemesinden şifa ummak durumunda kalırlardı.
İşte bu sebepten, 1953 Eylülünde (beni okutup adam etmek amacıyla) babam ailemizi şehre göç ettirdi. Orada da hayvan besiciliği yaparak geçimimizi sağladı. Çünkü köyde öğrendiği, bildiği iş buydu. O güne dek, hepsi de önlenebilir zatürre, kuşpalazı gibi hastalıklardan beş kardeşim ölüp ölüp gitmişlerdi.
Demek istediğimiz, arkadaşlar; bir tarım ve sanayi devrimi yapılamadı ne yazık ki Cumhuriyet’le birlikte. Hatta 1937’de, Mustafa Kemal o güne kadar kendisini en iyi anlayan ve en yakın dostu olan İsmet Paşa’yı, toprak reformunu savunduğunu ve onu uygulamaya geçirmek için harekete geçeceğini öğrenmesi üzerine, yukarıda da belirttiğimiz gibi görevden aldı. Bir anlamda sattı, İsmet İnönü’yü. Ve onun yerine Finans-Kapitalin Türkiye’deki en sınangılı adamı, eski Deutsche Bank memuru Celal Bayar’ı başvekilliğe getirdi.
Denir ki hep; Mustafa Kemal birkaç on yıl daha yaşayabilseydi devrimlerini başaracaktı, Türkiye tam anlamıyla aydınlığa ulaşacaktı ve Ortaçağcıların gelişimi önlenecekti…
Hayır, gerçek bunun tam tersidir…
Mustafa Kemal, Celal Bayar’ı 1937’de Başbakanlığa getirmekle birlikte, tabiî ekonomiyi de tam anlamıyla onun eline teslim etmişti, aslında 1950’de gerçekleşecek karşıdevrimi tâ o yıllarda başlatmış bulunuyordu. Fakat 1938’de Mustafa Kemal’in sirozdan hayatını kaybetmesi üzerine CHP Yönetimi ve Türk Ordusu, İnönü’yü yeniden “Milli Şef” olarak, Cumhurreisi olarak ve CHP Genel Başkanı olarak iktidara taşıdı.
Belki hatırlanacaktır; Mustafa Kemal son günlerinde yerine geçmesi için Fevzi Çakmak’ı önerir. Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir, Cumhuriyet döneminde devlette gericiliği temsil eden en önemli, en önde gelen ve en etkili kişilerindendir.
1950 Karşıdevrimiyle birlikte zaten Devrim Yasaları da bütünüyle uygulamadan kaldırılmış, kâğıt üzerinde varlıkları sürse bile pratikte hiçbir geçerlilikleri kalmamıştır.
Evet, arkadaşlar; bugün gelinen nokta içler acısı bir durumdur, değil mi?
Türkiye’de artık yarım da olsa laik olan Cumhuriyet, yıkılıp enkaza çevrilmiştir, 20 yıllık Tayyipgiller Ortaçağcı mafyatik çıkar amaçlı suç örgütü iktidarı tarafından.
Onun yerine ne yapıyor Tayyipgiller?
Kendi Ortaçağcı Faşist Din Devletlerini inşa ediyorlar günbegün. Yargıyı da, Eğitimi de, Orduyu da, Polisi de, büyük oranda siyaseti de, medyayı da bu Faşist Din Devletinin kurumları haline dönüştürmüşlerdir.
Yani arkadaşlar; bugüne dek hep diyegeldiğimiz gibi, Türkiye’de “İkili Devlet” vardır artık, tıpkı Nazi Almanya’sında olduğu gibi: Bir yanda enkaz halindeki, can çekişen, kısmen de olsa laik, Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın zaferi üzerine inşa edilmiş olan Cumhuriyet Devleti; diğer tarafta ise merkez üssü Kaçak Saray olan Tayyipgiller Faşist, Ortaçağcı Din Devleti…
Artık Ortaçağcılar, Şeriat özlemcileri, El Kaide’yle, El Nusra’yla, IŞİD’le bire bir aynı zihniyette ve aynı çizgide olan, aynı dini anlayışa sahip tarikat ve cemaatler, ortalıkta cirit atmaktadır. Çok açık bir biçimde azgın Laiklik düşmanlıklarını ve faşist, despotik din devleti niyetlerini ilan etmekten çekinmemektedirler.
Saygıdeğer arkadaşlar;
Aşağıdaki videoyu izleyelim bir. Ya da tapesini okuyalım. Buradaki insan sefaletlerinin, lağım farelerinden bile daha aşağılık, daha iğrenç suretlerini ve ortalığa saçtıkları pislikleri bir görelim:
***
Murat Bayaral: Şurada savaştım, yedi düvele karşı savaştım, ne savaştın ya, sen nerede savaştın yani…
Çanakkale’de, Çanakkale’nin neresinde?
İngilizleri gördün çakıldın kaldın. Sen Antep’te Fransızlara karşı mı savaştın?
Yo iki üç kişinin bir kavgası yüzünden adamlar çekip gittiler.
Veya ne bileyim Yunanlılara karşı bir tane savaşın mı var?
Yok öyle bir şey ya. Bak Çanakkale’de 253 bin tane şehit bırakıldı oraya ve 150 bin taneye yakın da Numune Hastanesinde şahadet etti. Burada Numune Hastanesinde şahadet etti, 150 bin tane asker. 400 bin kişi sırf, bu 400 bin kişi kimdi biliyor musun?
Halifeliğin ve saltanatın gerçek cengâveriydi bunlar. Gerçek halifeyi ve saltanatı muhafaza edecek kişilerin kıyımını yaptılar orada.
Hikmet Kahrıman: Katliam yapıldı.
Murat Bayaral: Niye?
Çünkü Çanakkale olmadan önce halifeliğin ve hilafetin kaldırılmasıyla, halifeliğin sürgün edilmesi planları vardı ve bu halife sürgün edileceği zaman karşı çıkacak kadronun bir yerde bitirilmesi lazımdı.
Hikmet Kahrıman: Yok edilmesi gerekiyordu.
Murat Bayaral: Aynen. Ve onun için silahsız silahsız insanlar “size ölmeyi emrediyorum” diyerek sürüldü, binlerce insan.
Hikmet Kahrıman: Boşa ölümler yani.
Murat Bayaral: Senin yaptığın sistem ne? 90 senedir dünyaya rezil olduk. Son 10 senedir bir hareket var, o da İslami yollarla gidiyor bir şeyler.
Hikmet Kahrıman: Evet.
Murat Bayaral: Senin hakkında koruma yasaları var. Niye var?
Sen bir şeyin arkasına gizleniyorsan demek ki senin mide bulandırıcı işlerin var, tabiî ki senin mide bulandıracak işlerin var. Ortaya çıkmasını istemediğin bazı şeylerin var.
Hikmet Kahrıman: Teberrü yüksek kıymeti…
Murat Bayaral: Yok, maaş mı bağlanmış buna? Neyle almış, varlığı nereden geliyormuş?
Şimdi ben şurayı merak ediyorum ya. Ben de şimdi diyorum yani gideyim hani bir yeri işgal edeyim, çalayım, çırpayım veya yapayım, bir şeyler yapayım ondan sonra ölürken devlete bağışlayayım. Hayırsever oluyor muyum, olur muyum yani? (FM TV’de yayımlanan “Saklı Gerçekler” programından)
***
Açıkça görüldüğü gibi, arkadaşlar; Tarih bilgisi deseniz zerresi yok bu zırvalamalarda. İnsanlık deseniz, vatanseverlik deseniz, kırıntı kabilinden olsun bir şey bulamazsınız. Varsa yoksa Kuvayimilliye düşmanlığı, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mıza düşmanlık, onun önderleri olan Mustafa Kemal, İnönü ve silah arkadaşlarına düşmanlık… Ve onun da geri planında azgın, önlenemez, frenlenemez Laiklik düşmanlığı…
Bu zırvaların neresini düzeltebilirsiniz?
Ele alınabilir hiçbir fikir kırıntısı yok ki bunların ağızlarından salyalar saçarak dile getirdikleri zırvalarında.
Bu nedenle bunların herhangi birini düzeltmeye kalkmak da değer vermek olur bu insan görünümlü iğrenç yaratıklara…
Bunların konuştuğu televizyon “Fatih Medreseleri” adını taşımaktadır. Oradaki medreselerde ve camide bedavadan oturmakta olan Ortaçağcı, azılı Laiklik düşmanı İsmailağa Cemaati’nin bir yayın organı konumundadır bu televizyon. Bunun koordinatörü de “Cüppeli Ahmet Hoca” denilen sapık, ahlâk yoksunu bir insan sefaleti olan Ahmet Mahmut Ünlü’ymüş…
Bu su içer gibi yalan söyleyip insan kandıran yaratık, üç karısına ilaveten Avrupa’dan ve Uzakdoğu’dan kadınlar getirerek onlarla da düşüp kalkıyormuş, bir zamanlar medyaya düşen videolarında görüldüğü gibi… O videoları da yine aynı tarikatın-cemaatin mensupları çekip medyada yayımlatmış hatta Fatih Altaylı’ya bile servis etmişler.
Ahlâksızlığın ve Allah’la Aldatmanın İblisçe yollarını bulan bu sefaletler, işte din iman satarak kendilerini bilinçsiz, saf insanlarımıza beslettikleriyle yetinmiyorlar, bir de milyonlarca insanımızı zehirliyorlar bu ideolojik kusmuklarıyla.
Bunlar öylesine vicdandan, merhametten, insani değerlerden uzaktırlar ki çıkarları çatıştığı anda birbirlerini ya da kendilerinden olmayan din adamlarını bile öldürmek konusunda hiç tereddüt etmezler.
Bu İsmailağa Cemaati ve onların kısa süre önce ölen şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun yönlendirmesiyle Üsküdar Müftüsü, içtenlikli din adamı Hasan Ali Ünal, şeytani bir planla katledilmiştir bu tarikatın müritleri tarafından.
Bu alçakça cinayete ilişkin 23 Ekim 2006’da Hürriyet’in internet sitesinde çıkan şu haberi okuyalım:
***
Geçtiğimiz ay, emekli imam Bayram Ali Öztürk’ün İsmailağa Camii’nde bıçaklanarak öldürülmesiyle gündeme gelen tarikatlar, bir yanıyla da türlü çekişmelerin, entrikaların hatta zaman zaman cinayetlerin yaşandığı yerler. Tarikat cinayetlerinde rekor, “Mektubatçı” lakaplı Öztürk’ün de mensubu olduğu İsmailağa’da. Son 20 yıl içinde su yüzüne çıkan 20’ye yakın cinayetin 6’sı bu cemaatin adının karıştığı olaylar.
İsmailağa’daki ilk önemli cinayetin tarihi, Temmuz 1982.
Üsküdar İlçe Müftüsü Hasan Ali Ünal’ın cansız bedeni, Üsküdar Namazgah Camii yakınlarındaki bir inşaatta bulunduğunda, ilk akla gelen isim, İsmailağa’nın lideri Mahmut Hoca oldu. Çünkü kafasına 5 kurşun sıkılan Ünal, tarikat üyelerinin Üsküdar’a girmesine izin vermiyordu. Hiçbir faaliyetlerine göz yummuyordu. Bu yüzden, hakkında “Dövülmesi caizdir” diye fetva çıkmıştı. Savcı, Mahmut Hoca için idam istedi.
Hasan Ali Ünal, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “Şehitlerimiz Albümü”ne geçecek kadar önemli bir din adamıydı. Öldürüldüğünde, 4 yıldır Üsküdar Müftülüğü görevinde bulunuyordu. Tarikatları “din sömürüsü” olarak gören Ünal’ın kimseye minneti yoktu. Tarikat örgütlenmelerine yönelik eleştirilerini her ortamda çekinmeden dile getiriyordu. Eleştirilerinin en önemli muhatabı ise İsmailağa Cemaati’ydi. Cemaatin Üsküdar ve çevresindeki hakimiyetini kırmak için büyük bir çaba harcıyordu.
BURADA VAAZ VEREMEZSİN
Cemaat lideri “Mahmut Hoca” olarak bilinen emekli imam Mahmut Ustaosmanoğlu’na bile kafa tuttu. Şeyh Ustaosmanoğlu’nun Üsküdar sınırları içindeki camilerde vaaz verme talebine olumsuz yanıt verdi. Sadece şeyhin vaazlarını değil, cemaatin Üsküdar’ın bütün camilerdeki faaliyetlerini engelliyordu. Diyanet İşleri Başkanlığı onayı almadan Kur’an kurslarının açılmasına izin vermiyordu.
Sonunda Mahmut Hoca’ya “Elini Üsküdar’dan çekmesi” mesajını gönderdi. Bu, bir tür meydan okumaydı. Ünal’ın geçmişinde de bu tür tavizsiz çıkışlar vardı. Askerliğini jandarma asteğmen olarak yaparken, makamına kravatsız gelen Diyanet personelini azarladığı dilden dile dolaşıyordu. Zaten ilçesinde, özellikle İsmailağa cemaatine mensup Diyanet imamlarının şalvar giymelerini de yasaklamıştı.
DÖVÜLMESİ İÇİN FETVA
Elbette şeyh de bu meydan okumayı karşılıksız bırakmadı. Ünal, birkaç gün sonra İsmailağa cemaati mensuplarına, hakkında “Dövülmesi caizdir” fetvası verildiğini duydu. Üzerinde durmadı. Daha önce de benzer tehditler almıştı.
Bildiğini okumaya, görevini yapmaya devam etti. Ancak çok geçmeden cemaatin bu kez fetvanın gereğini yapmaya kararlı olduğu ortaya çıktı. Ünal, bir meslektaşıyla beraber oldukları bir sırada, tanımadığı bir grubun zincirli saldırısına maruz kaldı. Bereket çevreden insanlar yetişti de hafif sıyrıklarla atlattı saldırıyı…
Fakat bu zincirli saldırı, Ünal’ın durup bir an düşünmesine neden oldu. Bir yaşam muhasebesi yaptı; kendisiyle hesaplaşma da denebilir o sırada yaşadıklarına. Çünkü İsmailağa cemaatine karşı mücadelesinde yapayalnız hissediyordu kendini. Üstelik biri 5, diğeri henüz 1 yaşında iki erkek çocuğu vardı. Cemaatle uğraşmak da gün geçtikçe zorlaşıyordu.
Bir karar aldı. Memleketi Bursa’ya dönecek ve Bursa İmam Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yapacaktı. Bu kararını gecikmeden uygulamaya koydu. 1982-1983 öğretim döneminde öğretmenlik yapabilmek için gerekli başvurularda bulundu. O kadar tedbirli davranıyordu ki, hazırlıklarını gizli yürütüyordu. Saldırıyla gözünün yıldığı görüntüsü vermemek için de cemaatin faaliyetlerini engelleme çabasını ara vermeden sürdürüyordu. Cemaat, giderken arkasından “Gördünüz mü? Bizimle baş edemedi” diyemesin diye.
KATİLLE BOĞUŞTU
Bir gün, Üsküdar’ın Namazgâh semtinde yaşayan yaşlı bir adamın, tüm mülkünü vakfa bırakmak istediğini bildiren bir telefon aldı. Ünal, memnun olduğunu söyleyerek, adamın müftülüğe gelmesini istedi. Fakat karşı taraftan, adamın çok yaşlı olduğu ve evinden çıkamadığı cevabı geldi. “Bağış işlemi adamın evinde yapılabilir” dedi telefondaki kişi.
Bu durumda Ünal’ın belirtilen adrese gitmesi gerekiyordu. Çünkü aynı zamanda Diyanet Vakfı yönetimindeydi ve bu konuda yetkili olan kişi kendisiydi. Teklifi sorgulamadan kabul etti ve ertesi sabah belirtilen adreste olacağını söyledi.
5 Temmuz günü, sabah verilen adrese gitmek üzere çıktı evden. Şoförünü de almadı yanına. Ancak akşama kadar, Ünal’dan ses çıkmadı. Ailesi, müftülük görevlileri merak etmeye başlamışlardı. Ertesi güne kadar da beklediler. Baktılar hâlâ yok, polise Haber verdiler. Eldeki tek bilgi, Namazgâh yakınlarında oturan ve bağış yapacak yaşlı birinin evine gittiğiydi.
Aramalara başlayan polis, birkaç saat sonra Namazgâh yakınlarındaki bir inşaatta buldu Müftü Ünal’ın cansız bedenini. Kafasına sıkılan kurşunlarla öldürülmüştü. Katilleriyle de uzun süre boğuşmuştu. Vücudu yara bere içindeydi.
ŞEYHE ÖZEL MUAMELE
Suçlanan ilk kişi, İsmailağa cemaatinin şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu oldu. Polis, ilk olarak Ünal’ın öldürülmesi için fetva verdiği gerekçesiyle onu gözaltına aldı. Fakat ilginç bir gözaltıydı bu. Müftü Ünal’ın akrabaları bilgi almak için Emniyet’e gittiklerinde, Mahmut Hoca’yı gözaltı bölümünde özel hazırlanmış bir yatağa uzanmış gördüler. Böyle ağırlanması, Ünal’ın yakınlarının kuşkulanmasına neden oldu. Nitekim çok geçmeden tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Dava, 3 Aralık 1984’te, İstanbul 1. No’lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nde aralarında Mahmut Hoca’nın da bulunduğu 7 kişi hakkında idam cezası istemiyle başladı. Askeri savcı, sanıklar Mahmut Ustaosmanoğlu, Ömer Arlı, Turgay Taş, Abbas Çelik, Ahmet Vanlıoğlu, Ahmet Özer, İmdat Kaya ve İran’a kaçan Hamza Akdağ’ın Üsküdar Müftüsü Hasan Ali Ünal’ın engellenmesi amacıyla Fatih’teki İsmailağa Camii’nde toplantı yaptıklarını anlatıyordu. Suçları, “tasarlayarak devlet memurunu öldürmek ve öldürmeye iştirak”ti. İddianameye göre sanıklardan Fatih Çarşamba semtinde pazarcılık yapan Ömer Arlı, Müftü Ünal’ı öldürecek kişiye 2,5 milyon lira (yaklaşık 17 bin 500 dolar) vaat etmişti.
DİYANET’TE ÖRGÜT
Davada yargılanan diğer isimler ise cemaatin Diyanet teşkilatındaki örgütlenmesi hakkında fikir veriyordu. Cinayet davasının sanıklarından yıllar sonra cemaate bağlı “İmam Muturudi Araştırma Vakfı” başkanlığını üstlenen Ahmet Vanlıoğlu, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı merkez vaiziydi. Vanlıoğlu, cemaatin önemli isimlerinden biriydi, dahası Mahmut Hoca’nın akrabasıydı.
Bir diğer sanık ise yakın zamana kadar Sultanbeyli Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’nde çalışan İmdat Kaya’ydı. Cemaatin, hac hutbeleriyle tanınan önemli hatipleri arasında gösteriliyordu. İmdat Kaya. “Çankaya-Ezankaya” tartışmasını başlatan kişi olarak cemaat içinde hızla sivrilmişti. Cinayetin işlendiği dönemde Ümraniye Camii imamı görevinde bulunuyordu.
Diğer sanıklardan Ahmet Özer Kur’an kursu yöneticisi, Turgay Taş muhasebeci, Abbas Çelik keresteciydi. Tetiği çeken isim olduğu belirlenen Hamza Akdağ ise cinayetten kısa bir süre sonra İran’a kaçmıştı.
Ünal Ailesi, davanın peşini bırakmadı. Özellikle de öldürülen Müftü Hasan Ali Ünal’ın polis olan kardeşi Güngör Ünal. Davaya Ünal ailesi adına, o dönem aynı büroyu paylaşan iki genç avukat müdahil olarak katıldı. İkisi de yıllar sonra siyasete atılacak, Yahya Şimşek CHP’den, Ertuğrul Yalçınbayır da AKP’den Bursa milletvekili olacaklardı. Yalçınbayır, aynı zamanda müftü Ünal’ın akrabasıydı.
Davanın seyri sırasında ilginç olaylar yaşanıyordu. Mahmut Hoca’nın tüm duruşmalara son model beyaz bir Mercedes’le ve müritlerinden oluşan koruma ordusuyla gelmesi, Ünal ailesinin davanın seyriyle ilgili kaygılarını artırıyordu. Nitekim dava sonucunda Mahmut Hoca beraat etti. Çok sayıda sanıktan en ağır cezaya ise Ömer Arlı çarptırıldı. 30 yıl ağır hapis cezasına mahkûm oldu.
Mahkeme kararı, Ünal Ailesi’ni tatmin etmedi. Emekli olan Güngör Ünal, kendi çabalarıyla olayı araştırdı. Elde ettiği bilgileri de Genelkurmay Başkanlığı’na kadar ulaştırdı ve gerçek sorumluların yakalanması için çalıştı yıllarca. Ancak bir türlü sonuç alınıp cinayet dosyası yeniden açılamadı. Güngör Ünal da kısa süre öldü.
AFLA ÇIKTI, ÖLDÜRDÜ
Ailesine göre, kardeşinin ölümünü aydınlatamamış olmanın üzüntüsüyle kahrından ölmüştü.
Bu arada 30 yıl yiyen Ömer Arlı, 1999’da afla hapisten çıktı. Çıktıktan sonra, kendi kızıyla birlikte bir kız Kur’an kursu öğrencisini öldürdü.
Günümüzde yaşananlar müftümüzün vebalidir
Bilal Eser (Diyanet Vakıf-Sen Genel Başkanı):
“İsmailağa cemaatinde günümüzde yaşananlar müftümüzün öldürülmesinin vebalidir. Müftümüz, bu cemaatin içindeki karanlık ilişkileri daha 80’li yıllarda fark etmiş ve onlarla mücadeleyi kafasına koymuştu. Bunu da canıyla ödedi. Hasan Ünal’ın ve ailesinin ahını aldılar bunlar. Şimdi bu ahın bedelini de İsmailağacılar ödüyor, birbirlerini hallediyorlar.”
Yalçınbayır yıllar sonra ne yorum yaptı
AKP’den Bursa milletvekili olan Ertuğrul Yalçınbayır’ın akrabası Hasan Ali Ünal’ın davasına müdahil olarak katıldığı dönemde, Recep Tayyip Erdoğan da aynı cemaatin desteklediği Milli Görüş hareketinin parlayan isimleri arasındaydı. Yalçınbayır’ın, İsmailağa Camii’nde geçen ay işlenen son cinayetin ardından basında çıkan değerlendirmelere tepki gösteren Başbakan Erdoğan’la yaşadığı fikir ayrılığı, belki de o yıllara dayanıyor. Yalçınbayır, yıllar sonra “Ustaosmanoğlu’nun Ünal’ı öldürttüğüne inanıyor musunuz?” sorusuna şu yanıtı verdi: “Biz mahkemenin kararıyla ilgili yorum yapamayız. Mahkeme kararını verdi ve Ustaosmanoğlu davadan beraat etti. Ancak Ömer Arlı’nın İsmailağa Cemaati lideri Ustaosmanoğlu’nun fikirlerinden fazlasıyla etkilendiği belliydi.” (https://www.hurriyet.com.tr/gundem/elini-uskudar-dan-cek-diyen-muftuye-5-kursun-5304267)
***
Bu haberde anlatılanlarda da açıkça görüldüğü gibi, bu tarikatların ve cemaatlerin El Kaide’den, El Nusra’dan, IŞİD’den anlayışça bir farkları yoktur. Hepsi birer potansiyel IŞİD’cidir bunların…
Bunların hak hukuk, insanlık gibi bir dertleri de yoktur. Bunlar herhangi bir ulusal değer de taşımazlar. Ulusa, vatana ilişkin hiçbir değer taşımaz bunlar. Hep söyleyegeldiğimiz gibi Ortaçağ’ın Ümmetçilik Konağının özlemi içindedirler. Ülkeyi oraya götürebilmek için ellerine fırsat geçse, milyonlarca insanımızı gözlerini kırpmadan katletmekten çekinmezler.
Hatırlanacağı gibi arkadaşlar; Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenazesinde, başta Tayyip gelmek üzere onun hemen bütün bakanları, Davidson Ahmet, Destici Mustafa ve hatta Sorosçu Kemal’in CHP Milletvekili İlhan Kesici, Molla Necmettin’in oğlu Fatih Erbakan ve Molla Necmettin’in siyasi mirasçısı Temel Karamollaoğlu yer almıştır en ön safta.
İşte katılanlar:
“Mahmut Efendi’nin cenazine AK Parti’den katılım oldukça fazlaydı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Mahmut Efendi’nin cenaze mazında ön saflarda yer aldı. Erdoğan’ın yanısıra katılan isimler ise şu şekilde;
“Adalet Bakanı Bekir Bozdağ,
“Gençlik ve Spor Bakanı Mehmet Muharrem Kasapoğlu,
“İçişleri Bakanı Süleyman Soylu,
“Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank,
“Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu,
“AK Parti Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş,
“AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal,
“Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş,
“Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun,
“Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın,
“Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Destici,
“Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu,
“Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan,
“Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu,
“Eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman,
“CHP İstanbul Milletvekili İlhan Kesici,
“İlim Yayma Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Bilal Erdoğan” (https://www.tgrthaber.com.tr/gundem/mahmut-ustaosmanoglu-hocaefendinin-cenazesine-kimler-katildi-2834772)
Bu katılım neyi göstermektedir?
1950’den bu yana siyasi iktidarların bu din derebeylikleriyle, bu Ortaçağ kurumlarıyla iç içe olduklarını. Ve dünyaya bakışları açısından da hemen hemen aynı anlayışı savunduklarını. Tabiî farklı tonlarda, farklı boyutlarda…
Ve bunların tamamının en belirleyici ortak noktası Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal-İnönü düşmanlığıdır. Tayyip’in Mustafa Kemal ve İnönü için “İki Ayyaş” nitelemesi rastlantısal değildir. Yine Tayyip ve Ali Erbaş’ın Mustafa Kemal ve silah arkadaşları için “hain” diye aşağılık bir biçimde hakaret etmesi tesadüfi değildir. Yine Tayyip’in; “Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar”, demesi, rastgele söylenmiş sözler değildir. Yine Tayyip’in açıkça şeriat düzenini savunması, defalarca; “Ben şeriatçıyım, şeriat düzeninden yanayım”, demesi rastlantısal değildir.
Hatırlayacağımız gibi 1 yıl kadar önce de, Amerika’nın Afganistan’ı terk etme sürecinde, Taliban’la aynı dini yaklaşıma sahip olduklarını açıkça itiraf etmişti şu şekilde:
“Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok. Daha iyi anlaşabileceğimize ihtimal veriyorum.” (https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdoganin-turkiyenin-talibanin-inanciyla-alakali-ters-bir-yani-yok-sozlerine-tepki-yagdi-seriat-devleti-mi-olduk-1854110)
Hep söyleyegeldiğimiz gibi bu Tayyipgiller’in El Kaide’den, El Nusra’dan, IŞİD’den zerrece farklılıkları yoktur, şeriatçılıkları açısından.
Taliban ne yapıyor?
Kadınların çalışmalarını yasaklıyor. Yanlarında erkek olmadan seyahat etmelerini yasaklıyor. Eğitim görmelerini yasaklıyor.
Tayyip ne diyor?
“Kadın erkeğe eşit değildir fıtrat olarak”, diyor.
Damardan şeriatçı Gudbettin Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturuyor, ondan feyz alıyor…
“Kadınlar ilkokulun dışında okula gitmemelidir. Evlerinde oturmalıdır”, diyen Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenazesinde ön safta yer alıyor, avanesiyle birlikte. Aslında güçleri yetse kadınların evden dışarı çıkmasını yasaklayacaklar. Taliban’ın, IŞİD’in, El Nusra’nın ve benzerlerinin yaptığı gibi.
Fakat bu Ortaçağcı kafa yapılarından dolayı bütün sorumluluk ve suç bunların dini sakat yorumlamalarında aranmamalıdır. Daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi, aslında Hz. Muhammed’in ömrünün son yıllarında ortaya koyduğu ayetlerde açıklanan, emredilen din de budur…
İşte Ahzab Suresi 59. Ayet:
“Ey Peygamberin hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Allah’tan sakınıyorsanız edalı konuşmayın, yoksa, kalbi bozuk olan kimse kötü şeyler ümit eder; daima ciddi ve ağırbaşlı söz söyleyin.
“Evlerinizde oturun; eski Cahiliyye’de olduğu gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın; zekâtı verin; Allah’a ve Peygamberine itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! (ehl-i beyt) Şüphesiz Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.” (Ahzab Suresi, 32, 33, 36 ve 59. Ayetler, Diyanet İşleri Meali)
Görüldüğü gibi Allah, Peygamber’in hanımlarına “evlerinizde oturun”, diyor.
E, müminlerin hanımları da Peygamber’in hanımlarını örnek alacaklarına göre onların da ne yapması gerekir?
Evlerinde oturması…
Görüldüğü gibi, arkadaşlar; kadınlar için emredilen yaşam biçimi bir anlamıyla ev hapsidir. Lenin’in deyişiyle; “mutfakla yatak odası arasında yaşanılan kölelik”tir. Bu, 1400 yıl öncesinin Arap Toplumunun töresidir. Şimdi bu töreyi alıp Allah’ın evrensel buyruğu diye benimsediniz miydi; kadına dünyayı zindan etmiş olursunuz. Ve kadını da kendinizi de Ortaçağ’ın karanlıklarına hapsetmiş olursunuz.
Yine ne diyor Hz. Muhammed?
“Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.” (Nisa Suresi, 34. Ayet)
“(…) Erkeklerin hanımları üzerinde hakları olduğu gibi, hanımların da kocaları üzerinde meşrû hakları vardır. Ancak erkekler kadınlara göre bir derece daha fazla hak sahibidirler.” (Bakara Suresi, 228. Ayet)
Görüldüğü gibi, arkadaşlar; ortaya konan, Ortaçağ’ın Arap Toplumunun töresi, kadına bakışı, kadını ayaklar altına alışıdır. Aslında insanlık dinleri aşmıştır, ortaya koyduğu ahlâki standartlarla. Bugün bu kuralları bağnazca savunan IŞİD’i bile insanlık dışlamaktadır. Suudi Arabistan Krallığı ve Taliban bile geldiği son noktada kadına ilişkin bu kölecil kuralları az da olsa ılımlandırmak zorunda kalmaktadır. Kaldı ki daha önce de belirttiğimiz gibi, bu Ortadoğu Kitaplı Dinleri, köleliği, cariyeliği bile yasaklayamamış, ortadan kaldıramamıştır.
Hiç bu dinlerde emredilenler ve ortaya konan toplum anlayışı adil bir Tanrı’nın buyruklarından oluşan bir sistem olabilir mi?..
Ve pek çok kez söyleyegeldiğimiz gibi tüm dinler insan yapımıdır. Bu dünyada doğada olsun, toplumda olsun olup bitenler hakkında doğaüstü hiçbir gücün olumlu ya da olumsuz yönde hiçbir etkisi yoktur.
Batının burjuva toplumlar dünyası, Laiklikle dinlerin prangalarından kurtulmuş ve bilimsel düşünceye ulaşabilmiştir. Ortadoğu Toplumları ise ya da İslam Dünyası ise, bu prangaları söküp atamadığı için 500 yıldan bu yana hiçbir bilimsel buluşa, teknolojik gelişime dahil olamamıştır. Çünkü o, kafaca Ortaçağ’ın karanlıklarında, oranın dünya anlayışı, toplum anlayışı çerçevesi içinde debelenip durmaktadır.
Bu sebepten biz hep ne diyoruz?
Eğitimin birincil amacı zihni işletmek, sorgulayan bir akla sahip olmaktır…
Dinler ise gerek kıssalarıyla, akıl, mantık ve bilim dışı mitolojik safsatalarıyla; gerekse yukarıda örneklerini ortaya koyduğumuz insanlık dışı yasak ve buyruklarıyla zihin hasarı yaratmaktadır. Başka türlü deyişle inananlarına kafayı yaktırmaktadır…
Neyse, geçelim…
Saygıdeğer arkadaşlar;
Yeniden konumuza dönersek; Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Ortaçağ’ın bu karanlık dünya anlayışını savunan kurumlar, tekkeler, zaviyeler, tarikatlar, cemaatler, görünürde olmasalar bile fiiliyatta çalışmalarını kesintisiz biçimde sürdürmüşlerdir. Bununla da yetinilmemiş, buralarda eğitimden geçen din adamları, on binlerce camide imamlık ederek cahil, yoksul, bilinçsiz insanlarımıza hep durup dinlenmeden Ortaçağcı ideolojileri anlatmışlar, onların propagandasını, misyonerliğini yapmışlardır.
Yani arkadaşlar, bugüne gelirsek; bütün İlahiyat Fakültelerinde, bütün İmam Hatip okullarında, bütün Diyanet İşleri kurumlarında, camilerde, kurslarda hep bu Ortaçağcı Şeriatçı din anlayışı öğretilegelmiştir, savunulagelmiştir.
Kuvayimilliye, Mustafa Kemal ve Laiklik düşmanlığı, Bilim düşmanlığı, bugünün bütün dinsel eğitim kurumlarında ve Diyanet İşleri Başkanlığı kadrosunu oluşturan din adamlarında var olan ortak görüştür, inançtır, ideolojidir. İşte bu sebepten, Türkiye adım adım Ortaçağ’ın karanlıklarına doğru sürüklenip götürülmektedir.
İnsanlarımızı da önemli oranda bu kurumlar doktrine etmektedir. Öyle olunca ister istemez Türkiye Halkı, ağırlıklı olarak sağ cepheye kaymış olmaktadır.
Bu neye benzer?
Tek kanatlı kuşun sözde uçmasına, tek bacaklı insanın sözde yürümesine…
Çünkü sol eksiktir bu yapıda. Yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren solun kökünü kazıma girişimleri aralıksız biçimde 100 yıldır sürüp gelmiştir.
Öyle olunca da meydan kime kalmıştır?
Elbette bu Ortaçağ kurumlarına ve onların meczuplaştırdığı, kafaları yakmış, Laiklik ve sol düşmanı şeriatçı din adamlarına…
İşte o yüzden Türkiye Halkına dayatılan, ülkemizi felakete götüren, uçurumun kenarına getiren gidiş önlenememiştir, onun önü kesilememiştir. Türkiye adım adım her geçen gün gerilere gitmektedir. Bu gerileyişle birlikte tabiî tacizler, tecavüzler, kadın cinayetleri de hız kesmeden artış göstererek devam etmektedir.
Saygıdeğer arkadaşlar;
Hiç aklımızdan çıkarmayalım ki; sol namus demektir, ahlâk demektir, vatanseverlik demektir, insani ve vicdani değerler demektir. Sol, daha açığı Gerçek Sol, Gerçek İnsanlığı temsil etmek demektir. Siz bunu yasaklarsanız, bunu imha edip toplumda yok ederseniz; o zaman kaçınılmaz bir biçimde ülkede ahlâk da kalmaz, hukuk da kalmaz, vatan sevgisi de kalmaz, insani ve vicdani değerler de kalmaz…
Eğer solun kökünü kazır ve sola nefes aldırmazsanız, solun adını sanını silmeye, yok etmeye yeminli davranırsanız, Ortaçağcı, faşist din derebeyliklerinin cirit attığı, at oynattığı, gerek maddi gerek manevi yönden bir çamurluğa, bir bataklığa saplanmış; patlamış gerizlerin burun direklerini sızlatan kokusu ve mide bulandıran iğrenç görüntüsünün hâkimiyetindeki bir toplum kalır elde.
Dikkat edelim arkadaşlar; ABD, İngiltere, Siyonist İsrail ve onların casus örgütleri, başta Tayyip gelmek üzere Tayyipgiller’i devşirip onları parti formunda örgütlendiriyorlar. Ve bu parti görünümlü, esasında çıkar amaçlı mafyatik bir Ortaçağcı suç örgütünden başka hiçbir şey olmayan bu yapı, oluşumundan 14 ay sonra iktidara getiriliyor.
Kim tarafından?
Devşiricileri, yapımcıları, efendileri ve oynatıcıları tarafından.
Böyle bir şey nasıl mümkün olabiliyor?
Şundan:
ABD ve AB Emperyalist Haydut Devletleriyle Siyonist İsrail’in “Yeni Sevr” planının yani BOP’un bizdeki yerli, Ortaçağcı, hain şeriat savunucularının, Ortaçağ’ın Ümmetçilik Konağı özlemcileriyle tencere kapak gibi uyuşmasından…
Ne diyor ABD-AB Emperyalistleri ve Siyonist İsrail bunlara?
Siz bizim verdiğimiz emirleri yerine getirin, görevleri yapın; elbirliğiyle çalışarak size Ortaçağcı, şeriatçı bir din devleti kuralım…
İşte bu hainane ortaklık yüzünden Türkiye bugünkü çukurun içine düşürülmüştür. Ve daha da kötüsü, yok edilmek üzere itilip yuvarlanacağı uçurumun kenarına getirilmiştir.
Saygıdeğer arkadaşlar;
O zaman demek ki halkımızın da, ülkemizin de, vatanımızın da, milletimizin de gerçek dostu, sadece biz Gerçek Devrimcileriz. Vicdani ve insani değerleri bugün gerçek anlamıyla sadece bizler savunuyoruz. Bu sebepten, durup dinlenmeden halkımıza teorimizi anlatmalı, onları aydınlatmalıyız. Ve örgütlemeliyiz saflarımızda. Bu ABD-AB Emperyalist Haydutlarının yandaşı, Siyonist İsrail’in yandaşı, halk düşmanı, vatan millet düşmanı, Laiklik ve Mustafa Kemal düşmanı Ortaçağcı hainler güruhunun esaretinden kurtarmalıyız ülkemizi ve halkımızı. Bunu da er geç başaracağız…
Tarihin akışı sürgit geriye çevrilemez ya da hep yerinde saydırılamaz. Genel gidiş hep ileriyedir. Belli dönemlerde geriye gidişler olabilir, duraklamalar olabilir. Ama bunlar geçidir. Akış hep ileriye doğru olmuştur. Bu gerçek değiştirilemez. Ve hiçbir gerici güç bunu başaramaz.
Er geç zafer, biz Gerçek Halkseverlerin, vatan sevdalılarının yani Gerçek Devrimcilerin olacaktır.
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
1 Ekim 2022
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı