Biz “Çatı”da olmayalım
Bildiğimiz gibi Meclisteki 4 Amerikancı burjuva partisi yeni bir devlet başkanı seçecek, önümüzdeki Ağustos’ta.
Bunlardan ikisi (CHP ve MHP) geçen hafta belirledikleri ortak “çatı” adaylarını birlikte açıkladılar. Bu kişi, Ortaçağcı dünya görüşüne sahip Ekmeleddin İhsanoğlu’dur.
Diğerleri henüz açıklamadı. Sanırız onlar da bu hafta sonu açıklarlar. Çünkü adaylık başvurusu için 3 Temmuz son gündür.
AKP’nin adayı büyük olasılıkla Tayyip ya da Gül’dür. HDP de bir aday çıkaracak, birinci turda yarışması için. 2. turda yine çok büyük olasılıkla Tayyip’i destekleyecek HDP. Bunu zaten Pervin Buldan da şöyle diyerek açıklamıştı:
“BDP’li Pervin Buldan, çözüm sürecinde atılacak adımlara göre Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Başbakan Erdoğan’a destek verebileceklerini söyledi.
“(…)
“Bizim alacağımız kararın barış ve müzakere süreci ile bağlantılı olduğunu, hükümetin atacağı adımlarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Yani hükümet, bakalım sürece ilişkin nasıl adımlar atacak? Basit, gözle görülür, Kürtleri tatmin edecek ve taleplerini karşılayacak adımlar olursa BDP ve HDP de buna ilişkin önemli kararlar alabilir.” (Radikal, 4 Mayıs 2014)
Gördüğümüz gibi Pervin Buldan pazarlıkta anlaşmamız halinde Erdoğan’ı destekleriz, diyor açıkça. Büyük olasılıkla da anlaşacaklar ve öyle olacak.
Ama tabiî kendi güçlerini de netçe gösterebilmeleri için 1. Turda kendilerinden bir adayla yarışacaklar. İkinci Turda da Tayyip’e; “Bak bizim yüzde şu kadar oranında oyumuz var. Senin aldığın da şudur. İkisinin toplamı CHP ve MHP’nin adayını geçer. Böylece seni Çankaya’ya çıkarmış oluruz. Gördüğün gibi oraya çıkman bize bağlı. Bu sebeple bizimle anlaşmaya mecbursun”, diyeceklerdir.
1950’den beri, sadece 27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği güçle Çankaya’ya çıkan rahmetli sevimli “Cemal Aga”yı (Gürsel’i) saymazsak, tüm hükümetleri, başbakanları, devlet başkanlarını Amerika atamıştır. Kimin iktidara geleceği, kimin ne zaman iktidardan gideceği hep Amerika’nın işi olmuştur. Halk da sandıklara boş yere koşturularak kandırılmıştır. Kendisinin seçtiğini sanmıştır halkımız hükümetleri de, milletvekillerini de. Ve devlet başkanlarını da. Oysa geri planda bütün bu işleri yapan Uluslararası Emperyalist haydutlar topluluğunun başhaydut devleti ABD’dir. O CIA’sıyla yapar, IMF’siyle yapar, Dünya Bankası’yla yapar, ordusuyla yapar. Bizim gibi geri ülkelerden satın aldığı hainler aracılığıyla yapar. Bu hainlerin bir kısmı Antika ve Modern Parababalarıdır. Bir kısmı onların siyasi plandaki temsilcileri, partileridir. Bir kısmı onların “STK”leridir.
Önümüzdeki Ağustos’ta yapılacak seçimde de yine Amerika’nın dediği olacaktır, seçtiği çıkacaktır Çankaya’ya.
Biz gerçek devrimcilere de ne acıdır ki bu namussuzca oyunu, kandırmacayı seyretmek kalacaktır. Kitlelerle geniş, organik bağlar kuramadığımız sürece yani halkımızı Devrim Cephesinde-İkinci Kuvayimilliye Cephesinde veya Halk Kurtuluş Cephesinde ordulaştıramadığımız sürece bu iş böyle olacaktır.
Böyle bir “Çatı Adayı” desteklenebilir mi?
Şimdi gelelim bugünlerin en tartışılan meselesine:
CHP, MHP adayının desteklenip desteklenmemesi konusuna.
Desteklenmesi gerekir, diyenler ana tez olarak şu iki gerekçeyi öne sürüyorlar:
1- Desteklememek dolaysızca Tayyip’e oy vermek demektir.
2- Bu aday yani E. İhsanoğlu Cumhuriyet’e, laikliğe, Mustafa Kemal’e karşı değil. Yani bizim beklentilerimizi karşılayacak bir aday. O bakımdan desteklemekte bir yanlış yok.
Birinci gerekçeyi ele alalım önce. Evet, buna vermemek bir anlamda Tayyip’e vermiş olmak anlamına gelebilir. Tayyip, bildiğimiz gibi ve 15-20 yıldan bu yana yapmış oldukları göz önüne alındığında, yani yaptığı vurgunlar, hırsızlıklar, ihanetler, katliamlar nazarı dikkate alındığında insan gerçekten de bundan daha kötüsü olmaz, diyebilir. O bakımdan da Tayyip’e karşı E. İhsanoğlu’nun kazanması her açıdan daha iyidir, diyebilir. Yani halkımızın deyişiyle İhsanoğlu hiç değilse “ehven-i şer”dir (kötü olanların içinde iyisidir). Evet, bir bakıma bizce de öyledir. Tayyip’e göre daha masum kalır.
İhsanoğlu Laikliğe karşıdır
Şimdi de gelelim İhsanoğlu’cuların ikinci gerekçesine:
İhsanoğlu, ikinci gerekçede ortaya konan tezleri savunma konusunda tam içtenlikli değildir. Kaçamak, ortayolcu bir tutum izlemektedir. Mesela laiklik üzerine söylediklerinde:
“Din alanının siyaset üzerindeki ve siyasetin din üzerindeki kontrolü kaldırılmalı, bu ikisini birbirinden ayıran çizgi net ve açık olarak çizilmeli.” (Ekmeleddin İhsanoğlu, Yeni Yüzyılda İslam Dünyası, Timaş Yayınları, İstanbul 2013)
Laiklik konusundaki ana tezi budur. Ama bu gerçek anlamda laikliği savunmak değildir kesinlikle. Bu anlayış, din ile devlet işleri arasında bir denge kurmayı amaçlayan bir tezdir. Her ikisi de birbirinin üzerinde hâkimiyet kurmasın, denmektedir. Oysa gerçek laiklikte devletin dini olmaz. Devleti oluşturan kurumların işleyişleri de asla din kurallarına göre oluşturulmaz. Aklın, bilimin ve insanlığın ortak vicdanına, değerlerine uygun olarak belirlenir, düzenlenir bu kurallar. Din, devletten tümüyle ayrıştırılır. Din, kişilerin özel hayatları içine bir anlamda hapsedilir. İnsanlar kendi özel yaşamlarında inançlarını, ibadetlerini istedikleri gibi serbestçe yaparlar ya da hiçbir inanca sahip olmazlar. Tabiî doğallıkla ibadetle de ilgilenmezler. Bu tamamıyla insanların kendi seçimlerine, tercihlerine bırakılır. Devlet hiç bunlarla ilgilenmez ve bunlara karışmaz.
Tabiî devletin işleyişini düzenleyen kurallar bütünü olan hukuk; kanunlar ve onun alt birimleri olan tüzükler, yönetmelikler vb. ile eğitim, dinden tümüyle uzak olur.
İhsanoğlu, bunlar için de bir ortayol bulmaya çalışmaktadır. O, bizim yukarıda andığımız laiklik anlayışını benimsemediğini açıkça ortaya koymaktadır şu cümlesinde:
“Bir uçta İslam’ı olabilecek en katı yorumlar ve uygulamalarla benimseyen bazı İslamcı rejimler, diğer uçta ise İslam’a yönetimde herhangi bir söz hakkı vermeyen laik rejimler var.” (age)
Yukarıdaki cümlede çok net biçimde ifade ettiği gibi İslam’a yönetimde söz hakkı verilmesini savunmaktadır. Yani yönetimin İslam’la paylaşılmasını söylemektedir. Başka türlü anlatırsak; devlet kurumlarının işleyişini belirleyen kanun ve kuralların bir bölümü İslami esaslara dayansın, demektedir. Öyle ya başka türlü İslam yönetimde nasıl söz hakkına sahip olabilir?
Fakat haksızlık etmeyelim. O, devlet tümüyle İslami esaslara göre düzenlensin ve çalışsın da dememektedir. Böyle diyenleri şöyle eleştirmektedir: “Bir uçta İslam’ı olabilecek en katı yorumlar ve uygulamalarla benimseyen bazı İslamcı rejimler (…)”
İhsanoğlu Mustafa Kemal’e, Jöntürklere ve Cumhuriyete karşıdır
Gelelim Mustafa Kemal hakkındaki kanaatine. Burada da İhsanoğlu bir ortayol tutturmaktadır.
Bir kere Jöntürk Devrimi’ne, Meşrutiyet Devrimi’ne ve onun devamı olan Cumhuriyet Devrimi’ne karşı bir tutum sergilemektedir. Şöyle demektedir:
“Bugün bile Jön Türk zihniyeti denilebilecek, toplumu sarsan, devlete meydan okuyan ve aydınları kamplaştırarak toplum kesimlerini ters istikametlere yönlendiren menfi miras, 20. asrın sonunda Türk hayatının bir parçası olarak sürmektedir.” (age)
Bilinmektedir ki İttihat ve Terakki, Meşrutiyet Devrimi ve Cumhuriyet Devrimi, “Jöntürk Zihniyeti”nin bir ürünüdür. Çökkün, Feodal Osmanlı’ya baş kaldırarak Burjuva Cumhuriyet Devrimi’ni yapmayı hedefleyen bir zihniyettir o. Yani, Devrimci bir tutumdur.
İhsanoğlu, “Jöntürk Zihniyeti” diyerek Jöntürk Devrimi’ne, Meşrutiyet Devrimi’ne karşı çıkınca ister istemez Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Cumhuriyet Devrimi’ne de karşı olması gerekir tutarlı olabilmesi için.
İşte bundan dolayı İhsanoğlu, Burjuva sınıf karakterine sahip olan Cumhuriyet Devrimi’nin önderi olarak değil de sadece şöyle diyerek olumlu bir görüş beyan ediyor, Mustafa Kemal hakkında:
“Atatürk istiklal mücadelesinin kahramanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak tüm Türk milletinin gönlünde yer etmiş mümtaz bir şahsiyettir. Bunun aksini söylemek tarihin realitesine yakışmayan bir tutum olur.” (18 Haziran tarihli gazeteler)
Milli Mücadele’nin kahramanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak tarihi bir şahsiyettir, diyor. Bu tarihi bir realitedir, diyor. Yani Mustafa Kemal’i sadece “tarihi şahsiyet”e indirgiyor.
Bu cümlelerden biz İhsanoğlu’nun Mustafa Kemal’in antiemperyalist oluşunu, savunduğu laiklik ve tam bağımsızlık anlayışını benimsemediğini çıkarabiliriz. Kaldı ki yukarıdaki cümlelerinde de İhsanoğlu’nun Mustafa Kemal’in savunduğu ve uygulamaya çalıştığı, yarım da olsa uyguladığı laiklik anlayışını “katı laiklik” olarak nitelediğini görmüştük.
Bu konuların daha ayrıntılı tahlili ileride yapılabilir. Yapabiliriz biz de.
İhsanoğlu’nun Hilafet Özlemi
Bu konuya ilişkin son bir görüşünü aktaralım, İhsanoğlu’nun:
“Osmanlı Hilafetinin yasaklanması tüm Müslüman Dünyası için bir dönüm noktasıydı. Bu kurumun yasaklanmasının ardından Müslümanlar tarihlerinde ilk kez kendilerini, altında yüzyıllar boyu yaşadıkları yönetimin eksikliğiyle yüzleşirken buldular.
“İslam Konferansı Örgütü’nün kurulması, çağdaş dünyada İslami dayanışmanın cisimleşmesi şeklinde görülebilir.” (E. İhsanoğlu’nun 5 Mayıs 2010 tarihinde Viyana’da yaptığı konuşma, aktaran; Patrick Goodenough, http://cnsnews.com/news/article/oic-fulfills-function-caliphate-embodies-islamic-solidarity-says-oic-chief)
Açıkça görülmektedir ki İhsanoğlu, bırakalım Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaş’ımızı, yine Mustafa Kemal’in önderlik ettiği tam bağımsız, laik Cumhuriyetimizi de benimsememiştir. O, Hilafetten kopamamıştır çünkü. Ortaçağın ümmet konağından çıkamayan feodal, çökkün Osmanlı’nın bu sistemini kurtarıcı, koruyucu bir şemsiye olarak görmektedir.
Kaldı ki Hilafetin Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesinde bile adından başka bir şeyi kalmayan, içi boş bir ölü kuruma dönüştüğünü de görememektedir, İhsanoğlu. Hilafet, Mustafa Kemal’den ve Cumhuriyet’ten önce yıkılmıştır fiiliyatta. Bunun en açık kanıtı şudur: Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na Almanya’nın safında, bir anlamda sömürge ordusu pozisyonunda itilen Osmanlı’nın sultanı 5. Mehmet Reşat cihat ilan etmişti, bildiğimiz gibi. Fakat bu ilan, tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Birkaç cümleyle anımsayalım:
“Fetva, 1914’ün 14 Kasım sabahı Süleymaniye’deki Meşihat, yani Şeyhülislamlık makamından Fatih Camii’ne büyük bir merasimle götürüldü ve caminin avlusunda bekleyen kalabalığa ‘‘Fetva Emini’’ Ali Haydar Efendi tarafından okundu. Cihad ilan edildiğini öğrenen halk, bayraklar, sancaklar ve dualarla sokaklara fırladı, minarelerden salâ verildi.
“Ancak, büyük ümitlerle ilan edilen “Cihad-ı Ekber” hiçbir işe yaramadı ve kimseler ciddiye almadı. Cihad ilan edildiğini sarayında öğrenen eski padişah II. Abdülhamit, ‘Şevketlû biraderim yanlış yaptı; bu büyük bir silah idi, kullanılmadıkça daha da büyük görünürdü. Asla kullanılmamalıydı…’ demişti.” (http://kisatarih.blogspot.com.tr/)
Bu ilanın hiçbir etkisi olmadığı gibi İngiliz, Fransız Emperyalistlerinin sömürgesi konumundaki ülkelerden Müslüman askerler devşirilerek o emperyalistler safında ve komutasında Osmanlı’ya karşı savaştırılmıştır.
Üstüne üstlük Müslüman Arap ülkeleri, Mekke Şerifi Şerif Hüseyin de dahil olmak üzere, Osmanlı’yı emperyalistlerle işbirliği halinde arkadan vurmuşlardır. Konumuz bu olmadığı için daha fazla ayrıntısına girmeyelim.
Ulusların egemen olduğu bir çağda Feodal Ortaçağın ümmetçiliğinin bir örgütlenmesi olan Hilafetin hiçbir önem taşımayacağı apaçıktır artık.
