Mustafa Kemal ve Lenin’li pankartımızın doğruluk, tutarlılık ve haklılık değeri üzerine

Bizi izleyen devrimci, ilerici ve demokrat arkadaşların bildiği gibi, bizim, 20’nci Yüzyılın birinci yarısında yıkılan Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı toprakları üzerinde iki büyük devrim yapmış ve de birbirleriyle en olumlu biçimde dayanışmış iki büyük önderi aynı bir arada gösteren bir pankartımız vardır.

Bu pankartımız, eylemlerimizde; 1 Mayıs’larda, ulusal bayramlardaki etkinliklerimizde ve Gezi Direnişi’miz sırasında halkımızdan büyük ilgi gördü. Öyle ki; Şanlı Gezi İsyanı’mızla Gezi Parkı’nı fethedip orada çadırlar, stantlar kurup, günler geceler boyu nöbet tuttuğumuz günlerde, standımızın üzerinde ağaçlara asılı bulunan bu pankartımızın her gün yüzlerce görüntüsü alındı. Bazı kardeşlerimiz, önünde fotoğraflar çektirdi. Ve büyük çoğunluğu da pankartımıza olan hayranlıklarını belirtti, bize.

Fakat sayıları az da olsa bazı bilgisiz, bilinçsiz, anlayışsız, küçükburjuva sol gruplara mensup, özellikle de bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diye adlandırdığımız gruplara mensup şahısların sosyal medyada eleştiri ve saldırılarına sebep oldu.

Tabiî, bazı Tarih bilincinden ve Mustafa Kemal’in devrimci ruhunu anlamaktan yoksun CHP’liler de tepkili oldu, pankartımıza.

Sağ kesimse, zaten Mustafa Kemal’e de, Lenin’e de düşman olduğu için pankartımızı düşmanlıkla karşıladı.

Ne yazık ki, PKK ve HDP çizgisindeki Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin ideolojisiyle doktrine edilmiş insanlar da aynı şekilde tepkili oldular.

Biz ne söylesek bu arkadaşların anlayacağı yok. Kimse gerçeğin peşinde değil çünkü. Herkes Kaçak Saraylı Reis’in hüloogg’cuları gibi mensup olduğu hareketin fanatiği olmuş durumda. Kendine inandırılanların dışında bir şey duyup anlama, onun gerçekliğini araştırıp öğrenme derdinde değil kimse.

Üstelik bununla da yetinmiyorlar; bir de bize saldırıyorlar. Hani halkımız der ya: “Hem kel hem fodul.”, diye… İşte öyle bir şey…

Bu sebepten, bu pankartın anlamını, taşıdığı doğruluk ve tutarlılık değerini en iyi burada yer alan büyük devrimci önderler anlatabilir, diye düşündük. En azından onlara saygı ve güven duyanlar, biraz zorlansalar da, herhalde inanırlar söylediklerine, dedik. Ve pankartı onların anlatımına bıraktık.

Önce, Lenin’den başlayalım:

Lenin, bizim Antiemperyalist Birinci ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı ve onun Komutanı, Önderi Mustafa Kemal’i nasıl görüyor, değerlendiriyor, kendisinden dinleyelim:

2005 Martı’nda Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Konferans Salonunda bir konferans vermiştik. Orada da konuyu gündeme getirmiştik. İsterseniz, o gün söylediklerimizi aktarıverelim buraya:

***

Bunun en açık kanıtı, Türkiye’ye atanan ilk büyükelçi, o zaman Ankara’ya atanan, Sovyetler’in Büyükelçisi Aralov’un söyledikleridir. O yazıyor hatıralarında. Türkiye’ye gelmeden önce Lenin bir görüşme yapıyor kendisiyle. O görüşmeyi anlatıyor.

Öğrenci arkadaşlarımız daha iyi bilir, hocalar Lenin’i, gaddar, sert, duygusuz diye anlatırlar. Hep öyle anlattılar bize de.

Öğrenciyken, o zamanlar sanıyorum Türkiye’nin en demokratik felsefe bölümüydü İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü ama orada bile ben o kadar çabalamama rağmen bir Marks Semineri yaptırtamadım hocalarıma. İki ders yılı yahut iki yarıyıl, idealist Fransız sezgici filozofu Henri Bergson’un seminerini yaptılar. Geçen ay kaybettik, geçen ay öldü saygıdeğer hocam Nermi Uygur’a dedim ki; “Hocam bir kere yaptık bunu. İkinci sefer yapmanın ne anlamı var? Bir Marks Semineri yapalım… Dünyanın yarısı bu adama karşı, yarısı da bu adamı tutuyor. Neymiş bunu herkes öğrensin.” “Ben istersem yaparız”, dedi. Yapmadı. Ben de son sınıfta hiç okula gitmedim. Bir tek saat gittim dördüncü sene, bunlar ne yapıyorlar diye… Burada bulunan bir arkadaşımızın da tanık olduğu gibi, derslere devam eden devrimci iki arkadaşımızla sekiz gün çalıştık; sınıfı geçtik dördüncü senede. Yani üniversitelerimiz ne yazık ki bu durumda. Ama işin aslını öğrensek, gerçekler hiç bize anlatıldığı gibi, öğretildiği gibi değil.

Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda
Sovyetler’in, Lenin’in Türkiye’ye bakışı

Lenin’in Aralov’a söylediklerini arkadaşlar lütfen bir dinleyin, bakın Lenin’in Türkiye’ye karşı tutumu neymiş:

“Bir gece, Çiçerin beni Dışişleri Halk Komiserliği’ne çağırdı. Onu çalışır bir halde buldum. Masanın üzerinde bir yığın evrak ve kitap vardı.

“Vladimir İlyiç sizi görmek ve Türkiye işleri üzerine sizinle konuşmak istiyor” dedi Georgiy Vasilyeviç Çiçerin. “Artık siz işleri, yazışmaları, antlaşmaları, Türkiye tarihini öğrenmiş bulunuyorsunuz. 13 Ekim’de Türkiye’nin Güney Kafkasya Cumhuriyetleriyle imzalamış olduğu antlaşmayı, mutlaka dikkatle okuyunuz. Bu antlaşmayı Sergey Konstantinoviç Pastuhov’da bulabilirsiniz. Yarın Viladimir İlyiç’e gideceğiz. Hazır olunuz.”

“Vladimir İlyiç’le bu yeni buluşmayı heyecanla bekliyordum. Nihayet bu saat gelip çattı.

“Lenin’in çalışma odasında hiçbir şey değişmemişti. Hatta iç savaş yıllarında cephedeki durumu Vladimir İlyiç’e anlattığım harita bile aynıydı. Yazı masasının üstü tam bir düzen içindeydi… Kitaplar, gerektiği an alınabilecek bir yerde ve durumda bulunuyordu… Büyük çiçek buketi yine aynı yerdeydi…

“Vladimir İlyiç yerinden kalktı, masanın arkasından çıktı, Çiçerin’le dostça selamlaştı, hal hatır sordu. Sorgu dolu gözlerle bana baktı, elimi sıktı, cesaretlendirici sıcak bir bakışla ve sempati okunan bir gülümseyişle; “Demek böyle, azizim,” dedi, “savaşı bitirdiniz, diplomat oldunuz, âlâ! Kılıcı saban haline getirdiniz! İyi ve gerekli bir iş. Lütfen oturunuz. 17’nci Ordu’yu hatırlıyorum. Ordunuz fena dövüşmedi. (İç savaş yıllarını kastediyor. Biliyorsunuz, Amerika ve İngiltere de dahil olmak üzere onlara da tüm emperyalistler saldırmışlardı Sosyalist İktidarı yıkmak için. Ekim Devrimi’nden sonra. 1921’e kadar savaştılar. Ama mağlup oldu emperyalistler. – N. Ankut) Şimdi size büyük bir iş veriliyor. Türkiye’de yararlı çalışacağınızı umuyorum. Türkler, ulusal kurtuluşları için savaşıyorlar. Bunun için Merkez Komitesi, askerlik işlerini bilen birisi olarak sizi oraya gönderiyor. Emperyalistler Türkiye’yi soyup soğana çevirdiler, hâlâ da soyuyorlar. Köylüler ve işçiler buna katlanamadılar ve başkaldırdılar. Sabır bardağı taştı; gerek Doğu Halkları gerek biz emperyalist kurtlara karşı savaşıyoruz. Sovyetler Birliği, emperyalistlerle olan işini bitirdi. Onları bozguna uğrattı ve memleketten kovdu. Onların dişlerini söktük. Keskin tırnaklarını vücudumuza geçirmelerine izin vermedik.”

“Lenin Türkiye’de olup bitenleri çok iyi biliyordu:

“Mustafa Kemal Paşa, tabiî ki sosyalist değildir,” diyordu Lenin, “ama görülüyor ki, iyi bir örgütçü, yetenekli bir komutan, burjuva-ulusal devrimini yürütüyor. İlerici bir insan, akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya karşı olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Halkın ona inandığını söylüyorlar. Ona yardım etmek, yani Türk Halkına yardım etmek gerekiyor. İşte, sizin işiniz budur. (Utandığından, buraya kadar aktarıyor C. Dündar da. Ama arkasından, demagojik ifadelerle, vaktimiz yok şu anda anlatmaya, zamanımızı almayalım, kesiyor burada, mektubu. Ama kesilen yerden sonra bakın, dikkat edin ne diyor Lenin: – N. Ankut) Türk Hükümetine, Türk Halkına saygı gösteriniz. Büyüklük taslamayınız. Onların işlerine karışmayınız… (Bundan sonrasını atıyor… Görüyor musunuz yaptığını?.. Ve devam ediyor Lenin: – N. Ankut) İngiltere onların üzerine Yunanistan’ı saldırttı. İngiltere ile Amerika bizim üzerimize de sürü ile memleket saldırttı. Sizi ciddi işler bekliyor. Yoldaş Frunze bu günlerde Ukrayna Cumhuriyeti adına Ankara’ya gidecektir. Herhalde onunla Türkiye’de karşılaşacaksınızdır.

“Gerçi kendimiz de yoksul isek de (Dikkat edin, arkadaşlar. – N. Ankut) Türkiye’ye maddi yardımda bulunabiliriz. Bunu yapmamız gereklidir. Moral yardımı, yakınlık, dostluk, üç kat değeri olan bir yardımdır. Böylece, Türk Halkı yalnız olmadığını hissetmiş olacaktır. İngiliz İşçileri ve öteki ülkelerin işçileri bize yakınlık gösterdikleri, grev yaptıkları, bizimle savaşan Polonya’ya gönderilmekte olan silahları gemilere yüklemedikleri zaman, bu bizim için büyük bir yardımdı. Bu bize mücadelemizde büyük bir güç katmıştır. Bundan işçilerimiz büyük bir moral güç kazanmışlardır.”

“Lenin sözlerine devam ederek; “Çarlık Rusya’sı, yüz yıllar boyunca Türkiye ile savaşmıştır,” dedi, “bu elbette halkın belleğinde derin izler bırakmıştır, bu halkın içinde Rusya’nın, Türkiye’nin amansız düşmanı olduğuna ilişkin propaganda yapılmıştır. Bütün bunlar, Türk köylüsünde, küçük ve orta mal sahiplerinde, tüccarlarda, aydınlarda ve idareci çevrelerde Ruslara karşı dostça olmayan duygular ve güvensizlik uyandırmıştır. Bilirsiniz ki, güvensizlik yavaş geçer. Bunun için de sabırlı, dikkatli, ihtiyatlı bir çalışma gerekmektedir. Eski Çarlık Rusyası ile Sovyet Rusya arasındaki ayrımı, sözle değil işle göstermek ve anlatmak gerekmektedir. Bu bizim ödevimizdir. Siz de bir elçi olarak, Sovyet Rusya’nın, Türkiye’nin işlerine karışmamak politikasının, halklarımız arasında samimi bir dostluğun savunucusu olmak zorundasınız. Türkiye, bir köylü, bir küçükburjuva ülkesidir. Sanayisi çok azdır. Olanı da Avrupalı kapitalistlerin elindedir. İşçisi çok azdır. Bunu dikkate almak gerekmektedir. Bir kez daha tekrar ediyorum, dikkatli ve sabırlı olunuz! Hükümet temsilcileriyle, halkla konuşmalarınızda her zaman nazik ve güleryüzlü olunuz! Allah sizi kibirden korusun!”

“Lenin, bu sözleri söyleyince gülümsedi, Allah’ın bu işle elbette hiçbir ilgisi olmadığını ekledi ve sözlerine şöyle devam etti; “En önemlisi halka saygı göstermektir. Emperyalistlerin yağmacı, istilacı politikalarına karşılık bizim, hiçbir çıkara dayanmayan dostluk ve memleketin iç yaşamına karışmama durumumuzu, açıklayınız! İşte sizin ödeviniz!.. Ne gibi yardımlarda bulunacağımızı da bildirelim; en kuvvetli bir olasılıkla silah yardımında bulunacağız. Gerekirse başka şeyler de veririz.

“Dil öğreniniz. Basit insanlarla, toplumda tanınan insanlarla sık görüşünüz, Çarlık rejiminin elçileri gibi kendinizi, çitlerle, kale duvarlarıyla emekçi halktan ayırmayınız! Çarlık elçileri, büyük vezirleri, memurları rüşvetle satın alıyorlardı. Bu, bizim işimiz değildir. Biz halkla dostluk kurmalıyız.”

“Lenin bir aralık; “Ailenizle mi gidiyorsunuz?” diye sordu. “Bu çok iyi. Çocuklarınıza Türkçe öğretiniz, sizin de öğrenmeniz gerek… Bu çok önemlidir.”

“Lenin veda sırasında elimi sıktı, bana iyi yolculuklar diledi.

“Bu, Lenin’le son karşılaşmamdı. Bir daha onu görmek kısmet olmadı.” (Semyon İvanoviç Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları, İş Bankası Yayınları, s. 26-29.)

İşte o zamanki Lenin ülkesinin, Türkiye’ye tavrı budur. (Nurullah Ankut, Kadın, İnsanlığa Geçiş, Sosyalizm, Derleniş Yayınları, s. 35.)

***

Görüldüğü gibi arkadaşlar, sanırız Lenin’in anlatımından sonra, bizim bir şey eklememize gerek kalmadı. Çünkü Lenin, çok net bir şekilde koyuyor meseleyi.

Hem Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın, özünü, ruhunu, niteliğini ortaya koyuyor, hem de Mustafa Kemal’i.

İşte biz, Mustafa Kemal’i aynen bu şekilde, yani Lenin’in anlattığı şekilde benimsiyoruz, savunuyoruz. Ve bu Mustafa Kemal’in devamcısıyız, tek meşru mirasçısıyız. Onun gerçekleştirmiş bulunduğu siyasi kurtuluşu, mantıki sonucuna ulaştıracağız, sosyal kurtuluşla taçlandıracağız. Onun mücadelesini, savaşını veriyoruz.

Şimdi de gelelim, cahil ve sığ Kemalistlerin itirazlarına.

Onların Bolşevik Devrimi’nin Lideri, Komünist Lenin’in ne işi var Mustafa Kemal’in yanında, şeklindeki; bilgiden, bilinçten yoksun saçma itirazlarına…

Onlara da Büyük Ekim Devrimi’ni ve onun lideri Lenin’i, onların anlayabileceği şekilde kim anlatabilir, Mustafa Kemal’den daha iyi?

Öyleyse, Mustafa Kemal’i dinleyelim şimdi de:

“Tam ve gerçek bağımsızlığımızı açık ve samimi en önce teslim ederek bize barışma elini uzatan Rus Şuralar (Sovyetler) Cumhuriyeti ile kardeşçe bağlarımızın sağlamlaştırılması, dış siyasetimizin esasıdır.

“Fakat varlığımıza sataşan (tasallut eden) bütün Batı dünyası, Amerika da içinde olduğu halde, tabiatıyla büyük bir kuvvet teşkil ediyor.” (Mustafa Kemal, Aktaran: Fethi Naci, Atatürk’ün Temel Görüşleri, s. 46)

Ve ayrıca da yine bu konuda aynen şöyle der:

Mustafa Kemal, V. İ. Lenin’e yazdığı 10 Nisan 1922 tarihli kişisel mektubunda Türk halkının Sovyet Rusya’ya saygı ve yakınlık duygularını belirterek şöyle demekteydi: “ Daha önce olduğu gibi Rusya’yla dostluk Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin politikasına temeldir ve süreklidir. İçinde bulunduğumuz zamanda, emperyalist ve kapitalist devletlerin başvurmaya başladıkları yeni yöntemlere karşı, ülkelerimizin güçlerini her zamankinden daha çok birleştirmeleri gerektiği kanısındayım. Rusya’nın bize pek çok kez gösterdiği yardım, gözümüzde özel bir önem kazanmaktadır.” (A. M. Samsutdinov, Mondros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi, 1918-1923, Epsilon Yayınları, s. 266)

Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Rusya’yla yani Sovyetler Birliği’yle dayanışmamızı ve bize gösterdikleri maddi ve manevi yardımların önemini en net ve özet şekilde, Mustafa Kemal şu cümleleriyle ortaya koyar:

“Eğer Rusya’nın yardımı olmasaydı Yeni Türkiye’nin İngiliz-Fransız ve Yunan Müdahalecilere karşı zaferi ya bugünküyle karşılaştırılamaz ölçüde büyük kurbanlar pahasına elde edilirdi ya da hatta büsbütün olanaksız olurdu. Rusya Türkiye’ye hem manevi hem maddi bakımdan yardım etti. Ulusumuzun bu yardımı unutması bir suç olur.” (Yeni Rusya ve Yeni Türkiye İşbirliğinin İlk Adımları, Rusya Federasyonu’nun Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği, s. 3)

İşte mesele, bu kadar açık, kesin ve nettir, arkadaşlar.

Demek ki arkadaşlar; bizim bu pankartımızın doğruluk değeri, tutarlılık ve haklılık değeri yüzde yüzdür. Yani mantık diliyle, “sapına kadar” doğrudur, bu önermemiz. Tartışılmaz kesinlikte tutarlıdır, haklıdır da. Kesin bir Tarihi gerçekliği ifade etmektedir çünkü.

Hep tekrarladığımız gibi biz, İşçi Sınıfı Biliminin takipçileri ve savunucularıyız. Bu bilimin de kurucusu Marks-Engels Ustalar’dır.

20’nci Yüzyıldaki geliştirici ve Emperyalizm ve Proletarya Devrimleri Çağı’na uygulayıcıları ise Lenin ve Kıvılcımlı Ustalar’dır. Bunlar, her şeyden önce bilim insanlarıdır. İnsanlığı, içinde yaşadığımız bu hayvanlık konağından çıkarıp gerçek insancıl bir konağa taşıyacak gidişi gösteren bilimin kurucu ve geliştiricileridir, bu Ustalar.

Bu bilime sahip değilsek, ne Tarihi, ne bugünü ne de yarınların nasıl olacağını anlayabiliriz, görebiliriz, öngörebiliriz. İşte bu nedenle biz, insanlığın bu kurtuluş bilimine biricik sosyal bilim, diyoruz.

Burada, isterseniz bir de Mustafa Kemal’le Lenin’in o, ülkemizin, milletimizin kaderini belirleyen büyük dayanışma günlerinin niteliğini, özelliklerini, şartlarını ve elde ettiğimiz zafere rağmen neden bugünkü felaket günlerine getirilip düşürülüşümüzün sebeplerini, Türkiye Devrimi’nin Önderi Kıvılcımlı Usta’dan dinleyelim.

Önder’imiz, aşağıda alıntılayacağımız makalesini 1968 yılında kaleme alır. Aşağı yukarı yarım yüzyıl önce, bugün karşılaştığımız felaketleri nasıl duruca öngördüğünü ve bu açmazdan, kapandan kurtuluşun nerede ve nasıl olduğunu anlatan makalesini alıntılayalım, olduğu gibi:

***

Cumhuriyet Bayramı Nedir?

Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet’in ölümsüz kurucusudur.

Mustafa Kemal, Türkiye’nin yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücü, iki büyük lanetleme gücü ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisinin gönderine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti.

Bu iki kahredici, lanetleme, baş belası güç neydi?

Mustafa Kemal’e göre; birisi Emperyalizm, öteki Saltanat’tı. 

Emperyalizm neydi?

Batıda, serbest rekabetçi tasını tarağını toparlamış ve iç çatışmalarını, dünya ölçüsünde kangrenleştirmiş olan, tekelci kapitalizmdi. 

Saltanat neydi?

Kadim Tefeci-Bezirgân Sermayenin, her türlü gelişimi taşlaştırıp dondura koymuş olan derebeylik biçimiydi.

Bu iki güç birbiriyle domuz topu olmuştu. Emperyalizmin yeryüzündeki egemenliğini sağlayan yerli avadanlık, geri ve sömürge ül­kelerde emperyalizmin teslim aldığı irili ufaklı saltanatlardı.

1919 yılı, yalın savaş kılıcıyla, Modern Çağ derebeyliği olan emperyalizmin, yüzde yüz emrine geçirilmişti. Onun için, Anadolu içlerinde, gâvura karşı kıpırdayan baş kaldırma karşısında, ilkin sözde Müslüman olan, Saltanatı buldu. Emperyalizmin Papaz Fru’ları, Saltanat’ın Molla Necmettin’lerini parayla tuttular. Ve Anadolu topraklarına sarıklı-cübbeli kılıklarla, casus ve baltalayıcı olarak gön­derdiler. Ege Cephesinde Millî Kurtuluş Cephesinin ilk kurşunu, Yunanlıdan önce, sözde Müslüman mütegallibe hacıağalarına karşı sıkılmak zorunda kalındı.

Onun için Türkiye’de Cumhuriyet demek, Türk Milletinin bağrına oturmuş olan emperyalizmle Saltanat’a karşı kurduğu bir savunma kalesi demektir. Bu sebepten Türkiye’nin devrimci Anayasasında, her madde üçte iki çoğunlukla değiştirilebilirdi. Ama hiçbir çoğunlukla, hiçbir zaman ve hiçbir kimsenin değiştiremeyeceği tek madde Türkiye Devletinin bir Cumhuriyet olduğu maddesiydi.

Cumhuriyet Çağına dek Türkiye’de kurtuluş yolları çok arandı ve denendi. Dizginler Saltanat’ın elinde kaldığı sürece debelene debelene batıldı. Ya Lâle Devri gibi, halkın Saltanat’a karşı düşmanlığıyla devrilen, bir sefahat sofrası kuruldu, ya Tanzimat gibi emperyalizme şirin görünme muskası takınılarak Abdülhamit istibdadına karıldı. Ya da Meşrutiyette olduğu gibi Saltanat’ın da altı üstüne getirilip, sömürgeleşme uçurumuna yuvarlanıldı. O “kâr’ı kadim” Saltanat kazanı, emperyalizmin ateşi üstünde kızdırıldıkça, içindeki Türk Milleti diri diri kaynatılmaktan kurtulamazdı.

Cumhuriyet Saltanat kazanını devirip, emperyalizmin ateşini Türkiye’de söndürdüğü için, bir Millî Kurtuluş yarattı.

Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan Finans-Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani Osmanlı Tefeci-Bezirgânlığına karşı savaşarak doğdu.

Türkiye’de Cumhuriyet’in anlamını yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal’in hiç hayale kapılmaksızın pek açık belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki gericilik cephesinde başardığı savaştır.

45 yıldır Türkiye’de neler olupbitti?

Her canlı ya da cansız varlık gibi, toplumumuz da zamanla bir sıra değişikliklere uğradı. Ana çizgisiyle, yani ekonomik temel ve sos­yal sınıf yapısı bakımından geçirdiğimiz değişikliklerin anlamı ve yönü ne oldu?

Soruya duruca karşılık bulmak için, kendi kendimize bir daha sorabiliriz: Türkiye’de Cumhuriyet, Mustafa Kemal’in ilk olarak gördüğü ve gösterdiği hedefe vardı mı? Daha kabaca söyleyelim: Tür­kiye’de Cumhuriyet, Saltanatı kökünden devirip, emperyalizmi kökünden kazıdı mı?

Bu sorulara yuvarlacık bir EVET yahut HAYIR ile karşılık vermek kadar bozuk metafizik veya skolâstik bir düşünce ve davranış olamaz. Cumhuriyetimizin gerçekliğinde yatan diyalektik büsbütün beklenmedik, şaşırtıcı gelişmeler gösterdi.

1- SALTANAT’ın tepesi Padişahlık ve Hilafetti. Saltanatın tabanı derebeyleşmiş Tefeci-Bezirgânlıktı. Cumhuriyet, tepedeki padişahlığı ve hilafeti kaldırdı. Tabandaki Kadim Tefeci-Bezirgân Hacıağalık ne oldu?

Vaktiyle “irtica” denilen gericilik isyanlara, suikastlara giriştikçe ezildi. Kabuğuna çekildikçe rahat bırakıldı, hatta ayrıcalandı. Yalnız ara sıra tefeciliğe karşı resmi savaşlar açıldı. Yüzde ondan “aşırı” faizler kanunla yasaklandı.

Oysa, politikanın etkileyemediği kanunlar vardı. Türkiye ekonomisinde Kadim Tefeci-Bezirgân Sermayenin kökünü ancak genlikli (prosper: müreffeh) ve hızlı bir modern sanayileşme kazıyabilirdi. Geniş üretim alanımız, toprakta küçük ekici, sanayide esnaf eliyle yürütüldükçe kaçınılmaz sonuç belliydi. En ufak teşkilâtına göz yumulmayan, her kımıldanışı “ağa ağırlığı ile boğulan, bin bir devlet vergisi ve banka mükellefiyetleri altında her gün biraz daha ezilen KÜÇÜK ÜRETMENLER Tefeci-Bezirgân torbasında kekliktiler.

O yüzden en iyi niyetli olsun veya olmasın, bütün resmî yasaklar ister istemez kitapta kaldı. Hayatta Kadim Tefeci-Bezirgân ilişkileri, şehir bankalarından güç alarak bütün hınçları ve uğursuzluklarıyla işlediler. Eski “saltanatlarını” (yeni egemenliklerini) yürüttüler ve gitgide büyülttüler.

2- EMPERYALİZM’in tepesi -o günler- Yunan Kralı ile Türk Padişahının gölgelerine çöreklenmiş: İngiliz, Fransız, Amerikan, İtalyan vb… emperyalist silâhlı güçleriydi. Emperyalizmin Türkiye içindeki tabanı: yabancı komprador sermaye, yani bankalar ve şirketlerle onların acenteleriydi.

Mehmetçik, Yunan Ordusu’nu baskına uğratınca Yunan Kralını, maymun ısırdı, Türk Padişahının kavuğu devrildi. Emperyalist silahlı güçler paratonersiz kaldılar. Anayurtlarındaki grevlerde, halk hareketlerinde Sovyet İhtilâlini bastırmaya vakit bulamayan emperyalizmin silâhlı güçlerini de şeytan aldı götürdü. Tabandaki modern yabancı şirketlerle acenteler ne oldular?

Düyunu Umumîye alacaklıları “Şark İsyanlarını” ve şirketler “Gaziye suikastları” kışkırttıkça, yerli-yabancı firmalar devletleştirildi. Çoğunluğu Rum, Ermeni, Yahudi olan komprador burjuvazi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla sindirildi. Sermayeci tıkırına baktıkça okşanmaktan da öteye şımartıldı ve varsa yoksa biricik devlet gözdesi yapıldı.

Bunun üzerine pek imrendiğimiz özel sermaye külahları silâhları değiştirip yerli millî şirketler kılığında “adanmış toprağına” kavuştu. Uluslararası Finans-Kapital bütünlüğü içinde bir öz ve özel parça oldu. Türk’ler “Medenî Kıyafet” takınıp “Avrupalılaştılar”. Batılı kodaman turistler ve vaktiyle Türk’e tepeden bakan kompradorlar da “Türkleştiler.”

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki “Cemiyeti Akvam” (Uluslar Derneği) adını alan kozmopolitlik eğilimi, İkinci Dünya Savaşı’ndaki “Birleşmiş Milletler” biçimine doğru gelmişti. NATO, CENTO, Pentagon kemerlerini cankurtaran simitleri gibi kuşandık.

Cumhuriyetinin başlıca “hikmeti vücudu”: Birincisi, saltanatı (Türkçesi: DOĞU GERİCİLİĞİNİ), İkincisi Emperyalizmi (Türkçesi: BATI GERİCİLİĞİNİ) yok etmekti.

1919-29 arası Türkiye’de, Kadim Doğu gericiliğinin kavuğu olan saltanat devrildi. O kavuğun örttüğü asıl Doğu gericiliğinin başı: Tefeci-Bezirgânlık dımdızlak parladı kaldı. O yüzden eski “irtica”, yeni “gericilik”: budanmış ağaç gibi, her zamankinden daha zor kötekli ve daha gürbüz olarak, dört bucağımıza dal budak saldı.

1919-29 arası, Türkiye’de modern Batı gericiliğinin şapkası olan emperyalizm, silâhlı kuvvet biçimiyle önce kapıdan kovuldu. O şapkayı taşıyan eskimiş ve iler tutar yeri kalmamış komprador burjuvazi saf dışı edildi. Emperyalizm şapkasını yerli millî şirketler başlarına geçirdiler. Kapıdan kovulan yabancı sermaye: “Batıcı Demokrasi” ve “dış yardım” adı verilen Truva’nın Atıyla yurdumuza bacadan girdi. Bir de baktık, 1923 yılı Finans-Kapital şeytanının alıp götürdüğü yabancı silâhlı güçleri, aynı şeytan satamayıp geri getirdi. Ve yüzlerce üs’te yuvalandırdı.

O nedenlerle, kırk yıllık ara geçmeden: Birinci Kuvayimilliyecilikten sonra bir İkinci Kuvayimilliyecilik gerekti.

1919-29 yılları Birinci Millî Demokratik Devrim sosyal bir kümeye: “komprador burjuvaziye” karşı gerçekleşti. Ancak, kompradorların yerine, Türkiye’de, genlikli ve ilerici bir sanayi burjuvazisi geçemedi. “Eşsiz Örneksiz” Devletçiliğimiz sayesinde: tebdil gezen en kodaman eski kompradorlar, en kodaman, kadim Tefeci-Bezirgânlar ve en kodaman büyük toprak emlâk ağaları bankalar kubbesi altında harman edildi; hepsinden, son sistem “her mahallede bir milyoner” parolalı yerli millî FİNANS-KAPİTAL OLİGARŞİSİ yaratıldı.

1959-69 yılları İkinci Millî Demokratik Devrim, 27 Mayıs’ın ışığı altında çim çiğ aydınlandı. Burada, nükleer başlıklı Amerikan üslerine sırtlarını dayamış bulunan Finans-Kapital Oligarşisi, Mustafa Kemal’in “EMPERYALİZM” dediği BATI GERİCİLİĞİ’dir. Burada köylerimizi inlete inlete sömürdükçe biti kanlanan tefeci hacıağalık Mustafa Kemal’in “Saltanat” dediği DOĞU GERİCİLİĞİ’dir. Her iki gericilik de, 48 yıl önce Kuvayimilliyeci atalarımızın savaş açtıkları aynı iki başlı ejderhanın bugünkü gelişimidir. İki kahredici, iki lanet olası büyük başbelâmızdır.

Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.

İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayimilliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.

HİKMET KIVILCIMLI

(29 Ekim 1968)

***

Evet, arkadaşlar. Bilindiği gibi, 11 Ekim 1971’de, Kıvılcımlı Usta’yı kaybettik. Tabiî Önder’imiz, yalnızca bedence ayrılmış oldu aramızdan. Onun ruhu, heyecanı, kararlılığı, sarsılmaz inancı ve düşman karşısında pervasız duruşu, ataklığı ile bizlerde yaşıyor. Yine yan yanayız Önder’imizle, savaşıyoruz. Zafere ulaşıncaya kadar da aralıksız savaşacağız. Ve sonunda mutlaka biz kazanacağız.

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

29 Kasım 2016

Nurullah Efe Ankut
HKP Genel Başkanı