OLMAZSA OLMAZLARIMIZ!

Antiemperyalist olmak:
 
Bu prensibin anlamı, hem ABD, hem de AB (biz kısaca AB-D diyoruz) Emperyalizmine karşı olmaktır. Bu emperyalist güçlerin, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü vb. gibi ekonomik; NATO gibi askercil; CIA ve onun emrine girmiş casusluk faaliyetleri alanlarında, ülkemizi düşürdükleri sömürge statüsüne karşı İkinci Kuvayimilliye mücadelesini aktif olarak savunmak ve yürütmek demektir, antiemperyalist olmak.
Emperyalizmi yalnızca böyle kavramak da yetmez. Emperyalizm demek, en kestirme anlatımla Tekelci Kapitalizm demektir. Antiemperyalistlik, tekelci kapitalizme karşı olmak demektir. Yani Antiemperyalist olmak demek, yabancı-emperyalist sermayeye ve onunla etle tırnak olmuş yerli tekelci (bir başka deyişle emperyalist) sermayeye, bilimsel adıyla Finans-Kapitale, mali oligarşiye karşı olmaktır. Yani yerli ve yabancı Parababalarının halkımızın kanını emen bu düzenine kökünden karşı olmak; onun karşısında Halk İktidarını savunmak demektir. Halk İktidarını kuracak olan Demokratik Halk Devrimini gerçekleştirmek için çalışmak, bu amaçla halkı örgütleyip ordulaştırmaktır.
Finans-Kapitalistler, 72 milyon nüfuslu ülkemizde 30-40 aileden oluşan, toplam sayısı 300-500’ü geçmeyen azınlığın azınlığı bir zümredir. Yani kapitalist sınıfının içinde bile azınlıktır. Bu azınlık durumuyla tam bir zıtlık oluşturacak şekilde, ülkenin, tüm ekonomisini, siyasetini, kültürünü, hukukunu, felsefesini, sanatını vb. üstyapı örgütlenmelerini tekelinde tutar.
Bu azınlığın azınlığı zümreyi, halklarımız tükürüğüyle bile boğabilir. Fakat halklarımız örgütsüz ve buna bağlı olarak bilinçsiz olduklarından, bu azınlık zümre, tüm Türkiye’ymiş gibi görünür. Halkı sömürmenin ve kendini gizlemenin binbir yolunu bulur.
Bir diğer gücünü de uluslararası Parababalarına kayıtsız şartsız uşak olmasından alır. Yani yerli Parababalarının kuyruğuna Türkiye’de basılınca Washington’dan, Londra’dan, Paris’ten, Berlin’den koro halinde feryat kopar. Çünkü bizim yerli Parababalarımız üç kuruşluk komisyon karşılığı tüm değerlerimizi Batılı Emperyalistlere peşkeş çekmişlerdir. Yerli Parababalarının çıkarına dokunmak, Batılı emperyalistlerin soygununa ve sömürüsüne taş koymaktır. Örneğin, Türk Telekom da dahil olmak üzere bütün iletişim kurumlarımız Batılı Emperyalistlere satılmıştır. Türkiye’de iletişim kurumlarını millileştirmek demek, Emperyalist sömürüye karşı çıkmak demektir, emperyalizm canavarının kuyruğuna basmak demektir. Koro halinde feryat etmeleri bundandır.
 
 
Antifeodal olmak:
 
Ülkemizde Burjuva Demokratik Devrimi, Burjuvazinin önderliğinde ve Ordu Gençliğinin vesayetinde başarıldı. Ve dünyada rekabetçi kapitalizmin sona erdiği emperyalizm çağında, yani 1923 yılında gerçekleşti. Ve daha yola çıkarken rekabeti yasakladı. O nedenle de Batıdaki burjuva devrimlerinin aksine Feodalizmi, ya da feodal unsurları tasfiye edemedi. Toprak ağalığına, Doğuda aşiret yapısına ve Türkiye’de çok daha önem taşıyan Tefeci-Bezirgân Sınıfına dokunmadı. Hatta tam tersine birçok Tefeci-Bezirgân kabuk değiştirip yerli Finans-Kapitaliste dönüşürken, diğerleri yerli-yabancı Finans-Kapitalin en büyük müttefiki oldular.
Tefeci-Bezirgân Sermaye, Türkiye’nin tüm köylerinde, kasabalarında ve şehirlerin varoşlarında kurduğu ağlarıyla küçük üretmenlerimizi haraca bağlar. Tefecilikle, küçük üretmenlerimizi faiz kıskacında boğar. Borçlandırdığı üretmenlerin ürünlerini, daha tarladayken, hatta henüz ekilmeden yok pahasına kapatarak, hiçbir üretim yapmadan, üretilenden en büyük kârı sağlar. Bayilikler yoluyla Finans-Kapitalin mallarını en ücra kasabada-köyde pazarlar, benzin istasyonlarını o işletir. Görevi bununla da bitmez; din iman bin mintan demagojisiyle halk kitlelerini tarikatlarda örgütleyerek, kafadan silahsızlandırır, oy davarına çevirir. Finans-Kapitalin peşine takarak, demokrasicilik oyunuyla halkı kündeye getirir. Yani bir avuç azınlıktan oluşan Finans-Kapitalistlerin tüm bir Türkiye’ymiş gibi görünmesini sağlar.
Tefeci-Bezirgân Sermaye, 6-7 bin yıllık Antika bir sınıftır. İdeolojisi, Ortaçağın ideolojisi olan Şeriattır. Çünkü Ortaçağda kendisi kayıtsız şartsız hakim sınıftı. O yüzden, o günlerini özlemle anar ve o toplumsal düzene dönmek için çalışır. İnsanlarımızın dini duygularının ise onlar için, istismar edilecek, paraya ve oya tahvil edilecek meta olmaktan öte bir anlamı yoktur. İslamiyet’te rıba, yani faiz açık-net bir biçimde haram kılındığı halde; bu sınıf, bir taraftan Şeriatı savunurken, bir taraftan da faizle-tefecilikle geçinir. Çok sıkıştığında faizin adını “kâr ortaklığı”na çevirir. Aldığı faizi alım-satım kisvesiyle kamufle ederek Allah’ı da kulu da kandırır. Görünürde bir faiz almaz. Bir bezirgân olarak, ihtiyaç sahibi küçük üretmene, ihtiyaç duyduğu nakit paranın çok daha üstünde tutarı olan bir malı, vadeli ve yüksek fiyattan satar. Sonra, aynı malı dükkandan hiç çıkmadan, çok düşük fiyattan satın alır. Küçük üretmen, kendisine gereken nakit kadar bir parayla bezirgânın dükkânından çıkarken, genelde birkaç ay vadeli (harmana ödenmek üzere) aldığının iki, (süre biraz uzunsa) üç misli tutarında bir senedi arkasında bırakarak çıkar.
Bu sınıfın unsurları “çok partili demokratik düzen”imizde, 1946’dan beri hep Parababaları partilerinin içinde yer almış, çıkarlarını orada korumuşlardır. Fakat aynı zamanda, ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi” gereğince ayrı örgütler de oluşturmuşlardır: Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, Milli Türk Talebe Birliği, Aydınlar Ocağı vb. gibi… Bu sözde sivil örgütler, Devrimci avına çıkmış, Kanlı Pazar’da (1969) 6’ncı Filoya karşı çıkan devrimcilere sopalarla, bıçaklarla saldırmış, devrimci kanı içmişlerdir. Milli Nizam Partisi’yle de siyasi parti sürecine girmişler, Milli Selamet Partisi’yle Ecevit’le koalisyon kurmuşlar, ya da ABD bu koalisyonu kurdurmuştur. Sonra AP-MSP-MHP koalisyonlarını, yani Birinci ve İkinci Milliyetçi Cephe’yi (MC’leri) oluşturarak, ülkemizin Sosyalist kültüre doğru gidişini durdurmak istemişler, bu dönemde 5000 insanımızın kanına girmişlerdir. Sonrası ise Refah Partisi, Fazilet Partisi, son bölünmede kenara atılan Saadet Partisi ve ABD tarafından yürü ya kulum denilen AKP…
AKP İktidarı, “değiştim” edebiyatıyla küçükburjuva sollarımızın bile gözünü boyayarak; nihai amacı olan Şeriat düzenini gerçekleştirmek için, bazen açık, ama çoğunlukla sinsi bir biçimde, fakat şaşmaz bir kararlılıkla çalışmaktadır.
Sol gruplarımız, Türkiye’de Şeriat tehlikesi yok, derken bu apaçık gerçekliği görememektedirler. Çünkü onlar, bu ideolojinin dayandığı Tefeci-Bezirgân Sermayeyi ve onun Türkiye ekonomisi içindeki yerini; yarattığı sınıf ilişki-çelişkilerini bilmiyorlar.
Kısaca, Tefeci-Bezirgân Sermayeye ve onun ideolojisi olan Şeriata karşı aktif mücadele vermeden Sosyalist olunamaz.
AKP’ye alternatifmiş gibi sunulan DYP-ANAP çiftleşmesi, ya da CHP-DSP işbirliği de Halklarımızın hiçbir sorununa çözüm getiremez. Çünkü bu partiler, halkı kandırmak için, değişik görüşleri varmış gibi görünen, öz be öz Parababaları partileridir. Geçmişte hepsi de iktidara gelmiş, Emperyalizmin ekonomik ve siyasi programlarını yürütmekten başka hiçbir şey yapmamış, yapamamışlardır.
Böyle olunca da seçimleri hangi parti kazanırsa kazansın, Finans-Kapital’in tahtaravallisi yine işleyecek, AKP Hükümeti olmadı, değişik versiyonlu koalisyon hükümetleriyle, Halk kandırılmaya devam edilecektir.
 
 
Antişovenist olmak:
 
Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt Sorunudur. Bu sorun halkların “Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” çerçevesinde ve her iki halkın hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan kardeşliği temelinde çözülebilir. Bu kardeşlik temelinde kurulacak Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti, tüm emperyalist oyunları bozan, Ortadoğu’da tüm halklara kurtuluş yolunu açan bir birlik olacaktır. Çözümü emperyalistlerden beklemek ya da zorla-silahla: Sıkıyönetim’lerle-OHAL’lerle Kürt Sorununu çözeceğini sanmak; ancak çözümsüzlük getirir. Bu yöntemler başta Türk ve Kürt Halkı olmak üzere, Ortadoğu Halklarına kan ve gözyaşı getirmekten, yüzyıllardır bir arada yaşamış halkların arasına kan davaları sokmaktan başka bir sonuç vermez, vermiyor da. Bu polikay ı sürdürmek, Emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmek, onların “böl, parçala, hükmet” yöntemlerinin işlemesi için altyapı oluşturmak anlamına gelir.
Bildiğimiz gibi, tüm sağ partiler (kendine “sol” diyen CHP de dahil), Kürt Sorununda şovenist (aşırı milliyetçi) bir tutum içindedirler. Bu çizginin en uç noktasını, ırkçı faşist MHP oluşturur. Daha ötesinde ise bizim 1970’lerden beri içyüzünü deşifre ettiğimiz ve CIA Sosyalisti olarak isimlendirdiğimiz İP gelir. Ve İP’in yavrusu, kulağı geçen boynuz-“Türk Solu”, şovenizmin en azgınını “sol”a bulayarak, sol değerlere ihanet ederek savunmaya kalkar. Ya da daha doğru bir söyleyişle doğrudan ya da dolaylı olarak CIA’dan alınan direktiflerle, solu halkın gözünden uzak tutmak-kötülemek görevini yerine getirir.
Diğer taraftan bugün, Burjuva Kürt siyasi hareketinin ABD’nin Kuzey Irak’ta yarattığı kukla yönetimi olumlama ve benzer çözümün, Türkiye için de geçerli olabileceği şeklindeki tutumu, emperyalistlerin Kürt Sorununa bir çözüm getirebileceği yanılgısını yaymakta; halklar için ne gibi tehlikeler getireceği görülememekte, tarihten ders alınmayarak bu tez savunulmaktadır. Hatta bu anlatım: “Bugüne kadar Türkiye ABD’nin kucağına oturdu. Biraz da Kürtler otursa ne olur.” söylemine kadar gidebilmektedir. Parababalarımızın, Dünyada ilk başarılı Ulusal Kurtuluş Savaşı vermiş Türkiye’yi düşürdükleri bu onur kırıcı durumun, halklar tarafından kabul edilebilir bir şey olmadığı açıktır. Yani “kucağa oturmak” halkların nefretini çeken, satılmış vatan, millet nedir bilmeyen Parababaları tutumudur. Devrimcilik demek, bırakın böyle onursuz bir durumu savunmayı, bu rezilliğe karşı en ödünsüz savaşı yürütmek demektir.
İşin acı tarafı, kendi gücüne güvenemeyen, bu yüzden de Burjuva Kürt Ulusal Hareketine ibrikçilik etmek tutumunda olan ve Marksist-Leninist olduklarını iddia eden, güce tapıcı sol gruplarımız da “Sevr paranoyası”na kapılmayalım diyerek ve sırf AB-D’ci Kürt Ulusal Hareketine şirin görünmek için emperyalist oyunun, farkına varmadan aktörleri olmaktadırlar. Sevr’in Kürt Ulusuna da düşman olduğunu görememektedirler. Bugün bile emperyalistler bu iki halkın ve diğer bölge halklarının böğrüne yapay bir Ermenistan Devleti kamasını sokmaya çabalamaktadırlar. Bunun ne kanlı boğuşmalara sebep olacağını anlamak için, Filistin topraklarında, emperyalistler tarafından  kurdurulan İsrail’e bakmak yeter.
Bu bağlamda “Cumhuriyet Mitingleri”ne birkaç sözle değinmekte yarar var. Bu mitinglerde dile getirilen antiemperyalist ve antifeodal sloganlar, eksik gedik olsa da, savunduğumuz sloganlardır. Fakat o mitingleri düzenleyen ve CHP çizgisinin varyasyonlarını oluşturan kişi ve kuruluşlar, şoven söylemlerde de gericilerden hiç geri kalmadılar. Son mitingler hariç tutulursa, MHP’nin bu mitinglere katılmasının nedeni de budur.
Bu mitinglerin tabanı çağdaş değerleri savunan işçiler, köylüler, küçük üretmenler, kamu çalışanları, aydınlardırdır. Ve büyük çoğunluğuyla da Şeriat tehlikesini gören yarımız olan kadınlardır. Bu taban İşçi Sınıfının müttefiklerinden oluşmaktadır. Bu tabanı, bu şoven şartlanmalardan kurtararak, İşçi Sınıfı öncülüğünde Halk Cephesinde ordulaştırmak görevi bütün ağırlığıyla önümüzde duruyor. Bunun birincil şartı ise İşçi Sınıfının öncü müfrezesi olan Proletarya Partisini örgütlemektir.