Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 46’ncı yıldönümünde HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un yaptığı konuşma

Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 46’ncı yıldönümünde HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un yaptığı konuşma;

Yeşil Kuşak Projesi ürünü Tayyipgiller’in oluşturduğu Ortaçağ Karanlığını Yeni Ekim Devrimleri yaratarak aşacağız! 

Nurullah Ankut Yoldaş:

(Mikrofonların kabloları kürsü arkasında, konuşmacının ayaklarını basacağı alanda bulunmaktaymış. HKP Genel Başkanı onları ayağıyla iterek uzaklaştırdıktan sonra.)

Kabloları ayağımızın altından kenara çekelim öncelikle, yoldaşlar. Daha önce de söyledim ya, hani bir sporcu bile mücadeleye çıkınca ayakkabılarına, ayakkabılarının bağcıklarına, eşofmanına, formasına özellikle dikkat eder. Kendisinin dikkatini dağıtacak bir şey var mı yok mu… onları ortadan kaldırır.

Saygıdeğer Yoldaşlarım ve Saygıdeğer bizi dinlemeye gelen arkadaşlar,

Zaman o kadar hızlı akıyor ki, Usta’mızın hayatını kesitler halinde sinevizyonda izlerken, çağrışım oldu. Usta’mızla ilk tanıştığım an gözümün önüne geldi.

1968 yılının sonbaharı, Cağaloğlu’nda Klodfarer Caddesi’nde, İPSD’nin yerindeyiz. Biz de bir gençlik derneği olarak oraya gelmiştik. İPSD yöneticileri bize bir oda vermişlerdi. “Devrimci İşçi Köylü Öğrenci Birliği (DİKÖB)”ü kurmuştuk, Edebiyat Fakülteli öğrenciler olarak biz de. Denizler, Merkez binadaki arkadaşlar “DÖB”ü kurmuşlardı, “Devrimci Öğrenci Birliği”ni. Biz de işçi ve köylünün de devrimci gençlerle bir arada olmasını ve ittifak etmesini öngördüğümüz için Devrimci İşçi Köylü Öğrenci Birliği’ni, DİKÖB’ü kurduk, değerli arkadaşlar.

Orada akşam oturuyorum ben, bir anda Usta’mız girdi içeriye. Kalktık, tokalaştık, tanıştık.

Benim nerede okuduğumu sordu. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümündeyim Hoca’m, dedim.

Hocaların kim? dedi.

Saydım adlarını; Nermi Uygur, İsmail Tunalı, Macit Gökberk, Halil Vehbi Eralp, Takiyettin Mengüşoğlu, diye.

Dediği aynen şu: “Bunların tamamı burjuva Tezgâhtarları evladım” dedi, Hoca’larım için. Tek bu terimi kullandı. Bu deyimi kullandı.

Kısaca felsefe üzerine sohbet ettik. Malum, Marksizm-Leninizm, Diyalektik Maddecilik her türlü felsefeye son verdi. Felsefe, sadece mantık ve metot alanında kaldı biraz, o da Engels’in deyimiyle “kaldıysa kaldı”. Yoksa doğanın ve toplumun, insanın tüm gelişim ve işleyiş kanunlarını bilime havale etti Marksizm Leninizm. Kendisi de düşüncenin bilimini ortaya koydu, mantığı ve metodu. Biz buna Diyalektik Maddecilik diyoruz, arkadaşlar.

O akşam Küçükpazar’da bizim Bozkırlı seyyar satıcı işçilerle bir toplantımız vardı. Onlara karşı belediyenin zulmü var. Topluyor onları, arabalarını alıyor, malum, tanık olduğumuz gibi çoğu yerde, deviriyor, gasp ediyor, zulmediyor yani. Biz de mücadele ediyoruz. Sonradan bir yürüyüş yaptık onlarla. O zamanlar İstanbul’da seyyar satıcıların, tam bir istatistik veremeyeceğim ama, neredeyse en az yarısı diyeyim, Bozkırlıydı. Bizim memleketli, Konya Bozkırlıydı. Hani Bozkırlılar için “gurbet uşağı” derler. Arazi yok, tarıma elverişli topraklar yok. Hep geçimlerini sağlamak için başka illere gider Bozkırlılar.

“Hocam işçilerle toplantımız vardı”, dedim. “Ayrılmak zorundayım”, dedim.

“Tabiî evladım, işçilere verdiğimiz söze mutlaka uyacağız”, dedi. “Yani sözümüzün eri olduğumuzu görecek.”, dedi.

Ve benim için de şöyle bir nitelemede bulundu, onur verici bir nitelemede: “Sizde de işçi duruşu var.”, dedi.

Yani bunu nasıl anladı Usta’mız?

Ama ben de, Mustafa ve Metin Yoldaşlar’ın yakından bildikleri gibi (çünkü lise ikinci sınıftan beri birlikteyiz), yaz tatillerinde işçi olarak çalışırdım inşaatlarda. Daha önce de anlattım, “Soma…” kitabında da. İlkokulu bitirdik, Karacihan Kiremit Fabrikası’nda işçi olarak yazları çalışmaya başladık. Anam babam benden hiç öyle bir şey istemezlerdi ama ben o insanların (işçilerin) hayatını yaşamak isterdim. Onların acılarını paylaşmak, onların dünyalarına girmek isterdim. Onların kaderleriyle ortak bir kaderim olsun isterdim. O bakımdan kendim gönüllü olarak çalışırdım. Aldığım para da yanıma harçlık olarak kalırdı. Tek kuruşunu bile ailem istemezdi. Bir genç olarak da kafamıza göre, özgürce ihtiyaç duyduğumuz şeyleri alma imkânına sahip olurduk böylece.

Diyalektik Maddeciliğe göre madde yoksa düşünce de yoktur

İnsanın ruhiyatını, davranış biçimlerini, davranış kalıplarını, düşünce kalıplarını maddi hayatını kazanma biçimi belirler Marksizme göre.

Hani biz diyoruz ya, maddesiz düşünce olmaz. Madde yoksa düşünce de yoktur.

Mesela biz de önümüzdeki yıllarda önderlerimizin yanına gideceğiz bedence. Lenin Usta’yla Kıvılcımlı Usta’yı da yaşça geride bıraktık yani. O zaman bizim düşüncemiz de ortadan kalkacak. Yani düşünmeden de alıkonacağız. Ama düşünce olmadan da madde var. Nitekim insan türü doğmadan milyarlarca yıl önce, dünyada madde vardı. Denizler, göller, dağlar, ondan sonra bitkiler vardı. Demek ki düşüncenin kendisi de maddenin bir ürünü. Zaten maddecilik de budur.

Metafizik felsefeler, mantıklar, maddeyi düşüncenin belirlediğini öne sürer. Hâlbuki bu bir safsatadır, safsatadan ibarettir. Onlar, o bakımdan gerçekleri asla göremezler. Gerçekleri kafalarında tasarladıkları hayalhaneye uygunmuş gibi algılarlar ve de öyle yansıtırlar. Ama Maddeciliğin özü de şudur: Evrenin yani doğanın, toplumun ve onun bir parçası olan insanın devinim, gelişim ve değişim kanunlarını arar ve hep olayların içinde arar. O bakımdan Diyalektik Maddecilik bilimin metodudur. Metafizik mantık ise, İdealizmlerin bilim karşıtı anlayışların, ideolojilerin kullandığı medrese mantık ve metodudur. Medrese metodudur, medrese mantığıdır.

Bir düşüncenin doğruluğunu ya da yanlışlığını nasıl anlarız, arkadaşlar?

Bunu keşfetmenin çok pratik, çok kolay bir yolu var. Öne sürdüğümüz bir fikir, eğer maddi hayatta bir karşılık buluyorsa o fikrimiz, o düşüncemiz doğrudur. Ama onun maddi hayatta bir karşılığı yoksa ya da onlara ilişkin maddi hayatın ortaya koyduğu gerçekler bizim düşüncemizle çelişiyorsa, bizim söylediğimiz şey yanlıştır. Yani doğruluğun bu kadar basit bir ölçüsü vardır. Çok basit. İnsanlar, kendi günlük yaşamları içinde bunu uygularlar. Uygulamazsa yaşayamaz zaten.

Ev kadınlarımız kilerde ne kadar pirinç var, ne kadar yağ var, yemek yapacak başka ne kadar şey var hepsini aklında tutar yani ve ona göre ihtiyaçlarını ne yapar? Yerine koymaya çalışır imkânları ölçüsünde. Herhangi bir gözlem yapma ihtiyacı duymadan ya benim kilerim doludur ya da dolu olmalı. Dolayısıyla da bir şeye ihtiyacım yok derse ne yapar? Düş kırıklığı yaşar. İstediğini yapamaz.

Ama toplum ölçüsünde baktığımız zaman, insanlar toplumun aynı şekilde gelişim ve devinim kanunlarını gözden kaçırırlar. O bakımdan toplum olayları anlaşılmaz gelir insanlara.

Mesela bizim dışımızda hiç kimse sınıf esasına dayanan siyasi tahliller yapamıyor, yapmıyor. Öyle olunca onlar gerçeği hiçbir zaman göremiyorlar. Oysa biz toplumun sınıflardan oluştuğunu biliriz. Ve bütün Tarihin, sınıflar savaşından ibaret olduğunu biliriz.

Zaten, siyaset de nedir?

Sınıflar arasında savaş demektir siyaset. Sınıfların kendi çıkarlarını öne geçirebilmek için düşman sınıfa karşı, karşı verdiği mücadeleden ibarettir siyaset.

Bakın Tayyipgiller, patronların karşısında konuşuyor değil mi? Şefleri Tayyip, ne diyor?

Bakın Kanun Hükmünde Kararnameler var, Olağanüstü Hal var; artık grevler, direnişler yasak diyor. O bakımdan sizin önünüz açıldı, diyor yani. Sizin çalışma imkânlarınız artık tümüyle serbest, diyor.

Ama kimin önünü kesmeliyiz, diyor?

Çalışanların, ezilen ve sömürülenlerin. Onların hak arama yollarını Kanun Hükmünde Kararnamelerle, Olağanüstü Hal’le yasakladık biz, diyor arkadaşlar. Açıkça sınıf savaşı ilan ediyor İşçi Sınıfımıza karşı.

Buna karşı kim mücadele etti?

Biz mücadele ettik, arkadaşlar. Yoksa Feto bahane yani! Bahane!..

En azgın sömürüyü uygulayabilmek için 15 Temmuz sonrası yeni bir basamağa sıçradılar. Sadece hukuk devleti olmaktan çıkmakla kalmadılar, kanun devleti olmaktan da çıktık. Artık kanun filan yok!

Ordu’nun tepesini tutmuş NATO’cular Mustafa Kemal’e ve Birinci Kuvayimilleye’ye düşman

Geçen hafta, bir hafta önce, hepimizin bildiği gibi Mustafa Kemal pankartımız Anıtkabir’e alınmadı. Altında da Mustafa Kemal’in Birinci Kuvayimilliyeciliğin ve Mustafa Kemal’in ne olduğunu en iyi özetleyen özlü sözü vardı:  “Bağımsızlık Benim Karakterimdir.”

Tabiî bunun bir ön kısmı daha var ama burası da yeterli olduğu için biz, mesaj net ulaşsın, sadeleşsin diye onu almıyoruz. “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” Mustafa Kemal’in esas cümlesi.

Yoldaşlar kapıda, Anıtkabir kapısında Tayyip’in polis şefiyle mücadele ederken, yine kırk altı yıl önceye gitti benim anılarım. 1971 Nisan’ında 12 Mart’ın Faşist diktatörleri Balyoz Harekâtını başlattılar.  Yirmi kaç Nisan’dı?

Mustafa Şahbaz Yoldaş: 26 Nisan.

Nurullah Ankut Yoldaş: 26 Nisan’da, arkadaşlar. Her türlü kulvarda kanunu bir tarafa attılar, artık tam açık faşist diktatörlüğü kurdular, uyguladılar. Birkaç gün sonra devrimcilerin üzerine büyük bir sürek avı başlattılar.

Kadırga Yurdu’na yolumuz düştü o günlerde. Kadırga Yurdu, İstanbul Kadırga’da biliyorsunuz. O zaman için çok güzel, modern bir yurttu. Ve devrimcilerin denetiminde olan, hâkimiyetinde olan bir yurttu. Güzel geniş bir kantini ve yemekhanesi vardı. Self servis yemek alınırdı, yenirdi masalarda. Kantindi de aynı zamanda, oturulurdu. Onun böyle geniş duvarında Mustafa Kemal’in o kalpaklı resmi ve altında o özlü söz yazılıydı. Gittik ki, kazınmış resimle söz. Üzeri boyanmış.

Oysa onu (12 Mart’ı) yapan sözüm ona Kemalist askerler değil mi? Kendilerini öyle tanımlayan generaller, Faşist generaller?

Ama onların Mustafa Kemal’le zerre ilgileri kalmamış. O zaman bir kez daha gördüm ben, o genç yaşımda. Yani Atatürkçü olduğunu iddia eden ordunun en tepesindeki generaller, genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları Mustafa Kemal’in kalpaklı resmine ve Birinci Kuvayimilliye’yi en iyi anlatan sözüne karşı düşmanlar.

Niye?

Çünkü onlar NATO’nun hizmetkârı. Süper NATO’nun emrinde faşist diktatörlüğü getirdiler.

Amaçları neydi?

Solun kökünü kazımak, 27 Mayıs’tan bu yana gelişen Sosyalist kültürü bitirmek.

Böylece Tayyip’in işverenler karşısında söylediği Kanun Hükmündeki Kararnamelerle yaptığını, onlar da Faşist diktatörlüğün kanunlarıyla yapmak istediler. Yani apaçık bir sınıf savaşıydı o da. Demek ki, ABD işbirlikçilerini, satılmışları, hainleri, Türkiye’de en çok korkutan resim Mustafa Kemal’in bu Kuvayimilliye günlerindeki resmidir ve o mücadelesini en özlü şekilde anlatan o sözüdür. Ona her zaman düşman olacaklar.

Elif Yoldaş’ımız beni duygulandıran, mahcup da eden tanıtım konuşmasında; sokak hayvanlarının da dostu, dedi.

Biz Yörük’üz. Yörüklerin temel geçim kaynağı hayvancılıktır bildiğiniz gibi, arkadaşlar. Köyde de temel geçim kaynağımız hayvancılıktı. Babam sadece beni okutup, kendi terimiyle “adam edebilmek” için köyden şehre göçtü. Çünkü beş kardeşim önlenebilir hastalıklardan ölüp ölüp gitmişler; “Kıran artığı şu çocuğu okutup adam edeyim.”, diye tüm köydeki yaşantısını, yaşamını, düzenini bıraktı şehre geldi. Bildiği tek iş hayvancılık. Onu yaptı, onunla geçimimizi sağladı. O bakımdan hayvanlarla hep iç içe büyüdük. Hayvanlarımızın; ineklerimizin, öküzlerimizin hep kendi adları vardı. O zamanlar akşamları, tabiî böyle sosyal medya yok, iletişim araçları yok, bir Siemens radyomuz vardı, o da akşamları belli bir saatten sonra çekmeye başlardı, lambalı. Canım sıkılırdı, ahıra inerdim. Kaşağıyı elime alırdım, bir saat, bir buçuk, iki saat hayvanları kaşağılardım. Onların, kaşağılanırken, o huzurlu halleri beni mutlu ederdi. Boyunlarını uzatırlar böyle, bakarlar size sevimli gözlerle. Siz kaşağılarsınız sırtını, boynunu çakıldaklarını koparırsınız, kesersiniz; mutlu olurlar. Muziplik olsun diye bazen burunlarına da dokunurdum ineklerin, onu sevmezlerdi hiç. Pışşşçççıffft diye kafasını sallayarak, nefes çıkararak dokunma derler. Yani öylesine severdik hayvanları.

Şimdi, mevcut şartlardan dolayı gelip şehrin böyle bir taş dairesine yerleşince, geriye sevilecek sadece sokak hayvanları kaldı.

Bir ara balkonda güvercin besledik. Öğrencilik yıllarımda kuşçuluğum da var. Kuşlarım da vardı. Kuşları da çok severim ve anlarım da kuşçuluktan. Konyalılar da kuşçuluğu iyi bilirler. Orhan Şahbaz’ın da canlı tanık olduğu gibi, arkadaşlar kuşçuluğun merkezlerinden biridir Konya da. Ama aşağıdaki komşular rahatsız oldu, şikâyet ettiler. Özellikle bir kadın; “Abi, ya çamaşırı yeni asmıştım, hemen tepesine kaka yapmışlar, topladım yeniden makineye geri attım.”, dedi. Öyle olunca, oğlum Şahin’e “Şahin, artık bunlar, burada olmuyor”, dedik. O da arkadaşlarına götürüp verdi kuşları.

İşte şimdi de sokak hayvanlarına, kedilere, köpeklere bakıyoruz. Usta’mız o ünlü sözünde der ya; “Ben, insanın hayvan yerine konulmasına isyan ettiğim için Sosyalist oldum”.

Elbette biz de aynı şekilde Sosyalistiz ama insanların, hayvanların, tüm canlıların acı çekmesine ve doğanın fütursuzca, hayâsızca vurgun için talan edilmesine isyan ettiğim için devrimciyim. Çünkü hepimiz bir bütünüz. Doğa, hayvan, insan; maddi hayatın birer parçalarıyız, arkadaşlar.

Hz. Muhammed’in o özlü sözünde dile getirdiği gibi “İnsanı biz yeryüzüne halife kıldık.”, diyor. Yönetici kıldık, diyor.

Bu ne demektir?

O zaman, hayvanları ve doğayı kollayıp ve korumak görevi de kime ait?

Görev ve sorumluluğu biz insanlara ait. Bunu yapmazsak insanlığımızın hakkını vermiş olmayız. Bize ait bir sorun. Nitekim Hz. Muhammed’de de, Lenin’de de, önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’da da hayvan sevgisi yoğun, arkadaşlar. Che’de de biliyorsunuz.

Türkiye’de oynanan seçim oyunu: Halk değil ABD ve işbirlikçileri seçiyor

Geçen haftanın önemli olayları neydi, arkadaşlar?

Tayyip’in bir kararla, belediye başkanlarını görevden alması değil mi?

“Bunu halk seçti, şu kadar oyla geldi, vesaire oldu diyorlar”, diyor. Ama ondan önce onu bir seçen var, diyor. Biz seçtik, biz de götürüyoruz, diyor.

Ya, tabiî, hep söylediğimiz gibi arkadaşlar, seçim konuşmalarında, TRT konuşmalarında da dedik ya, yani halk bir şey seçmiyor, aslında hepsi kandırmaca, yalan, dümen! Parababaları seçiyor, Amerika seçiyor, onun en önemli işbirlikçileri seçiyor, gerisini de yani daha alt düzeydeki hizmetkarları da bu tepedeki işbirlikçiler seçiyor. Yoksa demokrasi filan yok. Yani halkın seçim iradesi filan yok.

Bazı araştırmalar yapılıyor, Türk Halkının yüzde sekseninin Amerika’ya karşı olduğu, Amerika’yı düşman olarak algıladığı ortaya konuyor.

Peki, Kürt Halkını bir tarafa bırakalım, Kürt Halkının büyük çoğunluğu ne yazık ki Amerika’yı dost olarak görüyor.

Türk Halkını temsil ettiğini söyleyen partilerin, yani CHP’nin, MHP’nin ve AKP’nin tüm yöneticileri Amerika’ya karşı mı, yoksa işbirlikçi mi?

İşbirlikçi, uşak. Hepsi uşak…

Demek ki bunlar, bir oyunla, bir hileyle seçilip geliyorlar. Yoksa halkı temsil ettikleri filan yok. Parababaları, çıkar arabalarının beygirlerini yıprandıkça değiştirir. Yerine yenilerini koşar. İşte onlardan ileride ihtiyaç olursa diye yeni bir partiyi: “İYİ Parti”yi kurdurdu, değil mi, arkadaşlar.

Programı ne diyor?

Amerika’ya, NATO’ya bağlıyız. İttifakımızın, dostluğumuzun geliştirilmesini istiyoruz. Bunun için çalışacağız.

Eleştirilince ne diyor Meral Akşener?

“Eleştiriyorlar, anlayışla karşılarım.”, diyor. “Ama bizi eleştirenlerin hepsi sanki başka bir şey mi, diyor. Yani başka yerde mi, başka anlayışta mı, buna da kahkahalarla gülüyorum.”, diyor.

Nitekim ODA TV’deydi, dün okudum. Şenol Çarık, Partilerin programlarından aktarmalar yapıyor, değil mi, arkadaşlar. Hepsi de bunların ABD’ci, NATO’cu, Avrupa Birlikçisi yani. O bakımdan birbirlerinden farkı yok bunların. Hepsi oyunbaz, hepsi düzenbaz…

Ama demokrasicilik oyununun, bu ihanet oyununun oynanabilmesi için, işte birinin dinci oynaması gerekiyor, öbürünün laikçi oynaması gerekiyor, öbürünün Türk milliyetçisi oynaması gerekiyor, öbürünün Kürt milliyetçisini oynaması gerekiyor.

Bir oyun var yani, bir ihanet tiyatrosu var oynanan.

CHP’lisi de, AKP’lisi de zihin hasarına uğratılmış, burnunun ucunu göremiyor

Bir Dinleyici: Hepsi cambaz bunların.

Nurullah Ankut Yoldaş: Cambaz, hepsi cambaz. Hepsi rol yapıyor. Ama insanlarımız ne yazık ki bunun ayrımına varamıyorlar.

Niye varamıyorlar?

Çünkü öyle bir Ortaçağ medrese eğitiminden geçiriliyoruz ki, zihnimizi özgürce kullanma yetisine ulaşamadığımız gibi, daha öğretim yıllarında zihin tahribatına uğratılıyoruz. Bütün partilerin oy verenleri için aynı şey söz konusu. Biri hasbelkader dinci bir ortamda gelişiyor, çevrede gelişiyor, Tayyipçi oluyor; öbürü Laik bir ortamda gelişiyor, CHP’li oluyor. Ama zihin hasarına uğramışlık bakımından hepsinin durumu aynı, arkadaşlar.

Biz bunların ne olduklarını anlatmak istiyoruz. Dikkat ederseniz eleştirilerimiz oluyor. Görevimiz bizim, devrimci sorumluluğumuz bizim bu. Mevcut burjuva siyasetini halka anlatmak, onların içyüzlerini ortaya koymak, teşhir etmek, en önde gelen devrimci görevlerimizdendir bizim. Bunu yapmazsak, İşçi Sınıfı Devrimciliğimizin hakkını vermemiş oluruz. Proletaryanın özgür, bağımsız mücadele hattını ortaya koymamış ve savunmamış oluruz.

CHP’li kardeşlere soruyoruz, ya TR705 kimdir, nedir diye?

Ne karşılık alıyoruz, arkadaşlar?

Vay AKP’ye laf edemiyorsunuz, CHP ile uğraşıyorsunuz. Ya biz bir düşünce sorduk, bir düşünce ortaya koyduk.

Özgür düşünen adam ne yapar?

Ya bu adamın söylediği, bunların söylediği doğru mu, yanlış mı? Bunun hayatta karşılığı var mı yok mu? Ona bakar değil mi? Onu araştırması gerekir.

Ona hiç bakmıyor. Hiç orayla ilgili değil.

Niye?

Çünkü tarikat mantığıyla davranıyor. Sorgulama yok, araştırma yok. Gerçeğe odaklanma ve gerçeği sevme yok, arkadaşlar.

Gene soruyoruz, Selina Doğan kimdir?

Hiçbir oy tabanı olmamasına rağmen belli bir amaçla getirildiği besbelli olan bu kişi yani ABD’ye ve AB’ye şirin görünmek amacıyla getirilen bu kişi; “1915’ten 1923’e kadar, Ermenilere soykırım uyguladılar.”, diyen ve bununla kafayı bozmuştur. Bu emperyalist yalanla…

Eee vatandaş, bunun oy tabanı yok, hangi amaçla CHP’ye getirildi, milletvekili yapıldı?

Özgür düşünen beyin bunu sorgular, değil mi?

Yoo, bunu da sorgulamıyor, bize kızıyor. “Şu anda CHP’de birleşmek lazım, siz kafa bulandırıyorsunuz…”

Ya kafa bulandırmıyoruz biz, tersine zihinleri açmak istiyoruz, aydınlatmak istiyoruz. Bu CHP ihanet oyununun bir parçası, diyoruz. Bununla hiçbir yere varılmaz. Amaçları aynı Tayyipgiller’le bunların, diyoruz. Ya bugüne kadar hiç kimse CHP’nin oy tabanını parçalamadı.

On beş yıldan bu yana kim parçaladı?

Hiç kimse.

Bizim aldığımız oy ne?

83 bin oy.

CHP ne kadar aldı?

11 milyon.

On bir milyon içinde 83 bin olsa ne olur, olmasa ne olur?..

Yani bugüne kadar hiç kimse CHP’nin oyunu parçalamamış.

Ama ne yapmış CHP?

Tayyipgiller’e yandaşlık yapmış, arkadaşlar, başka bir şey yapmamış.

Bundan sonra ne yapacak?

Bundan sonra da aynısını yapacak. Farklı bir şey yapacak durumu yok bundan sonra da.

Bekaroğlu kim?

Ömrünü Ortaçağcılıkla geçirmiş, Ortaçağcı mücadele ile geçirmiş, din devleti heveskârları ile geçirmiş, bir Mustafa Kemal ve Kuvayimilliye düşmanı. Bunu partiye getiriyorsun, yönetici yapıyorsun.

Amaç ne burada?

Kendisi de (Kılıçdaroğlu da) apaçık söylüyor. “Biz 30’ların, 40’ların CHP’si değiliz”, diyor.

Yani ne demiş oluyor, arkadaşlar?

Hani halkımız der ya; lafın tamamı ahmağa söylenir. Ya bizim İnönü’nün, Mustafa Kemal’in CHP’siyle bir ilgimiz, bağımız yok, demek istiyor ama saflar uyanmasın diye bu kadarını söylemiyor.

Sadece ne diyor?

“Bizlerin 30’ların, 40’ların CHP’siyle ilgimiz yok”, diyor.

Gerisini özgür düşünen insanın anlaması gerekmez mi?

Anlaması gerekir ama o eğitimle, o zihin yapısına sahip olmadığı için insanlar sorgulayamıyorlar bunu. Sistematik düşünemiyor insanlarımız.

Diyalektik Maddecilerin birinci ve sonuncu maddesi, özü nedir tek cümleyle, arkadaşlar?

Bir Dinleyici: Olanı olduğu gibi görmek.

Nurullah Ankut Yoldaş: Olanı olduğu gibi görmek.

Ne demektir?

Bir; Olay uydurmayacaksın, olayın aslı, orijinali neyse öylece göreceksin.

İki; sebep sonuç ilişkileri içinde görmek, yani bağlamı içinde görmek.

Çünkü hiçbir olay, gökten düşen göktaşı gibi küt diye bir anda ortaya çıkmaz. Bir tarihsel süreç izler. Yani bir olaylar zinciri izler. Her olay aslında bir zincirin bir halkasıdır. İşte o halka içinde görmek gerekir.

Ve olaylar, baktığımız zaman toplumda, doğada mahşerîdir. Milyonlarca, milyarlarca olaylar zinciri vardır. Bunlar birbirini etkiler. Etki tepki içindedir. İşte ele alacağımız konuyu, olayı incelemek için, tüm bu bağlamıyla ve tarihsel gelişim süreciyle değerlendirmemiz gerekir. Ancak o zaman olayı olduğu gibi kavrayabiliriz. Doğru kavrayabiliriz.

Önderimiz ne diyor?

Hiçbir şey olaylardan daha önemli değildir, diyor.

Ve ne diyor?

Sosyalizm olayların bilimidir, diyor. Yani olayları anlama, kavrama, yorumlama, yönlendirme, sonuçlar çıkarma ve o sonuçlar doğrultusunda Tarihin istediğimiz yönde, istediğimiz doğrultuda gelişmesi için mücadeleye girme bilimidir sosyalizm. Bundan başka bir şey değildir.

Maalesef eğitimimiz skolastik eğitim, dedik. Yani Ortaçağ mantığıdır Skolastik mantık.

Skola bildiğimiz gibi, İngilizce öğretmenlerimiz var burada, hani school, schule hep buradan geliyor, Okul demek, arkadaşlar.

Ortaçağda okul; medrese demek, kilise okulu demek. Yani skolastik mantık demek kilise okulu mantığı, Papaz mantığı, din adamı mantığı demektir.

Felsefe Tarihi okuyan arkadaşlar bilir yahut ilgilenenler; Felsefe nerede, ne zaman ortaya çıkmıştır?

Klasik çağda İyonya’da, arkadaşlar.

İyonya bildiğimiz gibi, Egeli arkadaşlarımız var burada, İyonya deyince; Aydın, İzmir ve karşısındaki adalar bölgesine İyonya dile getirilmiş olur. Yani burada ortaya çıkmıştır Felsefe ilkin.

İsa’dan önce 8’inci Yüzyıl’da.

Ama İsa’dan önce 4000 yıl önce Sümer Medeniyeti var. Sümer tabletleri var. Gılgamış Destanları var. Asur, Babil Medeniyetleri var. Bunların kanunları var, kültürleri var, sanatları var, mitolojileri var. Öbür tarafta Hint’te, Çin’de yine benzer düşünceler var.

Niye bunları Felsefe olarak kabul edemiyoruz, arkadaşlar?

Şundan: Çünkü her toplumun, insan formuna kavuşur kavuşmaz, dini tasarımları olmuştur. Dini tasavvurları, tasarımları olmuştur. Ve buna bağlı olarak doğa ile ilişkilerinde, gerçek sebepleri bulamadığı için, yakıştırma sebeplerden kaynaklı Mitolojileri olmuştur. Yani doğa ilişkilerine ve çevre ilişkilerine belli anlamlar yükleyerek, oluşturduğu bir açıklama sisteminden oluşan Mitolojileri olmuştur.

Ortaçağ insanı, Antik Felsefe Çağı’nın çok daha gerisine düşmüştür

İşte bu zamana kadar gerek Sümer, gerek Babil, gerek Mısır, gerek Hitit, gerek Asur, gerek Hind, gerek Çin Medeniyetlerindeki düşünce sistemleri hep dini tasavvurların ve mitolojilerin etkisi ve baskısı altındaydı. Bu bakımdan bunlara Felsefe diyemeyiz.

Felsefe denebilmesi için insanın bu tasavvurları bir tarafa bırakarak doğayı, toplumu ve insanı anlamak için özgürce sorular sormaya başlaması gerekir. Yani, din böyle diyor, mitoloji şöyle açıklar bu konuyu dediğimiz anda, gerçekle bağımızı koparmış oluruz tümden. Ve bu yöntemle olayları da kavrayamayız, anlayamayız. Ama olaylara akıl erdirmek, yani doğanın ana maddesi ne, bu evren nereden gelip nereye gidiyor, toplum ne, ideal toplum biçimi ne, insan nedir, insanı nasıl tanıyacağız gibi, böyle aklımızı özgürce kullanarak sorular sormaya başladığımız anda işte Felsefe yapmaya başlarız. İşte bu süreç ilk kez İyonya’da İsa’dan Önce 8’inci Yüzyıl’da başlamıştır. İyonya’nın sönümlenmesi sonrasındaysa Atina merkezli Eski Yunan şehirlerine yayılmıştır. Felsefe merkezi oralar olmuştur artık. Yani İsa’dan önce Sekizinci Yüzyıl’la İsa’dan sonra Beşinci Yüzyıl arasındaki o zaman sürecinde yaşanmıştır Antik Felsefe Çağı.

Ortaçağ insanları ise bundan geriye düşmüştür, arkadaşlar. Yani o Klasik Çağ’ın Yunanlılarının özgür düşünce anlayışından çok daha geriye düşmüştür.

Çünkü Ortaçağ’da insanlık nereye varmıştır?

Derebeyileşme Konağına varmıştır.

Derebeyi düzeninde, toplumun derebeylerin denetiminde ilelebet değişmeden kalması amaçlanır. Ve din de yani Katoliklik de buna göre şekillenmiştir. Değişmez bir dünya ve değişmez bir toplum düzeni ortaya koyar Katolik inancı, Hıristiyanlık.

Kilise Felsefesinde Ortaçağın ünlü düşünürleri var; Aquinalı Thomas, Augustinus gibi, Aziz Augustinus gibi ama bunlar için gerçek nerededir?

Ya Antik Yunan’ın düşünürlerinde, Platon’da, Sokrates’te, Aristoteles’te yahut da Kutsal Kitap’ta. Onun dışında gerçek aramak küfürdür. Öyle olunca insanlık İlkçağ’dan bile geriye düşüyor Ortaçağ’da, kilise mantığında.

İşte bizde de okullar giderek bu hale getiriliyor, arkadaşlar. Oraya değineceğiz zamanımız olursa, yani aynen Ortaçağ kilise okullarına dönüştürülüyor yahut da Pakistan Peşaver’deki Taliban medreselerine dönüştürülüyor okullar. Artık okul olmaktan çıkarılıyor. Mürit yetiştiren, “İnanç İnsanları” yetiştiren Ortaçağ Medreselerine ya da kilise okullarına dönüştürülüyor.

İnanç İnsanı ya da mürit, aklını kullanmaz. Sebepler aramaz. Sorular sormaz. Çünkü ona göre gerçek, Kutsal Kitaplardadır, Şeyhinin, Hocasının onun kafasına doldurduğu, yüklediği dogmalardadır.

Bu özünde Medrese olan okullar, zerrece gerçekle ve gerçeği bulmaya odaklı bilimle ilgilenmez. Hatta, gerçeği ve bilimi düşman olarak görür. Aklı özgürce kullanmayı Şeytan işi olarak görür, reddeder, korkunç şekilde zararlı bulur. Akıl, zeka, insanı dinden çıkarı, der.

İşte bu sebepten biz, Medrese ya da kilise okullarının yetiştirdiği insanlara “İnanç İnsanı” diyoruz. Ya da “Mürit” diyoruz. Ama, aklı özgürce kullanabilmeyi temel prensip edinen ve gerçekten başka, gerçek sebeplerden başka hiçbir şey önemli değildir, diyen ve insanları, gerçek sebepleri olayın içinde arayıp bulmaya yönlendiren; yani bilim öğretilen okulların yetiştirdiği öğrencilere ise “Us İnsanı”, “Akıl İnsanı” diyoruz.

Zaten de, 100-150 bin yıl önce ortaya çıkan insanı adlandırmakta kullanılan “Homo Sapiens” terimi de tamamıyla bu anlama gelir.

İnsanlık Ortaçağ’dan çıktı. Ama, ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi’nin ürünü olan Tayyipgiller İktidarı ve onun sınıf temeli olan Antika Tefeci Bezigân Sermaye Sınıfı ülkemizi yeniden Ortaçağ’ın karanlık dünnyasına çekip götürmek istemektedir.

İnsanlık nasıl çıktı Ortaçağ’dan ve hangi zorunlu sebeplerden dolayı çıktı?

Ona değinelim isterseniz biraz da: Ortaçağ’ın sonuna doğru “burjuva” diye adlandırılan yeni bir sınıf ortaya çıkmaya başladı. Bu demektir ki, Ortaçağ tümüyle yerinde sayan, hiç ilerleme göstermeyen bir çağ değildir. Hani hep deriz ya Tarih mecburen akacak, değişecek, gelişecek, ilerleyecek. Onu durdurmaya hiçbir güç yetmez. Bu yeni sınıf, yani burjuvazi, kendi gücünün yettiği bölgeleri ya da coğrafyayı sınırlarla çevirerek, “Burası benim vatanımdır. Biz de bu vatanın ulusuyuz.”, demeye başladı.  Her ülkenin burjuvazisi, belirli sınırlar çizip o sınırlar içindeki iç pazarı ellerine geçirdiler. Ve iç pazarda hareketlilik arttı. Yani meta alım satımı, halka ulaştırılması, arzı büyük önem kazandı ve giderek burjuvazi güçlenmeye ve devlet yönetimini eline geçirmeye başladı. Böylece de burjuva toplumları, burjuva devrimleri sonucu oluşan kapitalist devletler ortaya çıkmaya başladı.

Bu devletlerde öncesinde olduğu gibi “Basit Yeniden Üretim” değil, “Geniş Yeniden Üretim” hakim üretim yordamı oldu ilk kez. Yani pazar için üretim yapılmaya başladı.

Toplumda yeni bir sınıf ortaya çıkmaya başlayınca, dinde ve düşüncede de ona paralel olarak değişmeler ortaya çıktı. Protestanlık mezhebi doğdu.

Protestanlık, Hıristiyanlığın burjuva dünya görüşünü temsil eden bir mezhep olarak doğdu, ortaya çıktı. Katolikliğe göre çok daha aklı serbest bırakan bir mezhep. Ve bilim insanları ortaya çıkmaya başladı, değil mi; Bruno, Galilei Galileo, yani gerçeği Kutsal Kitap’ta arama değil, doğada arama arayışına girdiler. Böylece kutsal kitaplarla çeliştiler.

Kutsal kitaplara göre evrenin merkezi dünyadır. Daha önce de söyledik, arkadaşlar; Güneş, Ay dünyanın etrafında döner. Birer nurdur yani. Kutsal kitapların evren anlayışı bu.

Siz buna içtenlikle inandınız mı, doğa bilimi diye bir şey yapamazsınız. Kabul edemezsiniz zaten, orada bilimle de bir ilişkiniz olmaz.

Kutsal kitaplara göre insanlık Âdem’le Havva’dan doğmuştur, değil mi?

Ama biz tarihsel süreci incelediğimiz zaman Âdem’in kaç bin yıllık diyorlar?.. Beş bin yıllık bir ömrü var. Beş bin yıl önce ortaya çıktı Âdem’le Havva. Yani Kafkasya’dan aşağıya doğru Kürt illerinden Irak’a doğru aşağıya indiler.

Cennet de neresi?

İşte buralar. Van Gölü ile Yukarı Kafkasya arası. Cennet burası Tevrat’ta. Buradan aşağıya doğru indiler.

Onları aşağıya indiren neydi?

Tarımın ortaya çıkması.

Yasak meyve de dikkat edersek; buğday. Yani tarım ürünlerine ihtiyaç olduğundan ve onların özleminden dolayı aşağıya indiler. Ama bugün bilim, Kadın kitabımızda da incelemiştik (Nurullah Ankut burada kendisinin bir konferansının çözümü olan; “Kadın: İnsanlığa Geçiş-Tarih-Sosyalizm” adlı kitabından söz ediyor. Kurtuluş Yolu), “Modern İnsanın Doğuşu” diye TÜBİTAK Yayınları’ndan kitabı okuyan arkadaşlar bilir, modern insana yüz bin yıl önce ulaştı doğa.

Yani yüz bin yıldır bizim formumuzda insan dünyada var. Son, yeni araştırmalar, bunu yüz elli bine çıkarıyorlar. Olabilir tabiî…

Bizim idealistlerden, metafizikçilerden bir diğer farkımız da şudur: Diyalektik Maddeciliğe göre kesin gerçek yoktur. Olmuş, bitmiş, donmuş, değişmez gerçek diye bir şey yoktur. Gerçeklik sürekli hareket ve değişim halinde, gelişim halinde. Donmuş gerçeği, kesin gerçeği bulduk dediğimiz anda; bilimle ve özgür düşünce ile bağımızı kesmiş oluruz. Kesin gerçek diye hiçbir şey yok doğada. Her şey durup dinlenmeden bir akış ve değişim içindedir.

O bakımdan işte, yüz bin yıl önce var, diyorduk, şimdi yeni araştırmalar ve bulgular yüz elli bin yıl önce de modern insanın olduğunu ortaya koyuyor. Belki daha başka değişiklikler de olacak.

Yine Usta’mızın “Komün Gücü” adlı incelemesinde, arkadaşlar yakında yayınlayacaklar, orada da göreceksiniz, biz de öyle okumuştuk, ilk insanın, Pitekantrop İnsanın, yedi yüz bin yıl önce ortaya çıktığını ortaya koyuyordu. Ama daha sonraki veriler ortaya koydu ki; bir milyon yedi yüz bin yıl, hatta en son veriler, bugünkü Gürcistan’da ortaya çıkan birtakım bulgular, bir milyon sekiz yüz bin yıl önce ilk insanın, Pitekantrop İnsanın, ortaya çıktığını koyuyor. Yani bilimde kesin gerçek yok. Sürekli gelişme, değişme var…

Orhan Yoldaş’ımız, bizim gibi kanserle mücadele ediyor, arkadaşlar bildiğimiz gibi. Belki duymuşsunuzdur, çok arkadaşımız bilir, Orhan Özer Yoldaş’ımız, liseden arkadaşımız, şu anda radyoterapi, kemoterapi tedavisi görüyor. Görünüşünde, yani saçında kirpiklerinde kaşında bir dökülme olmadı. Ama eskiden, kemoterapi olan yoldaşlarımız bilir, tümden tüm vücut kılları dökülüyordu. Ama şimdi, daha etkili kemoterapi ilaçları ama hiç tüylere bir zarar vermiyor. Yani bilim de durup dinlenmeden bir gelişim içinde.

Daha önce de söyledim. Usta’mızla bizim kanserimiz aynı: Prostat adenokarsinomu. Ama PSA denen marker deniyor, değil mi Mustafa Yoldaş, belirteç yani kanser belirteci o zamanlar bilinmiyordu. Oysa çok basit bilinmesi. Hemen bir kan tahliliyle hemen ortaya çıkıveriyor bu. Eğer o zamanlar bilinseydi, bilim bu aşamaya ulaşmış olsaydı, Usta’mız bugün bile hâlâ bedence aramızda olacaktı. Organizmasının diğer sistemleri son derece sağlıklı, kas gücü yerinde, yani tokalaşırdık çelik gibiydi parmakları …

Arkadaşlarımızın bildiği gibi “Bin Kalıplılar” adlı bir çalışma yaptık. Kitap olarak da yayımlandı bu çalışmamız. İşte o süreçte, Gün Zileli’nin de kitaplarını dikkatle okuyup inceledik. Orada anlatır, Gün Zileli: “Bin Kalıplı”yla Gün Zileli, evinde ziyaret ediyorlar Usta’mızı. Sonra da Göztepe İstasyonu’na kadar yürüyorlar Usta’mızla birlikte. Arkasından yürürken yetişmekte zorlanıyorduk, diyorlar. Gün Zileli bunu diyor. Hâlbuki o zaman Gün Zileli yirmili yaşlarda, öbürü de otuzlu yaşlarda, “Bin Kalıplı” da sanıyorum. Ayak uydurmakta zorlanıyorduk, diyorlar Usta’mıza. Ama aynı zamanda o çektiği acıların ve verdiği mücadelenin kalın çizgileri yüzünde belirgindi, diyorlar. Ama buna rağmen gücü kuvveti, hareketi yerinde Usta’mızın.

Biz de bir tesadüf sonucu prostat kanseri olduğumuzu öğrendik. Ameliyat olduk ve işte altı ayda bir kontrole gidiyoruz. “Amca bizim için bu değerler çok iyi, kontrole devam”, deyip gönderiyor genç hekim asistanlar. Yani bilim de sürekli bir gelişim halinde. İleride kanserin kesin tedavisi de bulunacak. Buna yüzde yüz eminiz. Belki çok basit bir şey ama, bilim henüz onu çözemedi. Onu da çözecek… Yani kesin gerçek diye bir şey yok hayatta.

Her şey durup dinlenmeden bir akış, bir değişim ve gelişim içinde. Zaten Diyalektik Maddeciliğin özü de; evrenin, doğanın, toplumun ve insanın bu gelişim sürecini ve kanunlarını ortaya koyabilmek. Keşfedip, açıklayabilmek ve olumlu yönde bu gidişi etkileyebilmek, yönlendirebilmektir. Bilimin amacı bu…

Marks’ın o ünlü söylemiyle; “Toplumdaki sosyal sınıf mücadelesi, zorunlu olarak sınıfların ortadan kalkmasıyla sonuçlanacaktır. Yani insanlık, kaçınılmaz bir biçimde eninde sonunda Sosyalizme varacaktır.”

Çünkü insanlık, bunu yaşamış bir milyon yedi yüz bin yıl. Başka türlü de olamaz yani. Sosyalizm düşmanlığı, insanlık düşmanlığıdır.

Bir kişi Karun olsun, Firavun olsun, yüz binlerce insan ona hizmet etsin, böyle bir şey olur mu? Böyle bir şey insanlığa sığar mı?..

Olmaz böyle bir şey. İşte bütün bu Usta’larımızın; Marks’ın, Engels’in, Lenin’in bütün amaçları, insanlık oraya varacak, bütün mesele, doğum sancılarını bir kısaltmak, iki ılımlandırmaktır. O gidiş yolunu, en uygun yolu bilirsek, en kestirmeden ve en kolay şekilde oraya gideriz.

Zaten metot da nedir?

Yol, demektir değil mi?

Arapçası?

Arap kardeşlerimiz var, usul değil mi?

Evet arkadaşlar. Yol.

Metot da, Diyalektik Maddeciliğimiz de, bizim mantığımızın, yani zihnimizin işleyiş kanunlarını ve onu pratik hayata uygulama yöntemlerini ortaya koyan bilim demektir.

Bunu da Önderimiz didaktik bir şekilde, dünyada bir benzeri daha olmamak üzere; “Diyalektik Materyalizm Nedir? Nasıl Kullanılır? Ne Değildir?” adlı kitabında ortaya koymuş durumda.

Çünkü Usta’larımız, o binbir uğraş içinde, bu mantık ve metodumuzu sistemli bir kitap halinde ortaya koyma zamanı bulamadılar. Bunu uzun hapislik yıllarında Önderimiz yaptı ve o zamanı, o zindan yıllarında buldu.

Kendisinin deyişiyle; “Zindanları üniversiteye çevirir” Kıvılcımlı Usta.

Gerçekten üniversiteye çevirdi ve dünyada bir başka örneği olmamak üzere, Marks’ın, Engels’in vasiyetini yerine getirdi; “Tarih Devrim Sosyalizm” adlı anıt eseriyle. Yok başka, dünyada bilen yok. Keşfeden de yok. Bu konuda bir araştırma yapan da yok.

Ne yazık ki Sovyetler de Marks’ın, Lenin’in mirasına sorumlulukları oranında sahip çıkamadılar. O yüzden onlarda da hiçbir bilimsel gelişme olmadı Lenin sonrasında. Usta’mızın deyişiyle, “Marksist Kalpazanlar”a dönüştüler. Bilimler Akademisi diye akademi kurdular ama yayınladıkları kitaplara baktığınız zaman, ciddiyetsiz kitaplar, Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi’nin kitapları. Hiçbir geliştirici, ufuk açıcı, yenileyici, kitapları yok. O konuya yeniden vaktimiz olursa döneriz.

23 yıldır Ankara’yı yöneten adamın tek marifeti, hayâsızca yaptığı hırsızlık ve vurgunlardır

Konular, olaylar o kadar hızlı akıyor ki Türkiye’de…

Geçen haftanın en önemli olaylarından biri de şuydu: Melih Gökçek istifa etti değil mi? 23 yıldır Ankara’yı yöneten bir adam bu yahu.

Kim bu adam?

Yalan, dümen, hırsızlık, vurgun hepsini hayâsızca yapmış bir adam, 23 yıldan bu yana.

Başka nasıl bir adam?

İşte onun da bir özelliği… Geçen, 13 Haziran 2017 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden. Hani Ege Denizi’nde Karaburun açıklarında, 6.2 büyüklüğünde bir deprem oluştu ya. Bakın nasıl açıklıyor Gökçek depremi:

Gökçek komploya bağladı.

“Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, meydana gelen depremin ardından twitter hesabında, ilginç iddialarda bulundu. Depremin suni bir deprem olabileceğini öne süren Gökçek, FETÖ’yü işaret etti ve “Söylediklerim kesin değil ama kuvvetli ihtimaldir. Dış güçlerin Türkiye’ye şu ana kadar güçleri yetmedi ancak bizi ekonomik ve siyasi olarak bitirmek için suni deprem kozunu kullanabilirler”, dedi.”

Yani daha önce de hatırlayacaksınız, 15 Temmuz Ganimet Paylaşım Savaşı sonrasında; “Feto, bu işleri cinleri aracılığıyla yapıyor” diyordu değil mi, cinlerini kullanarak…

Yani o kadar acıklı ki durumumuz, Ankara gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin başşehrinde, 23 yıl bu adam belediye başkanlığı yaptı. Varın insanlarımızın düşürüldüğü hali tasavvur edin. Yoksa özgür zihniyle düşünebilen ve insancıl ahlâka sahip insanlar buna tahammül edebilir mi?

Edemez. Ama uyuşturuluyor işte insanların zihinleri. Öylesine ayrıştırılıyor ki, kendilerinden olmayan herkes dinsiz, kâfir.

Hani bunların hocası Molla Necmettin de aynı şeyi söylüyordu değil mi; “bizden olmayan patates dinindendir”, diyordu. Aynı onun yetiştirmesi bunlar.

Böyle olunca bu adamların yaptığı her türlü kanunsuzluk, ahlâksızlık, vurgun, ihanet, onlara batmıyor. Hz. Muhammed’in Kur’an’da işaret ettiği, “Allah’la aldattılar” insanları. Gerisinin hiçbir önemi olmuyor ve o insanlar hayvandan çok daha aşağı durumlara düşüyorlar.

Hayvan, gerçekten sizin sevip sevmediğinizi bilir. Beden dilinizi okur, gözlerinize bakar. Anlar sevip sevmediğinizi. Severseniz size yaklaşır. Sevmezseniz sizden kaçar. Ama insanı Allah’la aldattın, zihnini uyuşturdun mu, hayvandan çok daha geri duruma düşürebiliyorsunuz

Üniversitelerimiz bilim yuvaları olmaktan çıkarıldı, Ortaçağ karanlığı yayan odaklar oldu

Yine geçen haftanın önemli olaylarından biri daha, değil mi? Dikkatinizi çekmiştir. Haberlerinden biri diyelim… Aslında en önemli olaylarından bence… “Şeytan’la savaşacak doçent” aranıyor, değil mi arkadaşlar? Ne yazık ki bu da bizim ülkemizde, şehrimizde diyelim, Karaman’da, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesinde. İlanı bu üniversite veriyor:

“Karaman’da bulunan Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, önceki gün 11 yeni akademisyen alımı için hem üniversitenin resmi internet sitesi üzerinden duyuru yaptı hem de Sabah gazetesine ilan verdi.

“Üniversitenin çeşitli bölümler için aradığı akademisyenler için istenilen ayrıntılı yeterlilikler ise dikkat çekti. Üniversite yönetimi, İslami İlimler Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü için aradığı yardımcı doçentlik kadrosu için “Kur’an ve Sünnet rehberliğinde şeytanla mücadele edecek insan eğitimi üzerine çalışmaları olmak” şartı getirdi.”

Ve bu konuda doktora tezi yapan da Mustafa Çoban adlı bir şahısmış, değil mi? Şu anda, Maraş Sütçü İmam Üniversitesinde güya akademisyen.

Bu tezi de nerede vermiş?

Ne yazık ki Konya Selçuk Üniversitesinde…

(Slogan: Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek…)

Okullarımız Taliban yuvası Peşaver Medreselerine döndürülüyor

Yine geçen haftanın haberlerinden biri. Diyanet İşleriyle Milli Eğitim Bakanlığı anlaşıyorlar, öğrencilere Umre turu düzenliyor Diyanet İşleri Başkanlığı.

Artık dedik ya, okullar bilim yuvası olmaktan tümüyle çıkarıldı. Aynı Taliban yuvası Peşaver Medreselerine döndürülüyor, diye. Öyle…

Şimdi bu insanların yönettiği ülkede ve bu okullarda bilim gelişir mi?

Gelişmez.

Zaten bunlara göre bilim demek, Yezid dinciliğinin 1400 yıldan bu yana üretilen safsatalarını genç insanlara, yeni diye sizlere aktarmak demek. Bilim bundan ibaret bunlara göre. Onun dışındaki her şey küfür. Bilimi buna indirgemişler bunlar. Öyle olunca modern dünyayla, modern toplumla ve modern bilimle tüm bağlar koparılıyor.

Yine geçen hafta gördüğüm bir paylaşım. Selma Gümüş Yoldaş’ımız paylaşmış, Erdal Sarızeybek’in sitesinden. Erdal Sarızeybek, içtenlikli bir Atatürkçü bildiğimiz gibi. Sosyal medyasını ve sitesini de çok aktif kullanıyor. Bu istatistikî verileri derlemiş. Haber şu:

“Dünyanın en iyi ilk 500’ünde Türk üniversitesi yok.”

Yani bilimsel ölçütler baz alındığında, ilk 500 üniversite arasında giren bir tek Türk üniversitesi yok. E, o zaman üniversitelerimizde bilimin kökü kurutulmuş. Koca ülkede, 80 milyonluk ülkede, o kadar üniversite var, şu anda sayısı herhalde 180 mi oldu, 200’e mi ulaştı, eğitimci yoldaşlar daha iyi bilirler.

Bir Dinleyici: 217.

Nurullah Ankut Yoldaş: 217 oldu demek ki… Devlet ve özel olmak üzere…

Ama bunlar artık bilim yuvası falan değil. İşte Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi gibi artık. Bunların üniversiteyle okulla bir ilgisi yok. Bunlar medrese. ODTÜ de giremiyor tabiî bu listeye. Onu da dönüştürdüler, değiştirdiler. Giremiyor.

Ama diyor, “Türkiye’nin utanç verici dereceleri var dünyada: İnsan hakları ihlalinde dünya birincisi.

E, öyle olursun tabiî. Bilimle bağı koparırsan, Yezid dinini egemen mezhep olarak hâkim kılarsan, böyle olursun…

Bunlardaki vicdan ne mi, vicdanı görmek mi istiyorsunuz Tayyipgillerde?

Bir tek olaya bakmamız yeterli: Kerbela’ya bakacağız. İşte bunların vicdanı!

Hepsi, tümüyle aynı Yezid’in ve komutanlarının vicdanına sahip. Eğer ona vicdan denirse…

(Alkışlar…)

Din devletine götürülürken ülkemizin düşürüldüğü içler acısı durum

Bunlarda acıma diye bir şey yok. İnsan sevgisi diye bir şey yok. Dürüstlük, mertlik diye bir şey yok. Satarlar birbirlerini, gözlerini kırpmadan satarlar… Dikkat edersek hep satış üzerine geldiler bugüne kadar. Hiçbir insani değer taşımazlar. Bunları söyleyip yazdığımız için hakaret ediyor, diye yargılıyorlar, değil mi?

Bin defa yargılasınlar!

Gerçekleri söylemekten geri duracaksak…

Usta’mız ne diyor; “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense, ölmek yeğdir”, diyor, değil mi arkadaşlar?

Hiç kimse korkutamaz bizi!

(Alkışlar…)

Hiç heveslenmesinler, onların kendi mahkemelerinde tekrar tekrar yargılayacağız ve mahkûm edeceğiz onları.

(Slogan: Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek…)

Savcıları karşısında yargıladık bugüne kadar. Avukat Yoldaşlarımızın da tanık olduğu gibi, bizi sorgulayan savcılar ve onların yanında yetişen stajyerler de bizim haklılığımıza ikna oldular. Biz burada anlattığımız gibi anlattık bunların içyüzünü ve hiçbiri itiraz edemedi.

Ama dedik ki, gençlerdi, dava açın size kıyamam. Açmazsanız meslek hayatınızı bitirirler. Başınıza olmadık felaketler getirirler bunlar, o zaman ben daha çok üzülürüm, dedim. Açın davayı, biz kurbanlık koçuz. Biz bu yola kaydı hayat şartıyla, kendimizi vakfederek çıktık. Açın, mahkemelerinde hesaplaşırız onlarla biz, dedim. Açtılar, korkularından açtılar. Başka türlü davranamazlıkları var. Bunlar da; hayır biz korkmuyoruz, diyemediler.

“Tutuklu gazeteci sayısında dünya birincisiyiz.”

Şimdi bunlar tıpkı Ortaçağ’ın Engizisyon mahkemeleri gibi, kendilerine tık diyen olduğu anda, hemen, artık kendilerinin bir aracı, bir sopası, bir cezalandırma mekanizması haline getirdikleri mahkemeleri öne sürüyorlar. Ve sizi oralara gönderiyorlar. Aynı Ortaçağ’da da durum böyleydi değil mi? Kutsal kitaba aykırı bir şey söylediğiniz anda, hemen; dinden çıkmış, kafir olmuş diye Engizisyon mahkemesinin karşısında buluyordunuz kendinizi ve af dileseniz dahi sıradan ölümle karşılaşıyorsunuz. Af dilemezseniz, işkencelerle öldürülüyorsunuz. Bunlar da benzeri yolda gidiyorlar işte…

O yüzden yayınlanan kitaplarımızın birinin adı da nedir, arkadaşlar?

“Kaçak Saraylı Caligula Din Devletine Giderken”, değil mi?

Evet…

“Kadın cinayetlerinde dünya birincisiyiz.”

Evet, ne acı, değil mi?

Ama işte hep söylediğimiz gibi, Tayyipgiller’e oy veren erkek ve kadın seçmen nüfusunu kıyasladığımız zaman, kadınlar en az 5-6 puan daha önde oluyorlar. Yani kadınlar bu kadar zulüm, bu kadar işkence, bu kadar taciz görüyorlar ama buna rağmen cellatlarına daha çok sahip çıkıyorlar.

Niye?

İşte Allah’la aldatılıp zihin tahribatına uğratıldıklarından dolayı. Bundan dolayı, arkadaşlar… Açıklaması bu.

“Çocuk işçiliğinde dünya ikincisiyiz.”

Ne acımasızlık yani…

Çocuk işçiliğin ne olduğunu ben de çok iyi bilirim. İlkokuldan sonra kiremit fabrikasında çalışmaya başladığım için.

“Çocuk taciz ve tecavüzlerinde dünya ikincisiyiz.”

Ya bu nasıl bir din yahu? Çocuk taciz ve tecavüzlerinde dünya ikincisiyiz. Bu ne biçim din?

İşte bu Yezit dini, arkadaşlar. Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın dini bu değil.

Hz. Muhammed, daha önce de söyledim; “İslamiyet, güzel ahlâktan ibarettir”, diyor.

Yani diğer tüm dini ritüellerin amacı, insanı güzel ahlâklı kılabilmek içindir.

Ve “İnsanların hayırlısı nedir?” diye sorulduğunda, cevap tek: “İnsanlara faydalı olandır.”, diyor.

Yoksa çok namaz kılan, çok oruç tutan vs. demiyor. “İnsanlara faydalı olandır.”, diyor.

Bunların bu dinle zerre kadar olsun ilgileri var mı?

Hayır.

Öyleyse bunların dini; Muaviye-Yezid dini. Kerbela zalimlerinin dini, bunların dini. Başka hiçbir şey değil. Buna bir de bugün işte CIA-Pentagon İslamı deniyor. IŞİD’in dini, IŞİD’in vicdanı…

İnsanın kanını donduran katliamlar yapıyorlar, değil mi?

Tayyip’in şu an işbirliği halinde olduğu bir Ortaçağcı örgüt de Suriye’de, 13 yaşında çocuğu, boynunu keserek katletti, değil mi?

Bunu da kayda alıyorlar ve internette yayınlıyorlar.

Bunlara insan denebilir mi yahu?

Hayır, bunlar ne dindar, ne de insan.

Bunlar hep dediğimiz gibi dördüncü tür bir yaratık. Hiçbir hayvan böyle zalim olmaz. Dördüncü tür yaratık bunlar ve bunların yönetici kadrosuna baktığınız zaman tümü psikopatlardan oluşuyor.

Psikopatların belirli özelliği, belirleyici özellikleri vardır, biliyorsunuz. Asla empati yapamazlar. Yani kurbanının duyduğu acıları asla hissetmezler. Acıma diye bir duyguları yoktur. Kendileri her daim haklıdır psikopatların.

Yani bakın, tamamının bu özellikleri taşıdığını görürsünüz.

“Gelir dağılımı adaletsizliğinde dünya üçüncüsüyüz.”

Demek ki, böylesine hayâsızca bir sömürü ve zulüm var ekonomik olarak insanlarımıza uygulanan.

“Yolsuzluklarda dünya üçüncüsüyüz. İşçi ölümlerinde dünya üçüncüsüyüz. Çocuk gelinlerde dünya üçüncüsüyüz.”

İşçi ölümlerinde Avrupa’da ise birinciniz.

İşte bütün bu dincilik, bu sonuçlar ortaya çıksın diye yapıldı 1950’den bu yana, hatta 46’dan bu yana. ABD, tüm İslam ülkelerini, bu sonuçları ortaya çıkarabilmek için “Yeşil Kuşak Projesi” kapsamına aldı. İnsanları insanlıktan çıkarabilmek, insani, vicdani değerlerin tümünden arındırabilmek için insanları bu proje kapsamı içine aldı.

Değerlerini satanların geleceği yoktur

Salona girerken saygıdeğer Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel’in resmini gördüm, duygulandım. Can Yücel’in babası bildiğimiz gibi, sevimli şairimizin.

Ve ne der Can Yücel:

“Ben hayatta en çok babamı sevdim.”, der, değil mi?

İşte emperyalizm, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra öylesine bir abluka uyguladı ki Türkiye’ye, İsmet Paşa gibi bir Kuvayimilliye komutanına bile, bir anlamda diz çöktürdü, arkadaşlar. Kendi kurduğu Köy Enstitülerini kapattırdı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü kapattırdı İsmet Paşa’ya. Yüksekokul düzeyindeydi biliyorsunuz, Hasanoğlan Köy Enstitüsü. Diğer bütün Köy Enstitülerinin bilimsel denetimini, desteğini sağlayan, onları himaye eden bir Eğitim Enstitüsü konumundaydı, Hasanoğlan Köy Enstitüsü, Ankara yakınlarında.

Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü, tüm öğretmenlerin Tonguç Baba’sı, İsmail Hakkı Tonguç, ondan sonra İsmet Paşa’yla bir kere olsun görüşmeyi kabul etmediler.

İsmet Paşa ondan sonra art arda dinci başbakanlar getirmeye başladı, değil mi?

Bir Dinleyici: Şemsettin Güner.

Nurullah Ankut Yoldaş: Şemsettin Güner, evet. Ama bu kendini kurtaramadı, iktidarını kurtaramadı.

Oysa ne yapması gerekirdi?

Kararlılıkla Kuvayimilliye değerlerini savunması gerekirdi. Ama dik duramadı, eğildi ABD Emperyalistlerinin saldırısı karşısında. 27 Mayıs’taki kısa süre iktidarı dışında, ondan sonra iktidar yüzü de göremedi.

Yani, inançlarınızı ve değerlerinizi satılık meta gibi satarsanız, geleceğiniz yoktur.

Kuvayimilliye Komutanı da olsanız sonunuz hüsrandır.

(Slogan: Kahrolsun ABD, AB Emperyalizmi…)

Emperyalistler kendi ülkelerinde kanunlara uyar, sömürüp talan ettikleri ülkelerde ise kanun tanımaz

Yolsuzluklarda dünya üçüncüsüyüz deniyor ya, arkadaşlar. Emperyalistler, kendi ülkelerinde, kendi iç işleyişlerinde buna izin vermezler. Ama bizim gibi sömürge, yarısömürge ve uydu ülkelerde tam tersi bir politika uygularlar. En ahlâksız, en düzenbaz, en hırsız, en hainleri devşirip iktidara getirirler. Yoldaşlarımız hatırlayacaktır, daha önce de kitabından aktarmalar yapmıştım. Mustafa Yıldırım, sevdiğim araştırmacı yazarlardan biridir. Sağ olsun bazı kitaplarını imzalayarak bize de gönderdi değil mi, Gürdal Yoldaş? Gönderdi, arkadaşlarımız iletti.

Bu değerli kitabının (Ortağın Çocukları) kapağının altında yazıyor, arkadaşlar:

“İlkesel amacımız, uygun liderlerin ortaya çıkmalarını ve programdan geçirilerek Batı’ya bağlanmalarını sağlamaktır. CIA.”

Demek ki en önemli görevlerinden biri de neymiş CIA’nın?

“İlkesel amacımız”, diyor. Yani prensip düzeyindeki “amacımız, uygun liderlerin ortaya çıkmalarını”; yani devşirilmesini, keşfedilip devşirilmesini ve programdan geçirilmesini ve Batı’ya bağlanmalarının sağlanmasıdır, diyor. Yani hizmetimize alınmalarının sağlanmasıdır.

Daha önce de örnekler verdik, Türkiye’deki liderler böyle mi, arkadaşlar?

Şimdi yolsuzluğa kısaca değinip, buraya gelelim.

Emperyalistler, kendi ülkelerinde eğer böylesine yolsuzluğa batarlarsa, emperyalizmce geri kalırlar, rekabet edemezler, teknolojiyi geliştiremezler, üretimi artıramazlar. Diğer emperyalist bloklarla yarışamazlar. O yüzden kendi ülkeleri içinde, kanunlarına harfiyen uyulmasını sağlarlar. Hiç göz yummazlar.

Almanya Cumhurbaşkanı, bir uçak biletinden dolayıydı, değil mi? Uçak bileti kullandı, evet, görevinden oldu. İki yüz elli euro altı üstü.

Yine Fransa Başbakanı değil mi arkadaşlar? Ne yapmış?

Düşük faizli kredi almış, ev almak için sanıyorum. Evet, istifa etti, mesleği bırakmak zorunda kaldı.

İşte yine bir haber. İsrail Başbakanı Ehud Olmert…

Dünyada diyoruz ya, ABD’nin üç stratejik ortağı var, başka da asla yok ve olamaz: Kanada, İngiltere, İsrail. Diğerleri, tümü hasım kategorisindedir.

Hatta zaman zaman İngiltere’yi bile hasım kategorisine alır. İrlanda meselesinde dikkat edersek,  IRA’yı destekledi, bir süre. Sinsice böyle dolaylı yoldan İngiltere’yi terbiye edebilmek için. Ama Kanada ve İsrail tam biat halindedir.

O yüzden İsrail’de de bu kanunlar geçerlidir. Orada da ülke sınırları içinde yolsuzluğa asla müsaade edilmez:

“Ehud Olmert hapishaneden çıktı.

“Rüşvet aldığı gerekçesiyle tutuklanan İsrail eski Başbakanı Ehud Olmert şartlı salıverilmesi yönünde alınan kararın ardından serbest bırakıldı. 71 yaşındaki Olmert, başkent Tel Aviv yakınlarındaki Ramle şehrindeki Maasiyahu hapishanesinden 16 ay yattıktan sonra serbest kaldı. Olmert, Kudüs Belediye Başkanı olduğu dönemde rüşvet almaktan 2014 yılında suçlu bulunmuştu. 6 yıl hapis cezasına çarptırılan Olmert, kararı temyize götürmüştü. Olmert’in cezası 19 aya indirilmişti.”

Tabiî rüşveti de faiziyle birlikte ödetiyorlar.

İşte o yüzden İsrail zaman zaman övünüyor, diyor ki, Ortadoğu’da demokrasi uygulayan tek devlet biziz. Aslında demokrasi filan değil uyguladığı.  Siyonist devlet ama kendi içinde kanun devleti. Kanunsuzluğa izin vermiyor kendi içinde.

Ama tüm İslam ülkeleri tam tersi… Batı’ya kul ve uşak, içeride halkına karşı despot, zalim, her türlü hırsızlığı, vurgunu yapmakta, kamu malını çalmakta, insafsız…

Öyle olunca, Türkiye gibi bir ülkenin bile teknoloji ürünü bir tek fabrikası yok. Emperyalizm de zaten izin vermez buna.

Bir Dinleyici: Yerli otomobil.

Nurulla Akut Yoldaş: Evet, ona bile izin vermiyor. 27 Mayıs Politik Devrimi sonrasında 6 ayda, Türk mühendisler yerli otomobili yaptı ama hemen bloke ettiler, bildiğimiz gibi. Kaldı ki bir 25 yıl, Eskişehir Devlet Demir Yolları Müdürünün makam aracı olarak hizmet etti, bu otomobillerden biri. Evet müzede o araba şimdi. Ama izin vermez. Gelişmesini istemez.

Ee sen hırsızlık yap, vurgun yap, bizim taşeronumuz ol, bizim montajcımız ol yeter, senin görevin bu. Onun için bu, arkadaşlar.

Hani CIA diyor ya, devşirmek, programdan geçirmek…

Bakıyoruz, CHP’de var, işte “TR-705”.

Faruk Loğoğlu vardı değil mi, dış politikadan sorumlu? TR kaçtı? Onun da bir TR numarası vardı, değil mi? Programdan geçirilmiş. Daha da var…

HDP’ye baktığımız zaman, Demirtaş eşiyle birlikte programdan geçiriliyor. Adı da: “Uluslararası Liderlik Ziyaretçi Programı”.

Bakın nasıl usturuplu, afili adlar koyuyor CIA. Programdan eşiyle birlikte geçiriliyor. TR-705’i de eşiyle birlikte programdan geçiriyor ve bağlıyor kendine.

Şimdi bunları söylediğimiz zaman vay öbürü diyor, Kürt düşmanlığı…

Yok arkadaş, biz ABD hizmetkârlarına düşmanız. Türkmüş, Kürtmüş hiç fark etmez bizim için.

Kim ABD hizmetkârı, uşağı ise ona düşmanız biz!

Çünkü onlar, Türk Halkının da Kürt Halkının da en ağulu düşmanları arasındadır. Tam tersine, Türk Halkının olduğu gibi Kürt Halkının da en içten, en kararlı dostu ve savunucusu biziz!

(Alkışlar… Slogan: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Halkların Kardeşliği…)

Türk milliyetçisini oynayan MHP’nin kurucusu, kendi deyimleriyle “Başbuğ”ları; Türkeş, biliyorsunuz, dünyada Kontrgerilla eğitiminden ilk geçirilen birkaç kişi arasındadır. Daha 1940’lı yıllarda… Yani Kontrgerilla’nın-Süper NATO’nun-Gladyo’nun eğitiminden geçirilmiş ve kendisine bağlanmıştır. Ve 1965’te gelip “Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)”yi ele geçirmiştir. Osman Bölükbaşı’nın partisiydi o zaman. Sonra adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirdiler.

Görevi neydi bu partinin?

Devrimci, antiemperyalist, laik, Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal geleneğine sahip gençlere karşı Kontrgerilla’nın paramiliter gücü olarak savaşmak.

Ve bu görevi 12 Eylül Faşist Diktatörlüğüne kadar son derece başarılı bir şekilde yerine getirdiler. Binlerce masum devrimci genci katlettiler.

İşte Maraş Katliamı… 111 ihtiyar, genç, çocuk, Alevi insanımızı bir gecede katlettiler. Satırlarla… Aynı IŞİD zihniyeti. Silahla, bıçakla, satırlarla. Ve Çorum, Sivas Katliamları… Bunlar toplu katliamları.

Bir de öbür tarafta tek tek devrimci ve namuslu bilim insanlarını katlettiler; Ümit Kaftancıoğlu gibi, Cavit Orhan Tütengil gibi, Bedrettin Cömert gibi, Kemal Türkler gibi… İşçi önderi, namuslu DİSK önderi. Doğan Öz, evet. Namuslu savcı. Doğan Öz de Kontrgerilla’nın bir faşist darbe hazırladığını keşfediyor değil mi? Onun üzerine katlettirdiler.

Yani bunların milliyetçiliği filan tamamen sahtekârlık, halk düşmanlığı. Altında hiçbir şey yok.

Şimdi kalkıyorlar, orada on yıllarını geçirmiş bir kadın milletvekilini, İçişleri Bakanlığı yapmış değişik partilerde, Çiller’in partisinde değil mi, Meral Akşener’i, parti kurdu diye, yeni bir şeymiş diye insanlarımızı bunun peşine takmaya çalışıyorlar.

Yahu Kontrgerilla’nın adamı bu ya! Bundan ne beklenir. Onlarca faili meçhul cinayet bunun İçişleri Bakanlığı döneminde işlenmedi mi?

İşlendi. Ee şimdi nesi yeni bunun?

Hayır, yeni bir şey yok. Bir oyun bu.

Zaten o kadar açık oynanıyor ki oyunlar artık, millet ahmağın da ötesinde eşek yerine konuyor. Başdanışman atıyor kendisine değil mi.

Kimdi, neydi?

Selda Tandoğan.

Pekiyi kimdir bu kişi?

“Denge ve Denetleme Ağı”nın temsilcisidir.

Bu oluşum kime bağlı?

NED, yani “National Endowment For Democracy”ye

Evet. CIA’nın yan örgütlerinden “Ulusal Demokrasi Vakfı”nın Türkiye’deki şubesi, bu kadının yöneticisi olduğu dernek ve ortaya çıkan rakama göre 700 bin dolar bu dernek tarafından fonlanmış.

Ee, şimdi bunlar durup dururken insanların bulabileceği kişiler değil.

Bunlar nereden yönlendiriliyor?

Yukarıdan yönlendiriliyor. Yani gariban, çilekeş Müslümcülerin, Müslüm Baba’larının şarkılarına damardan bağlandıkları gibi, CIA damardan bağlıyor bu yeni Kontrgerilla Partisini. Yani doğrudan özel hat kurulmuş oluyor, nasıl davranacağı konusunda. Hata yapma, diyor yani.

İnsanlar bunu göremiyor. Yazıktır, acıdır, bazı içtenlikli, Ataol Behramoğlu gibi namuslu şairler bile, bunu övüyor; olumlu bakıyor buna.

Ama işte, şair olmak, sağlıklı düşünme yapısına sahip olmak demek değildir. Zihin hasarı orada da var. Sistemli düşünemiyor. Duygu çatlatırsanız şair olursunuz. Şairliği küçümsediğimden filan değil ama şairler duygu adamıdır. Mantık, us adamı olursanız şair olamazsınız.

Kıvılcımlı ve Marks Ustalar bilim insanıdır:

Şiirlerinde gerçekçilik, duygusallığın önüne geçer hep

Mesela Kıvılcımlı için “şair” dendi. Ben katılmıyorum Usta’mın şairliğine. Usta’m mantık ve bilim insanıdır. Şiirlerinde bir şiiriyet de göremiyorum ben.

Marks’ın da şiirleri var. Orada da bir şiiriyet göremiyorum.

Zaten iyi şair olursanız, iyi bilim insanı olamazsınız. Böyle bir çelişki var hayatta. Çünkü iyi duygu insanı olursanız, duygularınızın yönetiminde kalırsınız, etkisinde kalırsınız. Gerçeklerden koparsınız. Gerçeği tam olarak göremezsiniz, atlarsınız gerçekleri.

Bu arada bir çağrışım oldu yine, anımı hatırlatayım, aktarayım sizlere.

Önderimizin halı dokuması da var değil mi resim, ufak böyle portre halinde halılar var. Kendi resmini işlemiş; duvarda, evinde asılıydı odasında.

Aynen anlatımı şu oldu: “Akşama kadar okuyunca, kafa oluyor kazan”,  dedi. Aynen kendi kullandığı kavram da bu: “kafa oldu kazan”, dedi. “Onu biraz boşaltmak için işte bu işlere baktık. Bunlarla da biraz uğraştık, , kafamızı dinlendirelim diye.”, dedi.

Yani Usta’mızın edebi yönü, sanat yönü, ressamlık yönü hep bu baptadır. Kafasını dinlendirmek içindir, özel ilgi alanı olarak uğraşmaz.

Marks’ın da şiirleri derlendi, Türkçede de yayımlandı. Sait Yoldaş cilt olarak sağ olsun gönderdi. Ben okudum, inanın bir tek şiire rastlamadım. Ama o da doğal. Bu da son derece doğal ve tutarlı; şairlik ayrı şey, bilim insanı olmak, devrimci önder olmak apayrı şey…

Ama biz duygu taşımaz mıyız?

Muhakkak ki, yani duygular bakımından bizler son derece güçlüyüz, gelişkiniz ama duygularımızı hep mantığımızın, metodumuzun ve bilimimizin denetiminde tutarız. Acı çeken insanlar gördük mü, kahroluruz. Yüreğimiz yanar, içimiz parçalanır.

Mesela geçen hafta, baktığımız sokak kedilerinden biri öldü. Anneydi, yeni doğum yapmıştı. Aradık, bir gün sonra yavrularını bulduk. Beş yavru, daha 15 günlük filan… Uçurumdan, bir buçuk iki metreye yakın bir uçurumdan inip kurtardım, yuvadan aldım. 15-20 gün baktık ama yaşatamadık. Anne sütü emmeyince, bağışıklık sistemleri gelişemiyor. Bayağı büyüdülerdi, ama üç gün içinde arka arkaya ölüverip gittiler. Kitaplık olarak kullandığım odamdalardı.

Evin diğer tarafında da kuyruklu torunlar bol olduğu için, yemek yerken hemen gelirler. Bizimle de paylaş yemeğini diye… İyi birader de biz hiçbir şey mi yemiyelim? Ben sizin yediğinizi paylaşıyor muyum? diyorum. Bırakın bunu da biz yiyelim… Ama anlamıyorlar, ondan bize de ver, diyorlar. O yüzden kitaplık odamda gidip yiyorum.

Şimdi oraya girince hüzünleniyorum, arkadaşlar. Oradaki sesleri, karton kutudan tırmanarak çıkışları… Eşim enjektörle yeni doğmuş bebek mamasıyla besledi. Onu emerkenki hareketleri hep gözümün önüne geliyor, hüzünleniyorum. Gömerken de gözyaşlarımızı tutamadık ikimiz de. Yani onlara bile üzülür, ağlarız. İnsanların acı çekenini gördük mü zaten hiç dayanamayız.

Hani Che de der ya yoldaşlar; “Dünyanın herhangi bir yerinde olan bir haksızlık karşısında öfkeden tir tir titriyorsanız, o zaman yoldaşız demektir ki bu her şeyden önemlidir.”, diye.

Bütün mesele burada yani…

AKP’nin ABD yapımı proje partisi olduğu defalarca belgelendi

Şimdi AKP’ye gelirsek, arkadaşlar.

15 yıldan bu yana, Türkiye’de durup dinlenmeden tahribat yapıyor, ihanet yapıyor ve kamu malı hırsızlığı yapıyor.

Ve bunun bir ABD projesi olduğu defalarca maddi kanıtları ile ortaya kondu.

İlk ortaya koyan kimler, biliyorsunuz; Abdurrahim Karslı, değil mi?

Daha önce yazıldı gerçi, Mehmet Bölük tarafından, Ergün Poyraz tarafından, Soner Yalçın tarafından, Merdan Yanardağ ve Mustafa Hoş tarafından. Ama Abdurrahim Karslı somut olay anlatarak bunu belgeledi.

Amerikalılar geliyorlar doğrudan anlaşma yapıyorlar. Erbakan buna yanaşmıyor.

Diyorlar ki Erdoğan’a; biz seni iktidara taşıyacağız. Sen, bir, BOP’un hayata geçirilmesinde rol alacaksın. İki, İsrail’in bölgesel düşmanlarının ortadan kaldırılmasında görev alacaksın. Üç, İslam’ın içinin boşaltılarak tam bir CIA İslamı haline getirilmesinde rol alacaksın. Bu konuda anlaştı, diyor Erdoğan, Abdurrahim Karslı.

Abdurrahman Dilipak’ı da şahit gösterdi. O da itiraf etti, evet öyle oldu, öyle bir anlaşma yapıldı diye. Bugün hâlâ Tayyipçi.

Sonra Barış Yarkadaş açıkladı, videosunu yayınladık, koyduk. Aynen Amerikalılar geliyorlar bu teklifleri yapıyorlar.

Şimdi İlhami Yoldaş’tan rica edelim. Bir de Mustafa Yoldaş’ımızın hemşehrisi, Karslı Erol Mütercimler, bir televizyon programında bunu somut verisiyle birlikte anlatıyor. Herhalde kısa bir video. Onu izleyelim, bir kere daha somut belgesiyle ortaya koymuş ve biz de izlemiş olalım, görmüş olalım, yoldaşlar.

***

Erol Mütercimler’in Konuşmasının Tapesi:

Gülgün Feyman Budak: Şimdi not almıştım da, yeri gelmişken. O da ışıklar içinde uyusun, Münci İnci. Önemli bir figürdü.

Erol Mütercimler: Yahu bak çok iyi geldi aklına, bir şey söyleyeyim sana, izleyiciler de duysun bunu. Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ülkeye başbakan olacağını ilk defa duyduğum yer Münci İnci’nin evidir. Avukat Münci İnci’nin evi. 24 Ekim 1999. Bak sahneyi anlatayım. Münci Bey beni aradı.

İlişkimiz nereden?

İnter Medya Grubu’ydu onun, ben o zaman onların yayın danışmanlığını yapmıştım. Orada bir yedi sekiz ay birlikte olmuştuk ve Haber Ekstra dergileri çıkarıyorduk, üç ekonomi dergilerini. Tâ oradan ilişkim var.

Bana telefon açtı, dedi ki, biz, dedi, Tayyip Bey’in medya sponsorluk danışmanlığını aldık ama ne olduğunu çözemedik. (Nail Keçili ile birlikte yapıyorlar bu işi.) Benim, dedi, evimde sabah kahvaltısı veriyorum. Rica edeyim senden Hoca, dedi, bir gelip sen de dinler misin?

Ben de şunu düşündüm, evde kim olur; ben olurum, işte Nail Keçili olur, Münci İnci olur, işte Tayyip Bey olur ve Tayyip Bey’in de bir iki tane adamı olur, eni konu bu kadar olur diye düşündüm. Kalktım gittim Durusu Konaklar’ı diye bir yer, Bulgaristan sınırında bir yer. Ben de tâ Tuzla’dan oraya gittim. O zaman ben bu tarafa geçmemiştim. 99, yurt dışından yeni geldiğim dönem. Daha anamın evine sığınmıştım, ne yapacağım ne edeceğim de belli değil diye. Gittim.

Evi anlatıyorum şimdi. Girdim. Duvarın önündeki kanepede oturanları sırayla söylüyorum: Fehmi Koru, Emin Şirin, Nazlı Ilıcak, yanında Yalçın Doğan abimiz. Onların arkasında duran kişi Bülent Akarcalı. Odanın içindekiler: Fehmi Gültekin, Tezcan Yaramancı, Güler Kömürcü. Yağ fabrikası olan bir hanımefendi. (Herkesin el falına bakıyordu.) Mimar Sinan Üniversitesi’nde Hoca oldukları, ben hiç tanımıyorum, ifade edilen üç tane profesör vardı.

On beş dakika sonra bu odaya kim geldi dersin bu eve?

O günkü Amerikan Konsolosu Yardımcısı Bayan Schertz’le birlikte el ele Tuğrul Türkeş geldi. O eve… Evet, Tuğrul Türkeş Amerikan Konsolosluğunun aracıyla geldi. Konsolos Yardımcısı hanımefendi, tercüman, Tuğrul Türkeş geldi. Benim bütün bu manzaraya canım çok sıkıldı. İnanılmaz sıkıldı.

Gülgün Feyman Budak: Şimdi Tuğrul Türkeş nerede?

Erol Mütercimler: Tuğrul Türkeş, Devlet Bey’in oluruyla Tayyip Bey’in yanında. Tayyip Bey’in yanında.

Gülgün Feyman Budak: Şimdi bu tablo geçmişe dönük, Münci İnci’nin evinde yaşanan bu tablo, Tayyip Erdoğan’ın Başbakan olacağının ilk konuşulduğu…

Erol Mütercimler: Duyduğum ilk gün. Ağızdan söylediler. Önce Tayyip Bey’in adamı…

Gülgün Feyman Budak: Oradaki isimler çok çarpıcı.

Erol Mütercimler: Çok çarpıcı isimler. Söylüyorum bak, tek tek. Herkes hayatta.

Gülgün Feyman Budak: Tekrar edebilir misiniz?

Erol Mütercimler: Ederim tabiî… Herkes hayatta. Gazeteci Güler Kömürcü. Koltukta oturanları söyleyeyim, Fehmi Koru, Emin Şirin, Nazlı Ilıcak, Yalçın Doğan. Yalçın Doğan abi, hani Hürriyet’te Milliyet’te duayen. Bülent Akarcalı, Tezcan Yaramancı, Fehmi Gültekin, ondan sonra gelen Tuğrul Türkeş, Amerikan Konsolos Yardımcısı hanımefendi, yağ fabrikası olan bir hanımefendi, üç tane Mimar Sinan Üniversitesi’nden hoca, olanlar bunlar.

Peki, bak, Tayyip Bey’in adamı dedi ki, yanımda oturuyordu, ben kalkıp gideceğim çok sinirlendim, kahve bile içmedim. Hoca’m dedi, gitmeyin, size Tayyip Bey’in çok ihtiyacı var, dedi. Sizin birlikte olmanızı istiyoruz. Niye kardeşim? dedim. Tayyip Bey, dedi, bu ülkeye Başbakan olacak. Siz, dedi, onunla aynı kuşaksınız, sizin danışmanlığınıza çok ihtiyacı var.

Gülgün Feyman Budak: İşin içinde bakın, Amerika var, o evde. İlişkileri çok değişikti, Münci İnci rahmetli, o var.

Erol Mütercimler: Bitti konuşmalar, bir sürü şeyler oldu orada, bitti. Gitti Tuğrul Türkeş. Yine Amerikalılarla gitti.

Boşalınca ev, Münci İnci bana dedi ki, Hoca, dedi, bir on dakika daha kal ne olur. Bülent Akarcalı, ben ve Münci İnci kaldık.

Bülent Bey biliyorsunuz dev gibidir, üç kapılı gardırop gibidir. Böyle ellerini de koydu kapının önüne şöyle duruyor, bugünkü gibi gözümün önünde.

Münci İnci dedi ki bana, Hoca, dedi, ne düşünüyorsun Tayyip Bey hakkında?

Ne anlamda soruyorsunuz, dedim, ne anlamda. Çünkü sorularımıza cevap gelmedi, Tayyip Bey’e sorduğumuz sorulara. Dedi ki, Tayyip Bey bu ülkeye Başbakan olacak, ona göre söyle düşünceni.

Az önce de duydum ya, dedim. Bakın Münci Bey, mademki Başbakan olacak, o zaman size şunu söylüyorum. Bir, yurt dışına gönderin, bir kere ruhsal olarak bir rehabilitasyon süreci yaşasın. İki, mademki Başbakan olacak o sürecin içerisinde İngilizce kursu aldırılsın. Üç, hocalar tayin edilsin.

Ne dedi bana biliyor musun, hapishanede olduğu dönemde, günde en az sekiz saat, İstanbul Üniversitesinden falan hocaları taşıdık zaten, dedi, o aşamayı yaptık. Öbür ikisini de hallettik. Tayyip Bey’i Londra’da bir koleje aynı zamanda devam ettireceğiz. Ben, dedi, sizden duymak istiyordum. Demek ki doğru bir strateji belirlemişiz. Bak şimdi, böyle oldu, gittik, ayrıldık.

Gülgün Feyman Budak: Olmuş mu bunlar, hepsi?

Erol Mütercimler: Bilmiyorum.

Gülgün Feyman Budak: Dil öğrenemedi ama galiba.

Erol Mütercimler: Yok, yurt dışına falan göndermediler.

Peki, o hafta yayınlanan Aydınlık mıydı, 2000’e Doğru muydu, hatırlamıyorum. 2000’e Doğru olabilir. Birinci sayfadan, göbekten haber: Emekli Deniz Binbaşı Deniz Subayı Erol Mütercimler, Recep Tayyip Erdoğan’ın Başdanışmanlığı’na getirildi. Getirildi.

Atladım geldim, Adnan Akfırat, kulakları çınlasın, dostluğumuz çok eskidir Adnan’la. Adnan bu nedir, dedim?

Adnan, bak abi, dedi. Vallahi de billahi de bizle ilgisi yok, bu bilgi Ankara’dan geldi. Adnan böyle rezillik olur mu?, dedim. Bu nereden geldi? Bak, dedim, ben orada Kanal 6 adına oradayım. Bütün olayı anlattım ona. Ertesi hafta düzeltildi ama iş işten geçti. Öyle bir yayın yapıldı. Sonuçta Ankara’dan geldi bilgi, dedi. Neyse…

2002 seçimi oldu 3 Kasım. 4 Kasım sabahını anlatıyorum şimdi.

4 Kasım sabahı. Yayından çıktım saat 13.30. Ben aldım sabah yayınını. Kapıdan dediler ki, Tayyip Bey’in avukatı, hukuk başdanışmanı beyefendi sizle görüşmek istiyor. Abi dedim, mahkemeye verecekler. Çünkü o kadar çok aleyhinde konuşuldu ki o gün. Geldi Avukat Faik Işık. Ünlü Avukat Faik Işık.

Gülgün Feyman Budak: Ünlü Avukat Faik Işık…

Erol Mütercimler: Geldi, buyurun dedim. Durdu, elimi sıktı. Yanaklarımdan öptü. Erol Abi dedi, sen beni tanımadın. Tanımadım kardeşim, özür diliyorum. Abi, dedi, sen Deniz Müzesi’nin müdürüydün. Biz sana geldik. Bir arkadaşımızın yüksek lisans çalışması için, dedi, sen arşivi açtın, yardım ettin. Kardeşim, dedim, ben herkese yardım ediyorum. Benim görevim o. Deniz Müzesi’nin Müdürü arşivi birine açacak falan. Neyse… Bana bir kahve söyle, dedi artık. Abi sana bir teklifimiz var. Nedir? dedim. Tayyip Bey’e, dedi, biz beş kişilik danışman listesi gönderdik. Senin ismin ikinci sırada. Lütfen kabul et.

Dedim Faik, kardeşim, böyle bir şey olmaz.

Neden?

Şundan, şundan, şundan dolayı olmaz.

Dedim, niye böyle bir şey?

Abi, dedi, Tayyip Bey bu ülkeye Başbakan olacak.

Kardeşim, milletvekili bile seçilemedi. Hürriyet manşet atmış, muhtar bile olamaz, diye.

Çocuk bana o zaman anlattı, nasıl Başbakan olacağını. Dedim ki, senin söylediğin olsun. Gel kardeşim yanıma. O zaman kabul edeceğim.

Gülgün Feyman Budak: Şu Amerika’ya, Washington’ a davetler falan, değil mi?

Erol Mütercimler: Bak, olmayacak. Böyle bir şey olmayacak ya bana göre. Herkes öyle demiş, bütün hukukçular.

Oldu mu, girdi mi Meclise?

Girdi.

Deniz Bey önünü açtı mı?

Açtı.

Tamam. Geldi mi, Faik Işık?

Geldi. Erol Abi geldim, dedi. Kabul edeceğim, demiştin.

Faik, dedim, bak kardeşim, olmaz. Niye? İzah ettim. Sonra dedim ki, bu beş kişilik liste, ilk sıraya kimi yazdınız, beni niye ikiye yazdınız. Birinci sırada kim var?

Gülgün Feyman Budak: Kim var?

Erol Mütercimler: Nabi Avcı. Ben ikinci sıradayım.

Gülgün Feyman Budak: Yani Gülen kitabındaki Nabi Avcı.

Erol Mütercimler: Evet. Dedim, neden?

Faik Işık bana müthiş bir cümle kurdu. Çocuk inanılmaz. Ne kadar haklı çıktı. Dedi ki, bak abi, siz dedi, bu tarikat cemaat işlerinden hiç anlamazsınız. Anlamam, dedim. Biliyorum abi, dedi. Bak şu anda ben, dedi, gece Emine Hanımla Tayyip Bey yatak odasındayken kapılarını tıklatıp içeriye girme hakkı olan, iki kişiden birisiyim.

Gülgün Feyman Budak: O nasıl iş öyle?

Erol Mütercimler: Hukuk Başdanışmanı. Bak, dedi, gün gelecek abi dedi, gün gelecek, ben bile Tayyip Bey’e en fazla bir buçuk kilometre yaklaşabileceğim. Çünkü, dedi, başka bir cemaat onu kuşatacak.

Gülgün Feyman Budak: O kim?

Erol Mütercimler: İşte anlattığı. Abi, dedi, kurban olayım yapma, etme, n’olur kabul et, dedi. Gel kendin kur ekibini, danışmanlar ekibini kendin kur abi, dedi. Sonra bu işten en çok sen üzülecek, sen pişman olacaksın. Siz, dedi, bu işleri bilmiyorsunuz.

Gülgün Feyman Budak: Oldunuz mu?

Erol Mütercimler: Kararsızım. Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum. Gitseydim bile yanlarına, kısa bir süre sonra zaten onlar dışarı atacaklardı, tutmayacaklardı.

Gülgün Feyman Budak: Neden?

Erol Mütercimler: Çünkü o mahallenin mensubu değiliz. Mahallenin mensubu biz değiliz. Çünkü o parti Amerikalılar tarafından başka türlü kurgulandı. Benim gibi bir sol Kemalist orada yer alamaz. Olmaz. Ne olursan ol. Teknik bir adam olarak, benim bu tüm strateji alanında Vural Beyazıt amirale milyon kere teşekkür ediyorum. Çünkü o seçti, o ayırdı, o yönlendirdi beni subay olduğum o dönemde, bu strateji alanına. Benim yetişme alanım ikinci adamlık üzerinedir. Benden birinci adam olmaz. İkinci adamlık üzerinedir benim yetişme alanım. Ama tutmazlardı.

Gülgün Feyman Budak: Bu çarpıcı bir itiraf ama.

Erol Mütercimler: Ama öyledir, ben öyle yetiştirildim. Herkes bilecek ne olduğunu. Bileceksin ki ne olduğunu ona göre faydalı olursun kardeşim. Ona göre faydalı olursun.

Örnek, benden siyasi parti genel başkanı olmaz ama genel sekreteri olur. Onun danışmanı olur. Ama benim formasyonum ona göre. Örneğin, bunu söylememin ana sebebi o, niye bu danışmanlık meselesi. Söylüyorum; tutmazlardı, sonra o mahalleye mensup değilsin. Seni onun dışına atar. Ama bu çarpıcı bir olaydır.

Bak, dikkat edin, daha ne zaman duyuyorum?

4 Ekim 1999 tarihinde duyuyorum başbakan olacağını bu ülkeye. Ondan sonra 2002’de duyuyorum başbakan olacağını bu ülkeye. Bak seçimin ertesi günü duyuyorum.

***

(Slogan: Emperyalistler İşbirlikçiler geldikleri gibi gidecekler)

Hülooğculuk AKP’gillerde var da Yeni CHP’gillerde yok mu?

Nurullah Ankut Yoldaş: ABD’nin ve CIA’nın nasıl uzun vadeli çalıştığını işte bir kez daha belgesiyle, canlı tanıklarıyla görmüş olduk.

Bütün bu gerçekler ortada olmasına rağmen bunların Tayyip’in hülooğğ’cularına zerre kadar olsun olumsuz bir etkisi oluyor mu, arkadaşlar?

Olmuyor…

Çünkü;

Bir; zihin hasarına uğratılmışlar,

İki; Allah’la aldatılmışlar.

Sanki başka bir dünyada, başka bir gezegende yaşıyorlar ve başka bir dille konuşuyorlar. Ne yazık ki bu hale getirildi insanlar.

Ve neden bunları böyle bulup devşiriyor Amerika?

Çünkü Ortaçağcı, Yezit İslamcısı yani IŞİD’le aynı dini görüşlere sahip bunlar. Sınıf temeli olarak Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi çıkarlarını, ekonomik çıkarlarını ve dünya görüşünü savunuyorlar. O bakımdan Ortaçağ’ın ümmetçilik konağının özlemi içinde bunlar. Ümmetçilik konağında yaşadıkları için otomatikman vatan ve millet düşmanıdırlar. Modern milleti ve ulusal değerleri tanımazlar, buna düşmandırlar. Çünkü Ortaçağ’da milletler yok.

İşte o yüzden ihanette ve işbirlikçilikte sınır tanımaz, diye Amerika Tayyip’i devşiriyor ve onun adına parti kurduruyor ve onu iktidara getiriyor.

18 Adamızı, Elif Yoldaş’ın da söylediği, gibi anlaşmalı olarak Yunanistan’a peşkeş çekiyorlar ve zerrece rahatsızlık duymuyorlar bundan. O konudaki eleştirilerimiz üzerine de Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı, Genelkurmay Başkanı ve devlet büyüklerine hakaretten dolayı hakkımızda soruşturma başlatmıştı. Ama enteresandır, Ayhan Yoldaş geçenlerde haber verdi; Adalet Bakanlığı bu konuda kovuşturma yapılmasına izin vermiyor. Hakkımızda kovuşturma yapılmasına izin vermiyor.

Niye izin vermiyor?

Çünkü o konuda bir hesaplaşmaya girdiğimiz zaman, onların ihanetlerini açık bir şekilde bir kez daha ortaya koyacağız ve kendi mahkemelerinde bunları bir kez daha mahkûm edeceğiz. Oradan kaçmak istiyor. O bakımdan ona izin vermiyorlar. Böylece Tayyip’e yaranma derdindeki işgüzar savcı çaresiz kalıyor. Adalet Bakanlığı izin vermediği için mecburen takipsizlik kararı verdik, diyor. Bu savcı işin arka planını bilmiyor tabiî… O sadece şekli bakıyor meseleye. Çünkü sistematik düşünce onda da yok. Yani niye izin vermedi diye kavramış değil o da. Ege’deki bu iktidar eliyle Yunanistan’a resmen peşkeş çekilen 18 adamızı hiç sorun etmiyor. Bu apaçık vatana ihanet suçunu yok sayıyor, görmezlikten geliyor.

Evet, arkadaşlar yani böyle ihanetleri hiç duraksamadan ve rahatsızlık duymadan yapar bunlar. Amerikan vatandaşı olurlar, İngiliz vatandaşı olurlar. İşte İngiliz Mehmet… İngiliz vatandaşı. Evet, Ali Babacan yine benzer. İşte Merve Kavakçı Amerikan vatandaşı, Malezya’ya büyükelçi atadı.

İnsanlarımız o hale geldi ki bunlardan herhangi bir rahatsızlık duymaz oldular artık. Ve güya Kemalistlerin savunduğu CHP de bu konuları hiç gündem etmiyor dikkat edersek. Çünkü o da aynı yolun yolcusu, o da BOP’un görevlilerinden. Hiç gündeme getirmiyor dikkat edersek.

Ama insanlar düşünmekten geri kaldıkları için göremiyorlar, kavrayamıyorlar.

Vay Soroscu Kemal yürüdü diye bir anda itibar tazelemiş oluyor. Ya yürümekle iş biterse çoban kardeşlerimiz sabahtan akşama kadar yıllar boyu yürüyorlar dağ tepe, hem de düz yolda da değil, yürüyüş ayakkabısıyla da değil. Karda kışta devamlı dağlar tepeler aşıyorlar.

Yani önüne bir hedef koyarsın; varmak istediğin, elde etmek istediğin bir hedefin olur ona doğru yürürsen bir anlam taşır.

Bu ne için yürüdü?

Adalet.

Adalet harcıâlem bir kavram. Herkes içine kendi kafasındakini doldurur.

Tayyip’in partisinin de adı ne?

Adalet ve Kalkınma.

On yıllarca Amerikan uşaklığı yapan Demirel’in partisinin adı neydi?

Adalet Partisi.

Ama insanlar buna kanıyor işte.

Bu, peki yürüdü de, yürüyüş sırasında Batı medyasına yaptığı açıklamalarda ne dedi? Maltepe mitinginde ne dedi? Aklınızda kalan tek cümle var mı iktidara yönelik?

Yok.

Çanakkale’de, o mücadelenin ve zaferin ruhunu sömürmek için Tayyipgiller’e özendi, onlar da gidiyor ya her sene, Adalet kurultayı yapıldı.

Ne yaptı orada?

Geyik…

Yahu Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış, tek kişi işte, Tayyip ne derse o oluyor. TEOG kaldırılacak dedi. Biz bunun kaldırılmasını istiyoruz, dedi.

İki gün sonra Milli Eğitim Bakanlığı ne yaptı?

TEOG kaldırıldı, dedi.

Yerine henüz bir sistem konmuş mu?

Hayır.

Ama her şeye karar veren tek kişi Kaçak Saraylı. Kuvvetler ayrılığı diye bir şey yok. Kuvvetler ayrılığı ortadan kalktığı anda; kanun devleti, hukuk devleti diye bir şey kalmaz. Tepedeki diktatörün, sultanın, kralın, Caligula’nın her dediği en kesin kanun olur. Bu da modern devlet olmaz. Sultanlık, krallık olur, başka bir şey olmaz. Yani demokrasi ve özgürlük de zerre miktarda olsun yok Türkiye’de şu anda.

 (Real İşçileri salona giriyor. Dinleyiciler ve İşçiler sloganlar atıyor: Direne Direne Kazanacağız… Real işçisi yalnız değildir… İşçilerin birliği sermayeyi yenecek… Alkışlar… Yaşasın Devrimci Sendikacılık, İşgal Grev Direniş Yaşasın Nakliyat İş, Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi)

Elif Yıldız Yoldaş: Yiğit Real Market İşçileri hoş geldiniz…

(Alkışlar…)

1700 Real Market İşçisi, bir gecede hileli iflas yoluyla kapı dışına atıldı, işlerinden kovuldular. Ve günlerdir Nakliyat-İş Sendikası önderliğinde direniş yapıyorlar yurdun birçok yerinde. Haklı mücadelenizde sonuna kadar yanınızdayız… Hoş geldiniz…

(Alkışlar…)

Yöneticileri, işkolundaki ortalama işçi ücretinden daha az ücret alan tek sendika Nakliyat-İş’tir

Nurullah Ankut Yoldaş: Yiğit işçi kardeşlerimizin, dünyanın en haklı ve en meşru mücadelelerinden birini, alın terlerinin karşılıklarını almak için verdikleri mücadeleyi aylardan bu yana saygıyla ve takdirle izlemekte ve bütün gücümüzle desteklemekteyiz, yoldaşlar. Bizler için İşçi Sınıfının bu ya da şu işkolunda çalışıyor olması önemli değildir. İşçi Sınıfı bir bütündür. Çıkarları, amacı, konumu, durumu aynıdır hepsinin. O bakımdan işkollarının bizim için önemi yok. Nerede bir haksızlık varsa biz bütün gücümüzle haksızlığa uğrayanın, mazlumun yanındayız.

(Alkışlar… Slogan… İşçilerin birliği sermayeyi yenecek… Alkışlar…)

Türkiye’de örgütlü olduğu işkolundaki işçilerin ortalama gelirlerinden daha az ücretle sendika yöneticiliği yapan bir tek sendika vardır: Nakliyat-İş, arkadaşlar.

(Alkışlar…)

Parababalarının sarı sendikacıları on bin, yirmi bin, otuz bin, elli bin liraya kadar maaş almaktalar. Seksen beş bin liraya kadar alanlar var, diyor arkadaşımız. Ayrıca hırsızlıkları ayrı bir şey…

Ama Nakliyat-İş’te böyle bir şey asla söz konusu değil. Tüm başkan ve yöneticileri, sadece ortalama işçi ücretine denk bir maaş alırlar. 38 yıldan bu yana benim gözlemime göre sendika liderliği yapıp da tüm mal varlığı sadece bir sosyal konuttan ibaret olan bir tek sendikacı vardır Türkiye’de: Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu.

(Alkışlar… Sloganlar… Kahrolsun Sarı Sendikacılık… Alkışlar…)

Bugüne kadar girdiği hak arama mücadelelerinde, patronlar dolaylı yollardan tekliflerde bulunuyorlar: Ya uygun şekilde anlaşalım, biz sizi memnun ederiz.

Ali Başkan’ın cevabı galiz küfürler oluyor patronlara.

Ve o karşılığı aldıkları anda kiminle karşı karşıya olduklarını anlıyorlar.

Bizim yoldaşlarımız budur!

Nerede haksızlık varsa biz oradayız ve bir tek şey isteriz: anlaşılmak. Başka hiçbir şey istemeyiz insanlarımızdan, İşçi Sınıfımızdan, kardeşlerimizden.

Biz ömrümüzü bu davaya adadık. Nerede zulüm, haksızlık, sahtekârlık varsa onun üzerine gideriz biz. Başka türlü insanlığımızın hakkını veremeyiz çünkü.

İnsan doğmanın hele hele aydın olmanın büyük sorumluluğu var.

Bazı sanatçı geçinenler var; ben siyasete girmem, siyasetten anlamam, diyorlar.

Aslında o; ben çıkarıma bakarım yani milletin, halkın durumu neymiş beni ilgilendirmez. O anlama gelir o tutumları. Zekâlarını, bilgilerini, kapasitelerini, yeteneklerini sadece mal mülk istiflemek için kullanıyorlar. Mesela billboardlarda Şener Şen’in resmi var şu anda. İsim vermek istemezdim ama… Bence büyük bir artist ama insan olarak kof, beş paralık bir aydın değeri yok. Sanatçı olarak ne kadar büyükse aydın olarak o kadar küçük. Gezi İsyanı’mız sırasında tık diyemedi. Oysa sanatçı olmanın, aydın olmanın sana getirdiği sorumluluk var, onun hakkını vereceksin. Vermezsen ben aydınım diyemezsin.

Bir Dinleyici: Devlet ödül verdi.

Nurullah Ankut Yoldaş: Devlet ödül verir. Verir, arkadaşlar… Görünce iğrenerek ve üzülerek bakıyorum billboardlardaki resmine.

Ne diyor yiğit ozanımız Âşık İhsani?

Sorumluyum ben çağımdan

Düz ovamdan dik dağımdan

Sömürgeni toprağımdan

Sürene dek yazacağım

İşte sanatçı bu, işte aydın bu, arkadaşlar. İşte insan bu!

(Alkışlar…)

Yani insanlığınızın hakkını vermezseniz, büyük sanatçı olursunuz ama insan olamazsınız.

Aydın namusu taşıyan öğretmenlere karne zulmü

Geçen haftanın önemli olaylarından bir diğeri: Öğretmenlere, demokrat, aydın, namuslu öğretmenlere yeni bir zulüm uygulaması başlatmaya giriştiler değil mi? Öğrenciler, veliler, okul müdürü…

Dinleyiciler: Puan verecekler. Karne verecekler.

Nurullah Ankut Yoldaş: Karne verecekler arkadaşlar, karne verecekler…

Bunun anlamı öğretmenin onuruyla, haysiyetiyle oynamaktır. Sen bizim dindar ve kindar neslimizin oyuncağısın demektir öğretmene, ona tabi olacaksın demektir.

Ne diyordu bunların hocası molla Necmettin?

“Rektörler türbanlı kızlarımıza selam duracak”, değil mi?

İşte şimdi daha da aşağı indiler, öğretmenlerin tamamını selam durdurmaya kalktılar. Kendileri için uygulanmasında bir beis yok bunun.

Çünkü öğrencilere, velilere soracakları sorulardan biri yahut verdikleri ölçütlerden biri; “Milli ve manevi değerleri öğretiyor mu öğretmen?”

Buna kim karar verecek?

On yaşında çocuklar ve öğrenci velileri karar verecek.

Yani tarikatlaşmış, medreseye dönüştürülmüş eğitimden geçen, zihni uyuşturulmuş çocuklar karar verecek.

Bizden olmayanın öğretmenlik yapma imanı kalmayacak artık, diyorlar. Tıpkı Feto’nun ordu içinde, deniz kuvvetlerinde yaptığı gibi. Yani kendilerinden olmayan, namuslu, yurtsever insanları, türlü iftiralarla, tacizlerle, yıldırarak, bezdirerek görevden ayrılmaya zorluyorlar.

Böylesine aşağılanan, onuruyla oynanan bir öğretmenin bilim öğretebilmesine, ruh sağlığının huzur içinde olmasına ve öğrencilerine bütün kapasitesini aktararak bilim öğretmesine imkân var mı?

Yok, arkadaşlar, yok…

Kaldı ki namuslu hukukçu Kemal Gözler ne diyordu: “Artık sınıfa girmek üniversite hukuk profesörleri, hocaları için mayınlı araziye girmek kadar tehlikeli.”, diyordu. “Hocalar sınıfa girerken korkuyorlar artık. Öğrencilerin protestosuyla, itirazıyla ve iftiralarıyla karşılaşmaktan korkuyorlar.”

Tayyipgiller’e tık dediğin anda akademik hayatın bitiyor. Böylesine bir korku ülkesine döndürdü memleketi. Yani tam Ortaçağ despotluğu kurdu. Ve korku iklimi hâkim. Ve okullarda öğretmenlerimiz bu planlanan zulme karşı ses çıkaramıyorlar gözlemlediğimiz kadarıyla. Kamu emekçisi arkadaşlarla konuşuyorum, herkes sessiz, diyorlar. Korkuyor insanlar tepki göstermeye. Çünkü tepki gösterdiği anda görevden alınacak. Gülden Yoldaş’ımızın başına gelen felaketle karşılaşacak. Daha da ötesi var; kovuşturma açılır, içeri atılır. O hale getirdi memleketi.

Zaten ABD de bunu istiyor. Böyle bir ülkeden uydudan başka hiçbir şey olmaz. İstediğiniz gibi kullanırsınız onu. Bütün yöneticileri size tabidir ve size hizmet etmek için birbirleriyle yarışırlar.

Yarışmıyorlar mı bunlar da, arkadaşlar? Meclisteki Amerikancı Dörtlü Çete’nin yöneticileri?

Yarışıyorlar.

Dedik ya; MHP, CIA milliyetçisidir, diye.

Önderimiz ne diyor?

“Gerçek milliyetçilik sosyalistliktir. Türk milliyetçiliğinin teorisini yapan Ziya Gökalp uzun aramaları ve araştırmaları sonunda sosyalistlikten başka gidilecek hiçbir yerin, varılacak bir konağın olmadığını gördü ve namuslu bir sosyalist olarak hayata veda etti.”, diyor.

Gerçekten de milletin içinden çıkmış, kanserleşmiş, halk düşmanı bir avuç Parababası, milletin diğer bir kısmını ezsin, sömürsün, yük hayvanları gibi kullansın bunun adı da milliyetçilik olsun.

Öyle bir milliyetçilik olabilir mi ya?

Hayır. Gerçek milliyetçilik; milletin sömürücüler, vurguncular dışında kalan tüm unsurlarının eşit ve mutlu bir şekilde yaşayacağı bir düzen kurmaktır. Millete böyle hizmet edilir. Onun dışındaki sahtekârlıktır.

O bakımdan bu Amerikan milliyetçilerinin, NATO milliyetçilerinin, CIA milliyetçilerinin yukarıdakileri devşirilmiş sahtekârlardan, aşağıdakileri ise kandırılmış zavallılardan oluşmaktadır.

İşte eğitimin bu hallere getirilmesiyle; sorgulamayan, düşünemeyen; sadece zihnine yüklenen dogmalarla, önyargılarla hareket eden robotlar yetiştirmek amaçlanmaktadır. Yani değişmez, durgun bir Ortaçağ toplumu yaratmayı amaçlamaktalar. Bilimle tümden bağlarını koparmış bir nesil yetiştirmek istiyorlar. Yaptıkları tahribat bu amaca yönelik…

İşçi Sınıfı biliminden koptuğunuz anda yanılgılara düşersiniz

Yaptığımız eleştirilerle Meclisteki Dörtlü Çete’nin içyüzünü ortaya çıkardık, netçe koyduk. Ama ne yazık ki, bizim küçükburjuva Sahte Sollar, İşçi Sınıfı biliminden nasiplenmedikleri için, dik duramadılar, savrulup gittiler…

Bir kısmı nereye gitti?

Sorosçu Kemal’in YCHP’sine. Onun peşine takıldı.

Öbürleri nereye gitti?

Amerikancı Kürt hareketi HDP’nin peşine.

Yahu İşçi Sınıfının bağımsız mücadele hattı ne oldu?

Yok, arkadaşlar, onu terk ettiler. Çünkü ideolojileri derme çatmaydı, bilimsel bir ideolojiden yoksundular.

Denizler ve Mahirler…

Mahir’in “Bütün Yazıları”nda, Denizler’in “Savunmalar”ında ortaya koyduğu düşünceler, tamamen önderimiz Hikmet Kıvılcımlı’dan alınmadır. Tabiî doğru olanlar…

Yanlış olanlar; ne yazık ki savrulmalarını getirdi. O Yoldaşlarımız, Latin Amerika tipi gerillacılığına özendiler.

Ama Küba Devrimi sonrası önderimiz Hikmet Kıvılcımlı netçe tespitte bulundu:

“Küba Devrimi bir daha tekrarlanamaz aynı şartlarda.”, diye.

Nitekim tekrarlanamadı bugüne kadar.

Fidel’den sonraki en yetenekli savaşçısı Che, Bolivya’da aynısını denedi, on bir ay savaştı. Elli üç yoldaşından en son on sekiz, on dokuzu kaldı. Diğerleri her çarpışmada birer ikişer, birer ikişer ölüp gittiler… İşte Yuro Geçidi’nde de en son, 1967 8 Ekimi’nde (yani benim üniversiteye ilk başladığım günlerde) pusuya düşürüldüler. İki bin, CIA’nın eğittiği, Bolivya diktatörünün iki bin kişilik hava kuvvetlerine sahip ordusu tarafından tutsak düşürüldü Che. Bir gün sonra da katledildi Washington’dan gelen bir emir üzerine.

Küba şartlarını değişmez kabul etti Che ve Fidel o zamanlar. Yanılgıları bu. Küba’da devrim sürecindeki yaşanan şartların genel geçer olduğunu kabul ettiler.

Ama CIA ondan ders çıkardı ve sloganı neydi Bolivya’nın dağlarına, taşlarına yazdığı dövizler halinde?

“Bolivya Küba olmayacak.”

Ne yaptı?

Bizzat CIA uzmanları 2500 kişilik özel bir ordu kurup eğitti, donattı ve yönetimine aldı. Hava kuvvetlerine varıncaya kadar ağır silahlarla donattı ve bütün kırsal kesimi propaganda alanı hâkimiyeti içine aldı. Böylece on bir aylık süreçte bir tek yeni insan gerillaya katılmadı.

Che ve Fidel şartların aynı şekilde süreceğini varsaydılar. Oysa hayatta değişmeyen hiçbir şey yok. Aynı şeyi, aynı şekilde tekrarlayamazsınız.

Nitekim “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” adlı kitabında Lenin, çok açık söyler: Ekim Devrimi aynı şekilde başka bir ülkede olmaz, der. Her ülkenin orijinal, kendi devrim stratejisi ve izleyeceği devrim yolu vardır, der. Kendi tarihsel, sosyolojik, sınıf ilişki ve çelişkilerinden, şartlarından kaynaklanan özel bir yol izlemesi gerekir, der Lenin.

İşte hep diyoruz ya; hayatta donmuş gerçek, değişmez gerçek yoktur. Bunu hesaba katmak gerekir.

Bütün uyarılarına rağmen önderimiz Denizler’e de, Mahirler’e de söz dinletemedi ve o Latin Amerika tipi gerillacılığın bir CIA komplosu olduğunu anlatamadı bu arkadaşlara.

Yoksa Filistin’e gidip devrimcilerin silahlı eğitimden geçirilmelerini CIA ajanları istiyor, devrimci hareketin içine sızmış CIA ajanları. Mahir Kaynak öneriyor. İPSD’ye de gelip üye oldu. Bir seferinde Konferans veriyordu. Girdim çıktım ben de. O zaman bilmiyorduk tabiî…

Yani; pasifistlikle bu işler olmaz, silahlı mücadeleyle olur, devrim namlunun ucundadır Mao’nun dediği gibi. Filistin’e gidip silahlı eğitim almalıyız ve Türkiye’de gerilla savaşı başlatmalıyız; empoze etmeye çalıştığı bunlardı.

Sonradan bunun CIA ajanı olduğu ortaya çıktı, Mahir Kaynak’ın. Yani gençlerimizi pusuya düşürmek için onları özendirdiler; gerillacılığı.

Yine Erol Mütercimler’in…

“Ergenekon Büyük Kumpas” diye bir kitabı var.

Orada, Maltepe Zırhlı Kuvvetler Cezaevinde yatıyor Mahirler, Sinanlar. Tünel kazıyorlar bildiğimiz gibi, değil mi? Hatta Cihan anlatıyor; işte horon tepiyorduk, Karadeniz şarkıları söylüyorduk tünel kazan yoldaşların kazı sesleri duyulmasın diye.

Oysa aynı cezaevinde ben de yattım. Tabanı mozaik beton, tık diye vurduğunuz anda cezaevinin her tarafında o ses yankılanır, duyulmamasına imkân yok. Siz istediğiniz kadar horon tepin.

Ama cezaevi komutanının Erol Mütercimler’e net anlatımı var. Amerikalı CIA ajanları geliyorlar…

Memduh Ünlütürk o zaman Kontrgerilla uzmanı, cezaevinin komutanı, o diyor ki; komünistler tünel kazıyor, kaçmayı planlıyorlar.

Aynen dediği CIA uzmanının: “Bırakın, görmezlikten gelin, kaçsınlar, sonra bir araya toplaşsınlar ve tümünü infaz edin.” CIA uzmanlarının dediği bu.

Şimdi arkadaşlar da biz kaçtık, tünel kazdık sanıyorlar.

Cihan Alptekin’in ablası, “Oy Cihan Bizum Cihan” adlı kitabında bunu anlatır.

Yolları da açılıyor Kızıldere’ye varıncaya kadar. Oysa çok sık arama noktaları var. Ben otobüsle bırakalım oraya gitmeyi, şehirlerarası otobüsle Konya’ya gidiyorum, mezuniyet tezi hazırlayacağım, yolda hemen jandarma kesti. Durdu, baktı öğrenciye benzer tek ben varım. İn aşağıya, dedi. İndik, kimliğimize baktı o anda arananlar listesinde var mıyım, yok muyum kontrol etti kâğıttan; listede adımızı göremediği için geçtik. Yani Konya-İstanbul güzergâhında bile şehirlerarası otobüsler durdurulup böylesine aranıyordu. Ama Kızıldere’ye varıncaya kadar Mahirler’in, Cihanlar’ın önünü hiç kimse kesmiyor, aramıyor, yolları açılıyor.

Yani demek ki, devrimci teoriyi tam olarak, bütün yönleriyle sistematik olarak bilmeden devrimcilik yapmaya kalkarsan, Finans-Kapitale, o canavarlara genç devrimci kanı sunmaktan öte başka bir eylem ortaya koyamazsın.

Arkadaşlarımızın yiğitlikleri, mertlikleri, adanmışlıkları muhakkak ki son derece saygı duymayı gerektirir. Yani kimse söz söyleyemez.

Ama Usta’mızdan ayrıldıkları noktada yanlışa düştüler.

Ve devamcıları, bugün takip ediyoruz diyenler bir özeleştiri yapmadılar. Kaldı ki o yolu da çoktan terk ettiler. Çünkü Kızıldere’de bizzat devrimcilerin başındaydı Mahir. Gemerek’te Deniz başındaydı. Nurhak’ta Sinan gerillanın başındaydı. Onlar en önde savaşçıydı.

Şimdikiler onu da yapmıyorlar. Sadece lafta… Yani o günlerin özlemi içindeki gençlere hikâyeler anlatarak, masallar anlatarak gençleri bloke ediyorlar. Kaldı ki savrulup gittiler işte, tükendiler. Ve ÖDP’ye kimi başkan bulup getirdiler?

Ufuk Uras gibi bir CIA devşirmesini. Kendilerinden başkan yapacak kalitede insan bile bulamadılar yani.

İşçi Sınıfının şanlı zaferi Büyük Ekim Devrimi ve Proletarya Diktatörlüğü üzerine

Şimdi Türkiye meselelerini burada bırakalım zamanımızı geçtik. Biliyorsunuz çok önemli bir olay daha. 100’üncü Yıldönümünü yaşıyoruz Ekim Devrimi’nin değil mi?

Dünya İşçi Sınıfına, ezilen halklara ışık olan, umut olan, yol gösterici olan o büyük şanlı devrimin 100’üncü Yıldönümünü yaşıyoruz.

Sovyetler’in ve Sosyalist Kamp’ın yıkılışı bize neyi gösterdi?

Marksist-Leninist ideolojinin yanlışlığını, eksikliğini değil, tam tersine olağanüstü doğruluğunu gösterdi.

Kanıtı işte Stalin’den okuyorum. Lenin’den aktarmalar yapıyor; “Leninizm’in İlkeleri” adlı kitabında:

“Lenin, diktatörlüğün en önemli hedeflerinden birine, sömürenlerin ezilmesine, işaret ederek şöyle diyor:

Bilimsel olarak, diktatörlük, hiçbir şeyle, hiçbir yasayla sınırlanmamış olan, kesinlikle hiçbir kuralla engellenmemiş olan ve doğrudan doğruya zora dayanan bir iktidardan başka bir şey değildir. … Diktatörlük -kadet baylar son defa olarak dikkat ediniz- yasaya değil, güce dayanan sınırsız bir iktidardır.” (Proletarya Diktatörlüğünün Sorunları Tarihine Giriş, C. XXV, s. 441 ve 436, Rusça)” (Stalin, Leninizmin İlkeleri, s.129, Sol Yayınları İkinci Baskı.)

Ama kimin diktatörlüğü?

İşçi Sınıfı ve ezilen halkın diktatörlüğü.

Kimin üzerinde diktatörlüğü?

Sömürücüler üzerinde diktatörlüğü.

“Ama her ne kadar zor olmadan diktatörlük olmazsa da, proletarya diktatörlüğünün sadece zora indirgenemeyeceği açıktır.

“Diktatörlük -diyor Lenin-, her ne kadar zor olmaksızın imkânsız ise de, sadece zor demek değildir. O, aynı zamanda, önceki örgütlenmeden üstün bir çalışma örgütlenmesi demektir.

(Demek ki başta İşçi Sınıfımız olmak üzere tüm halkın daha önceki iktidarlardan, yönetimlerden, sistemlerden çok daha üstün bir şekilde örgütlenerek üretime katılması demektir, diyor. – N. Ankut)

Lenin devam ediyor:

“Proletarya diktatörlüğü … sadece sömürücü sınıflar üzerine uygulanan zor demek değildir ve hatta her şeyden önce, zor değildir. (Çünkü halkın en özgür şekilde örgütlenmesi, üretime katılması ve alınterinin karşılığını hakkıyla alması demektir proletarya diktatörlüğü. Bu anlamda zor bile değildir o. – N. Ankut) Bu devrimci zorun iktisadi temeli, onun canlılığının ve başarısının güvencesi, proletaryanın kapitalizme oranla toplumsal çalışma örgütlenmesinin üstün bir tipini sunması ve gerçekleştirmesidir. Sorunun özü buradadır. Komünizmin kaçınılmaz tam zaferinin güç kaynağı ve güvencesi buradadır.” (Stalin, age, s. 130.)

Ne kadar açık konuşuyor, değil mi?

Komünizmin tam zaferinin güç kaynağı ve güvencesi buradadır. Siz bu çalışma örgütlenmesini ortaya koyamadığınız anda çökersiniz. Böylesine öngörüde bulunuyor Usta.

Şimdi Lenin burada ne yapmış? Eksik mi söylemiş, yanlış mı söylemiş?

Hayır. Dâhice bir öngörüde bulunmuş. Devam ediyor Lenin:

“Onun başlıca ruhu [yani diktatörlüğün ruhu, J. St.] emekçilerin ileri müfrezesi, öncüsü, biricik önderi olan proletaryanın örgütünden ve disiplininden ibarettir. Onun amacı, sosyalizmi yaratmak, toplumun sınıflara ayrılmasını ortadan kaldırmak, toplumun bütün bireylerini çalışan kimseler haline getirmek, insanın insan tarafından her türlü sömürüsünü temelden yoksun bırakmaktır. Bu amaca birden bire ulaşılamaz; bunun için, oldukça uzun süren kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemi gerekir; çünkü üretimin yeniden örgütlendirilmesi güç bir şeydir; çünkü hayatın her sahasında zorunlu değişiklikler yapmak için zamana ihtiyaç vardır ve çünkü küçükburjuva ve burjuva yönetimine olan alışkanlığın büyük gücü, ancak uzun ve azimli bir mücadeleyle yenilebilir. İşte bundan dolayıdır ki Marks, kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemi olan uzun bir proletarya diktatörlüğü döneminden söz eder.

“1- Proletarya iktidarı, sömürücülerden kurtulmak için, ülkeyi savunmak için, diğer ülkeler proletaryalarıyla bağları pekiştirmek için kullanılır. (Demek ki enternasyonal görevleri asla ihmal etmeyeceksin. – N. Ankut)

“2- Proletarya iktidarı, emekçileri ve sömürülenleri burjuvaziden kesin olarak kurtarmak için, proletaryanın bu kitlelerle olan ittifakını güçlendirmek için, bu kitleleri sosyalizmin kuruluşuna sürüklemek için, proletaryanın devlet yoluyla bu kitleleri yönetmesi için kullanılır.

“3- Proletarya iktidarı, sosyalizmi örgütlendirmek için, sınıfsız bir topluma, sosyalist topluma geçmek için kullanılır.

“Proletarya diktatörlüğü bu üç niteliğin birleşmesidir. Bu niteliklerden hiçbirisi proletarya diktatörlüğünün biricik belirgin niteliği olarak gösterilmez; ve tersine, bu niteliklerden yalnız birinin yokluğu bile, kapitalist devletler tarafından kuşatılmış olma şartları altında, proletarya diktatörlüğünün bir diktatörlük olmaktan çıkması için yeter. Bundan dolayı, proletarya diktatörlüğü kavramını bozmak tehlikesine düşmeden, bu üç nitelikten hiçbirisi dışarıda bırakılamaz. Bu üç nitelik, ancak hep birlikte alınırsa, bize, proletarya diktatörlüğünün tam ve eksiksiz bir kavramını verir.” (Stalin, age, s. 130-131)

Şimdi bunu kim uygulayacak, arkadaşlar?

Parti.

“Proletarya diktatörlüğü -diyor Lenin-, eski toplumun güçlerine ve geleneklerine karşı, kanlı ve kansız, şiddetli ve barışçı, askeri ve iktisadi, pedagojik ve idari, inatçı bir mücadeledir. Milyonlarca ve on milyonlarca insanın alışkanlıklarının gücü, en korkunç güçtür. Mücadelede çelikleşmiş bir parti olmadan, (Bakın çok önemli, arkadaşlar; mücadelede çelikleşmiş bir parti olmadan. – N. Ankut) söz konusu sınıfta namuslu olan ne varsa onun güvenini kazanmış bir parti olmadan, kitlelerin ruh halini kollamayı ve kitle üzerinde etkili olmayı bilen bir parti olmadan, bu mücadeleyi başarıyla devam ettirmek imkânsızdır.”

Ne kadar açık vurguluyor partinin önemini. Ne kadar açık, net bir şekilde ortaya koyuyor Lenin Usta.

“Proletarya devrimci partisinin disiplini neye dayanır? Onu denetleyen nedir? Onu güçlendiren nedir? Birincisi, proleter öncü müfrezenin bilinci, devrime bağlılığı, nefsini yenmesi, fedakârlık ruhu, kahramanlığıdır. İkincisi, geniş emekçi yığınlarıyla (İtalikler Stalin’e ait) en başta proleter kitleleriyle ve aynı zamanda proleter olmayan emekçi yığınlarıyla da bağlar kurma yeteneği, onlara yaklaşmak ve hatta isterseniz, bir noktaya kadar onlarla kaynaşmak yeteneğidir. Üçüncüsü, bu öncü müfrezenin gerçekleştirdiği siyasi yönetimin doğruluğu, siyasi strateji ve taktiğinin doğruluğudur, (Demek ki siyasi stratejisinin ve taktiğinin doğruluğu çok önemlidir. – N. Ankut) şu şartla ki, bu doğruluğa en geniş kitleler kendi öz tecrübeleriyle inanmış olsunlar. (Demek ki sadece benim hattım doğru demekle olmaz. En geniş kitleler kendi öz tecrübeleriyle senin mücadele stratejinin ve taktiğinin doğruluğuna inanacaklar. – N. Ankut) Burjuvaziden iktidarı almak bütün toplum düzenini değiştirmekle görevli öncü sınıfın partisi olabilecek, gerçekten devrimci bir partide, bu şartlar bulunmadıkça, disiplin gerçekleştirilemez. Bu şartlar olmazsa, bu disiplini yaratmak için harcanan bütün çabalar, bir hayalden, tumturaklı sözlerden, yapmacık hareketlerden başka bir şey olmaz. Ama öte yandan, bu şartlar, ortaya birden bire çıkmazlar. Bunlar, ancak uzun süren bir çalışmayla, çetin tecrübeyle hazırlanırlar. Bunların hızlanışını, hiç de bir dogma olmayan, tersine gerçekten yığınsal, gerçekten devrimci bir hareketin pratiğiyle sıkı sıkıya bağlı olarak kesin şeklini almış olan doğru bir devrimci teori kolaylaştırır.” (Stalin, age, s. 144-145)

Daha anlatır ama arkadaşlar zamanımız doldu biliyorsunuz…

Yani Lenin Usta çok net koyuyor. Önce mücadelede çelikleşmiş, doğru strateji ve taktiğe, teoriye sahip bir parti olacak ve İşçi Sınıfının en bilinçli, en yiğit, en fedakâr, en yetenekli unsurlarını bağrında toplayacak. Böyle bir parti olmadan diktatörlük uygulanamaz, diyor. Disiplin de sağlanamaz, diyor.

Sovyetler bu açık öğütlere rağmen niye bunları dinlemeyip de bürokratizme ve çürüyüşe, çöküşe uğradılar?

Şundan; başka ülkelerin proleterleriyle, mücadeleleriyle sıkı ittifaka gireceksin, diyor Lenin.

Ama Sovyetler bunu terk etti. Kendi içlerine kapandılar, dünyadan koptular. Oysa devrimci hareket dünyada olanca coşkusuyla yükselişteydi. Dünyanın tümünün sosyalistleşmesine imkân sunan bir gelişme vardı. Ama Sovyetler bundan kaçındı. “Barış içinde bir arada yaşama” diye zırva bir tez ürettiler. Karşıdevrimci bir tez ürettiler. Emperyalistlerle barış içinde bir arada yaşanmaz. Yaşayamazsınız çünkü o doğası gereği saldırmak zorunda.

Bir de şu var arkadaşlar; savaştan, mücadeleden koptuğunuz anda durağanlaşma başlar, arkasından çürüme gelir ve arkasından bitiş gelir. Onun kaçışı yok.

O bakımdan bir ustura gibi her gün bilincinizi, inancınızı, kararlılığınızı, fedakârlığınızı, yiğitliğinizi bilemek zorundasınız.

Ve düşman karşısında direnmek zorundasınız hiç geri adım atmadan. Bir kere boyun eğdiniz mi, bir daha kolay kolay dik duramazsınız.

İşkencede direnemeyen siyasi yapıla, düşman karşısında moral gücünü kaybetti ve eriyip gittiler

Bütün bu geniş gençlik kesimine sahip Mahirci ve Denizci hareketler bugün neredeler?

Büyük çoğunluğu ÖDP’de, değil mi arkadaşlar?

Sahte KP’lerde, HDP’nin peşinde ve sanıyorum önemli bir ağırlıklı kesimi de Yeni CHP’nin saflarında.

Ama bunlar gençliklerinde devrimciydiler, fedakârdılar, gözü karaydılar, savaşçıydılar, nasıl bu hale geldiler?

Mesela daha önce anlattım, Beyazıt Meydanı’nda 3 bin kişi çıkardık bir anda Toplum Polisi’yle kavgaya. Gündüz saat 10’dan akşam 5’e kadar, karşılıklı taşlı sopalı kavga ettik Toplum Polisi’yle Beyazıt Meydanı’nda. Böylesine yiğit arkadaşlardı bunlar. Ama bunların önderleri işkencede dik duramadı.

Ne diyor Kıvılcımlı Usta:

“Ömrüm boyunca işkencede direnmeyi en büyük ahlâki erdem belledim.”, diyor.

(Alkışlar… Slogan… Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı… Alkışlar…)

İşkencede yenildiniz mi, bir daha inancınızı, kararlılığınızı kolay kolay koruyamazsınız.

Nitekim koruyamadılar. Koruyamadılar…

Biz 146’dan aranıyorduk idamla 12 Eylül’de. Yoldaşlara aynen dediğimiz şu oldu. İki yol var önümüzde:

Ya hain olarak yaşamak,

Ya da yiğit bir devrimci olarak direnmek, gerekiyorsa da ölmek.

Hangisini seçeceğiz?

Önderimize ne yakışıyorsa onu seçeceğiz, dedik. Ve bunu göze aldık o yıllarda.

İşte “12 Eylül Nedir?” adlı kitabımız onun bir savunması olarak hazırlandı.

Daha önce de örnek verdim: İyi yetiştirilen bir çoban köpeği, kurtların karşısına yalnız bırakılmaz. Çoban kollar onu. Çünkü kurtlar bir onu boğdu ve yaraladı mı bir daha kurtların karşısında dik duramaz. Sürüyü layıkıyla koruyamaz. Ona köylümüz “yılgın köpek”, der. Kurtlarla karşılaştığı anda sürünün ortasına kaçar. Çünkü o anılar çağrışır.

Sporda da böyledir. Mesela, tecrübeli iyi antrenör yetiştirdiği yetenekli genç boksörünü gözü gibi korur. Belli turnuvalara göndererek tecrübe kazanmasını sağlar. Ama tecrübeli ve güçlü boksörlerle de maça çıkar o genç boksör, tabiî turnuva gereği. Tecrübeli boksörler de katılır yani.

Eski, tecrübeli boksörlerin centilmen ruha sahip olanları, genç boksörü ezmez. Tabiî puan olarak 8-10 puan önde olur ama hırpalayıcı, indirici darbeler vurmadan maçı sürdürür. Maçı kazanır, riske atmaz. Ama genç sporcuyu da ezip hırpalamaz. Onun öz güvenini yıkmaz.

Ama bazı çakal ruhlu sporcular da olur. Çünkü insanlar tür tür. Ya karşıma bir fırsat çıktı, kariyerime bir nakavt daha ekleyeyim, diye genç boksörü hırpalayım, indireyim, diye uğraşır. İşte o anda, ona girdiği anda, genç boksörün antrenörü hemen havlu atar. Ringe havlu atar ve maçı sonlandırır.

Çünkü boksörü daha tecrübesizdir. Onunla mücadele edecek kapasitede değildir. Ezdirmenin anlamı yok, onu daha yetiştireceğim, diye maçı sonlandırır. Ezdirmez. Ezdirirse çünkü, o boksör bir daha kolay kolay mücadeleci, özgüvenli bir sporcu olma özelliğini kazanamaz.

Partide de böyledir. Siyasi hayatta da böyledir.

Bizim bu arkadaşlar, yani Mahir ve Denizler’in geleneğinden gelen, THKP-C ve THKO geleneğinden gelen arkadaşlar, kadro olarak yönetim bazında teslim oldular.

İşte Mustafa Yoldaş, Mamak’ta onlarla birlikte yattı. Gürdal Yoldaş da burada, İstanbul’da Metris’te birlikte yattı. Kadro olarak, önder kadrosunda direnen tek kişi çıkmadı. Ve sonunda çöktüler. Böyle olunca inançlarını, özgüvenlerini kaybettiler. Ve tabandaki kitleler de onlara uymak zorunda kaldı. Güvenleri kayboldu, moralleri kayboldu, yıkıldılar. Daha o zaman bittiler. İşkencede ruhları bitti.

O yüzden 1996’da bir ÖDP kurdular. Başka seçecek bir kişi bile bulamadılar içlerinde, gidip CIA devşirmesi Ufuk Uras’ı başlarına getirdiler. Geldikleri, yaptıkları ortada bugüne kadar… Gâh Yeni CHP’ye kuyruk oluyorlar, gâh HDP’ye kuyruk oluyorlar. Başka da bir özel teorileri de yoktu. Böylece kişi olarak da bittiler. Savruldular yani. Alan boşaldı bir anlamda. Tükenişe girdiler, eriyişe ve tükenişine girdiler. Bu alanda bizim dışımızda savaşan bir hareket kalmadı.

İşte bize en karşıt hareketlerden biri, Kaypakkayacılar’dan ODTÜ’deki gençler, ODTÜ’ye yeni giren Hüseyin Yoldaş’ımıza ne diyorlar?

“Ya size faşist diyorlar ama aslında değilsiniz. Şu anda mücadele eden tek siz varsınız.”, diyorlar, arkadaşlar.

Bir de böyle iftiralarla karalıyorlardı bizi. Amerika’ya karşı oldun mu? Faşistsin. Ermeni Soykırımı Emperyalist Yalanına karşı oldun mu? Faşistsin, ırkçısın vs. Artık darbecisin, ulusalcısın, Kemalistsin zırvalarının sonu gelmiyordu. Ama şimdi gördüler ki, bizden başka savaşan hareket yok.

Onların geleceği bitti. Alan açıldı böylece. O zaman bizim hızla, bu temizlenmiş alanda örgütlenme çalışmasına girmemiz gerekir. Kadrolar yaratma çalışmasına girmemiz gerekir.

İşçi Sınıfının bağımsız mücadele hattını yalnızca biz temsil ediyoruz ve biz savunuyoruz.

Lenin’in partisi bile savaşmaktan geri durunca paslandı ve çürüdü. O şanlı, büyük, dünyayı sarsan ve değiştiren, emperyalizmin uluslararası bütün düzenini bozan, sömürgeciliğin sona ermesinde çok etkin rol oynayan ve bizim Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın kazanılmasında belirleyici rol oynayan, Ekim Devrimi’ni yapan parti sonunda çürüdü ve yok oldu.

Bu pankartımıza karşı çıkıyor bazı zıpçıktılar. Bazı zihin hasarlı sözde Kemalistler; “Bu komünistle ne ilgisi var M. Kemal’in?”, diyorlar.

Ya, M. Kemal’in kendi sözüdür: “Eğer Sovyetler’in karşılıksız ve içtenlikli yardımları olmasaydı, ya çok zor kazabilirdik ya da kazanmamız imkânsız olurdu. Bunu inkar etmek suçtur”, diyor.

  1. Kemal diyor bunu.

Ama işte hem bilgiden yoksun hem zihinden yoksun olunca böyle zırvalayıp duruyor insanlar.

Söz anlatmak kolay değil insanlara. Ama imkânsız değil. Özellikle gençlere bakacağız.

Bir de ortam Küçükburjuva ortamı. Onun Küçükburjuva gururu her şeyden daha üstün, daha kıymetlidir. Kendi yanlışını görüp kabul etmez. Kendi mücadele kaçkınlığını kabul etmez. Sana öfke ve garez duyar.

Geçen yoldaşlarımızla tartışıyorlar Facebook’ta. Biri bize saldırıyor. Yoldaşlarımız cevap veriyor. Diyor ki, “Benim 300 tane cezaevi arkadaşım var.” Övünüyor değil mi? Ona sormak gerekir değil mi; “Tamam cezaevi arkadaşın olması çok iyi ama içlerinde bir tane direnen var mı?” Cevabı; “Ya o zaman…”

Bir Dinleyici: Kendi de diyor zaten, “Ben eski devrimciyim.”, diyor.

Nurullah Ankut Yoldaş: Ama “eski devrimciyim” dediğin anda, ben bitiğim diyorsun.

Devrimciliğin eskisi olmaz. Olmaz, arkadaşlar…

Bedence tükeninceye, tükenişe uğrayıncaya kadar mevzideki savaş yerimizi terk edemeyiz.

O bakımdan onlardan bir şey olmaz. Onları hoş görmek gerekir yani. Onların bazıları, hukukçu yoldaşlarımız bilir, Ceza Hukuku kapsamı dışındadır. Bizim için de onlar siyasi eleştiri kapsamı dışındadır. Onlar özgür yani. Onları boş verelim.

Yeni, genç, zihni kirlenmemiş inançlı insanlara bakalım. Ve kara halkımıza, İşçi Sınıfımıza bakalım.

Çünkü İşçi Sınıfımızın kimseyi aldatma, kandırma gibi bir çıkarı yok. O sadece, herkes namusluca gücü oranında çalışsın, çalıştığının karşılığını alsın. Kimse haksızlığa uğramasın, der. Onun mücadelesini yapar. O bakımdan toplumun sınıf olarak en ahlâklı sınıfıdır İşçi Sınıfı. Devrimin de motorudur.

(Alkışlar… Slogan… İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek… Alkışlar…)

Yerinde saymak devrimcinin ölümüdür, zafere kadar savaşmak gerek

Daha önce de söylemiştim yoldaşlar, 1991’de Sovyetler Birliği’ne son darbe vurulduğu anda, Yeltsin’in emrindeki karşıdevrimci polisler, Bolşevik Partisi’nin merkezine geliyorlar; “Size bir saat süre veriyoruz. Bir saat içinde terk edeceksiniz binayı.”, diyorlar. 5000 çalışan var o zaman partide, merkezde. Bir saat içinde hepsi ceketlerini alıp partiyi terk ediyorlar. Biri eşine anlatıyor, böyle oldu diyor. Eşi, “Bir tekiniz bile mücadele etmeyi düşünmediniz mi?”, diyor. “Yazıklar olsun.”, diyor. Bir tekinin bile savaşmak, mücadele etmek içinden gelmiyor ve o cesareti gösteremiyor.

Nerede Lenin’in anlattığı parti? O çelikleşmiş, savaşçı ruha sahip parti nerede?

Zaman içinde mücadeleden kaçtığı için çürümüş, arkadaşlar.

Dedik ya; hayatta hiçbir şey olduğu gibi durmaz. Eğer gelişmek, olumlu yönde değişmek istiyorsan savaşacaksın devrimci parti olarak: Emperyalizmi mezara gömünceye kadar. Uluslararası Proletarya davası dünya çapında zafere ulaşıncaya kadar savaşacaksın, durup dinlenmeden. O savaştan koptuğun anda çürüme başlar.

İşte Sovyetlerin sonu bu oldu. Anlayamadılar Lenin’in bu öğretisini. Savaştan korktular.

Kaliteli çeliği grese yatırırsınız. Her tarafını gresle korumaya alırsınız, 100 yıl da korunabilir. Diyelim bir silah, mesela bir mavzer. Birinci Kuvayimilliye’de kullanılan mavzerler, depolarda greste. Bize askerlikte eğitimde çıkarırlardı. Temizledik gresi, canavar gibi çalışmaya başladılar.

Ama insanları grese yatıramazsınız ve insanlar çelikten değildir.  Yaşayan canlı organizmadır insanlar.

Parti de öyle.

Nedir?

Savaş organizmasıdır parti. Onun canlılığını ve gücünü geliştirmek için, korumak için sürekli savaştırmak zorundasınız.

Bir sporcu müsabıklık hayatını sürdürdüğü sürece, ne yapacak?

Düzenli antrenmanlarını her gün aksatmadan yapacak.  Ya tamam, ben maç yaptım, maç kazandım. 2 ay yatayım ondan sonra maça çıkayım. Bitti… Kaybedersin…

Parti de aynıdır. Devamlı savaşacaksın.

Emperyalizm savaşıyor. Biliyor bunu, o domuz içgüdüsüyle bunu biliyor. Sana karşı durup dinlenmeden savaşıyor. Ordusuyla, ajanlarıyla savaşıyor, parasıyla, şirketleriyle savaşıyor, kültürüyle savaşıyor.

Ekim Devrimi olur olmaz, Amerika’daki tüm sol, ilerici, demokrat kültürü ortadan kaldırmak için Amerika’da çalışmaya giriyor emperyalistler. 1930’lardan itibaren de Hollywood’a yöneliyorlar. Orada demokrat, namuslu ne varsa onların kökünü kazımak istiyorlar. İşte ünlü “Amerika’ya Karşı Faaliyetleri Soruşturma Komitesi” bu amaçla kuruluyor. Bu komite tümüyle CIA’nın öncül örgütü tarafından yönetiliyor. Bildiğimiz gibi bu soruşturmalar McCarthy Döneminde ise zirve yapıyor. Hollywood’u tümüyle devrimcilerden, demokratlardan, ilericilerden arındırmak ve orayı emperyalizmin propaganda üssü haline dönüştürmeyi amaçlıyorlar. Böyle bir operasyonda bulunuyorlar ve onun etkileri hâlâ devam ediyor. Hâlâ sürüyor.

Hollywood, aynı McCarthy Döneminin programlanmış Hollywood’udur. ABD Emperyalizminin dünyadaki propaganda aracıdır. Yani o hep savaş meydanındadır.

Bizim de ona karşı durup dinlenmeden savaşmamız gerekir. Savaştan geri kaldığınız anda, işte Lenin’in partisi bile olsanız, geleceğiniz yok, geleceğiniz olmaz. Hayat böyle, arkadaşlar.

Çünkü tek ülkede sosyalizm olabilir ama onun güvencesi, yaşaması ve gelişmesi için dünya çapında sosyalizmi zafere ulaştırmak için, bir araç olarak onu kullanacaksınız. Bir kale olarak o size hizmet edecek. Sen onu göremediğin anda orada çökme başlar. İşte çöküşün sebepleri bu…

Fazıl Say’ın bir kitabı çıktı geçenlerde: “Akılla Bir Konuşmam Oldu”. Aynen şöyle der bu kitabında:

“Bir gün çalışmazsanız kendiniz bilirsiniz. Bir hafta çalışmazsanız meslektaşlarınız bilir. Bir ay Çalışmazsanız bütün dünya bilir.”

Neyi bilir?

Gerilediğinizi…

Demek ki dünya çapında ünlü bir piyano dâhisi bile olsanız bir tek gün bile ara vermeden çalışmak mecburiyetindesiniz, kalitenizi koruyabilmek için. Devrimcilikte de durum bire bir böyledir, yoldaşlar. Bir gün bile kavgadan uzak yaşarsanız, devrimci ruhunuzda gerileme hemen başlar. Bu gerçeği asla aklımızdan çıkarmamamız gerekir.

Marks da ne diyordu zaten devrim için?

Güzel sanat…

Bu demektir ki, devrimci de devrimci savaşın sanatçısıdır…

Lenin’e nerede hata bulacağız?

Hayır, zerrece hata yok. Tersine dâhice öngörüde bulunma var.

O bakımdan, teoriyi çok iyi bilmemiz gerekir. Bir bilimdir bu. Öyle derme çatma, kulaktan dolma yahut belli magazinsel bir şeyler okumakla bilim elde edilmez. Nasıl bir doğa bilimini tam olarak öğrenebilmek için kahırlı bir çaba ve yılları vermek gerekirse devrim bilimini de aynı şekilde dikkatlice etüt etmek, incelemek ve hayatta uygulamak için dövüşmek gerekir. Başka türlü öğrenilemez. Yaşadığımız olaylar bize bunu gösteriyor arkadaşlar, bunları çıkartıyoruz.

Son soluğumuzu verene kadar İnsanlığın kurtuluş davasını zafere ulaştırmak için mücadele edeceğiz

AKP’giller’e dönersek tekrar, işte CIA böyle programlıyor. Bakın sene Ekim 1999, Tayyip Başbakan olacak ve onun etrafında parti programını yapmış, çalışmalarını ona göre yapmış.

Onu hayata geçiriyor mu?

Geçiriyor.

Baykal’ı da kullanıyor mu baştan sona onunla ilgili?

Kullanıyor.

Bunu görünce, bu Baykal nedir?

CIA’nın bir adamı, onun hizmetinde.

7 Haziran sonrası da kurtardı değil mi?

Evet arkadaşlar, Tayyip panikledi o anda, 7 Haziran akşamı panikledi. Bir anda en güvenilir adamına sarıldı; Baykal’a. Antalya’dan anında gece uçağa binip geliyor. Ondan sonra 1 Kasım’ı planlıyorlar.

Bir de büyük dostu var.

Kimdir?

Sarayın arka Bahçelisi.

İşte Tuğrul Türkeş’i de Devlet Bahçeli gönderdi, diyor bakın, dikkat edin, arkadaşlar. Tayyip’in yanına Tuğrul Türkeş yıllar önce gitti. Tayyip’in yanına Bahçeli gönderdi, diyor Erol Mütercimler.

Bir Dinleyici: Erken seçime de Bahçeli götürmüştü.

Nurullah Ankut Yoldaş: Evet. Bahçeli götürdü erken seçime.

Adam (ABD-CIA) organize çalışıyor. Yani tek yönlü çalışmıyor. Dediğimiz gibi sırf iktidarı kontrol etmekle yetinmiyor; muhalefeti de tümüyle kontrolünde tutuyor. Tarikatları-Cemaatleri de tümüyle kontrolünde tutuyor. Böylesine kapsamlı ve geniş ölçekli çalışıyor.

Bunları görmezsek, o zaman yapacağımız siyasetin de bir etkisi olmaz. Bir anlamı olmaz yani. İşçi Sınıfı siyaseti olmaz bu.

Bunları görüp, kavrayıp, göstermek ve buna karşı mücadele etmek gerekiyor.

Önderlerimizden aldığımız ışıkla, bilimle, teoriyle işte bunu yapmaya çalışıyoruz bütün gücümüzle, bütün enerjimizle, bütün kararlılığımızla, bütün kapasitemizle. Son soluğumuzu verene kadar da bu savaşı sürdüreceğiz.

Ve ondan sonra genç yoldaşlarımıza bayrağı teslim edip, biz de geldiğimiz yere; doğaya döneceğiz. Yani toprak olacağız. Doğanın kanunu bu. İster istemez kaçınılmaz son budur, arkadaşlar.

Ama o zaman ruhumuz yaşayacak. Kavgamız yaşayacak, bayrağımız savaşacak.

Ömrümüzü verdiğimiz davamız sonunda mutlaka zafer kazanacak. İnsanlığımızın hakkını böylece vermiş olacağız.

Daha önce de anlattım. Önderimizi benimsediğimde, ilk tanışıp benimsediğimde, memlekete, Konya’ya geldim. Babamla hoş beş ettik.

“Ne var ne yok oğlum, ne yapıyorsun?”

“Baba; böyle böyle.”, dedim. “Ben sosyalist oldum, Hikmet Kıvılcımlı diye bir büyük Devrimci Önder var. Onun bayrağı altında mücadele ediyoruz.”

“Kimdir bu Kıvılcımlı?” dedi?

Anlattım ben de.

Dedi; “Ya oğlum, bak gördün mü? Adam ömrünü zindanlarda geçirmiş. Doktor olmasına rağmen çilelerle, acılarla, büyük sıkıntılarla geçirmiş. Sen benim tek oğlumsun, kıran artığısın. Sen rahat et diye ben köyden şehre göçtüm geldim. Senin rahat etmeni istedim. Sen de o adamın yoluna girersen, sen de aynı şekilde olursun.”, dedi.

“İyi baba da; bana düzenbazlık, bananecilik, acımasızlık öğretmedin ki. İnsanlık öğrettiniz. O adam da insanlığının hakkını vermek için savaşıyor. Bak mahallemizde de o kadar yoksullar var, dedim. Acı çeken insanlar var. Gücümüz oranında onlara sahip çıkmaya çalışmıyor muyuz biz de? Çalışıyoruz. İşte sosyalistlik de ülke çapında onlara sahip çıkmaktır.”, dedim.

Daha önce de hep anlattım. Yoksul mahallenin orta gelire sahip insanıydık, Konya’ya geldiğimizde. Babam kararlı, yiğit olduğu için taştan ekmeğini çıkartır bir insandı. Bize hiç açlık, yoksulluk çektirmedi. Her zaman unumuz, buğdayımız, kavurmamız, yağımız, bulgurumuz, balımız, pekmezimiz olurdu. Ama üstümüz, kıyafetimiz mahallemiz sakinleriyle aynı olurdu. Bir giydiğimizi eskiyince kadar, yamalı oluncaya kadar giyerdik. Zengin değildik, malımız birikmişliğimiz de yoktu. Ama yoksul, acı çeken insanlar olurdu mahallede özellikle de kış günü.

Geçen Mustafa Arkadaş çocukluklarını anlattı. Ankara’dayız Metin Yoldaş’la beraber. “Anacığım sadece unla yağla, un çorbası yapardı. Ekmekle un çorbasını yerdik, karnımızı doyururduk.”, dedi. O günler çağrıştı, o yoksullar çağrıştı gözümde, gözlerim doldu.

Gelirlerdi, “Atiye abla, un yok, bulgur yok, yağ yok, çocuklar aç.” Anam hemen verirdi. “Al kızım. Al kızım. Çekinme, her zaman gel.”, derdi. Dua ederek giderlerdi kadıncağızlar. Anam, tulum peynirimiz falan da olurdu, bazen ondan verirdi. Fasulye, mercimek verirdi. Yani fasulye falan pek olmazdı köyümüzde ama onları da verirdi.

Babam yoksul bir ailenin insanıydı. Çok yoksulluk çekmişler. Ama anam, yoksul köyümüzün görece en varlıklı ailesinin kızıydı. Anne dedem de “Hacı Hafız” derler. Köydeki tek hafız ve hacıymış. Dürüst mert, içtenlikli bir kişiymiş ama kavga gürültü falan bilmezmiş. Hırsızlar gelir soyarlarmış sık sık evini, ambarını, kilerini. Babama da kızını ondan vermiş. Dedem efe. “Bozkırlı Mustafa Efe”. Kızımı Mustafa Efe’nin oğluna verirsem hırsızlar zarar veremez dermiş. Nitekim zarar da verememişler ondan sonra.

Şimdi böyle olunca anam daha bonkör, verirdi. Babam, hani yoksulluk çekince; “Ya yağ bulgur ver, onlar tamam da, onlar bol da…” Yine Babam; “Kocaları yok mu, çalışsınlar?”, derdi. “Ya neyi götürecen adam öbür tarafa. Bizim var işte. Adam çalışmıyorsa bu çoluğun çocuğun kabahati ne?”, derdi anam. Anam verirdi. “İyi iyi hanım, sen bildiğin gibi yap”, derdi babam da. Fazla üstelemezdi, yani hiç ısrar etmezdi.

“Bak dedim, baba biz böyle yardım etmek istiyoruz çevremize, Türkiye çapında, dünya çapında bu yoksulluk olmasın insanlar acı çekmesin, sıkıntılar çekmesin, herkes insan gibi yaşasın diye mücadele ediyoruz.”, dedim.

“Valla oğlum ne bileyim de artık…” Hemen anam karışırdı; “Senin aklın ermez o işlere, sen bırak. Oğlum ne bilirse o. Senden mi öğrenecek?”, derdi. Babam; “Tamam, hadi bakalım.”, derdi.

Yani demek istediğim arkadaşlar, Usta’mız bu ve biz bunları öğrendik Usta’mızdan. Böyle bildik. Ve son soluğumuzu verene kadar da böyle yaşayacağız.

Yoldaşlarımız zamanımızı çoktan geçirdiğimizi, haklı olarak belirtiyorlar. Bağışlasın bundan sonra sunumu olan yoldaşlar. Dert çok, lafı kısa kesemedik.

Bu kadar uzun süre dikkatlice dinlediğiniz için devrimci yüreğimin olanca ateşiyle, sevgi, selam ve saygılarımı iletirim hepinize.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

(Alkışlar… Sloganlar… Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz… Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi… Alkışlar…)

Sunucu: Genel Başkanımıza bu doyurucu aynı zamanda duygu dolu, aydınlatıcı konuşması için bir kez daha teşekkür ediyoruz. Biraz hasta olduğunu da söyledi. Geçmiş olsun diyoruz. Buna rağmen saatlerdir ayakta burada fedakârca. Bu fedakârlığı için bir kez daha teşekkür ediyoruz kendisine.