TESEV’ci, Sorosçu, “Ekmek için Ekmeleddin”ci, TR 705’çi, Pontusçu Bekaroğlu’cu Kemal’den demokratlık bekleyen, Şeytandan iman beklemiş olur
Neymiş efendim?
Tek döviz taşıyacakmış, onda da “Adalet” yazacakmış.
Hadi be, düzenbaz!
Kimden adalet umuyorsun sen?
Tayyip’ten adalet uman; zavallı, kör cahil bir gafil değilse eğer; hainin en kaşarıdır, en hinoğluhinidir.
Peki, ne mi denmelidir Tayyip’e?
Ona karşı nasıl mı mücadele etmelidir?
Bunun yüzlerce örneğini söz, yazı ve eylemlerimizle ortaya koymuş durumdayız.
Bunları araştırmaya sabrımız yok, diyenler mi var?
Buyurun size en özet, görselli belgemizi sunalım. Bakın. Görmesini bilen, gördüğünü anlayabilen için her şey en öz ve som biçimiyle ortaya konmuş bulunmaktadır orada.
Kaçak Saraylı Reis ve avanesi, yani Çıkar Amaçlı bir Suç Örgütünden başka hiçbir şey olmayan AKP’giller, işte böyle teşhir edilir, böyle ortaya konur, onlara karşı böyle mücadele edilir.
Sorosçu Kemal’in İstanbul Yürüyüşü sadece bir kandırmacadır, düzendir, dolaptır, hiledir. Çünkü Meclisteki Dört Amerikancı Partinin de tamamı Pentagon’u, Washington’u, White House’u kutsal bellemişlerdir, Kâbe edinmişlerdir. Bunların hiçbiri Washington’daki İblis’in sözünden asla çıkamaz. Onun bir dediğini de ikiletemez.
ABD Emperyalist Çakal Devletinin “BOP” adlı ihanet oyununun değişik aktörleridir, oyuncularıdır bunlar. Piyonlarıdır ya da… Görevleri, elbirliğiyle Türkiye’yi BOP Cehennemine sürükleyip orada imha etmektir.
Bakmayın bunların aralarındaki kayıkçı kavgalarına. Birbirlerine karşı arasıra gak guk etmelerine. Kriminal literatürde bunların Mecliste birbirlerine karşı yapıp ettiklerine, yani görünüşteki kavgalarına “Tantanacılık” denir.
Bu Referandum sahtekârlığı sürecinde, Firavun Sarayına Firavun yerleştirme Anayasası Referandumu sürecinde, yapıp ettiği muhalefette Tayyipgiller’e karşı ciddi anlamda bir tek olsun tepki, gerçekçi, etkin söz ve yazı ortaya koyabildi mi, Sorosçu’unun Yeni CHP’si?
Yok…
Tayyipgiller, Pensilvanyalı İmam’ın cemaatiyle el ele vererek 15 yıllık sürede Laik Cumhuriyet’i yerle bir edip enkaza çevirdi; ne ordu bıraktı, ne yargı. Ne polis bıraktı, ne eğitim. Ne laiklik bıraktı, ne ahlâk, ne vicdan, ne din, ne iman. Hepsini mahvettiler. Çürüttüler, tüm ahlâka, vicdana ve insana ilişkin değerleri. Yeni bir sahte din icat ettiler: Hırsızlar Dini. Kur’an’la ve Hz. Muhammed’le zerrece ilgisi olmayan bir dindir bu. Bu sahte dinde, bu CIA, Pentagon Dininde, hırsızlık meşru olmanın da ötesinde, saygı gören bir değerdir. İnsanları Allah’la aldatmak da öyle.
İşte bu sahte dinle kandırdılar, saf, cahil, yoksul insanları. Zehirlerdiler beynini küçük yavrularımızın. Sayıları on milyonları bulan, bu sahte dinin zehriyle beyin hasarına uğratılmış nesiller yetiştirdiler. Tüm okullarımızı, üniversitelerimizi ele geçirdiler, başlarına kendi sahte dinlerinin imamlarını atadılar. Amaçları, tüm toplumu meczuplaştırmak, insanlıktan uzaklaştırmak; Türkiye’yi ise, Ortaçağ’ın karanlıklarına sürükleyip götürmektir.
Apaçık ve resmen bir darbe gerçekleştirdiler, Laik Cumhuriyet’imize karşı. Bu darbeyi tabiî ki klasik darbelerde olduğu gibi orduyu kullanarak yapmadılar.
İki silah kullandılar:
Birincisi, icat ettikleri bu CIA-Pentagon Diniyle insanlarımızı Allah’la aldatmak; ikincisiyse, hukuku bir silah olarak kullanarak Laik Cumhuriyet’in tüm kalelerini bir bir çökertip ele geçirmek.
Birinci silahlarını sanırız hepimiz bilmekteyiz. Bu konuda biz de çok yazdık ve konuştuk. Önceki literatürümüze bakılabilir.
İkincisi konusunda da yazdık ama gelin bunu bu kez bir namuslu hukuk otoritesi anlatsın size. Şu an, tüm akademisyen hukukçular içinde bir güneş gibi parlayan Kemal Gözler’in “Elveda Anayasa” adlı kitabında konuya ilişkin söylediklerine bakalım:
“Bundan 268 sene önce Montesquieu’nün söylediği gibi, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tek elde toplandığı bir sistemde hiçbir şekilde hürriyet olmaz. Bu konuda Montesquieu’nün yazdıklarını özetlemeden olduğu gibi verelim. 1748 yılında yayınlanan “Kanunların Ruhu (De l’esprit des lois)” isimli eserinde Montesquieu şöyle diyor:
“Eğer aynı idarenin kişilik veya yapısında, yasama erki yürütme erkiyle birleşmişse, hiçbir şekilde hürriyet yoktur. Çünkü aynı monarkın veya aynı senatonun, zalimce yürütme için zalimce kanunlar yapmasından korkulur.
“Yargı erki de, yasama ve yürütme erklerinden ayrılmış değilse gene hürriyet yoktur. Eğer bu erk, yasama erkiyle birleşirse, vatandaşların hayat ve hürriyetleri üzerindeki idare, keyfe kalmış bir idare olur. Çünkü yargıç kanun koyucunun durumuna düşer. Şayet yargı erki, yürütme erkiyle birleşirse, yargıç korkunç bir zalim kesilir” (Kemal Gözler, Elveda Anayasa, s. 22)
“10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi, kabul edilirse, Türkiye’de sadece hükûmet sisteminde bir değişiklik olmayacak; kuvvetler ayrılığı ilkesi de ortadan kalkacaktır. Bu ilkenin ortadan kalkmasıyla, bir yandan Montesquieu’nün söylediği gibi Türkiye’de “hürriyet” de ortadan kalkacaktır. Diğer yandan da, bu ilkenin ortadan kalkmasıyla, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin beyan ettiği gibi, “anayasa” da ortadan kalkacaktır. Zira yukarıda açıklandığı gibi kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde hürriyet de, anayasa da olmaz.
“Anayasa Değişikliği Teklifi kabul edilirse, şüphesiz içinde pek çok temel hak ve hürriyetin sayıldığı ve başlığı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası” olan “2709 sayılı Kanun” Türkiye’de yürürlükte kalmaya devam edecektir. Ancak bu “Kanun”, gerçek anlamda bir “anayasa” değil; iktidarı sınırlandırmayan, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini devlet karşısında korumayan bir kâğıt parçasından başka bir şey olmayacaktır. Böyle bir kâğıt parçasına, anayasa hukuku literatüründe “görünüşte anayasa (façade constitution)” veya “sahte anayasa (fake constitution)” ve hatta “tuzak anayasa (trap-constitution)” denmektedir.” (age, s. 25)
***
“David Landau, “suistimalci anayasacılık” kavramını şu şekilde tanımlıyor:
“Bu makale, suistimalci anayasacılık olarak isimlendirdiğim gittikçe önemi artan bir fenomeni tanımlar. Suistimalci anayasacılık, anayasal değişim mekanizmalarının -anayasada değişiklik yapılması ve anayasanın yeni bir anayasayla değiştirilmesi- demokrasiyi tahrip etmek amacıyla kullanılmasını içerir. Onlarca yıldan beri, askerî darbe gibi demokrasiyi devirmenin klasik metotları gözden düştüğü için, otoriter ve yarı-otoriter rejim kurmak için anayasal araçların kullanılması giderek yaygınlık kazanmıştır. İktidardaki güçlü başkanlar ve partiler, anayasal değişmeyi, onları görevlerinden almayı çok güçleştirecek ve onların iktidarlarını kullanılmasını denetlemeye yönelik mahkemeler gibi kurumları etkisiz hâle getirecek şekilde inşa etmektedirler. Bu şekilde biçimlendirilen anayasalar uzaktan hâlâ demokratikmiş gibi görünürler ve bu anayasalar, liberal demokratik anayasalarda bulunanlardan farksız pek çok unsur barındırırlar. Ama yakından bakıldığında, onlar, esasen demokratik düzeni yok etmek için tasarlanmışlardır.”
