Biz niye yapayalnızız, bir başımızayız?
Şundan:
Bizim birincil insani prensibimiz; “Onur yaşamdan önemlidir”, özdeyişidir. Bilindiği gibi herkes insan doğar. Ama insan olarak ölmez herkes.
Ne diyordu şairimiz Edip Cansever dizelerinde?
Güç iştir çünkü bir tarihi insan gibi yaşamak,
bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir.
Çok doğru tespitler bunlar. Bir ömrü insan gibi tamamlamak çok güç iştir. Nitekim bir kitabımızın adı da aşağıda görüldüğü gibi, “İnsan Olarak Ölmeyecekler”dir.
Peki, insan olarak nasıl tamamlanabilir bir ömür?
Yüksek ahlâki değerlere sahip olacaksınız. Yani yüce bir ahlâka sahip olacaksınız. Öncelikle içgüdüleriyle davranışlarına yön veren hayvanlar gibi olmayacaksınız. İnsan olduğunuzun bilincinde olacaksınız. İnsan olmak, aynı zamanda bir toplum yaratığı ve bir toplum varlığı olmak demektir. Toplum dışı insan yoktur. Robinson Masalı sadece bir kurgudur. Nitekim oradaki kahraman bile sonunda hep özlem duyduğu toplumuna geri dönmüştür.
Hayvanlar, bildiğimiz gibi, içgüdülerinin buyruklarıyla yönelirler yaşamları boyunca.
Neyi emreder içgüdüleri de?
Hayatta kalmalarını ve nesillerini sürdürmelerini…
6 bin 500 yıl önce Sümer’de, Aşağı Mezopotamya’daki Ur, Urug, Lagaş ve çevresindeki kentlerde ortaya çıkan Medeniyet-Sınıflı Toplum, insanları çamurlara bulamıştır. Çünkü insanlık ilk kez burada, durumları ve çıkarları birbiriyle uzlaşmaz bir biçimde zıt-karşıt olan insan kümelerine bölünmüştür. Kamu adına ticaretle görevlendirilen insanlar, zamanla yaptıkları işin doğasından kaynaklanan bir bozulmaya uğramışlar ve kamuya ait olan malların, değerlerin bir bölümünü aşırıp zimmetlerine geçirmeye başlamışlardır. Kamu malları tapınaklarda biriktiriliyordu ve oradan alınıp ticarete ya da değiş tokuşa sokuluyordu. İşte bu bozulan ticaret erbabı (Damgarlar) zaman içinde Tapınak Ulularını da etkilemiş ve onları da suç ortakları haline getirmişlerdir. Bu ikisi de toplum şeflerini rüşvet babında pahalı hediyelerle bozup kandırmış, kendilerinin safına çekmiş ve suç ortakları haline dönüştürmüştür. İşte bu kamuya sırtını dönen, ihanet eden, mal mülk hırsına yenilen ahlâksızlar, toplumun ilk egemen sınıfı haline gelmiştir işin sonunda. Bunlar kamunun mallarını hilekârlıkla çalıp, paylaşıp zenginleşmişlerdir ve giderek elde ettikleri güçle kendi ahlâksızlıklarını meşrulaştıran yazılı yasalar yani Hukuku ortaya çıkarmışlardır.
Malını çaldıkları, haklarını gasp ettikleri toplum çoğunluğunun başkaldırısını, isyanını önlemek için de ilk kez, görevleri sadece savaşmak olan özel silahlı birlikler oluşturmuşlardır. Yani “Ordu”yu ortaya çıkarmışlardır. Kendi sınıf çıkarlarını topluma dayatıp meşru kılmak ve o doğrultuda bir düzen oluşturmak için Mahkemeler ve Cezaevleri oluşturmuşlardır. Ve böylece “Devlet” ortaya çıkmıştır, bu hırsız, düzenbaz, halk düşmanı egemenlerin çıkarlarını korumakla görevli kılınmış bir güç merkezi olarak.
Daha öncesinde İlkel Komünist bir toplum düzeninde yaşayan insanlık; hile, düzen, dolap, yolsuzluk, ahlâksızlık bilmezdi. Tüm toplum birbirlerini kankardeşleri sayan insanlardan oluşurdu. Toplumun örfü, töresi toplum düzenini sağlamaya yetip artıyordu. Hiç kimse de o düzeni bozmayı aklından bile geçirmiyordu. Eşitçe çalışarak ürünler-geçim araçları ortaya koyuyorlardı ve eşitçe paylaşıyorlardı, tüketiyorlardı. Yani sosyal eşitsizlik nedir, bilmiyorlardı.
Ama Sınıflı Topluma geçildikten sonra, sadece üst egemen sınıflar yani vurguncu, asalak sınıflar bozulmakla, insanlıktan çıkmakla kalmadı; ezilen alt sınıfları oluşturan insanları da kerte kerte bozdular. Çamura buladılar, kirlendirdiler, yalana, düzene, hileye alıştırdılar.
Ne yazık ki, bugün içinde yaşadığımız kapitalist dünyada ve ülkemizde de insanlar, egemen sınıfların bu çürümüş ahlâkını az veya çok benimsemiş ve ona göre hayatlarını sürdürür olmuşlardır. Yani yalan söylemek, insanları kandırmak, hile yapmak alınteri dökmeden yani emek harcamadan mallar mülkler elde etme peşinde koşmak insanların büyük çoğunluğu için ahlâk haline gelmiştir.
İşte böylesi insanlar da tıpkı hayvanlar gibi sadece en iyi, en rahat, en lüks hayatı yaşamayı ve nesillerini sürdürmeyi en önemli amaç edinir olmuştur. Yani insan olarak doğmuştur ama hayvanlaşmıştır, hayvanlardan bir farkı kalmamıştır; davranışlarına yön veren, onları motive eden etkenler açısından.
Öyleyse nedir insan olarak yaşayıp bir ömrü tamamlamak?
Öncelikle bir toplum varlığı ve toplum yaratığı olduğumuzun bilincine varacağız. Yani insan olduğumuzun bilincine varıp onun sorumluluğunu taşıyacağız. Onun için de kendimizi toplumdan ayrı görmeyeceğiz. İçinde yaşadığımız toplumumuzun ve insanlığın bir parçası olduğumuzu asla unutmayacağız, hep aklımızda tutacağız.
Öyleyse, içinde yaşadığımız toplumun tüm insanlarını ve genelde insanlığı; kendimizi ve ailemizi sevdiğimiz gibi, sevdiğimiz kadar seveceğiz. Nasıl kendimizin iyiliğini, mutluluğunu istiyorsak, halkımızın tamamının da mutluluğunu istemeyi en öncelikli ahlâki kural haline getireceğiz.
Sadece insanlarımızı değil, bizden daha alt derecede canlılar olan hayvanları da düşünüp onların da bu dünyanın bir parçası olduklarını hiç gözden ırak tutmayan bir anlayışa sahip olacağız. Çünkü İlkel Komünist Toplum Düzeninde yaşayan Amerikan Yerlilerinden Suqwamish ve Duwamish Kabilelerinin Şefi Seattle’ın altın değerindeki şu özdeyişi gibi bir düşünceye sahip olacağız.
Ne demişti bu şef?
“Bütün hayvanlar yok olsa, insan muazzam bir ruh yalnızlığından ölürdü.”
Onlar bizim de dahil olduğumuz canlılar âleminin bir bölümünü oluşturur ve bizim kadar rahat, mutlu yaşamaya hakları vardır. Özetçe; onları da düşüneceğiz, mutlu yaşamaları için programlar oluşturacağız. Çünkü biz insanız; canlılar âleminin en gelişkin varlıklarıyız. Ve bilinç sahibi varlıklarıyız.
Ve tabiî hem kendimizin hem de hayvanlar âleminin içinde yaşadığı, bize can, kan ve hayat veren doğayı da gözümüz gibi korumakla ve gelecek kuşaklara tertemiz bir şekilde devretmekle görevli olduğumuzun bilincine sahip olmalıyız.
İşte böyle bir anlayışta oldunuz muydu; yalan, dümen, kandırmaca, iftira, mal mülk hırsı, koltuk, makam, ün, poz hırsını siz, insana asla yakışmayan, insanlıkla bağdaşmayan haller olarak algılarsınız, değerlendirirsiniz ve kesinkes bunlardan uzak durursunuz. Dünyaları kazanacağınızı bilseniz bile asla yalana, hileye, dümene, kandırmacaya başvuramazsınız o zaman. Çünkü bilirsiniz ki, başvurduğunuz anda insanlıktan çıkmış olursunuz. Hayvandan bile daha aşağı bir düzeye inivermiş olursunuz.
İşte insancıl bir dünyayı kurmanın, tüm canlıların mutluluk içinde yaşadığı bir toplumu ve insanlık âlemini oluşturmanın, hayvanları düşünmenin, doğayı korumanın en iyi yolu, yöntemi, biçimi nedir, diye düşünmemiz gerekir.
Antika Tarihten bu yana insanlık hep düşünmüş, kendince yorumlarda, değerlendirmelerde bulunup öneriler yapmıştır, yollar göstermiştir. Bu işi de insanlığın en bilgili, en bilinçli, en fedakâr temsilcileri yapmıştır. Felsefe Tarihi, böyle düşünürlerle ve onların bu konudaki önerileriyle dolu kitaplarla doludur. Felsefe Tarihiyle ilgilenen arkadaşlar bunları okuyup inceleyebilirler. Bilineceği gibi Felsefe, MÖ 8’inci Yüzyıllarda doğmuştur, Antik Ege’de, Anadolu’da.
Biz bugün Felsefe Tarihini gözden geçirip bir sonuca varmak isteyince, 19’uncu Yüzyıl’da yaşamış iki dev düşünürle karşılaşıyoruz; Marks-Engels Ustalarla…
Bugün hâlâ dünyanın ezici çoğunluğunda egemen olan kapitalist toplumun üzerindeki örtüyü kaldırıp onu anlamayı sağlamıştır bu Ustalar. Ve insanlığın kurtuluş yolunu göstermiştir bize. Felsefeyi büyük oranda sonlandırmış ve onun yerine Gerçek Sosyal Bilimi koymuştur. Buna biz “Diyalektik ve Tarihsel Maddecilik” diyoruz.
Bu bilimi 20’nci Yüzyıl’da Lenin geliştirmiştir ve 1917 Büyük Ekim Devrimi’ni gerçekleştirmiştir o bilimin gösterdiği yolda ilerleyerek ve o bilimin prensiplerini uygulayarak. Bugün Sovyetler’in ve Sosyalist Kamp’ın çökmüş olması, bu bilime zerre miktarda olsun bir olumsuzluk yüklemez. Tam tersine; Ekim Devrimi’nin Ustası Lenin’in uyarı ve önerileri dikkate alınmadığı için Sovyetler ve Sosyalist Kamp çökmüştür. Yani bilime sırt dönüldüğü için bu felaket yaşanmıştır.
Ülkemizdeyse bu insanlığın kurtuluş bilimine, Gerçek Sosyal Bilime en büyük katkıyı Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı yapmıştır. Biz de ondan devraldığımız bayrağı 1971’den bu yana Marksizm-Leninizm ilkelerinden bir milim sapmaksızın taşımakta, dalgalandırmaktayız.
Sözü uzatmayalım…
Bu bilim bize bugün gösteriyor ki, emperyalizm aşamasına ulaşmış kapitalizmin uluslararası jandarmalığını ve başhaydutluğunu yapma işi 1945’ten bu yana ABD Emperyalist Devleti’ne düşmüştür. Ve Che’nin de işaret ettiği gibi artık o yıldan itibaren “İnsan Soyunun Başdüşmanı” ABD Emperyalist Haydutlarıdır. Bu haydut devlet ve peşine taktığı Avrupa Birliği Emperyalist Haydutlarıyla birlikte çıkardıkları savaşlarla, yaptıkları işgallerle, düzenledikleri faşist darbelerle ve hayâsızca yaptıkları sömürü ve soygunlarla yüz milyonlarca masum insanın yok yere ölmesine sebep olmuşlardır. Ve hâlâ da aynı insanlık dışı canavarlığı sürdürmektedirler. Ve hiçbir şart ve biçimde bu huylarından vazgeçemezler. Çünkü onları böyle davranmaya mecbur kılan, ulaştıkları ekonomik yoğunlaşma düzeyidir, derecesidir.
ABD Çakalının ve müttefiki Avrupa Birliği Emperyalistlerinin başına, öyle bir şey olmaz ya varsayalım ki oldu, iyi niyetli yöneticiler geldi. Peki, bunlar farklı davranabilir mi?
Nitelikçe hayır…
Çünkü onların bu saldırganlığı, bu canavarlığı, bu insanlıktan çıkmışlığı, devletleri adına uygulayan yöneticilerin iyi ya da kötü tabiatlı oluşlarından kaynaklanmaz. Yukarıda dediğimiz gibi, ekonomik yoğunlaşmaları belirler bunu, net bir biçimde. Onlar, mecburen dünyaya sermaye ihraç edecekler, kendi Tekelci şirketlerinin şubelerini oralarda kuracaklar, o ülkelerin doğal kaynaklarını ve halklarının alınterini soyup soğana çevirecekler ve dünya pazarlarını ele geçirmiş olacaklardır. Yani onların tekelci şirketlerinin sahip olduğu dev sermaye artık ülke sınırları içinde duramaz ve oraya sığamaz. Mecburen taşacak ve dünyanın her tarafına yayılıp metastaz yapmış kanser hücreleri gibi oralarda sömürü, soygun ve vurgun ağları, şubeleri oluşturacaktır.
Bu gerçeği duruca bilince çıkardık mı, Gerçek İnsan ve Gerçek Devrimci olarak halkımızı, ülkemizi ve tüm insanlığı bunların binbir kötülüğünden kurtarmak için bunlara karşı savaşa gireceğiz. Bunları ülkemizin, bölgemizin ve insanlığın başdüşmanı ilan edeceğiz.
Tabiî bunlar bizim gibi kapitalizmce geri ülkelere sömürgeleştirmek, yarısömürgeleştirmek, bağımlı kılmak için girdiler miydi, oradaki en geri sömürücü sınıflarla ve onların temsilcileriyle ittifaka girerler ve ortaklıklar kurarlar onlarla. Bizdeki Tayyipgiller gibi, muhalefet rolü oynayan Meclisteki diğer Amerikancı partiler gibi. Bunlar siyasi ortaklarıdır ABD ve AB Emperyalistlerinin. Bir de ticari ve ekonomik ortakları var. Bunlar; TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TOBB’cular, TİSK’çiler gibi Antika ve Modern Parababalarından oluşur.
Daha önce de söylediğimiz gibi artık bunlar girdikleri ülkede, o ülkenin bütün resmi ve sivil kurumlarını ele geçirirler ve kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde yeniden biçimlendirirler, formatlandırırlar. Artık ülkemizde olan ve bizden görünen sanatçılar, felsefeciler, dinciler, medyacılar, eğitimciler ve siyasiler ve hatta askeri yöneticiler artık hep bunların emrinde-buyruğundadırlar. Ve öncelikleri hep hizmetine girdikleri ABD Emperyalist Haydutlarının çıkarlarını gözetmek, savunmak olur.
İşte böyle bir ortamda yani ülkede, Gerçek Devrimciler, demek ki ABD Emperyalist Haydutlarını (tabiî AB’li ortaklarıyla birlikte) ve onların içerideki ekonomik siyasi vb. tüm işbirlikçilerini başdüşmanları olarak görecek, onlara karşı Marksizm-Leninizm Gerçek Biliminin prensipleri ve düşürdüğü ışık altında hiç taviz vermeden, duraksamadan savaşa girecektir. Ve bu, bilimin yol göstericiliğinde izlenen yoldan hiç sapmayacaktır.
İşte biz Devrimci Kavgaya girdiğimiz 1967 yılından bu yana aynı savaşı sürdürüyoruz, aynı yolu izliyoruz. Hayatımızı buna adadık; halkımızın mutluluğuna, ülkemizin kurtuluşuna ve genel anlamda insanlığın kurtuluş mücadelesine adadık.
Biz, daha önce de belirttiğimiz gibi sadece siyasi savaş vermiyoruz. Biz aynı zamanda ahlâk savaşçısıyızdır da.
Böyle bir kavgaya giren, bedeli ne olursa olsun böyle bir savaşı sürdüren, insan olarak var olmanın yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirmiş olur. Dolayısıyla da insanlığının hakkını vermiş olur.
Ve tabiî de bir hayatı, insan olarak sürdürmüş ve insan olarak ölmüş olur…
İşte bizim için önemli olan tek şey budur. Böyle bir yaşamdır. Başka türlü ifadelendirirsek; böyle bir hayatı yaşamış ve noktalamış olabilmektir. Bunun dışında hiçbir şey bizim umurumuzda olmaz. Malmış mülkmüş, ünmüş, pozmuş, koltukmuş; zerre miktarda bizi ilgilendirmez ve bizim için hiçbir şey ifade etmez.
İşte böyle insanlar olunca ve böyle bir savaş hattı izleyince yapayalnız kalıyorsunuz. Çünkü şu an toplum adına söz söyleyen, etkide bulunan, siyaset yapan, en sağcısından en solcusuna kadar, güç sahibi olan insanlar, Sınıflı Toplumun çamurlarına bulanmıştır. Ve onlar için ilkeler, ahlâki değerler pek bir önem taşımaz olmuştur.
İşte böyle olunca da o insanlar tarafından başka bir gezegenden gelmişiz gibi yadırganıyoruz, yabancı hatta korkutucu bulunuyoruz.
İşte yalnızlığımızın temel sebebi budur, arkadaşlar.
Fakat biz şunu da kesinkes biliyoruz ki doğru olan yalnızca bizim tutumumuzdur, bizim tuttuğumuz yoldur, bizim izlediğimiz hattır, bizim savunduğumuz prensiplerdir ve ahlâki değerlerdir. Halkımızı kurtuluşa, ülkemizi Tam Bağımsızlığa götürecek yol bizim yolumuzdur.
Ne yapalım…
Bugün zafer kazanamamış olsak da insanlığımızın hakkını vermişizdir ve Devrimci Savaşta elimizden gelenin azamisini ortaya koymuşuzdur. Gerisi bizim kontrol alanımızın dışında kalan şeylerdir.
Ne yapalım…
Bugün zafer kazanamadık ama zafere giden yolda savaşmaya ve ilerlemeye devam ediyoruz.
Komünist inancını toprağa taşıyan ender şairlerimizden biri olan Arif Damar ne diyordu dizelerinde?
İlle de görmek için mi beklenir güzel günler,
Beklemek de güzel!
Ve biz şairimizin bu dizelerine şunu ilave ediyoruz:
En güzeli de o güzel günlerin gelmesi için denize dalar gibi kavgaya dalmaktır.
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
25 Nisan 2023
Nurullah Efe Ankut
HKP Genel Başkanı