İhsanoğlu, İslam Tarihi, İslam Tarihçiliği konusunda ünlenmesine rağmen bu apaçık gerçeği bile kavrayamamaktadır.
Neden?
Ortaçağcı önyargılarından dolayı. Önyargılar, daha önceleri de söylediğimiz gibi birer gözbağıdır. Sahibini kör ve sağır kılar.
İhsanoğlu bütün bunları göremediği gibi ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin bir ürünü ya da bir örgütlenme biçimi olan İslam Konferansı Örgütü’nün (Adını daha sonra İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirmiştir) Mustafa Kemal ve Birinci Milli Kurtuluşçularca lağvedilen eski Hilafetin yarattığı boşluğu dolduracağını, Hilafetin işlevini yerine getireceğini, Hilafetin işlevine benzer bir görev üstleneceğini ileri sürmektedir. Tekrarlayalım; Mustafa Kemal ve yoldaşları içi boş, bir addan başka hiçbir maddi varlığı olmayan ölü bir kurumu lağvetmişlerdir sadece…
İhsanoğlu, hayaller aleminde yaşamaktadır…
Devşirilmiş bir “Çatı Adayı”
Yukarıda andığımız, İhsanoğlu’na ilişkin tüm düşünceler, bizim İhsanoğlu’nun adaylığına karşı çıkışımızın temelini oluşturan şu iki ana gerçek karşısında ikincil planda kalır. Bunlar şudur:
Birincisi: İhsanoğlu ömrünün ortalama yarısını bu örgüt (İKÖ-İİT) içinde geçirmiştir. 24 yıl boyunca İKÖ’ye bağlı İslam Sanat Tarih ve Kültür Araştırmaları Merkezi’nde Genel Direktörlük yapar. 2005 ve 2014 yılları arasında da İİT (İslam İşbirliği Teşkilatı) Genel Sekreterliğini yapar.
Dikkat edersek bu yıllar AB-D Emperyalistlerinin İslam ülkelerini kan ve ateşe boğdukları yılları kapsar.
İİT ve İhsanoğlu, AB-D Emperyalistlerinin bu saldırı, katliam ve işgalleri karşısında en azından bir protestoda bulunmuş mudur? Buna tanık olduk mu?
Hayır. Tersine, AB-D Emperyalistlerinin saflarında, yanlarında olmuştur. Yukarıda dediğimiz gibi bu örgütün işlevi zaten İslam ülkelerini o emperyalistler safında, yörüngesinde tutmaktır. Emperyalistler cephesinde, karşıdevrim cephesinde tutmaktır.
İzlenmeye değer gördüğüm yazarlardan biri olduğunu daha önceleri de söylediğim Yeniçağ yazarı Aslan Bulut 2004 yılında şu tespitte bulunur:
“İslam Konferansı Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Türkiye’nin adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun genel sekreterliği kazanması, İslam ülkelerinin Büyük Ortadoğu projesine ikna edilmesini hızlandıracak bir gelişme olacaktır.” (15 Haziran 2004)
E. İhsanoğlu’nun kimliğini oluşturan, kimliğinin özüne yönelik öğelerden birini oluşturan bu tutumu ve yaşam süreci onu; bizim asla hoş görebileceğimiz, oy verebileceğimiz bir kapsam içine sokmaz.
İkincisi: Gelelim İhsanoğlu’na olumsuz bakmamızın temelini oluşturan diğer konuya. İhsanoğlu yine artık konuya ilgili hemen herkesçe bilindiği üzere, İngiltere’nin Ortadoğu’da görev yapacak ajanlar yetiştirmek amacıyla kurduğu Exeter Üniversitesi’nden de diplomalıdır. Bu üniversitenin yaptığı göreve ilişkin olarak da yine Aslan Bulut, söz konusu yazısında şöyle der:
“İngiltere’de bir Exeter Üniversitesi vardır. İngiliz Üniversiteleri arasında ‘Kürt Araştırmaları Enstitüsü’ olan tek yüksek öğretim kurumudur. Exeter Üniversitesi’nde ayrıca ‘Arap ve İslami Araştırmalar Enstitüsü’ de bulunuyor! İngiliz istihbarat servislerinin yurt dışı görevlere gönderilecek ajanlarının önemli bir bölümü Exeter Üniversitesi’nde eğitim görür. Arap ve İslam Dünyası ile Kürtler hakkında uzmanlaşması gereken İngiliz ajanlar, bu üniversitenin hocaları tarafından eğitilir.
“Exeter Üniversitesi’nden mezun olan veya doktorasını burada yapan kişileri, daha sonra özellikle İslam ülkelerinde önemli ekonomik ve siyasi kuruluşların başında veya devlet görevlerinde görmek mümkündür. İslam Kalkınma Bankası’nın bütün önemli yöneticileri Exeter Üniversitesi’nde yüksek lisans veya doktora yapmıştır! Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi’nde iki yıl eğitim-öğretim görmüştür. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da Abdullah Gül’ün bu üniversitedeki sınıf arkadaşıdır!
“Abdullah Gül, merkezi Cidde’de olan ve 48 İslam ülkesinin üye olduğu İslam Kalkınma Bankası’nda diğer Exeter mezunu arkadaşları ile birlikte ekonomi uzmanı olarak görev almıştır.” (agy),
Bu üniversiteden mezun Abdullah Gül’ün Türkiye’nin devlet başkanlığına getirilmesi, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da aynı görev için öne sürülmesi, Exeter Üniversitesi’nin işlevinin ne denli başarılı olduğunu kanıtlamaya yeterdir, sanıyoruz.
Olayın, gerçeğin bu yönü de yani İhsanoğlu’nun kimliğinin özünü oluşturan bu ikinci unsur da bizim İhsanoğlu’na kesinkes karşı çıkmamızı gerektiren bir husustur. Ajan üniversitesinden mezun bir kişiye bizim olumlu bakmamız, oy vermemiz düşünülemez.
İhsanoğlu’nun bizce olumsuzlukları saymakla bitmeyecek denli çoktur. Bir örnek daha verelim:
Ekmeleddin İhsanoğlu, Türkiye’de Suudi Arabistan tarafından finanse edilen İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın da kurucuları arasında yer alır. Bu vakfın amacı, CIA İslamıyla kafaları doldurulan sözde din alimleri yetiştirmek ve bunları kafalarındaki bu Muaviye-Yezid İslamını satacakları iş alanlarına, devlet kurumlarına ya da özeldeki bazı kurumlara yerleştirmektir. Kimler vardır bu vakfın kurucuları arasında?
“Emin Saraç: “İlim hicreti” için gittiği Mısır’da El Ezher’de, hocalarının tanımıyla “Osmanlı devletinin çocukları” olarak eğitim görenlerdendir. Emin Saraç’ın oğlu, BİM mağazalarının, Yeni Şafak gazetesinin ve Yasin El Kadı’nın eski ortaklarından, Ciner Yayın Holding’in başında bulunduğu süreçte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık telefonla arayarak uyardığı “Alo Fatih” olarak bilinen Fatih Saraç’tır.
“Mustafa Runyun: Mısır’da El Ezher’de öğrenim görmüştür. Saidi Nursi ile son görüşen müritlerdendir. 1957’de DP milletvekili seçilmiştir.
“Ali Özek: Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası Yozgatlı İhsan’ın El Ezher’den öğrencisi.
“Mustafa Topbaş: 17 Aralık soruşturmaları ve Erdoğan ailesine ait olduğu ileri sürülen Urla’daki villaların yapımı ile adı gündeme gelen işadamı.
“Mahmut Bayram: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun imam okulundan hocası. Cenazesinde tabutunu bizzat Recep Tayyip Erdoğan taşıdı.
“Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kendisini vakfettiği bu vakfın diğer kurucuları arasında Korkut Özal (Turgut Özal’ın kardeşi), Numan Kurtulmuş (AKP Genel Başkan Yardımcısı), Sabri Ülker ve Murat Ülker (Ülker Holding sahipleri), Nevzat Yalçıntaş (eski AKP milletvekili), Sabahattin Zaim (Abdullah Gül’ün hocası) gibi isimler de bulunuyor.” (Işık Kansu, Cumhuriyet, 21 Haziran 2014)
Gördüğümüz gibi Ekmeleddin İhsanoğlu burada Türkiye’nin en önde gelen Amerikancı hain Ortaçağcılarıyla yan yana yer almaktadır, çalışmalar yapmaktadır. Bunlardan Sabahattin Zaim Türkiye’de üniversite yaşına gelmiş CIA İslamcısı gençleri derleyip onları İngiliz Emperyalizminin ajan okulu Exeter’a göndermekle yükümlü kılmıştır kendini. Abdullah Gül’e de referans olmuş ve onu Exeter’a pazarlamıştır. (Ortaçağcılar onun adıyla anılan bir üniversite de kurdular bildiğimiz gibi. Sabahattin Zaim Üniversitesi…)
Yine bu vakıf hakkında rahmetli Uğur Mumcu’nun yazdıklarına bakalım:
“İlim Yayma Cemiyeti üyesi ve Aydınlar Ocağı eski genel başkanlarından Prof. Salih Tuğ’un da yönetiminde görev aldığı bir başka vakıf da ‘İslami İlimler Araştırma Vakfı’dır.
“Bu vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Ali Özek’tir.
“Doç. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, Prof. Dr. Asaf Ataseven de vakfın yönetim kurulunda görevlidirler.” (Uğur Mumcu, Rabıta, s. 189)
Yine apaçık görüldüğü gibi İhsanoğlu’nun yurtdışında da Türkiye’de de tüm çevresi CIA-Pentagon-Washington İslamını, yani Amerikan İslamını alıp satmakla ve insanları Allah’la aldatmakla görevli işbirlikçilerden oluşmaktadır.
Diğer benzerleri gibi İhsanoğlu da acaba hayatları boyunca hiç CHP’ye oy vermişler midir? Ne dersiniz?
Biz hiç sanmıyoruz. Kendileriyle tutarlı olabilmeleri için bunların Erbakan’ın Refah’ına ya da Tayyipgiller’in AKP’sine oy vermeleri gerekir. Veyahut da Özal’ın ANAP’ına, Demirel’in DYP’sine.
“Çatı Adayı”nın Osmanlıca hayranlığı
İhsanoğlu, yukarıda adları anılan bütün benzerleri gibi dilde de Osmanlıcayı savunur, Anadolu Türkçesi yerine. Üstelik de yine Ortaçağcı önyargılarından dolayı Osmanlıcayı Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türkçe konuşan halkların hepsinin bildiğini, anladığını, konuştuğunu ileri sürer.
Oysa Osmanlıca bir halkın ya da milletin konuştuğu gerçek bir dil değildir. Arapça, Farsça kelimelerden, o dillerin kurallarından ve Türkçe’den bazı kelimelerin alınarak oluşturulmuş bir yapay dildir. Osmanlıcayı hiçbir halk, tabiî Anadolu halkı da, bilmemiştir, anlamamıştır, konuşmamıştır. O, Saray dilidir. Konuşulduğu alan da Saray ve devlet kurumlarıyla sınırlı kalmıştır. Mesela Divan Edebiyatı’nı o gün de, bugün de Anadolu halkı anlamaz ve sevmez. Yani ilgi duymaz ona.
Ortaçağda Anadolu halkının konuştuğu dil Anadolu Türkçesidir. Bu Türkçeyi bugün de halkımız o gün olduğu gibi anlar. Bu, Yunus’un dilidir. Yunus, bildiğimiz gibi, Türk Dili’nde felsefe yapan ilk filozoftur. Din filozofudur. Şairdir aynı zamanda.
İhsanoğlu’nun bu konudaki tezini görelim:
“Gelişmiş, ‘mürekkep’ bir İmparatorluk dili olan, yüksek edebiyat ve bilim dili haline gelen Osmanlı Türkçesi’nde asırlardan beri kullanılan kelimeler ile Osmanlı Türklerinin kendi türettikleri kelimeler etnik tasfiyeye tâbi tutulmuştur. ‘Özgürlük’, ‘uygarlık’ ve ‘bağımsızlık’ gibi bize has, lengüistik bakımından hilkat garibeleri olan ve herhangi bir Türk lehçesinde olmadığı gibi onu türetenlerin kendilerine ait şahsî ve gayri ilmî anlayışları içinde uydurulan bu kelimeler, bugün Orta Asya ve Kafkasya Türklerinin kullandığı ‘hürriyet’, ‘medeniyet’ ve ‘istiklâl’ kelimelerinin yerini zorla almıştır. Osmanlı Türklerinin kullandığı kelimeler bugün Çin Seddi’nden Adriyatik Denizi’ne kadar hâlâ kullanılıyor ve üniversite profesörü ile dağ başındaki çoban tarafından anlaşılıyorsa bizim en azından dil konusunda Osmanlı mirasının bugün için değer ve geçerliliğini bir daha düşünmemiz gerekir.” (age)
İhsanoğlu, yukarıdaki satırlarında bir bilim insanına yakışmayacak şekilde kandırmacaya başvurmaktadır. Osmanlıcayı halkımızın hemen tümünün bildiği Hürriyet, İstiklal, Medeniyet gibi kelimelere indirgemekte, onlardan ibaretmiş gibi göstermeye çabalamaktadır. Verdiği örnek, savunduğu tezi desteklemez. Ona uygun düşmez. Evet, bu kelimeleri halkımız bilir. Ama Nabi’nin, Baki’nin, Nef’i’nin şiirlerini ya da Osmanlı padişahlarının fermanlarını, Mecelle’nin kanunlarını asla bilmez ve anlamaz.
Hatta üniversite profesörleri de anlamaz Osmanlıcayı, eğer o konuda özel bir eğitim almamışlarsa.
Yukarıda örnek olarak verdiği kelimeler bizim için de anlaşılır ve kullanılmaya değerdir. Çünkü Türkçeleşmiştir artık bunlar. Yani Türk Dili’nin kelimeleri olmuştur.
“Öz Türçecilik” denen akımın uçlara savrulmasına ilk karşı çıkanlardanız biz. Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı 1960’lı yıllarda yayımlanan “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinde bu akımı eleştirir ve onların oluşturduğu dile “Uydurca” adını verir.
Usta’mızın buradaki ölçüsü halkımızın günlük hayatında anladığı ve konuştuğu dilin esas alınmasıdır. Ölçüt olarak onun kabul edilmesidir. Teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan yeni kavram, deyim ve kelimelerin de Türkçenin üreme yollarına uygun biçimde Türkçe olarak üretilmesidir. Yani burada da ölçüt Türkçenin gramer yapısının esas alınmasıdır. Dilimiz, hayatın akışına paralel olarak, kendi yapısına uygun biçimde geliştirilmelidir. Hayatın akışının getirdiği düşünce, bilim, kültür zenginliğiyle birlikte dilimiz de geliştirilip zenginleştirilmelidir. Bildiğimiz gibi dil ile düşünce birbiriyle örtüşür. Dilimiz düşünce dünyamızın içinde hayat bulduğu vatandır.
Sözü uzatmayalım. İhsanoğlu dil konusunda da Osmanlıcıdır, Türkçeye karşıdır. Çünkü Osmanlıca Türkçe değildir.
İhsanoğlu’nun böyle gerici savrulmaları ve tutarsızlıkları üzerinde daha fazla durmayalım isterseniz. Bu artık anlaşılmış bir şeydir.
İhsanoğlu hakkında son olarak da, onun kişiliği üzerine birkaç söz söyleyelim. Ne yazık ki İhsanoğlu içtenlikli, özü sözü bir insan değildir. Yani, savunduğu her görüş yüreğinden süzülüp gelen, gerçekten inandığı şeyler değildir. Buna da bir örnek verelim. Babasıyla ilgili olarak Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan, Utku Çakırözer’e verdiği bir röportajında şöyle demektedir:
“İhsanoğlu ile kısa görüşmemizde, Kahire’ye uzanan ailesi hakkında da konuştuk. Adaylığı açıklandıktan sonra babası İhsan İhsanoğlu’na yönelik eleştirilerin de geldiğini öğrenince üzülmüş. Sadece, “Babam da benim gibi siyasete uzak durmak isteyen bir kişiydi. İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif’in en yakın arkadaşıdır babam. En güvendiği insanlardan biridir. Ülkesini seven, Anadolu’yu duyunca gözü parlayan biriydi babam” demekle yetindi.” (agy, 18 Haziran 2014)
Burada da İhsanoğlu, sorudan kaçmakta, dolayısıyla konudan kaçmakta, tıpkı Osmanlıcayı savunmasında yaptığı gibi ahlâkî olmayan bir tutum takınarak babasını başka argümanlarla savunmaya kalkmaktadır. İşin bir diğer yönü de babasıyla kendisini özdeşleştirmektedir. Babam da tıpkı benim gibidir, benim anlayışıma sahiptir, demektedir.
Oysa babası Cumhuriyet, Laiklik ve Mustafa Kemal düşmanıdır. Bu konuda o denli uçtadır ki böyle bir Türkiye’de yaşamaktansa benim değerlerimle örtüşen yabancı bir ülkede yaşamak daha iyidir, diyerek kendisini Mısır’a atmaktadır. İhsanoğlu’nun burada doğmuş olması ve 27 yaşına kadar burada yaşayıp eğitim alması da (El Ezher’deki eğitimi de buna dahildir) hep babasının Ortaçağcı, Hilafetçi savruluşundan kaynaklanmaktadır.
“Çatı Adayı”nın Ortaçağcı babası
Şimdi babasının kim olduğunu, onunla yüz yüze söyleşen yine Ortaçağcı bir yandaşının anılarından öğrenelim:
“Ekmel Bey’in Babasının Düşünsel Dünyası: ‘Bektaşilik Sapıklıktır’
“Adı, Ali Ulvi Kurucu…
“3 Mart 1922′de Konya’da doğdu. Konya’da “İslami uyanışın” öncüsü olan Hacı Veyis Efendi’nin torunu; İbrahim-Sare çiftinin oğluydu. Konya’da aile adına külliye vardır.
“Aile 1939′da Medine’ye göç etti. Ali Ulvi Kurucu Kahire’ye geçerek El-Ezher’de tahsil hayatını sürdürürken, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası İhsan Efendi ile tanıştı… M. Ertuğrul Düzdağ, Ali Ulvi Kurucu ile yaptığı nehir söyleşisini üç cilt halinde, ”Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar” kitabında topladı. Kitabı okuyunca, Ekmel Bey’in babasının düşünsel dünyasını öğreniyorsunuz. Hiç yorum yapmadan sizi Ali Ulvi Kurucu ile baş başa bırakmak istiyorum.
“TANIŞMA: Kahire’ye gelişimin ilk günüydü. Arkadaşlar, ‘İhsan Efendi’ye derse gideceğiz, seni de götürelim’ dediler. Hep birlikte Sultan Mahmud Tekkesi’ne gittik. İhsan Efendi medrese olarak kullanılan bu eski tekkenin müderrisi idi…
“ŞAPKA TEPKİSİ: Her zaman Osmanlı sarığı ve Osmanlı cübbesi giyen Hocaefendi, medresede beyaz entari ve takke ile oturuyordu… Aramızda Türkiye’de Diyanet’te vazife alan Hamdi Kasaboğlu da vardı. Bir gün şakaya vurdurarak şöyle dedi: ‘İnşallah memlekete döndüğümde, öyle, ‘şu haramdır, bu helaldir diye milleti perişan eden hocalardan olmayacağım. Bu hocalar milleti perişan ettiler. Millet ne yapacağını şaşırdı. Bilhassa ‘şapka haramdır’ diyenlere karşı, ‘bakın millet, ben iki şapka birden giyiyorum’ diyeceğim. İhsan Efendi o zamana kadar kendinde görmediğimiz kadar kızarak, sözünü kesti. ‘Sus ulan, dangalak, sahtekar’ diye bağırdı. ‘Şakanın da bir haddi, bir sınırı, bir ölçüsü vardır. Bu şaka değil. Burada sana ağabey nazarıyla bakan çocuklar, genç talebeler var. İki şapkayı giyip de, memlekete ne kazandıracaksın? Türkiye’deki alimler, Müslüman millet seni tasvip edip alkışlayacaklar mı sanıyorsun? Senin yüzüne tükürecekler. Yahu sen memleketi ne sanıyorsun. Bu millet dua almış büyük millettir; onun imanı böyle herzeleleri kabul etmez. Millet başına geçenlerin hıyanetleri yüzünden şimdi şaşkın ve üzgündür. Bu günler geçecek. Millet uzun harplerden, kıtlıklardan çıktı. Biraz kendini toplasın bak neler olur. Bu millet yerden kalkacak ve eski şanlı günlerine dönecektir.’…
“İNKILÂP: İhsan Efendi, Mehmet Akif (Ersoy) ile birlikte yaptıklarını da anlatmıştı: ‘Memleket yangın içinde. Her gün bir inkılap, her gün bir inkılap. değişmeyen bir şey kalmamış. Memleket kimlerin elinde? Kimler hain olmuş, kimler vatansever? Bunların Akif Bey’e nasıl tesir ettiğini bir düşünmeli…
“MASONLUK: İhsan Efendi, Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler diye faaliyet gösteren kimselerin Masonluk teşkilatına üye olduklarını söyledi: ‘Birinci Cihan Harbi’nden sonra, bütün bu felaketleri, dönen dolapları gördükten sonra, halen bu Masonluktan medet ummak, onlara katılmak büyük bir günahtır. Öyle ki bu günahın tövbesi olmaz, derim’
“TOPBAŞLAR: İhsan Efendi Topbaş ailesine çok muhabbet besler, onlara dua ederdi. ‘Ahmed Hamdi Topbaş ve ailesi, oğulları Nuri, Hulusi, Muammer, Musa ve Abidin Beyler dua almış bir ailedir.’ 1944 yılında olacak. Nuri ve Hulusi Beyler hacca geldiler. Dönüşte Kahire’ye uğrayıp İhsan Efendi’yle görüştüler.
“BEKTAŞİ TEKKESİ: Kahire’nin Kal’a adındaki tepesinde Bektaşi tekkesi vardı. Kahire’de yerleşmiş Türk bir tanıdığın validesi vefat etmişti. Tekkeyi münasip görmüşler. Pilav pişirmişler. Hatim indirildi. Yemekler yendi. Namaz kılınacak. Tekkenin şeyhi olan Sırrı Baba ile vekili Derviş Bayram ortadan sır oldular. Namazdan sonra meydana çıktılar. Ertesi gün İhsan Hocama, – Efendim biz dün bir alemdeydik, dedim. – Ne alemiymiş hayırdır inşallah? – Filanın validesi vefat etmiş; ruhuna bir hatim okuduk Bektaşi Tekkesi’nde. – Namazı ne yaptınız ya? – Kıldık efendim. – Sırrı Baba, Derviş Bayram da iştirak ettiler mi? – Göremedim efendim.
“Bunun üzerine İhsan Efendi şunları söyledi: ‘Evlat işte devletin büyük dertlerinden birisi de bu dert idi; maalesef insanın nefsi onu kötülüklere teşvik eder. İnsanın ayağı bir kaydı mı, bu sefer laubaliliklerine, dini kayıtsızlıklarına bir de tarikat kılıfı giydirir. Artık haram helal tanımaz. Allah muhafaza etsin. Bu sapıklıktır.
“SEÇİM: Bir gün İhsan Efendi’yle dersten sonra çay yaptık. Çay içerken Konya hakkında sorular sordu. Mevzu (Serbest Fırka genel başkanı) Fethi Bey (Okyar) hadisesine geldi. ‘Kazanma ihtimali var mıydı?’ Evet efendim, kazanıyordu ama seçim yapılmadı’ dedim. Pederimle dedemin konuşmasını unutmam. ‘Fethi Bey yerine Hanedan-ı Al-i Osman’dan birisi olsaydı neler olurdu?’ Babamın sözlerini nakledince İhsan Efendi şöyle dedi: ‘Osmanoğullarının böyle yurt dışına sürülüp perişan edilmesi de şeytani bir planla yapılmıştır… Osmanoğulları’ndan, ehl-i salip haçlılar, Avrupa intikamını bu şekilde aldı… İşin fenası Avrupa bu intikamı, memleket istiklaline kavuştu diye bayramlar yapılırken aldı. Hakimiyet kayıtsız şartsız Türkündür dendi. Ama zavallı Türk, hanedanına bile sahip çıkamadı… Ali Ulvi Kurucu 1946 yılında Kahire’den Medine’ye döndü. Ve burada 3 Şubat 2002′de vefat etti. 1987-1990 yılları arasında Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yaptı…” (Soner Yalçın, Sözcü, 22 Haziran 2014)
Apaçık gördüğümüz gibi Ekmel Bey’in babası İhsan Efendi sapına kadar Hilafetçidir, Saltanatçıdır, Şeriatçıdır, Ümmetçidir yani tam bir Ortaçağcıdır. Tabiî aynı oranda da Cumhuriyet, Laiklik, Birinci Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal düşmanıdır. Bu, matematiksel bir kesinlik taşımaktadır.
Soner Yalçın, Sözcü’deki aynı tarihli yazısında Ekmel Bey’in intihalci olduğunu da kanıtıyla ortaya koyar.
İhsanoğlu’nun bu durumu bizce en üzücü olan yönüdür. Çünkü burada ahlâkî bir sorun vardır. Aydın namusuyla ilgili bir sorun vardır. Yoksa insan Ortaçağcı olabilir, Şeriatçı, Hilafetçi olabilir. Tabiî ki biz o insanları gerici, Ortaçağcı olarak niteleriz, onlara karşı oluruz. Ama eğer gerçekten savundukları görüşlere içtenlikle inanıyorlarsa yani inançlarının bir gereği olarak o görüşleri savunuyorlarsa biz, onlara karşı olmakla birlikte, saygı da duyarız. İnsan olarak değer de veririz ve onları ikna etmek için çabalarız. Onları Ortaçağcı görüşlerinden, önyargılarından kurtarmak için mücadele ederiz. Ama içtenlikli değilseler, onlar için yapılacak fazla bir şey olmaz bizim açımızdan…
İhsanoğlu hakkında isterseniz daha fazla söz etmeyelim artık…
Medyada adı geçen diğer adaylar da çok farklı değildir
Peki şimdi de gelelim CHP’nin adını geçirdiği diğer adaylarına. Mesela eski Genel Başkanları Deniz Baykal’a bakalım. Biz, bu ölüsü kokmuş Amerikancı siyasi ve insani ahlâk yoksunu düzenbaza da karşı çıkardık. Zaten kazanma şansı da bizce hiç yoktu. Bunda, genel başkanlığı bırakmasına yol açan kaset rezaleti sonrasında zerre kadar insanlık ve ahlâk bulunsaydı halkımızdan ve partililerinden özür diler, köşesine çekilir, kendi özel hayatını yaşardı. Ama bu, bildiğimiz gibi kendini vekil seçtirdi, Meclise geliyor, ortalıkta dolanıyor, ara sıra eski zırvalamalarına benzer şekilde konuşuyor. Üstüne üstlük de cumhurbaşkanlığı için önerirlerse, görevden kaçmam, diyor.
Bu insan sefaleti, bilindiği gibi 2002’de Tayyip, muhtar bile olamayacak denli kamu görevlerinden men edilmişken, ABD’den aldığı bir emir üzerine, İblis’in bile aklına gelemeyecek hile yollarını bulup Mecliste Tayyipgiller’le ele ele verip Tayyip’i Siirt’ten milletvekili seçtirip önce Meclise, sonra da Başbakanlığa getiren kişidir. Yani Emre Kongar’ın çok haklı olarak “Darbeli Matkap” olarak adlandırdığı ABD işbirlikçisi, halk düşmanı, vurguncu, zalim ve katliamcı Tayyip’i milletin başına bela eden yine ABD uşağa Baykal ve zamanın YSK Başkanı Tufan Algan’dır. Hatırlanacağı gibi, o günlerde ABD Büyükelçiliği görevlileri YSK’yi de ziyaret etmişler ve gerekli emri ona da vermişlerdi. İşte böyle bir seri kanunsuzluklar yapılarak Tayyip koltuğuna yükseltilip oturtuldu.
Kılıçdaroğlu ibişi de CHP’nin tepesine yine bir ABD operasyonu sonucu getirildikten sonra, selefinin yaptığı bu düzenbazca ihaneti; “Genel Başkanımız Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’ın milletvekili ve Başbakan olmasını sağlamıştır. Biz parti olarak demokrasinin gereği neyse hep onu yapmışızdır.” diyerek savunmuştur.
İçler acısı bir durum… Başka ne diyelim?.. Geçelim…
CHP’nin adını geçirdiği bir diğer kişi de İlhan Kesici’ydi bildiğimiz gibi. Siyasi hayatı o partiden bu partiye zıplamalarla geçmiş, Demirellerin damadı bu Amerikancı Burjuva siyasetçisi de bizim için aynı oranda olumsuzluk taşımaktadır. Diğerlerine değinmeyelim isterseniz.
Soner Yalçın, benim adayım Abdüllatif Şener’dir, diyor TV konuşmalarında. Biz bunu da benimsemiyoruz. Bunun da siyasi ömrü son dönemde kendi kurduğu partiyi saymazsak Ortaçağcı partilerde geçmiştir. Molla Necmettin Erbakan’ın partisinde, Tayyipgiller’in AKP’sinde. Hem de kurucu, yönetici ve bakan olarak.
Kendisi diyor ki ben AKP’nin en önde gelen kurucularından biriyim. AKP Programı’nı da ben yazdım.
Şener, Tayiyp’in yanında kurucu, başbakan yardımcısı ve bakan olarak 6 yıl çalışmıştır. AKP’yi kurduklarında da doçent unvanına sahiptir. Yani İhsanoğlu’nun deyişiyle dağ başındaki çoban değildir. Dolayısıyla da Tayyip’in ne olduğunu tâ o zamandan, hatta en azından İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden bilmesi gerekir.
Tayyip’in Belediye Başkanlığı dönemi, onun hırsızlığa, vurguna yani kamu malı aşırıcılığına başladığı dönemdir ve bu dönemde yaptığı ahlâksızlıklarından, hırsızlıklarından dolayı hakkında 7 tane hepsi de yüz kızartıcı suçlardan olmak üzere (görevi kötüye kullanmak, ihaleye fesat karıştırmak, kalpazanlık, zimmetçilik, rüşvetçilik gibi) dava dosyası vardır. Ve bu davalardan ancak milletvekili dokunulmazlığı sayesinde, o zırha sığınarak kurtulabilmiştir. Bunu her namuslu aydın biliyordu da Abdullatif Şener bilmiyor muydu? Tabiî ki biliyordu. Ancak o zamanki siyasi çıkarı böyle davranmasını emretmiş kendisine. Buradan çıkan sonuç budur.
Kaldı ki rahmetli namuslu aydın ve siyasetçi Mehmet Bölük tâ o zamanlar yayımlanan “El Tayyip” adlı eserinde Tayyip’in bu yüz kızartıcı pis işlerini bir bir kanıtlarıyla birilikte ortaya koymuştur. Yine Ergün Poyraz, önce “Patlak Ampul” gelmek üzere yazdığı bir seri kitapta Tayyip ve şurekasını, karanlık dünyalarını ve işlerini olanca netliğiyle durmaksızın görmek isteyen insanlarımıza gösteriyordu.
Tayyip’in o dönemde 1 milyar dolarlık hırsızlama servet edindiğini, hem zamanın İTO Başkanı Mehmet Yıldırım, hem de şu anki Türkiye’nin en önde gelen Parababalarından Rahmi Koç açıkça ifade etmiştir. Ve Tayyip, her ikisine de bu suçlamalarından dolayı dava açamamıştır.
Yine insanî açıdan bizim için çok üzücüdür ki Rahmi Koç, hatırlanacağı gibi, kısa süre önce Tayyip önünde diz çökmüş ve ona methiyeler düzmüştür. Servetine ve azgın sınıfsal sömürüsüne Tayyip’in zarar vermemesi için. Üstelik bu alçalmayı sadece kendisi yapmamış, oğullarını da böyle davranmaya yönlendirmiştir. Neylersiniz, bunlar da bir çürüme ve insan sefaleti durum sergilemektedirler. Bize göre alnının teriyle geçim sağlayan namuslu, mert dağdaki çoban da, fabrikadaki işçi de, kamudaki kamu emekçisi de bunlardan çok daha kalitelidir, mutludur, hayatları bunlarınkinden bir milyon defa daha anlamlıdır.
Sözü uzatmayalım; Soner Yalçın’ın adayı da bizim için beş para etmez bir insani kalite taşımaktadır.
Cumhurbaşkanlığı adayları arasında üç yarışmacıdan biri olarak adı geçen Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin liderlerinden Selahattin Demirtaş da diğerlerinden farklı değildir bizim nazarımızda.
Hatırlanacağı gibi bunlar da Kürt Meselesi’nin çözümü konusunda Barzani’den farklı bir anlayışta ve çizgide değillerdir. Yani Kürt Meselesi’nin Amerikancı Burjuva çözümünün savunucularıdır. Bunlar geçen yıl ABD’ye gittiler. ABD Emperyalistlerinin yetkililerinden kendilerine “Suriye için rol verilmesini” talep ettiler. Bunu da gelip Türkiye’de açık açık savundular, değil mi?
Biz hep boşuna demiyoruz; Meclisteki dört burjuva partisinin de ortak paydası Amerikancılıktır, ABD işbirlikçisi oluşlarıdır, diye. O bakımdan bunların al birini, vur ötekine.
Kimlere oy verebilirdik?
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Yahu CHP’nin de mi tamamı böyle, diye. Bizce CHP’de namuslu sosyal demokratların sayısı iki elin parmaklarını pek geçmez. Yine hatırlanacağı gibi bunlardan 8 tanesine 2011 Milletvekili Genel Seçimlerinde oy vermiştik. Eh işte bunlara belki birkaç tane daha ilave edilebilir, hepsi budur. Bunlardan biri ya da Yılmaz Büyükerşen aday gösterilseydi oy verebilirdik.
TESEV’ci, Soros’çu CHP yönetiminin zaten ele alınır tarafı yoktur. Bilindiği gibi Sezgin Tanrıkulu’nun CIA ajanlığı bir matematik işlemi kadar kesindir. Adamın CIA’daki kod numarası TR-705 diye ilan edilmiştir. Wikileaks belgelerinde ABD’nin kullandığı bir ajan olarak adından söz edilmiştir, ABD Adana Konsolosu tarafından. Bu adam bugün de CHP’de itibar görmektedir, siyaset yapmaktadır, ajanlığını gölgelemek için de bayağı aktif siyaset yapmaktadır.
Tayyip’e övgüler düzen İstanbul Milletvekili hanımefendi ne olacak, diyeceksiniz belki de. Prof. unvanlı Binnaz Toprak adlı bu bayan da ne demişti Tayyip için?
“Biz aile sigortası önerdik, hayali bir şey gibi geldi. İnsanlar sağlık sigortasından ya da bize çirkin görünen TOKİ’lerden çok memnun. Hayatında ev sahibi olamamış insanlar için hoş herhalde. Tayyip Erdoğan karizmatik bir lider. Halk adamı olmasının payı var. Yaptıkları iyi şeyleri göz ardı etmek gerekmez.” (http://www.haberturk.com/, 21 Nisan 2014)
Bu hanım halkı da halk adamlığını da karizmatik liderliği de zerrece anlamamış. Yazık. Tayyip’in CIA-Pentagon eliyle afyonlanarak beyinleri felç edilmiş, mecnunlaştırılıp meczuplaştırılmış, cahil, bilinçsiz kara halk kitlelerini Allah’la aldatarak oy aldığını bilemiyor, göremiyor. AKP’nin ve Tayyip’in bir ABD Projesi olduğunu göremiyor. Tayyip’in vurgunlarını, ihanetlerini, caniliklerini yok sayıyor. Burada da bir çürüme var. Bir insan sefaletliği durumu var.
Ya ölüsü kokmuş, ABD işbirlikçisi emekli büyükelçiye ne demeli?
Faruk Loğoğlu adlı bu sefalet de Tayyip’in kanunsuzluklarını, hukuku nasıl katledip ayaklar altına aldığını ortaya koyduğu için Danıştay’daki toplantıda ne diyordu TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’na?
“(…) Ama Feyzioğlu, kendisine verilen zamandan çok daha uzun konuştu. Böyle ortamlarda size ne kadar zaman verildiyse o kadar süre konuşup o sınıra saygı göstermek zorundasınız. Bunu az değil çok ama çok aşarak saygısızlık etti. Orada bulunan herkesin bir programı vardı. O bakımdan o yanlıştı. Daha önemlisi, Feyzioğlu bir siyasi konuşma yapıyor algısı yarattı. Ben algı diyorum, sadece algı diyorum. Kılıçdaroğlu, konuşsa böyle konuşmazdı. Danıştay’ın açılışına bağlı, o sınırları gözeten, yargı bağımsızlığını vurgulayan bir konuşma yapardı. Ortama uygun bir konuşma yapardı. Orası siyasi bir kürsü değil. Orası bir hukuk kürsüsü. Dolayısı ile Feyzioğlu’nun yaptığı yanlıştı. Asıl yanlış burada. Sayın Başbakan’a gelince bir noktada haklı, Bunu Anayasa Mahkemesi Başkanı’nda da söyledi, Feyzioğlu’nda da söyledi. Siyaset yapmak istiyorsanız bulunduğunuz mevkileri bırakın, o cübbeleri çıkarın.” (Milliyet, 11 Mayıs 2014)
Bu Loğoğlu denen kişi ne zaman halkın yararına bir şey konuştu ki şimdi konuşsun… Bunların ömrü AB-D Emperyalistlerine ve Yerli Parababalarına hizmetle geçmiştir.
Özetçe dersek; bunlar bu. Tayyip’in Soma Katliamı sonrası güncellediği kavrama göre bunlar için neredeyse “fıtrat” olmuş gericilik, AB-D hizmetkârlığı, uşaklığı, halk düşmanlığı.
Burada asıl sorulması gereken; böyle müseccel gericileri, halk düşmanlarını, ajanları CHP’nin başına getirip yükselten kim?
Besbelli ki asıl sahipleri, ABD ve AB Emperyalistleri. Daha CHP yönetiminde böyle yığınla ABD hayranı işbirlikçi var.
Mustafa Kemal’in ve yoldaşlarının Birinci Antiemperyalist Milli Kurtuluş’taki ruhiyatlarıyla, anlayışlarıyla bunların zerre kadar ilgisi, bağı yoktur.
Ne demişti başta Kılıçdaroğlu gelmek üzere CHP ekibi?
“Biz Beşşar Esad’a Tayyip Erdoğan’dan daha karşıyız.”.
İyi de niye karşısın yahu, derdin ne Beşşar Esad’la? Ne diyor Beşşar Esad?
“Ben Türklerden gördüğüm dostluğu hayatımda başka hiçbir yerde görmedim.”
Bizi böylesine seven, güvenen, dost bilen bir komşu kardeş ülkenin liderine nedir bu düşmanlığınız? Size de efendileriniz AB-D Emperyalistleri emretti Tayyipgiller gibi, Beşşar Esad’a saldırmayı, değil mi?
Siz de Meclisteki diğer burjuva partilerinin mensupları gibi, sevgili Antiemperyalist yazarımız Mustafa Yıldırım’ın deyişiyle “Ortağın Çocukları”sınız. Yazık size…
“Çatı Adayı”na itiraz eden CHP’lilerin günahları
Burada birkaç söz de İhsanoğlu’nun adaylığı ortaya çıkınca feveran eden-yaygara koparan CHP’deki sözde ulusalcı eski-yeni milletvekili ve yöneticiler için edelim. Bunlar kuluçkaya yatırılan tavuğun altına konulan yumurtalardan ördek yavrusu çıktığını görünce düştüğü şaşkınlık içindedirler.
Neden şaşırıyorsunuz şimdi?
Eski Başkanınız Deniz Baykal, Genel Sekreteriniz Gürsel Tekin’le birlikte “Çarşaf Açılımı” yaparken niye sesiniz çıkmadı? O zaman neden böyle tepki koymadınız? Kemal Kılıçdaroğlu Beyefendi; “Biz tarikatlara, cemaatlere karşı değiliz, hatta onları yararlı buluyoruz, biz onların siyasete karışmalarına karşıyız (sanki böyle bir şey mümkün olabilirmiş gibi)” dediğinde niye karşı çıkmadınız? Tayyipgiller’le beraber türbanı özgürleştirme yarışına girip sonunda da;”Türban yasağını biz kaldırdık.” diye kürsülerde bağırırken niye karşı çıkmadınız? Böyle bir parti nasıl Mustafa Kemal’in kurduğu partinin devamcısıyım deme hakkını kendinde bulabilir? Mustafa Kemal “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, müritler, dervişler, meczuplar ülkesi olmayacaktır”, diyor. Biz nasıl bunun aksini söyleyebiliriz, demediniz? Beş paralık siyasi gelecek hesaplarınız yüzünden genel başkanla karşı karşıya gelmek istemediniz, değil mi?
Pensilvanyalı İblis’e hayranlığını belirten milletvekillerinize niye karşı çıkmadınız? Bunların partimizde işleri ne, diye niye yönetime başvurmadınız, bir eleştiride bulunmadınız?
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bugün CHP-MHP ortak adayı olarak öne sürülmesi parti yöneticilerinizin savunduğu, yukarıda aktardığımız görüşleriyle birebir uyumludur. Onlar, eski düşünceleri doğrultusunda davranmışlar ve o çerçevede bir aday belirlemişler. Yani onlar tutarlıdır davranışlarında. Sizlerse korkaksınız. İnsani ve siyasi cesarete, bilgiye, bilince, özgüvene sahip değilsiniz. Eğer içtenlikliyseniz kendinize bakın, kendinizi eleştirin önce. Tabiî sonra da diğerlerini…
Çankaya ancak Devrimci bir Ayaklanmayla “Halkın Çankayası” olur
Birkaç söz de CIA Solu İP ve CHP’deki bu ulusalcıların ortaya koyduğu öneri üzerine söyleyelim.
Özetçe ne diyor bunlar?
20 Atatürkçü milletvekili çıksın, Atatürkçü bir aday önersin, millet de onu Atatürk’ün Çankayası’na çıkarsın. Tezlerinin özü bu.
Bizce bu tartışılmaya, konuşulmaya değmeyecek denli ciddiyetsiz, gerçekleşme olasılığı sıfır, boş laf kalabalığıdır. Onların bu girişimi sadece Tayyip’e eğlence konusu oluşturur.
Biz, böyle safsatalarla uğraşacak, oyalanacak anlayış ve mizaçta değiliz.
Biz diyoruz ki, Tayyip ve Tayyipgiller yıkılacaklar. Onlar 1 yıl önceki Gezi İsyanı’mızda, 17-25 Aralık süreci diye anılan pisliklerinin patlamış bir geriz gibi ortalığa saçıldığı olayda ve en son Soma Katliamı’yla açığa çıkan halk düşmanlıkları, canilikleri ve zalimlikleriyle öylesine üst üste ölümcül darbeler yemişler, yaralar almışlardır ki artık uzun süre gidebilmeleri mümkün değildir.
Ha, ABD Emperyalistleri onları Kıbrıs’ı tümüyle satsınlar, Kürt Hareketi’nin Amerikancı çözümünü sonuçlanmaya yakın bir aşamaya getirsin diye bir süre daha kullanacaktır. Tabiî onlardan Suriye ve Irak’taki ihanetlerini derinleştirmelerini, boyutlandırmalarını da isteyecektir.
Fakat ABD Emperyalistleri de bilmektedirler ki Tayyipgiller artık miatlarını doldurmuştur. Onları uzun süre kullanmaya kalkmak efendileri için de çıkarlarına uygun düşmez artık. Böyle yapmaları halinde yeni bir halk isyanının patlaması muhakkak olur. Ve bu ayaklanma bu emperyalistler için çok kötü sonuçlar ortaya koyabilir. Bunu bildikleri için ABD’li efendileri de onların deliğe süpürülme zamanının geldiğini düşünmektedirler.
Ne demiştik bundan önceki değerlendirmelerimizde?
Tayyipgiller’i biz yıkacağız, Gezi İsyancıları yıkacak. Meclisteki burjuva partileri değil. Evet, öyle olacak yoldaşlar.
Çankaya’ya, Mustafa Kemal’in Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Devrimi’nin devamcıları olan halk kitleleri devrimci bir ayaklanmayla, Antiemperyalist İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı zafere ulaştırdıklarında ve Demokratik Halk Devrimi’ni yaptıklarında Mustafa Kemal’e yakışan bir önder, bir halk önderi çıkacaktır. Ama ancak o zaman çıkacaktır.
Bizim devrimci bilincimiz bunu göstermektedir. Gerçek olan da budur.
Halkız, haklıyız, yeneceğiz! 27.06.2014
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi