Türkiye Devrimi’nin Önderi, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın tanımlamasıyla “MAH (zamanın MİT’i) Şehidi” olan yiğit, komünist yazarımız Sabahattin Ali’yi, vahşice katledilişinin 75’inci yıldönümünde bir kez daha saygıyla anıyoruz. Bu vesileyle, Genel Başkan’ımız Nurullah Efe Ankut’un, Partimizin 2013 yılında gerçekleştirdiği Hikmet Kıvılcımlı Anmasındaki konuşmasından, Sabahattin Ali’nin gerçek katillerini anlattığı bölümü bir kez daha halkımızla paylaşıyoruz.
***
Bir tanığın anlatımıyla Sabahattin Ali’nin katledilişi
Sabahattin Ali’yi herhalde hemen hemen hepimiz biliyoruz değil mi, yoldaşlar?
Şimdi Pınar Yoldaş’ımızla da daha önce konuştuğumuz ve mutabık kaldığımız üzere, ben biraz boğazımı dinlendirmek için genç arkadaşlarımdan rica edeyim: Sabahattin Ali üzerine, onun katli üzerine bir belge, bizzat olaya tanık olan birinin yazdığı bir belgeyi okuyalım, izleyelim:
Ne zaman katledildi?
2 Nisan 1948’de. Yani bu nota namussuzluğundan üç sene sonra, Missouri’nin ziyaretinden iki sene sonra. Yani CIA artık Komünistleri sadece zindanlarda tutmakla bu işin üstesinden gelinmez. Onların önde gelenlerini, diğerlerine de ders olması için, ortadan kaldırmamız gerekir, sorgusuz sualsiz. Bu işin kesin önlemi budur, diyordu. Bunların bir kısmı dönse de bir kısmı inançlı adam, devam eder mücadelesine. Bunların önde gelenlerini katlettik mi, terörize ederiz, diyor. O zamana kadar katli yoktu komünistlerin. O zamana kadar Ortaçağcılar, Şeriatçı isyancılar katlediliyor, İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp katlediliyor, Onbeşler’in dışında, ki o Kazım Karabekir’in özel bir komplosu Fevzi Çakmak’la, onun dışında katliam yok, zindana tıkma var. Ama katliamlar çağı açılıyor artık.
Nevzat Bölügiray, olayın tanığı. Onun kitabından okuyacağız katliamın ne şekilde yapıldığını. Mustafa, Metin, Orhan Arkadaşlar hatırlarlar, Cevat Yurdakul’un katledildiği dönemde Adana Sıkıyönetim Komutanı… Cevat Yurdakul, Pol-Der üyesi namuslu bir emniyet müdürüydü.
Ali Başkan: Evet.
Nurullah Ankut Yoldaş: Belediye-İş Sendikası’nın Genel Başkanlığını yapıyor ama kardeşine layık biri değil Nihat Yurdakul. Cevat Yurdakul namusluydu, devrimcilere sempatizandı yani Pol-Der’liydi.
Nevzat Bölügiray, o dönemde Adana Sıkıyönetim Komutanıydı, darbeden sonra da, 12 Eylül Faşist Darbesinden da sonra Sıkıyönetim Genel Koordinatörü oldu. 1983’te de emekli oluyor.
Kitap şöyle başlar:
“KOMÜNİSTLERE ÖLÜM
“BİR KOMÜNİSTİN ÖLDÜRÜLÜŞÜ”
Tabiî cellâtların gerçek adını vermiyor. Takma isimle anıyor onları. Başta açıklıyor; bazı isim ve kurumların adını açıklamanın sakıncalı olacaklarını düşündüklerimi gerçek adlarıyla anmayacağım. Başka adlarla anacağım. Bunların takma olduğunu belirtmek için de parantez içinde T (T) harfi koyacağım, diyor.
Pınar Akbina Yoldaş (kitaptan okuyor):
“BİR KOMÜNİSTİN ÖLDÜRÜLÜŞÜ
“Soğuk ve yağışlı bir Kasım ayı. Tarihi bir askeri bina olan Edirne Sınır Taburu’nun bulunduğu Harbiye Kışlası’nda bir gece. Tavandan sarkan küçük, çıplak bir ampulün yarı aydınlattığı bir odada, bir masa çevresinde oturan üç subay, derin bir söyleşiye dalmışlardı. Subaylardan biri Yzb. Aziz’in (T) bir hayli içkili olduğu, ara sıra kayan gözlerinden ve konuşurken dilinin dolaşmasından anlaşılıyordu. İkinci subay, yaşlı görünümlü, iri yapılı, etli yanaklı, saçları genç yaşta dökülmüş levazım Kıdemli Üsteğmen Fevzi (T). O da içkiliydi ama çok belli olmuyordu. Üçüncü subay ise, taburun Bağımsız Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı ve yeni Üstğm. olan ben, hiç konuşmuyorum, belki büyüklerime saygımdan, belki de söyleyecek, söylemeye değer yaşanmış bir askerlik anımın bulunmadığı için susuyor, ya da var ama anlatmak istemiyorum. Sadece dinliyor, dinlemeyi yeğliyorum.
“Söyleşinin hararetli bir anında kapı çalındı.
“Yzb. Aziz bağırdı: -Kapıdaki kişiye seslenme yetkisi en kıdemli subayındı. Ayrıca Tabur Nöbetçi Amiri idi-
“- Giiir!..
“Kapı açıldı, içeri giren nöbetçi çavuş esas duruşa geçip, selam verdi.
“Yzb. Aziz, arkadaşlarıyla söyleşinin bölünmesinden biraz sinirlenmiş olduğu için sertçe sordu:
“- Ne var?!
“-Komutanım, polisler bir sivil getirdiler, bize teslim etmek istiyorlar. Bir de yazı getirdiler, buyrun.
“Çakırkeyif yüzbaşı, çavuşun uzattığı sarı zarfı biraz içkinin etkisiyle, biraz da meraktan doğan bir telaşla koparır gibi çekip aldı, parmağını yandan sokup zarfı açtı. Zarfın içinden çıkan çift kırmızı aylı ve kırmızı “zata mahsus” damgalı kâğıdı bir solukta okudu. Yüzbaşı, okuduğu yazı ile ayılır gibi olmuştu. Yazıyı bir kez daha okuduktan sonra arkadaşlarına döndü ve konuyu çok önemsediğini belirten bir ses tonu ile durumu açıkladı:
“-Yazı MAH’tan geliyor arkadaşlar!”
Nurullah Ankut Yoldaş: MAH, MİT’in eski adı.
Pınar Akbina Yoldaş: Milli İstihbarat Teşkilatının ilk kuruluş adı.
Nurullah Ankut Yoldaş: Halkımızla dalga geçmek için “Milli Amele Hizmetleri” diye adlandırılır. Tam tersi işlev görür. Yani gerçek işlevinin tam tersi adla halkımızı kandırıyorlar. Milli Amele Hizmetleri açılımı MAH’ın bu, diyorlar. Evet arkadaşlar.
Pınar Akbina Yoldaş: “Yazı MAH’tan geliyor arkadaşlar! “Zata mahsus”; ama sizden gizleyecek değilim ya, size de okuyayım da ülkemizde ne şerefsiz adamlar varmış görün!..
“Yazı şöyleydi:
“(…) yazı ile gönderilen kişi, (…) Üniversitesi hocalarından (…), Stalin’e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, ‘usulü dairesinde’ ve ‘kimseye gösterilmeden’ sınır dışı edilecektir…”
“Yzb. Aziz bu son cümleyi, üzerine basarak ve ağır ağır okurken, bir yandan da levazım subayına anlamlı bir şekilde göz kırpıyordu.
“Ben, hem okunan yazıyı tam olarak anlayamamanın, hem de bir Türk vatandaşının, hele de bir bilim adamının Rusya vatandaşı olmak istemesinin yarattığı şaşkınlığın neden olduğu soru dolu gözlerle, bir süre, yüzbaşıya baktım. Sonra düşüncemi açıkladım:
“- Nasıl bir iştir bu? Bir Türk vatandaşı, bir üniversite hocası, ülkesini bırakıp da yabancı bir ülkenin, hele yüzyıllardır Türkiye’nin düşmanı olan, şimdi de Türkiye’den toprak isteyen Sovyet Rusya gibi bir ülkenin vatandaşı olmayı nasıl ister?
“Yüzbaşı, bana yanıt vermedi; herhalde o yıllardaki (1940’lı) her Türk subayı gibi o da böyle düşünüyordu.”
Nurullah Ankut Yoldaş: Düşünebiliyor musunuz; o yıllardaki her Türk subayı artık Sovyet düşmanı haline getirilmiş. Karabekir ve Fevzi Çakmak’ın yönetimindeki genelkurmay kadrosu tarafından ve onların yönettiği MAH tarafından…
Pınar Akbina Yoldaş:
“Yüzbaşı çavuşa seslendi:
“- Getir şu namussuz herifi de boyunu görelim!
“Dışarı çıkan çavuş, biraz sonra adı geçen kişiyle beraber döndü.
“Süklüm püklüm büklüm içeri giren kişinin elleri önden kelepçeliydi ve bir elinde içine bir takım kâğıtlar doldurulmuş olan bir kâğıt sepeti tutuyordu. Ben buna bir anlam veremedim. Neden bir torba ya da küçük bir çantası yoktu? Belki de Stalin’e yazdığı dilekçe MAH’ın eline geçer geçmez, hiçbir kişisel eşya almasına fırsat vermeden adamı yaka paça alıp buraya göndermişlerdi. Belki de o, Rusya’da kendisinin her türlü gereksinmesinin karşılanacağını düşünerek hiçbir şey almak gereğini duymamıştı.
“Adamın rengi sapsarıydı. Sınır dışı edilecek bir kişinin yüzü her halde pembe beyaz olacak değildi ya! Yüzü de sanki olması gerektiğinden biraz daha uzamış gibiydi. İki günlük sakalı ve altları kararmış, çukura kaçmış gözleri ile bir korku abidesi gibi duruyordu karşımızda. Uzun boylu, kravatlı, takım elbiseli ve gözlüklü aydın bir kişi görünümündeki adam, tüm korkmuş durumuna karşın, soğukkanlılığını korumaya çalışır gibiydi. Gerçekte bu sonuca pek de şaşırmaması gerekirdi. Çünkü 1940’ların Türkiye’sinde, böyle bir girişimin sonucunun da böyle olacağını düşünmeliydi. Hem de Stalin, daha birkaç yıl önce Türkiye’nin Doğusu’ndan toprak isterken ve Boğazlar’da hak iddiasında bulunurken, Türk istihbaratının ne denli duyarlı olabileceğini bilmesi gerekirdi. Böyle bir girişimin vatan hainliği olarak nitelendirileceğini hiç mi düşünmemişti? Aydın bir adamdı ve kuşkusuz bunları da biliyordu. Buna karşın, böyle bir davranışa onu iten ne olabilirdi? Buna bir neden, bir yanıt bulamıyordum. Acaba düşüncelerinden ötürü çok büyük bir baskı altında kalmış ve öldürülmekten korkmuş olduğu için mi, böyle bir yola başvurmuştu; böylece Rusya’da daha güvenli ve özgür yaşayacağını mı düşlemişti? Eh işte şimdi sınır dışı edilerek arzusuna kavuşabilecekti. Komünist Bulgaristan, herhalde onu Rusya’ya gönderirdi. Gitsindi, hiç değilse Türkiye’den bir hain eksilmiş olurdu. Rusya’ya gidince de Hanya’yı Konya’yı görürdü.
“Levazım üsteğmeni Fevzi ise, hafifçe sırıtıyordu. Bu çok tuhaf bir gülümsemeydi; dudakları hafifçe açık, gergin ve dişlerinin uçları görünüyordu; sanki birini ısırmak istiyor gibiydi. Bu sırıtkan ağzı; kısılan, öç ve kin dolu gözleriyle birleşince, Fevzi’nin yüzü korkutucu bir şekil almıştı; sanki üstüne atlayıp, avını parçalamaya hazırlanan vahşi bir hayvan gibi bakıyordu adama. Yüzbaşı ise, Fevzi’ye bakarken hafifçe gülümsüyordu ama daha doğal bir gülümsemeydi bu, biraz da keyifli bir gülümsemeydi. Bu gülümsemelerde anlayamadığım bir giz var gibiydi, sanki bir parolaydı aralarında. Benim soru ve şaşkınlık dolu bakışlarımı gören Fevzi’nin yüzü birden şekil değiştirip doğal bir durum aldı; şimdi daha doğal bir şekilde gülümsüyordu.
“Yüzbaşı, çavuşa döndü:
“- Peki oğlum! dedi. Teslim alın ve nezarete atın. Dikkatli olun. Biz onu yarın sabah Bulgaristan’a postalarız, o da sevgili Rusya’sına kavuşur hah hah hah!..
“Nöbetçi çavuş, adamı kolundan çekti, önüne katıp, sırtından itekleyerek odadan çıkardı. Adamın yüzündeki korku ifadesi daha da derinleşmişti; ayaklarını sürüyerek yürüyüşü, tüm gücünü yitirdiğini gösteriyordu ve öylesine çökmüştü ki boyu sanki biraz küçülmüş gibiydi. Adamın, gelişinden gidişine dek ağzından bir tek sözcüğün çıkmaması da beni çok şaşırtmıştı.
“Adam, dışarı çıkınca üsteğmen Fevzi, bana döndü ve sağ yumruğunu sol avucundan çıkarıp sallayarak:
“Nah! Rusya’ya gideceksin! Namussuz komünist piçi! dedi.
“Benim bu hareketten pek bir şey anlamadığımı görünce açıklamak gereğini duydu:
“- Biz, dedi. Bu namussuz gibi üç kişiyi postaladık sınır dışına; ama canlı olarak değil tabii. MAH’ın yazısındaki “kimseye gösterilmeden sınır dışı edilsin” sözlerinin anlamı, “adamı yok edin” demek oluyor. Anladın mı şimdi ha!
“Hiç beklemediğim bu açıklama karşısında benim şaşkınlığım bir kat daha arttı ve adeta ağzım açık kaldı; çünkü Üstğm.Fevzi açıkça bir cinayetten söz ediyordu. Herhalde şaka yapıyordu, ama yine de Üstğm. Fevzi’nin biraz önceki sadistçe gülümsemesi bende kuşku yaratıyordu. Bu hain adama çok kızmama karşın, hiçbir yargı kararı olmadan, yetkili ve görevli olmayan kişiler tarafından, bir gizli yazıdaki belirsiz bir ifadeye dayanarak -kimseye gösterilmeden- bir insanın öldürülebileceğine olanak göremiyordum. Evet! Kuşkusuz bu soğuk bir şakaydı; beni saf bulmuşlar işletiyorlardı. Bu düşünce ile ben de belli belirsiz bir gülümseme ile onlara katıldım.
“Gece bir hayli ilerlemişti. Yüzbaşı Aziz esneyerek ayağa kalktı ve odasına yönelirken, geriye bakıp:
“- Haydi çocuklar, dedi. Çok geç oldu, ben yatmaya gidiyorum, size iyi geceler.
“Sonra ciddi bir eda ile ekledi:
“Hem yarın sabah çok işimiz var, dedi. Haa! Fevzi kaçta çıkarız yola?
“- Üçte hareket edersek gün ağarmadan sınırda oluruz. Sonra da “kimseye göstermeden” sınır dışı ederiz, değil mi yüzbaşım? Hah hah hah!
“Yüzbaşı Aziz, başını salladı, planı onaylıyordu ve Fevzi’nin sözlerini yineledi:
“Kimseye göstermeden”, değil mi? Hah hah hah!
Üsteğmen Fevzi de kalktı ve yatmaya giderken;
“- Haydi iyi geceler Nevzat. Yarın olanları sana anlatırım, dedi.
“- İyi geceler Üsteğmenim.
“Ertesi gün erkenden eğitime çıktığım için Üstğm. Fevzi’yi görmeme ya da onun beni aramasına fırsat olmamıştı. Öğleyin eğitimden dönüp öğle yemeği için gazinoya gittiğimde, orada Üstğm. Fevzi ile karşılaştım. İştahla yemeğini yiyordu. Benim, kendi masasına oturmamı işaret etti; ben de oturdum ve yemeğimi istedim. Fevzi’nin yüzündeki geceki ısırırcasına gülüşün yerini, şimdi görevini, ya da sevdiği bir işi başarıyla yapmış bir insanın mutluluğunu yansıtan bir gülümseme almıştı. Benim, olayı merak ettiğimi düşünerek:
“- Domuzu sınır dışına postaladık, dedi.
“- Eh, adam da isteğine kavuşmuştur artık.
“Fevzi, benim bu saflığıma kahkahalarla güldü:
“- Yahu, sen de amma safsın be Nevzat! Dün gece anlattıklarım hiç mi anlamadın yani?
“- …
“- Her neyse. Dün gece Yzb. Aziz ve önceki sınır dışı olaylarında bize yardım eden bir arkadaşla, Üstğm. Rıza (T) ile adamı sınıra götürdük. Tam sınıra gelince, elleri arkadan bağlı olan adama, önümüzden yürümesini söyledik. Adam öldürüleceğini anlamıştı galiba; çok zor yürüyor, ayaklarını sürüyordu. Sınırdan Bulgar topraklarına üç dört adım atar atmaz, hazırlayıp yanımızda getirdiğimiz ilmikli ipi hızla arkadan adamın boynuna geçirdik ve iki taraftan Üsteğmen Rıza ile var gücümüzle ipe asıldık. Ben, o arada dizimi adamın beline dayayıp güç alıyordum ve “küt!” diye bir ses duyuldu; boynu kırılmıştı. Tabii “kimse görmeden sınır dışı edilmesi” için ateşli silah kullanamazdık. En sessiz ve temiz yöntem boğmaktı; biz de öyle yaptık. Sonra sınırın üç dört adım ötesine bir çukur açtık, adamı içine atıp toprakla örttük. Sabahleyin de tutanağı yazıp tabur komutanına verdik: “… hiç kimseye gösterilmeden sınır dışı edilmiştir.” Altında da üçümüzün imzası bulunuyordu.
“Üstğm. Fevzi’nin yüzüne baka kalmıştım. Hiçbir şey diyemedim. Ayrıca ne diyebilir ne yapabilirdim, bilemiyordum. “Oh iyi olmuş hain komüniste!..” mi demeliydim ya da “Bu yaptığınız cinayettir!” mi demeliydim? Yoksa bu cinayeti üst komutanlara ihbar mı etmeliydim. İhbar etsem bunu nasıl kanıtlardım. Olayı sadece bana anlatmışlardı, bu nedenle başka bir tanık gösteremezdim. Ayrıca öldürme olayı Türk topraklarında değil, Bulgar topraklarında işlendiği için cinayeti nasıl kanıtlardım? Bu çaresizlik içinde susmaktan başka bir olanak yoktu ve ben de sustum; bugüne dek ilk kez burada açıklıyorum bu olayı.” (Nevzat Bölügiray, Geçmişten Geleceğe, Tekin Yayınları, İstanbul, 2009, s. 17-22)
Nurullah Ankut Yoldaş: Çok teşekkür ederim amcam.
(Alkışlar… Slogan: Davamız Halkların Kurtuluş Davasıdır… Alkışlar…)
Nurullah Ankut Yoldaş: Evet yoldaşlar. Kasım ayı, diyor, burada şaşırtmaca yapmak için. Nisan dese açıkça Sabahattin Ali’yi işaret etmiş olacak. Bence büyük olasılıkla bu yüzden Kasım ayı diyor. Tarif ettiği tip, her şeyiyle Sabahattin Ali’nin tipi. Birkaç yıl önce Stalin nota verdi dediğine göre, bu katliam 1948 yılına denk düşüyor. Hani bu alçakça nota oyunu hemen savaş bitiminde oynandı ya…
Zayıf bir olasılıkla Sabahattin Ali olmasa bile başka bir devrimci aydınımız burada anlatılan canavarlığın kurbanı. Ama kuvvetli olasılıkla Sabahattin Ali’nin alçakça katli anlattığı olay.
Nevzat Bölügiray da burada yüreksizliğini, çaresizliğini diyelim isterseniz, küçükburjuva çaresizliğini mazeretlendirebilmek için, ne yapabilirdim? diyor.
Adamların tarif ettiği yer belli, anlattıkları yer de belli. MAH’tan gelmiş tutanak da belli. Görev yerine getirildi, göndermiş olduğunuz filan kişi emrettiğiniz şekilde ortadan kaldırıldı diye MAH’a gönderilen belge de belli. Ya da MAH’ın arşivinde duruyor. Ya da durması gerekir. Çünkü devletin resmi belgesi bu… Orada, tutanakta tarif edilen insan da belli… Gider orada gösterirsin. Orada sınır dışı mı etmişler, katliam mı yapmışlar anlattıkları gibi, kanıtlarsın. Bu gayet basit bir şey… Kaldı ki bugün bile gerçek isimleriyle canileri açıklama cesareti gösteremiyor. Takma isimle işaret ediyor onları. Eh işte bunlar da küçükburjuva; ne diyelim, şeklî Kemalist, şekilci Kemalist. Vicdanının rahatsızlığını da hesaba katarsak, vicdanını rahatlatmak için tanık olduğu bu caniliği, insanlık dışı hayvanlığı burada açıklamak durumunda kalıyor.
Hayvanlık bile diyemeyiz. Hayvanlara hakaret olur. Çünkü hiçbir hayvan, içgüdülerinin dışında, zarar vermek kastıyla böyle bir eylem yapmaz. İçgüdüleri de iki şeye odaklıdır: Bir; hayatta kalmak, iki; nesillerini devam ettirmek arkadaşlar. Yaptıkları tüm eylemler, davranışlar hayvanların bu iki amaca yöneliktir.
(N. Ankut Yoldaş, yakın gözlüğünü o arada nereye koyduğunu hatırlamaz ve aramaya başlar. İzleyici yoldaşların söylemesiyle bulur.)
Ha, evde de bazen gözlüğümü, çay bardağımı kaybederim; Sultan’a buldururum. Sultan cin gibi, hemen olası bulunabilecek yerleri yoklar, bulur getirir. Ve beni de babama benzetir. “Hoca yaşlandıkça babana benzedin, çok beceriksiz bir adam oldun”, der. E, biraz yaşın etkisi artık. Koyduğumuz yeri unutuyoruz. Sultan’sa dikkatinden hiçbir şey kaybetmedi… Tabiî Anadolu’nun bilinen en eski ana tanrıçası Kibele’nin ruhunu ve genlerini taşıyor. Zaten doğup büyüdüğü yer de Kibele’nin vatanına (Çatalhöyük-Konya) 40-50 kilometre kadar yakın…
***
Sabahattin Ali neden katledildi?
Sabahattin Ali, 1946 yılında Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne geliyor ziyarete. Devlet tiyatrolarının kurucusu, Hitler Faşizminden kaçan demokrat Alman tiyatrocu Karl Ebert’e tercümanlık yapmak üzere birlikte geliyorlar. Ama Sabahattin Ali, Karl Ebert’ten çok daha fazla ilgi görüyor. Tabiî S. Ali, yazar, şair, konservatuarda hoca. O bakımdan öğrencilerin hayranlığını kazanmış. Hasanoğlan bildiğimiz gibi yüksekokul seviyesinde. Köy Enstitülerinin yüksek okul kısmı ve direği. Bir gün bir gece kalıyorlar ve gece öğretmenlerle bir toplantı yapıyor Sabahattin Ali. İlerici, devrimci öğrenciler var, öğretmenler var onlarla sohbet ediyorlar.
Tabiî aynı zamanda Nihal Atsız’ın o zamanlar aktif önderliğindeki faşist ekip var, onlara da bağlı az sayıda köy enstitüsü öğrencisi var, öğretmen var; onlar ihbarda bulunuyorlar İlköğretim Genel Müdürlüğüne. Yani komünist faaliyet yapılıyor, Sabahattin Ali’nin, Nazım Hikmet’in ve diğer komünistlerin kitapları getiriliyor, okutuluyor, anlatılıyor Köy Enstitülerinde, diye. 1946 seçimleri sonrasında, ABD Emperyalizminin ve yerli sermayenin bu baskıları karşısında, İsmet Paşa geri adım atıyor, çözülüyor. Kendi eliyle kurduğu Köy Enstitülerine ilk darbeyi kendisi vuruyor; Hasanoğlan Köy Enstitüsünü kapatıyor. İhbar edilen devrimci öğretmenler arasında, Mustafa, Metin, Orhan Yoldaşlar hatırlayacaktır, bizim İşbilgisi Öğretmenimiz Bekir Semerci’nin de adı var. Biyoloji ve İşbilgisi öğretmenimiz oldu, Konya Karma Ortaokulu’nda. Ermenekli, namuslu, öğrenci dostu, bize abi gibi davranan, gerçek anlamda bir Köy Enstitüsü öğrencisiydi, oradan yetişme bir öğretmendi.
Tabiî bütün bunlar, Sabahattin Ali için ölüm fermanın imzalanmasında etken olur. İsmet Paşa, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’u görevden alıyor ve Hasan Ali Yücel’i de bakanlıktan alıyor. 1946 seçimi sonrası kurduğu Recep Peker başbakanlığındaki yani Nazi eğilimli hükümette H. Ali Yücel yer almıyor. Onun yerine Recep Peker’le aynı eğilimde olan Şemsettin Sirer getiriliyor.
Üstelik de H. Ali Yücel, üç yıl boyunca komünist olduğu iddiasıyla yargılanıyor; mahkemelerde süründürülüyor, sonrasında da köşesine çekiliyor.
Bu gerici savrulmaya, İsmail Hakkı Tonguç o denli kızıyor ve küsüyor ki, İsmet Paşa’yla ömür boyunca bir daha görüşmüyor, yüz yüze gelmiyor. O da namuslu bir insan, gerçek bir halksever, gerçek bir halk çocuğu…
Zaten Fevzi Çakmak mesela, “Paşam bu komünist yuvalarını ne zaman kapatacağız? Daha ne kadar tahammül edeceğiz bunlara” diye, İsmet Paşa’ya ikide bir Genelkurmay Başkanı olarak tehdit mi diyelim, teklif mi diyelim, girişimlerde bulunur.
İşin tuhafı, Köy Enstitülerindeki bu devrimci faaliyetleri soruşturmak üzere yeni milli eğitim bakanıyla beraber Kazım Karabekir geliyor Hasanoğlan Köy Enstitüsüne, Sabahattin Ali’lerin ziyareti sonrasında. Kazım Karabekir, sizin bir marşınız varmış, diyor. Hani o marşı (Ziraat Marşı)nı belki bazı arkadaşlarımız bilir:
“Sürer eker biçeriz güvenip ötesine”
diye başlar,
“Milletin her kazancı milletin kesesine.
Toplandık baş çiftçinin, Atatürk’ün sesine”
diye ikinci, üçüncü dizesi devam eder.
O zamanki öğretmenler anlatıyor: “Baş çiftçi Atatürk”, der demez, kestirdi, diyorlar Kazım Karabekir. Yani Atatürk’ün adını duymaya bile tahammül edemedi, diyorlar. Bu denli tepkili arkadaşlar ve bu denli gerici.
Halkımıza çok büyük yararı olan bu eğitim kurumları, yerli-yabancı Parababalarının çıkarına dokunduğu için kapatılıyor. Tabiî onların derdi halkın refahı, mutluluğu değil. Kendi vurgunları, talanları, sömürüleridir.
Bundan sonraki yıllar artık Birinci Ulusal Kurtuluş’un ve onun sonucu kurulan Cumhuriyet’in kazanımlarının, değerlerinin birer birer kaybedildiği yıllar olacaktır. Türkiye her geçen gün biraz daha emperyalizmin saflarına doğru çekilecek ve sonunda emperyalizmin yarısömürgesi haline dönüştürülecektir.
Köy Enstitüleriyle ilgili olarak bu konuyu geçmeden önce şu aydınlatıcı satırları okumakta fayda görüyoruz:
“1946: H. Ali Yücel ile kurucusu ve büyük eğitimci İsmail Hakkı Tonguç ve ekibi görevden alınır. Tüm Köy Enstitülüler için uzun ve zorlu yıllar başlar…
“Toprak ağaları ve onların yurt içi ve dışındaki destekçileri (Yerli- yabancı Finans-Kapitalistler, – N. Ankut) bu büyük atılımın hayata geçmesine izin vermemiştir. Fakat bu kadar etkin ve iyi sonuçlar alınmış bir kurumu birdenbire kapatmayı göze alamazlar… Bu süreç aşamalı olarak 8 yıl sürer.
“1947: Önce program değiştirilir. Öğrencinin yönetime katılması, iş eğitimi gibi temel ilkeler ve etkinlikler, mezunlara arazi ve teçhizat sağlama uygulaması kaldırılır.
“Aynı yıl beyin işlevi gören Yüksek Köy Enstitüsü kapatılır. Öğrenciler başka okullara nakledilir. Bazı öğrenciler solcu oldukları için askerliklerini “çavuş” olarak yaparlar.
“1948: Eğitmen kurslarına son verilir. Kimlikleri değiştirilen ve adları hâlâ Köy Enstitüsü olan kurumlar kız ve erkek öğrencilerin ayrılması ile son darbeyi alır.
“1954: İlköğretmen okuluna dönüştürülerek tamamen kapatılır. (Demokrat Parti İktidarı-Bayar-Menderes döneminde, – N. Ankut)
“Böylece, UNESCO tarafından gelişmekte olan ülkelere önerilen eğitim tarihinin bu özgün uygulamasına son verilmiştir.
“Geriye Kalanlar!!
“1945-46 öğretim yılına kadar:
“17 321 öğretmen, 8756 eğitmen, 1599 sağlık memuru, milyonlarca yetişmiş öğrenci, onlarca yazar, bilim insanı, sanatçı;
“710 bina, 15 000 dönüm işlenmiş toprak, 750 000 dikilmiş fidan, 1200 dönüm bağ…” (Köy Enstitülerini Araştırma ve Eğitimi Geliştirme Derneği, KAVEG)
(Nurullah Ankut, Lenin Sonrasının Marksizmi-Leninizmi Işığında Dünya ve Türkiye, Derleniş Yayınları, Mayıs 2014, s. 137-147)