Paralel Diyarların Paralel Çocukları

 

Paralel Diyarların Paralel Çocukları

Sabaha karşı yan odadan gelen şiddetli bir öksürük sesiyle uyanıyorum. Yandaki odada çocuklarım uyuyor, uyku sersemliği ile koşarak odalarına giriyorum. Öksüren ortanca oğlum Kanat. Elimi alnına koyuyorum, ateşten yanıyor. Hemen kulak derecesiyle bakıyorum, kör olası derece 40’ın üzerini gösteriyor. Bir yandan çocuğa ateş düşürücü verirken bir yandan da üzerini soyuyorum. Havluları ılık su ile ıslatıp minik vücudunu serinletmeye çalışıyorum. Yarım saat geçiyor, tekrar ateşine bakıyorum hiçbir değişiklik yok.

Kanat’ı kucağıma alıp ılık suyun altında duşa sokuyorum, çocuk suyun altında tir tir titriyor, bunu yapmak zorundayım ama yaptığım şey o an çocuğuma işkence gibi geliyor.

Kalbim acıyor. Duştan çıkartıp yatağa geri getiriyorum ateş yine aynı ve artık söylediklerime net yanıt veremiyor, üstelik gözleri kayıyor. Daha fazla beklemenin anlamı yok. Çocuğumu kucağıma alıp bir Taksi çağırıyorum en yakındaki tam-teşekküllü hastaneye gidiyoruz. Ev ile hastane arası en fazla on dakika, oğlum kucağımda baygın, yol bir türlü bitmek bilmiyor. Hastanenin  Acil kapısından giriyoruz. Birileri gelip Kanat’ı kucağımdan alıyorlar, ben kayıt işlemlerini yapıyorum. Acil serviste etrafı perdeli bir yatağa yatırıyorlar oğlumu, doktor geliyor hemen beni biraz geriye itiyorlar, hemşireler buz torbaları getiriyor, oğlum korku dolu gözlerle bana bakıyor “Bana ne yapacaklar anne?” diye soruyor. Ağlıyor artık, ben de ağlıyorum. Buz kompresinden sonra bir serum takıyorlar çocuğa yaklaşık bir saat sonra serum bitiyor, Kanat neşeli artık, ateşi düşmüş, kucağımda taşıyarak getirdiğim acilden yürüyerek çıkıyoruz. Güler yüzlü bir hemşire abla da bir lolipop veriyor bize, Kanat kardeşleri için de istiyor, onları da alıyoruz.

Evimize dönüyoruz, Kanat’ın yatağına yanına yatıyorum, televizyonda bir çizgi film açıyoruz, elleri elimde, öpüp kokluyorum oğlumu. Eczaneden aldığımız renk renk ilaçlar başucumuzda, artık ateşi düşmüş, hafifçe öksürüyor, çizgi filmini seyrederken koynumda uyuya kalıyor…

Van’ın Gürpınar İlçesi’ne 80 km uzaklıktaki Yalınca Köyü’nün Çeli Mezrası… Mezra Köye bile 16 km. uzaklığında. Dışarıda kar diz boyunu bile geçmiş. Üstüne üstlük yine tipi var. İşte bu Mezra’da  yaşayan yedi kişilik bir aile Taş ailesi. Bir Şubat gecesi bir buçuk yaşındaki oğulları Muharrem hastalanıyor. Deli gibi öksürüyor ve ateşi bir türlü düşmüyor. Anne Halise ve baba Abdulvahap çaresizce çırpınıyorlar. Çocuk gittikçe kötüleşiyor. Dışarısı kış, dışarısı kar, çocuğu o saatte değil İlçeye, Köye götürebilmeleri bile imkansız.

Can havliyle telefona sarılıyorlar, en yakındaki Jandarma Karakolu’nu arıyorlar. Yalınca Jandarması da sağlık ekibi yollamaları için 112 acil servise, yolun açılması için de İl Özel İdaresi’ne haber veriyor. Ancak kardan kapalı yollar açılmıyor. Ne bir Paletli Araç geliyor Muharrem için ne de bir Hava Ambulansı.

Kar altındaki küçük haneye kim bilir nasıl bir ateş düşüyor. Kim bilir o anne baba ateşler içerisindeki bebeğin başında nasıl bir ızdırap çekiyorlar. Lakin hiçbir şey fayda etmiyor ve Muharrem bebek annesiyle babasının kollarında saat ikiye doğru hayata gözlerini kapatıyor.

Babası çocuğunun cesedini bir çuvala koyuyor ertesi gün. Karda bata çıka Yalınca köyüne götürüyor. Oradan da bir araçla Van’a gidiyor Muharrem’in cansız bedeni. Van’da yapılan otopside zatürreden öldüğü öğreniliyor.

En küçük oğlum Kuzey artık altı yaşında. Ben ise, tahmin edebileceğiniz gibi son derece özgürlükçü bir anneyim. Lakin bu hayatta başarılı olabilmek için “özgür bir ruh” yetmiyor (Bence en önemli şey olsa da …) Sorumluluk sahibi olmak da lazım. Okuduğum “çocuk gelişim” kitapları ve danıştığım pedagoglar, belli bir yaşa geldikten sonra çocuklara ev içerisinde ufak-tefek sorumluluklar verilmesi taraftarılar. Abileri “akvaryum temizlemek”, “kahvaltı masasını kurmak”, “oyuncaklarını toplamak” benzeri işleri yapıyorlar zaten uzun zamandır. Sıra kuzuya geliyor artık.

Ona uygun ve sevebileceği bir “iş” düşünüyorum. En büyük aşkı köpekler. Evimizde köpek nüfusu oldukça kalabalık. Beş tanesi evde bizimle, dört tanesi ise bahçede yaşayan tam dokuz köpeğimiz var. Kuzey’i “evdeki köpeklerin sabah mamasını verme” ile görevlendiriyoruz. Yan yana dizilmiş beş tane küçük mama kabına kuru mama koyacak her sabah, iş bu kadar basit.

İlk görevi olduğu için heyecanlı ve gururlu küçük kuzu, beş kiloluk mama torbasını sürükleyerek kapların yanına kadar getiriyor. Acaba yardım etsem mi diye düşünüp bir hamle yapıyorum, sonra kendime mani oluyorum ve seyretmeye devam ediyorum. Elindeki küçük tasla mama torbasından kuru mamaları alıp taslara boşaltıyor tek tek… Bu arada ufak köpekler paçasını ısırıyorlar, üzerine atlamaya çalışıyorlar. Buna rağmen görevini başarıyla tamamlıyor Kuzey. Son mamayı da koyduğunda köpekler oğlumu yere deviriyorlar, yüzünü yalarlarken neşe içerisinde kahkahalar atıyor. Bu manzaraya gülümseyerek bakarken bir yandan da “Acaba böyle bir sorumluluk için erken mi? Daha çok küçük…” diye düşünüyorum.

Yücel Arı altı yaşında, ailesi Niğde’den Bursa’ya göç etmiş. Tam beş kardeşler ve aile büyük bir geçim sıkıntısı içerisinde. Babası gazete, kağıt, karton toplayarak ailesini geçindirmeye çalışıyor. 16 yaşındaki ağabeyi Süleyman ve 12 yaşındaki ağabeyi Murat bir yandan okula gidiyor bir yandan da hurda toplayarak babalarına yardım ediyorlar. Ablaları da toplanan kağıt, karton ve gazeteleri ayırıyorlar.

Yücel Arı altı yaşında …Yücel okumak istiyor, aslında 2013 Eylül’ünde okula başlamış olması gerekiyor Yücel’in ama ailesinin günlük geliri 10-20 lira … Çocuğun üniformasını, kağıdını, kalemini, defterini alamıyorlar. Bir sene hurdacılıkta bize yardım et diyorlar Yücel’e, okul malzemesi için gerekli parayı biriktirirsin.

Yücel ağabeyleriyle beraber hurda ve kağıt toplamaya başlıyor. Okula gitmenin hayallerini kurarak… Bir gün yine, her zaman geçtikleri yollardan giderken bir kaldırımdan diğerine doğru koşuveriyor Yücel, çok da düşünmeden atıveriyor kendisini yola, çünkü Yücel altı yaşında… Yolda hızla giden bir kamyonetin altında kalıyor Yücel, oracıkta ölüveriyor ağabeylerinin gözlerinin önünde. Bir çöp poşetiyle örtüyorlar minicik bedenini. Arkasında topladığı kağıtlar kalıyor…

Paralel ülkenin paralel çocukları onlar… Bizim çocuklarımızın tanımadığı, bilmediği diyarlarda yaşıyorlar. Bizim tanımadığımız, bilmediğimiz diyarlarda ölüyorlar… Biz çocuklarımızı “süper kahramanlı” çarşaf takımlarında uyutuyoruz, Muharrem’in babasını oğlunun bedenini bir battaniyeye bile saramıyor. Biz çocuklarımızın üzerlerini rengarenk örtülerle örtüyoruz. Yücel’in cansız vücudu çöp poşetiyle örtülüyor bu karanlıklar ülkesinde…

Bu karanlık ülkenin karanlık gazeteleri ise çuvalda taşınan ölü çocuk bedenlerinden bile utanmıyorlar. Akit denilen gazete müsveddesi “mizansen” diyor babasının sırtındaki çocuk cesedine. “Hükümet’in yalan yanlış bilgilerle yıpratılmaya çalışıldığı bir dönemde…” diye giriyor söze… Ölüme “mizansen” diyemiyor tabii ki, “çuvala” mizansen diyorlar. “Battaniyeniz yok muydu?” diye soruyor aileye?

Bu ülkede çocuklar hükumeti “mağdur” etmek için ölüyorlar kar altındaki ıssız Mezralarda, Hükümeti “mağdur” etmek için kamyonetlerin altında kalıyorlar kağıt toplarken… Sırf Başbakan kötü görünsün diye karanlık köşelerde dayak yiyip öldürtüyorlar kendilerini… Büyük bir komplonun parçası oldukları için kendilerini plastik mermilerin önüne atıp gözlerini kör ettiriyorlar…

Bu yaşananları örtebilecek kadar büyük bir battaniye yok bu ülkede. “Alo Fatih kaldır o haberi oradan” dediğiniz zaman da yok olmuyor ölü çocukların bedenleri… O çocukların her biri bizim yüreğimize gömülüyor. Umutlarıyla, acılarıyla sıra sıra diziliyor çocuk mezarları kalbimize. Hesap gününü bekliyorlar, paralel diyarların, paralel çocukları…

Ayşe Deniz

Odatv.com