“David Landau’nun dediği şey kısaca şu: Artık askerî darbe yoluyla demokratik rejimleri devirip otoriter rejim kurmanın modası geçti. Onun yerine artık demokratik rejimler anayasa değişikliği yoluyla ortadan kaldırılıyor. İktidardaki güçlü başkanlar, ustaca ve kurnazca plânlanmış anayasa değişiklikleri yoluyla (subtle changes, subtle ways) kendilerinin görevde kalmasını sağlayacak bir anayasal sistem kurarlar. Özellikle anayasa değişikliği yoluyla kendilerini denetleyecek mahkemeler gibi organları etkisiz hâle getirirler. Bu şekilde yeniden biçimlendirilen anayasa, tam anlamıyla otoriter değildir; seçimler yapılmaya devam edilir. Uzaktan bakıldığında anayasa hâlâ demokratikmiş gibi gözükür. Ama yakından bakıldığında, anayasanın, gerçekte demokratik düzeni yok etmek için anayasa değişiklikleri yoluyla yeniden tasarlandığı görülür.
“David Landau söz konusu olguyu açıklamak için “suistimalci anayasıcılık” terimini kullanıyorsa da, bu olguyu ifade etmek için “suistimalci anayasa değişikliği” terimi de kullanılabilir. Çünkü bu olguda esasen, Landau’nun makalesinde de belirtildiği gibi, “anayasa değişikliği mekanizmaları (mechanisms of constitutional change)” kötüye kullanılmaktadır.” (age, s. 82-84)
Saygıdeğer arkadaşlar,
Çok açık bir şekilde ortaya konduğu gibi, kriminal bir örgüt olan AKP’giller, ülkede ne kuvvetler ayrılığı bırakmışlardır, ne Anayasa, ne yargı. Hepsini berhava etmişlerdir. Yargıçlar, korkunç birer zalime dönüşmüştür.
Özgürlük de, demokrasi de yok edilmiştir. Ortaçağcı, karanlık bir despot var artık Türkiye’nin tepesinde. Her şey onun iki dudağı arasından çıkan buyruğa göre yapıp ediliyor.
Ortaçağlarda Sultanlık, Krallık, Şahlık denirdi, böyle yönetimlere. Günümüzde “Diktatörlük” deniyor. Evet, Türkiye artık Diktatörlük zulmü altındadır. Yönetim şekli bu olmuştur Türkiye’nin, ne yazık ki. En ufak insani ve vicdani değerler bile hiçe sayılmıştır, yok edilmiştir.
Dolaysıyla da şu an sadece bir hukuk faciasıyla karşı karşıya değiliz. Bir insanlık faciasıyla da karşı karşıyayız. İnsanlık ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bitirilmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır.
Trajedinin bu yönünü de görür, saygıdeğer hukukçumuz. Şöyle der buna ilişkin olarak da:
“Yine bu vesileyle, daha da ileri giderek şunu belirtmek isterim ki, son yıllarda bu ülkede yaşadığımız sorun aslında sadece “anayasa hukuku” veya “hukuk” sorunu değil aynı zamanda bir “vicdan” ve “insanlık” sorunudur.
“Öyle şeyler yaşıyoruz ki, insanın vicdanı sızlıyor. Vicdan sızlatan bir eylem veya işlemin hukuka veya anayasaya uygun olup olmadığını tartışmak, meleklerin cinsiyetini tartışmak misali lüks bir tartışmadır.
“Türkiye’nin en büyük meselesi ülkede anayasanın ve kanunların olup olmaması değil, ülkede iyi anayasacıların veya iyi hukukçuların olup olmadığı meselesi değil, yeterli sayıda vicdan sahibi iyi insanların olup olmadığı meselesidir” (age, s. 142)
İşte, olay budur, saygıdeğer arkadaşlar.
Tayyipgiller’e ve onların Referandum aldatmacalarına, bunun dışında yaklaşmak ya saflıktır, cehalettir, gafilliktir; ya da ihanettir, namussuzluktur.
Şimdi soralım burada, Sorosçu Kemal bu yaklaşımların neresindedir?
Hepimiz biliyoruz, değil mi?
16 Nisan akşamı TV ekranlarında onaylayıp geçti bu sahtekârlığı. Öylesine zavallı, öylesine koftiydi ki gazetecilerin sorularını bile yanıtlamaya cesaret edemedi.
Üstüne üstlük de madara oldu, gazeteciler karşısında. Bağırdı biri arkasından, bu; “Soru almıyorum arkadaşlar.”, dedikten sonra, arkasını dönüp hızla uzaklaşırken. Ya da stüdyodan çıkarken. “Kaçmayın Sayın Kılıçdaroğlu”, diye… Gazetecinin bu aşağılayıcı hitabını bile yedi. Sağır numarasına yatarak yürüyüp gitti.
İşte böylesine bir zavallıdır o…
Biliyorsunuz, birkaç gün sonrasında da, yaptıkları açıklamalarla Sorosçu Kemal ve avanesi, Tayyipgiller’in insanlarımızı ahmak yerine koyarak iradelerini çalmasına, gerçekte kaybetmiş olmalarına rağmen kendilerini utanmazca bir sahtekârlıkla kazanmış göstermesine onay verdiler.
ABD ajanı, sinsi, karanlık ve ahlâksız, ölüsü kokmuş Baykal’sa “Referandumu geçelim, 2019’a bakalım.”, diyerek AKP’giller’in yaptığı bu düzenbazlığı ve irade gaspını meşrulaştırıp geçmişti, hatırlayacağımız gibi.
Bunlar böyledir işte, arkadaşlar. Bunlardan halka fayda beklemek, bunlardan umut ummak, medet ummak, ölü gözünden yaş beklemenin de ötesinde bir cehalettir, bir zavallılıktır. Düşürmemeliyiz kendimizi böyle bir duruma. Düşürürsek eğer, Tayyipgiller’in “hülooğğ”cularından zihin kalitesi yönünden pek bir farkımız da kalmamış olur.
Özetçe, arkadaşlar; Tayyipgiller ülkede ne hukuk bırakmışlardır, ne yargı. Ne Laik Cumhuriyet bırakmışlardır, ne ordu, ne eğitim.
Onlar, daha önce de söylediğimiz gibi, “Çürütücüler”dir. İnsani, vicdani ve ahlâki olan bütün değerleri çürütmüşlerdir.
Bu ihanet düzeninden halklarımızı sadece biz Gerçek Devrimciler kurtarabiliriz.
“Katil Amerika, Ortadoğu’dan Defol!” sloganını durup dinlenmeden tekrarlayan biz Gerçek Devrimciler…
Önder’imiz Hikmet Kıvılcımlı’dan devraldığımız Kızıl Savaş Bayrağını kararlıca, yiğitçe, pervasızca ve onurluca dalgalandıran biz Gerçek Devrimciler…
Tabiî halklarımızla birlikte. Halklarımızı uyandırarak, bilinçlendirerek, örgütleyerek, ordulaştırarak…
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
17 Haziran 2017
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı