Halkın Kurtuluş Partisi olarak 2008 yılında İzmir’de gerçekleştirdiğimiz Hikmet Kıvılcımlı Anması sırasında, Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un yaptığı ana konuşmada yer alan Mustafa Suphi Yoldaş ve Onbeşler’le ilgili bölümü, Yoldaşlarımızın alçakça katledilişlerinin 102’nci yıldönümü vesilesiyle bir kez daha yayımlıyoruz.
*****
Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın niteliği nedir?
Taci Arkadaşımız da uzun uzun anlattı. Bizim Birinci Kurtuluş Savaşı’mız, Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’dır. Burjuva Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’dır. Usta’mız adını böyle koyar. Ve Türkiye Komünist Partisi’nin ilk Başkanı ve onun yoldaşları da böyle koyar bu savaşın adını. Mustafa Suphi Yoldaş ve Onbeşler de aynen böyle koyar, arkadaşlar.
Şimdi bizim Sevrci Sahte Solcular, Mustafa Suphi’yi savunur görünürler, Onbeşler’i savunur görünürler. Ama hiç ilgileri yok Onbeşler’le de, Mustafa Suphi’yle de, TKP’nin o yıllarda verdiği mücadele ve savunduğu tezlerle de. Tam tersine, onlarla tam bir uyum içinde olan bizleriz.
***
Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı ve Ermeni Meselesinde,
Gerçek TKP ve Onbeşler de bizim gibi düşünür
Türkiye Komünist Partisi’nin de, ki o zamanki lideri Mustafa Suphi ve Onbeşler’in Türkiye’ye gelmeden önce, hemen gelmek üzereyken, Kurtuluş Savaşımızı aynen bu şekilde yorumlayan yayımladıkları bir bildiri var. Orada aynı bu şekilde koyar, Mustafa Suphi Yoldaş da…
Ayrıca, Bakü’de Mustafa Suphi Yoldaş, 800 kişilik Türk Kızıl Alayı oluşturur. Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’na, içerideki yurtseverlerle birlikte katılmak üzere.
Çarlık Rusyası zamanında, yani özellikle Sarıkamış hezimeti sonrasında esir olarak alınıp Rusya’ya götürülen Osmanlı harp esirlerinden oluşan ve Asya’daki Türk Halkları arasından seçilen komünistleşmiş savaşçılardan oluşan 800 kişilik Türk Kızıl Alayı’dır bu. TKP, bu Türk harp esirleri ve Asya’daki Türk Halkları arasında devrimci örgütlenme çalışmaları yapar. O başarılı çalışmanın sonucu olarak oluşturulur bu Alay. İşte o Alay’ın Bakü’den yola çıkmadan önce yaptığı bir merasimden söz etmek istiyorum. Bakü o zaman, Kızıl İktidarın yani Komünist İktidarın yönetimi altında bulunan Azerbaycan’ın merkezi-başşehri:
“Türk Kızıl Alayı Türkiye’ye gönderilmeden evvel, 8 Ekim 1920 Cuma günü karargâh ve mitralyöz süvari bölükleri ile bir resmigeçit düzenleyerek, Bakû’de bütün şehri müzika eşliğinde dolaşmıştır. Türkiye Komünist Fırkası İstihbarat Şubesi tarafından Türkiye’ye gönderilen bir raporda bu merasim esnasında Bakû Halkı Türk Kızıl Askerlerini her yerde alkışlamış ve bu alay On Birinci Kızıl Ordu Kumandanlığı Erkan-ı Harbiyesi ve Siyasi Komiserliği tarafından teftiş edilmiştir. (Bu, Lenin’in yönettiği Sovyet Devrimi’nin On Birinci Kızıl Ordusu. Onun Erkan-ı Harbiyesi ve Siyasi Komiserliği tarafından teftiş ediliyor. Sosyalist İktidarı Azerbaycan’da, Bakü’de korumakla görevlendirilmiş Kızıl Ordu bu… On Birinci Sovyet Kızıl Ordusu. – N. Ankut) Sonra ise Kızıl Ordu Kulübü’nde bir toplantı yapılmış ve burada Kızıl Ordu adına Taçkov ve Türkiye Komünist Fırkası (TKF) adına Mustafa Suphi tarafından nutuklar söylenmiş ve Ethem Nejat tarafından okunan kararnâme, bütün asker tarafından kabul edilmiştir.”
Ethem Nejat bildiğimiz gibi, Mustafa Suphi’nin yanındaki en yakın yoldaşlarından biri, arkadaşlar. Onbeşler’in arasında bulunan bir yoldaş, Karadeniz’de katledilen yoldaşlardan biri.
“Bu kararname özet olarak şöyledir:
“Rusya’da, Sovyet Hükümeti ve Kızıl Ordu nasıl düşmanlar ve Avrupa kapitalistleri elinden kurtardı ise, bizde Türkiye’ye gittiğimiz zaman Türkiye Proletaryası, işçilerini ve çiftçisini memleketimize musallat olan (dikkatinizi çekerim arkadaşlar, memleketimize musallat olan – N. Ankut) Yunanlılar ve Taşnaklar elinden kurtaracağız.”
Taşnaklar bildiğimiz gibi, burjuva Ermeni partisi ve onların Ermenistan’daki burjuva iktidarı, Taşnak İktidarı. Ve onların bütün Doğu’da, Doğu illerinde, Kürt illerinde İngilizlerle birlikte işgal ve saldırısı var o günlerde. Ve Yunanlılar da İzmir’den çıkıp bütün Ege’yi istilaları altına almışlar. Onların elinden kurtaracağız, diyor TKP.
Demek ki yoldaşlar, Ermeni Meselesinde de Mustafa Suphi ve Onbeşler, aynen bizim gibi düşünüyorlar.
Öyle mi?
Öyle.
E, o zaman hani sen diyordun, Ermeni İsyanı meşru?..
Biz buna, meşru değil, emperyalistler tarafından kışkırtılan ve kullanılan bir hareket dediğimiz zaman, vay şoven adamlar, Ermeni İsyanını meşru saymıyorlar, diye bize saldırıyorlardı. Ondan sonra da bunların hepsi, TKP’nin Tarihine ve Mustafa Suphi Yoldaş’a, Onbeşler’e sahip çıkar görünürler…
Demek ki Yoldaşlar, bizim bütün tezlerimiz, TKP’mizin Tarihiyle de, bugünüyle de tam bir uyum halinde. Ve bugün de bunu savunan, Hikmet Kıvılcımlı’nın önderliğindeki harekettir.
Ve bizim mührümüzde de; 10 Eylül 1920 yazar, kuruluş tarihimiz olarak. Bu hareketin tek meşru mirasçısı, temsilcisiyiz biz.
Bunlar sahte. Biz bunlara boşuna demiyoruz, Sahte Soytarı Sol, diye.
“Kırmızı Rusya ile Türkiye arasındaki kardeşliği daha ileri götürerek silahımız, hayatımız ve bütün varlığımız ile bütün dünya emperyalistlerine ve ekspluvanosyoncularına (yani sömürücülerine) karşı harp edeceğiz.”
Yani hem ulusal bazda istilacı yağmacılara karşı savaşacağız, hem de bütün dünya emperyalistlerine ve sömürgenlerine karşı harp edeceğiz, diyorlar.
Bizim de Antiemperyalist İkinci Kurtuluş Savaşı teorimiz bunu der. Hep bunu dedik biz…
“Alınan bu karar Türkiye Komünist Fırkası (TKF) İstihbarat Şubesi tarafından Türkiye’ye bildirilirken (yani o kadar da dostça davranıyorlar ki içerideki Ulusal Kurtuluş Hareketine karşı… Türkiye’ye bildiriyorlar bu kararı da.), bu karardan bir hafta sonra Türk Kızıl Alayı Türkiye’ye gitmek üzere yola çıkarılacaktır. Birinci Türk Kızıl Nişancı Alayı, Kızıl Ordu’nun yardımlarıyla teçhiz edilerek, 14 Ekim 1920’de Bakû’den Zengezur’a hareket eder. Buradan Nahçivan’a geçilerek Türkiye’ye gitmeleri planlanmıştı. Ancak bu Alay’ın Zengezur’da Taşnak Ermeni Ordusu tarafından önü kesilmiş ve burada Ermenilerle yapılan müsademede 60 ölü ve yaralı ile fazla zayiat vererek geri dönmek zorunda kalmıştır.” (Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, s. 123)
Demek ki, emperyalistlerle işbirliği halindeki Taşnak Ermeni burjuvalarının ordusu, Zengezur’da önünü keser Türk Kızıl Alayı’nın. Ve zayiat verdirerek onu geri dönmeye mecbur eder. Ama sonradan, bu Kızıl Alay yeniden Türkiye’ye gönderilir, arkadaşlar.
Yine Mustafa Suphi Yoldaş, dönmeden az önce yayımladığı ve Türkiye’ye gönderdiği “Türk Askerine ve Türkiye’nin Mazlum İşçi ve Köylülerine” başlığını taşıyan bildiride, şöyle diyordu:
“Hemşehri!
“Kendini gösterecek son saat çaldı.
“Çünkü bıçağı gırtlağa sapladılar.
“Geçen dört yıllık kanlı, karanlık muharebede verdiğin milyonlarca kurban yetmiyormuş gibi, şimdi de memleketini bütün Türkiye’yi ve Anadolu’yu, üstünde işlediğin küçük tarlaya varıncaya kadar, Avrupa canavarları aralarında bölüşüyor, kendilerine mal ediyorlar. Fransa, İngiltere ve bunların yardakçısı, Amerikan, Yunan gibi yeryüzünde menfaatten, altından başka ne hak, ne hakikat, hiçbir şeyi tanımayan ve insanlık namına hiçbir şeyi temsil etmeyen devletler, bütün Türkiye ve Anadolu’daki askerlerin silahlarını, eski martinili tüfeklere ve altı patlar Rüvölverlere varıncaya kadar toplanmasını emir ediyorlar. Bununla da Türk işçi ve köylüsünü, talancı Avrupa Emperyalistlerine karşı hakkını müdafaadan aciz bir kadın veya bir çocuk haline getirmek istiyorlar.
“Avrupa’nın alçak bezirgânları Yunan’ın İngilizlere satılmış kancık palikaryaları buna muvaffak olacaklar mı? (Palikarya, genç Rum kabadayısı anlamına gelen Yunanca bir sözcük. – N. Ankut)
“Bunlar Türkiye topraklarını kendilerine mahsus bir çiftlik, bu topraklar üzerinde yaşayan mazlum işçi ve köylüyü ise kendileri için kul-köle haline getirebilecekler mi?
“Şüphesiz ki hayır, onlar bu hasis ve murdar muratlarına kavuşamayacaklar… Çünkü bir kere fakir ve mazlum fakat hak ve adaleti, şeref ve namusunu müdafaa için her biri bir aslan parçası olan Türkiye’nin cesur askeri, kahraman işçi ve köylüsü bu alçakça harekete karşı koyacak, kendi toprağından kendisi için zindanlar yapılmasına, kendi gözleri önünde evlad ü iyalinin basmacı Frenk bezirgânlarına esir ve hizmetkâr olmasına asla razı olmayacaktır.
“Bundan başka, Türkiye’nin fukara ve mazlum halkları üstünde işlenecek bu kasaplığa Fransa, İngiltere, Amerika, Yunan vb. memleketlerdeki dert ortaklarımız, işçi ve köylü yoldaşlarımız da razı olmayacaklar.
“Arkadaş! Bu zalim dünya yüzünde, bir kulluk ve açlığı yaşatan hükümet ve devletler var; bir de bu kulluk ve açlığı çeken milletler. Hükümet ve devletler, Fransa, İngiltere ve Yunanistan’da Klemenso, Loyd Corc veya Venizelos cellatı elinde kanlı satır halinde kullanılıyor.
“Halklar ise yüzde doksan beşi sizin gibi fukara ve köylüden ibaret olan halk, bu satırlar altında doğranıp eziliyor. Muharebe millet farkı olmaksızın Fransız’dan, Alman’dan, Yunan, Türk, Rus veya İtalyan’dan milyonlarca köylü ve işçiyi ejderha dişleri arasında çiğneyip mahvederken, yalnız zenginler elindeki o devletlere hâkimiyet, istibdat ve zulüm fırsatı veriyor.
“Sanki korkunç ve müthiş muharebeye kadar ışığa çıkmayan bu hakikati şimdi bütün milletlerin askeri olan işçi ve köylü anladı. Ve onun için yeni memleketler fethetmek, başka milletleri kendisine esir etmek maksadıyla açılan muharebelere Fransız ve İngilizler de içinde olmak üzere hiçbir millet işçisi razı olmuyor.
“Onlar bilakis kendi devletlerinin insafsız hareketlerini protesto ediyorlar. Rusya hudutlarında köylü ve işçi inkılâbını, Bolşevikliği söndürmek için gönderilen Fransız, İngiliz, Amerikan askerleri kumandanlarını yalnız bırakıp Rus Kızıl Ordusu’yla kardaşlığı ilan eyliyorlar.
“Arkadaşlar! Biliniz ki, Fransız, İngiliz, Amerikan ve Yunan emperyalistlerinin Türkiye’yi yok etmeye çalışmaları, yeryüzünde yeniden yeniye kanlı, ateşli muharebeler açmaya sebep olmaktan başka bir şeye yaramayacaktır.
“Bundan elli sene evvel Almanların Fransızlara zorla kabul ettirdikleri insafsız sulh şartları nihayet koca Almanya’nın başını nasıl yedi ise, şimdi Almanya’nın, Türkiye’nin büsbütün paylaşılması işi de Fransız, İngiltere ve hele Yunanistan Hükümetlerinin varlığını öyle yarım asır beklemeye lüzum kalmaksızın ezip mahv edecektir.
“Amerika Hükümeti Reisi Bezirgân Wilson, bundan daha birkaç ay evvel alem-i insanlığa hitap ederek, dünyadaki bütün milletlerin hayır ve saadeti ve harbin ortadan tamamen kaldırılmasını temin edecek bir sulhun yapılmasını teklif ediyordu.
“Şimdi ise Almanya ve Türkiye hakkında reva görülen bir kasaplığın başında duranlardan biri, yine bu Wilson cenapları. Bu hal gösteriyor ki, bizim için bu büyük bezirgân devletlerin başında herhangi bir Wilson veya Klemenso veya herhangi bir bey ve paşa bulunsun, hayır ve selâmet beklenemez.
“Dünya yüzündeki insanlar arasında sulhun devam etmesi için bunun dünya durdukça devam edecek, ilahî ve vicdanî bir hak ve adalet esasına müstenid olması lazım gelir. Bu hak ve adaleti insanlara bahş edecek, insanları yeryüzünde kardeş gibi yaşatacak kim?
“Yoldaşlar! İnsanlar arasında hak ve adalet ile beraber ebedi sulh ve selâmeti tesis edecek bir kuvvet varsa, o da hakikaten buna muhtaç olan ve kolunun gücü aklının kârı ile yeryüzünü şanlatan işçi ve köylü milletidir. Bütün insanlık âleminin zulm altında cefa çekmiş, ezilmiş fakir ve muhtaçlarından, bütün dünyanın milletlerinden bir millet olarak doğan işçi ve köylülerdir ki, bu köhne ve zalim kâinatı yıkıp onun yerine öz icadı olan yenisini kuracaktır.
“Bu yeni dünyada insanlar, şeytan zenginler ve ahmak rençberler diye ikiye ayrılmayacaklar ve belki, kolunun gücüyle çalışıp, alnının teriyle gün gören bütün namuslu insanlar birleşip kardaşça yaşayacaklar, böylece ise yer, toprak, zenginlik kavgası harp bütün o bildiğiniz dehşetleriyle cehenneme gönderilmiş olacaktır.
“İşte aziz yoldaşlar; bizim istediğimiz hak ve adalet dünyası, işte bütün Rusya ve Macaristan’ın alkanlar içinde yürüyüp varmak istediği ebedi sulh ve selam.
“Böyle bütün dünyayı ve insanları kapsayacak olan bir sulhu, topraklar altındaki kömür madenlerini bile aralarında bir türlü paylaşamayan ve hırs ve intikamlarını insan kanı akıtmakla söndüren Wilson, Klemenso veya Venizeloslardan beklemenin büyük bir hayalperestlik, aynı zamanda nasıl bir akılsızlık olduğu böylece pek aşikâr meydana çıkmış oluyor.
“Bütün dünyanın proletaryası gibi, biz Türkiye’nin mazlum ve fakir işçi ve köylüleri de bilmeliyiz ki, bizim kanımızla beslenen, esaslı düşmanımız bu krallar, imparatorlar bu çorbacı bezirgân, banker, bu bey, ağa, paşalar… Hülâsa hiç çalışmaksızın bizim sırtımızda bir bit ve tahtakurusu gibi yaşayan bu sefil mahlûklardır.
“Bizim kazancımızı, hakkımızı yiyen, dünya malı için muharebeler icad edip bizim kanımız pahasına varislere sahip olan, bugün Almanya ve Türkiye’yi yarın da Rusya’yı veya diğer bir memleketi paylaşarak son sermayemiz olan az kadar toprağı elimizden almak ve can-u paremiz evlad ü iyalimizi kendilerine kıyamete kadar esir etmek isteyen hep bu menhus (tufeyli)lerdir.
“Hemşehriler! Son damlaya kadar kanımızı emmek isteyen bu alçak ve arsız güruha ve bu gürüh-ı haşaratın başında durdukları yağmacı devletlere karşı ayaklanmak bizim bugünkü en büyük borcumuz, en mukaddes vazifemizdir. Memleketimizde bu Avrupalı eşkıyaya yardım eden zenginlerin ve hangi fırkadan olursa olsun hükümetlerin canları cehenneme.
“Hemşehriler! Biliniz ki bugün Türkiye’nin de inkılâpçı Rusya ve Macaristan Hükümetlerinin de en büyük düşmanları; Emperyalist Fransa, İngiltere, Amerika ve Yunanistan… vb. ile bu devletlere memleketimin içinden yardım eden hain burjuvalardır.
“Fakat gam yemesin, o canavar devletler ve bu hain burjuvalar, şimdi bütün dünyanın mazlum işçi ve köylüsü -herhangi milletten olursa olsun- proletaryanın birleşmiş düşmanını, hunhar emperyalizm ve burjuvazya âlemi pek iyi tanınıyor. Ve işçiler sırtında yaşayan burjuvazyanın foyası meydana çıktıkça proletaryanın kuvveti çoğalıyor. Fransız ve İngiliz orduları içindeki işçi ve köylü arkadaşlarımız, askerler hakikati anladıkça bölük bölük silahlarını bırakıp inkılâpçılar tarafına geçiyorlar. Onun için kralların, bezirgânların orduları bozuldukça biz inkılâpçı işçi ve köylüler sıralarımızı sıklaştırmalıyız. Silahı elden bırakmamalıyız.
“Arkadaşlar, biliniz ki bizim karnımızı doyuran nasıl kol kuvvetimiz ise, hakkımızı müdafaa edecek de elimizdeki silahımızdır. Rusya’da başlayıp bütün Avrupa’ya ve Türkiye’ye doğru bütün şarka yayılan bu yeni kavga insanlık yaşayışında son ve şanlı en kati muharebe olacak ve bu kızıl harp meydanında bütün dünya işçilerinin, şimdi o bütün dünyaya hâkim olma tecelli ve çelik tırnaklı zalim ve katil burjuvazya âlemini yenmesiyledir ki, hak ve adalet güneşi üzerimizde parlayacaktır.
“Onun için hemşehriler, Türkiye’deki işçi ve rençber arkadaşlar! Toprağınızı, hakkınızı, hürriyetinizi müdafaadan çekinmeyiniz. Dünyada yalnız olmadığınızı unutmayınız. Başka milletlerin de sizin gibi ezilmiş işçi ve köylü kızıl ordularıyla birleşip size tecavüz eden canavarlara nefes aldırmayınız.
“Geceler uzun olsa da, doğan gün sizindir. Hak, adalet, zafer, ikbal, istikbal sizin hep sizindir yoldaşlar.
“Yaşasın bütün dünyanın aynı ışık etrafında toplanmış işçi ve köylüleri!
“Yaşasın hain ve canavar Avrupa Emperyalistlerini korkutan içtimai inkılâp!
“Yaşasın Rusya ve bütün Avrupa amelesine ruh ve kuvvet veren Bolşevizm!
“Türk İşçi ve Köylü Komünist Teşkilatı” (Yavuz Aslan, Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi, s. 69-72)
Gördüğümüz gibi yoldaşlar, Pontus meselesinde, Yunan ve Ermeni meselelerinde; Mustafa Suphi Yoldaş’la ve TKP’nin ilk kurucusu, savaşçısı yoldaşlarla tam bir uyum içindeyiz.
Bunları yazan, Yavuz Aslan. Kitabının adı da “Türkiye Komünist Fırkası’nın Kuruluşu ve Mustafa Suphi”dir. Bir burjuva tarihçisi… Antikomünist bir yazar. Ama bu gerçekleri bizim Sevrci Solculardan, Sahte, Sahtekâr Solculardan daha iyi görüyor ve ortaya koyuyor. Hiç değilse az da olsa aydın namusu, bilim adamı sorumluluğu var, bilim insanı sorumluluğu var. Bizimkilerde o da yok. O yüzden ciddiyetsiz, diyorum ben onlara. Soytarı, diyoruz. Boşuna değil soytarı dememiz. Bir hakaret sözcüğü değil. Devrimcilik böylesine soytarılık derecesine düşürülemez. Buna izin vermeyiz biz. Onlar kendileri ciddiye almıyorlar ama biz hayatımızı koyduk bu davaya. Ömrümüzü vakfettik seve seve. Dünyanın en yüce davası!.. Bir milyon kere dünyaya gelsek, hiç tereddütsüz yine vakfederiz böyle yüce bir davaya hayatımızı!
(Alkışlar…)
Bundan yüce, bundan değerli hangi dava olabilir?
Olamaz hiçbir şey!
(Alkışlar… Sloganlar: Yaşasın Devrimci Mücadelemiz…)
(…)
Mustafa Suphi ve Onbeşler Konusu
Şimdi yoldaşlar, isterseniz Mustafa Suphi’lerin katli meselesine de kısaca değinelim bir. Yani madem söz ettik, vesile oldu.
Mustafa Suphi Yoldaş da, kendimden söz ederek biraz önce söylediğim gibi, çocuk kadar saf, masum bir yoldaş. Ve yoldaşları da öyle, arkadaşlar.
Ankara Hükümeti’yle haberleşiyorlar devamlı, burada da söz edildiği gibi. Ve Türkiye’ye gelip devrimci kavgayı, Ankara Hükümeti’nin yürüttüğü Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Hareketi ile dayanışma içinde sürdürmek istiyorlar. Bunu bildiriyorlar. Burada var, defalarca söz edilir burada, metinlerde. “Tamam, gelin” deniyor. Kazım Karabekir tarafından, Ankara Hükümeti tarafından.
Ve o zaman, Meclisin üçte biri Bolşevik. Yani Ekim Devrimi’nin prensiplerini benimsiyor. Zaten soyulduk soğana çevrildik, diyorlar Lenin’in deyimiyle. Neyimiz kaldı kaybedecek? Bolşevik olalım. Yeni bir dünya kuruluyor, biz de bu kavgaya katılalım. Bakın bir güneş doğdu Kuzey komşumuzda. Biz de ona omuz verelim, diyorlar. Meclisin üçte biri, arkadaşlar. Kalpaklarına kızıl kurdeleler takıyorlar. Ve ordu içinde de bu hareket yayılıyor.
Mustafa Suphi Yoldaş, Türkiye Komünist Fırkası’ndan iki militanı gönderiyor, Zonguldak kömür madenlerinde, on beş gün içinde 130 ila 140 işçiyi örgütlüyor, bu iki kişi… Düşünebiliyor musunuz? On beş günlük sürede… Vezirköprü’de yetmiş kişiyi örgütlüyor. Samsun’da elli kişiyi örgütlüyor. Yani insanlar bu kadar sosyalizme açık. Ve Sovyetler’e sıcak bakıyor. Dost biliyor Sovyetler’i.
İşte Anadolu Antiemperyalist Kurtuluş Hareketini yürüten burjuvazi bundan ürküyor. Bu hareketin gelişeceğinden ürküyor. Sonunu görmüşçe ürküyor. 14, yanlış hatırlamıyorsam, Aralık’ta, 14 Aralık 1920’de, Mustafa Suphi, beş yoldaşıyla beraber Kars’a giriş yapıyor, Kars’a geliyor. Ve Kazım Karabekir başkanlığındaki bir heyet merasimle karşılıyor kendilerini. Merkez Komite’den beş kişi geliyorlar önce. İki kişiyi bırakıyorlar Dış Büro Temsilcisi olarak, Bakü’de. On üç yoldaş da bilahare, sonradan geliyor. Toplam on sekiz kişi geliyor. Yani Partinin Merkez Yönetimini Ankara’ya taşımak üzere geliyorlar. Dış Büro Temsilcisi olarak iki kişi kalıyor Bakü’de. Ve onurlarına merasim düzenleniyor, şenlik düzenleniyor ve yemek, ziyafet veriliyor Kazım Karabekir tarafından.
Şimdi Mustafa Suphi Yoldaşların geleceği bilindiği için, Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal Paşa, acele bir sahte Komünist Partisi kurduruyor. Yani kendi denetiminde… “Türkiye Komünist Partisi” adıyla, Ankara’da bir parti kurduruyor. İçinde işte, Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu Yunus Nadi de var mesela. Cumhuriyet’in bize düşmanlığı tâ oralardan geliyor. Yani masum bir gazete olmayışı tâ o köklerinden itibaren devam edip geliyor. Yunus Nadi, İkinci Emperyalist Yağma Savaşı’nda da Nazi ideolojisini, Hitler’in ideolojisini benimser bildiğimiz gibi, onu savunur Cumhuriyet’te, arkadaşlar. Böylesine fırıldak bir adam…
Kılıç Ali var yine Mustafa Kemal’in en yakınındaki adamlardan biri olarak. Yani Mustafa Kemal’in en güvenilir insanları var bu partinin yönetiminde.
Fakat Mustafa Suphi ve yoldaşları buna kanmıyorlar tabiî. Oradaki yayımlarda, “Ankara’daki Provokatör Komünist Partisi” diye niteliyorlar bu partiyi. Yani Mustafa Kemal, kendi denetimindeki bu partiyle Mustafa Suphi ve yoldaşlarını bloke etmek istiyor, arkadaşlar. Etkisizleştirmek istiyor. Onun sökmeyeceğini anlayınca diyor ki Kazım Karabekir’e: “Ankara’ya getirme, gönderme, bunları yeniden yurtdışına çıkar. Bunlar gitsinler yeniden yurtdışına.”
Kazım Karabekir tamam antiemperyalist, ama çok güçlü Ortaçağcı, Şeriatçı önyargıları var. Bağnazlıkları olan bir insan. Müthiş antikomünist bir insan. Tam klasik bir Osmanlı Paşası yani.
Hemen bunun üzerine bir düzenbazlığa başvuruyor. Erzurum Valisi Deli Hamit Bey var. Onunla telgraflaşıyor. Ona diyor ki:
“Ben Mustafa Suphi ve ekibini gönderiyorum.” Sonra o on üç yoldaş da geliyor. On sekiz kişi oluyorlar. “O ekibi gönderiyorum (diyor). Bu ekip Erzurum’a varır varmaz halk, bunlardan nefret ediyormuş gibi, bunları protesto eden, bunlara hakaretamiz sözler söyleyen bir eylemde bulunsun (diyor). Sen bu eylemleri örgütle. Bunlar da anlasınlar ki, Türkiye’de halk bizi istemiyor. Bizden nefret ediyor. Biz bırakıp gidelim. Böyle bir kanaat oluşsun (diyor). Ama şu anda Bolşeviklerle dostuz (diyor). Yani buradaki protesto eylemlerinde, sakın ola ki Bolşevikliği hedef almayın. Tamamen eylemi, saldırıyı bunların şahsına yöneltin. Bunları şöyle suçlayın (diyor hatta): “Bunlar Rusya’daki Türk harp esirlerine çok kötü muamele ettiler. Hatta Bolşeviklerle işbirliği ederek, Türk harp esirlerinin birçoğunu astırdılar” deyin (diyor). Ve protesto edenler de, o harp esirlerinin yakınlarıymış gibi, işte “benim kardeşimi, babamı, amcamı, dayımı nasıl öldürdün, katlettin” diye bunların şahsına saldırıda bulunsun”, diyor.
Yani böylece Sovyetler’le ilişkiyi bir taraftan korumak, sürdürmek, bir taraftan da Mustafa Suphi ve yoldaşlarından kurtulmayı planlıyor, arkadaşlar. Yani böylesine düzenbazca işler planlıyor. Onurlu bir insana yakışmayacak işler planlıyor.
Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti var. O cemiyette de “Albayrak Grubu” diye, komünist bir grup var. Bu grup buna karşı çıkıyor. Diyor ki:
“Bu arkadaşlar gayet halisane niyetlerle bizim Kurtuluş Savaşı’mıza destek vermek için geldiler. Her türlü desteği getirdiler. Bolşevik Rusya’nın da desteğini birlikte getirdiler. Ve Kızıl Türk Alayı oluşturdular. Bunlara karşı, nasıl karşı çıkarız biz. Tersine bunları bağrımıza basmamız lazım.”
Bir de Hoca Raif Efendi diye, Tefeci-Bezirgân grubun bir temsilcisi, lideri var. Ne yazık ki onlar baskın geliyor. Tabiî Ankara’nın da, Kazım Karabekir’in de direktifleri o yönde. Albayrak Grubu tasfiye ediliyor. Tamamen yönetim Hoca Raif Efendi liderliğindeki Ortaçağcıların eline geçiyor. Ve saldırıyı onlar düzenliyor. Erzurum’a girer girmez onlar başlıyorlar saldırmaya, hakarete, küfre…
Oradan Trabzon Valisiyle bağ kuruyor. O bağlantıdan amaç da Trabzon üzerinden deniz yoluyla Mustafa Suphi ve Onbeşler’i Sovyetler’e göndermek. Yapılan plan bu. Halkı öylesine örgütlüyorlar ki, yolda da kimse, ekmek vermiyor, çevredeki insanlar tamamen blokaj uyguluyorlar yollarda, yiyecek vermiyorlar, su vermiyorlar, sözlü hakaretlerde bulunuyorlar. Trabzon’a gece bir civarında ulaşıyorlar. O karda kışta, biliyorsunuz doğunun o Aralık soğuklarında, arkadaşlar. Bazen hatta vasıtasız kalıyorlar, yayan yürümek durumunda kalıyorlar. Kazım Karabekir’in emrindeki askerler de onları halktan güya koruyormuş durumunda, çevrelerinde onlara refakat ediyorlar. Yani o örgütlenmiş gerici güruh saldırıyor yoldaşlara, bunlar da onların elinden bunları koruyormuş, kurtarıyormuş gibi bir hava veriyorlar.
Trabzon’a varınca, orada Sovyet Konsolosu var, arkadaşlar. O da bekliyor karşılamak için; tabiî hazırlık yapıyor. Karşılayayım, misafir edeyim, en azından dinlendireyim, diyor. Yani bir konuşayım, diyor. Ona da göstermiyorlar.
Ne yazık ki, üç de ajan var, bu on sekiz kişinin içinde. Kazım Karabekir’in ajanları… Süleyman Sami, Mehmet Emin, bir kişi daha var; onun adı belirtilmiyor. Yani onlar sürekli bilgiler veriyorlar Mustafa Suphi ve yoldaşlarının ne yaptığı, ne ettiği konusunda, Kazım Karabekir’e. Onlar yolda, hastalandık bahanesiyle ayrılıyorlar, Maçka’da. On beş kişi Trabzon’a varıyor. Biri Mustafa Suphi Yoldaş’ın eşi. Ve diğerleri on dört erkek yoldaş. Enteresandır, iki tane de yüzbaşı var bu yoldaşlar arasında: Biri tayyare yüzbaşısı, biri topçu yüzbaşısı; Mustafa Suphi’nin yoldaşları arasında, katledilen yoldaşları arasında. Yani namuslu, asker, devrimci geleneğe sahip olan asker yoldaşlar da komünist harekete katılıyorlar. Nitekim İsmet İnönü, Ali Çetinkaya’ya yazdığı bir mektupta çok açık belirtiyor. Burada belgeler var, zamanımız yok ama… Asker içinde de bu hareket gelişiyor, diyor İsmet İnönü. Buna karşı da tedbir almamız lazım, diyor. Yani Ordu Gençliği o Devrimci Geleneğiyle, devrimci prensipleri ve Leninizmin ilkelerini benimsiyor, arkadaşlar.
Yahya Kahya denen bir azgın, lümpen çete reisi var Trabzon’da. Astığı astık, kestiği kestik bir lümpen. Bir tayfası, ekibi var. Kayıkçılar Kâhyası bu Trabzon’da. Kayıkçılar ve mavnacılar kâhyası. İşi ona havale ediyorlar. Yani pis işleri, böyle pis adamlara gördürür ya burjuvazi… Her zaman olduğu gibi burada da onlara havale ediyorlar. Bu alçak, Mustafa Suphi Yoldaş’ın eşine el koyuyor. Kendi haremine alıyor eşini daha yola çıkmadan. Ve on dört yoldaşı bir motora bindiriyorlar. Ve iskelede de tabancalarını alıyorlar üzerlerinden. Yani silahsız, bıçaksız olarak motora bindiriyorlar. Hemen arkalarından da bu Yahya Kâhya denen alçağın adamları, başka bir motorla peşlerine düşüyor. Ve Sürmene açıklarında bunlara yetişiyor. Önce bağlıyorlar, sonra kasaturalarla katlettikten sonra denize atıyorlar on dört yoldaşı.
Bu kesin, yani katledilişleri, bu şekilde katledilişleri…
Bu katliamı kim planladı? sorunu var, arkadaşlar. Yani esas kim yaptı?
Bize göre; açık, net bir şekilde Anadolu Burjuvazisi yaptı. Bu katliamın suçlusu Anadolu Burjuvazisidir, arkadaşlar.
Tefeci-Bezirgânlıkla, daha iktidara gelmeden, yani Hoca Raif Efendiyle ve yine Trabzon’da Barutçuzade Hacı Ahmet Efendi adındaki bir alçak, Trabzon Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin Başkanı, o da bu suçun içinde, organizatörlerin içinde, katliamı organize edenlerin içinde. Yani Trabzon Valisi ve o, arkadaşlar. Yahya Kâhya’yı da o yönlendiriyor, örgütlüyor pratik işlerde. Yani Kazım Karabekir, Trabzon Valisine ve bu Barutçuzade Hacı Ahmet Efendiye direktif veriyor, o Yahya Kâhya’ya veriyor ve katliam onun eliyle, yani daha doğrusu onun adamlarının eliyle (bizzat kendisi gitmiyor), gerçekleştiriliyor, yapılıyor. Bu katliamın faili, Anadolu burjuvazisi ve ittifak yaptığı Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin örgütleri, temsilcileridir. Anadolu burjuvazisi ve Tefeci-Bezirgân Sermayedarlar adına bu katliamı başından sonuna kadar planlayan, yöneten, uygulatan da Kazım Karabekir, Erzurum Valisi Deli Hamit, Trabzon Valisi Barutçuzade Hacı Ahmet ve onların emrindeki çakal sürüleridir.
Mustafa Kemal’in Onbeşler’e ilişkin tutumu
Şimdi Mustafa Kemal’in bu katliamdaki payı ne?
Bilgisi var, arkadaşlar. Kazım Karabekir devamlı bilgi veriyor. Bilgisi var. Zaten Meclisin Gizli Oturum Tutanakları da yayımlandı. İki yayınevi tarafından yayımlandı benim bildiğim, belki daha fazla yayınevi de yayımlamıştır. “Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis Gizli Oturumunda Yaptığı Konuşmalar” adı altında yayımlandı, şimdi piyasada var, arkadaşlar. Orada Mustafa Kemal de aynen böyle koyuyor. Yani bu işi baştan sona bizzat Kazım Karabekir planlamıştır, örgütlemiştir, uygulamıştır. Ve bize de her aşamada bilgi vermiştir, diyor. Yani olay bu.
Burjuva toplumu kurtlar sofrası, arkadaşlar. Ve Brütüs’ler toplumu. O sofrada pay kapmak istiyorsanız, pençelerinizi ve dişlerinizi çok ustalıkla kullanmanız gerekir. Çocuk saflığı ve masumluğuyla o sofraya katıldığınız anda, heder olur giderseniz… Hiç acımazlar. Ve zerre miktarda pay vermezler size. O bakımdan, Mustafa Kemal de bilerek göz yumuyor bu işe, arkadaşlar, kabulleniyor. Çünkü o da Lenin’in dediği gibi, sosyalist değil, burjuva ulusal kurtuluş hareketinin yöneticisi.
Zaten paşalar da birbirlerine karşı kurtlar mücadelesi yapıyorlar sürekli. Recep Yoldaş’ın anmasında kısaca değinmiştim. Daha hilafetin, saltanatın kaldırılması meselesinde bile Mustafa Kemal, “saltanat kaldırılacaktır ama bazı kelleler uçacaktır”, diye masanın üzerine çıkarak kesin tavır koymasa, bir anda alaşağı edilecek. Hâlbuki zafer kazanılmış… Lozan’ın arifesi. Yani o anda bile karşısında bir güçlü cephe buluyor. Ataklığı ve inisiyatifi ile hem önderliğini, hem cumhuriyeti kurtarabiliyor.
Yine 1925’te, arkadaşlar… Getirmemişim… Kılıç Ali’nin Anıları yayımlandı, arkadaşlar, İş Bankası Yayınları’ndan. Hacimli bir kitap. Tüm silah arkadaşları, paşalar, karşısına geçiyor Mustafa Kemal’in. Ali Fuat Paşa, işte burada, Moskova Büyükelçisi, Rauf Orbay, Kazım Karabekir kesin bir cephe oluşturuyorlar. Alt etmek üzereler. Şeyh Sait İsyanı’nın patlaması, Mustafa Kemal’i kurtarıyor. Şeyh Sait İsyanı bir anda saman alevi gibi yayılıyor. Tüm Kürt illerini kapsıyor, İngilizlerin de her türlü desteği ve organizasyonu, örgütlemesiyle, hızla yayılıyor Şeyh Sait İsyanı. Ve Anadolu Burjuvazisi panik içinde kalıyor. O zaman, dâhi bir komutan olarak iş, Mustafa Kemal’e kalıyor; askeri başarılarıyla ünlü bir komutan olarak. Ve bu isyanı aynı hızla bastırmasının yarattığı prestijle önderliğini kurtarıyor.
O olmayınca İzmir Suikastı’nı tertipliyor Anadolu Burjuvazisi. Yani Mustafa Kemal’den de rahatsız… Ve yine Kılıç Ali’nin anlattıklarına göre, Kazım Karabekir’in de, Rauf Orbay’ın da, Ali Fuat Cebesoy’un da, Refet Bele’nin de, Cafer Tayyar Eğilmez’in de haberi var İzmir Suikastı’ndan. Yani onlar da pasifçe destek veriyorlar suikasta. Ama son anda, Giritli Şevki adlı bir motorcunun doğrudan dönemin İzmir Valisi Kazım Dirik’e ihbar etmesiyle, iş yarım kalıyor. Ve Mustafa Kemal de bunları idamla yargılatıyor, biliyorsunuz, İzmir Suikastı Davası’nda. İdamla yargılatıyor ama katletmeyi de yani astırmayı da göze alamıyor. Sadece bir ayar vermekle yetiniyor. Yani “haddinizi bilin, aklınızı başınıza alın, bir dahaki sefere astırabilirim de… O güce sahibim” mesajı veriyor bunlara. Nitekim ondan sonra ölümüne kadar bunlar da kıpırdanamıyor.
Yani dediğimiz, burjuva toplumu kurtlar sofrası, arkadaşlar. O bakımdan, acıma yok orada. Sadece güç hesaba katılır orada. Gücün borusu öter. Güçlü olan başa geçer. Ve o sofradan en büyük payı alır. Güçsüz olan harcanır. Yer yok.
Ne kadar zamanımız kaldı yönetici yoldaşlar?
Yönetici: Bitti.
Nurullah Ankut: Bitti.
Arkadaşlar, burada çok açık, Kazım Karabekir’in “İstiklal Harbimiz”de, okumayacağım artık, M. Kemal’in Amasya’dan mektubu var, Kazım Karabekir’e.
Vatanın kurtarılması için başka bütün yollar tıkanmış görünüyor. Bir çıkış yolu, bir çare olarak Bolşevik de olabiliriz, diyor. Onlardan bize teklif gelmesini beklemeyelim. Tersine biz hemen kendimiz başvuralım. Ve birlikte, Bolşevizmi nasıl uygulayacağımızı, aynı zamanda da Türkiye’yi emperyalistlerden ve onların maşalarından nasıl kurtaracağımızı oturup planlayalım beraberce, diyor, arkadaşlar bu mektupta. Ayraçladım ama zamanımız bitti, bir iki konuya daha girmemiz gerekiyor. Yayımlandığı zaman, yoldaşlar o mektubu da buradan alır koyarlar, okur arkadaşlarımız artık.
“Amasya, 23.06.1919
“Şifre:
“Zata Mahsustur
“15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa Hazretleri’ne,
“(…)
“Bolşevizmin kavranış ve açıklanış biçimi dahi konuşularak, esasen Kazan, Orenburg, Kırım vb. gibi İslam ahali bunu kabul ederek; dindarlık, gelenek gibi işlerle zaten ilgili olmadığından, bunun memleket için bir sakıncası olmayacağı düşünüldü… Öte yandan, ilk teklifin herhangi bir suretle Bolşevikler tarafından yapılması beklenmeyerek, derhal o havaliden içeriye kimliği gizlenerek (mütenekkiren) gönderilecek birkaç değerli kişinin aracılığıyla hemen söyleşiye girişmek, anlaşmak pek uygun olur. (…) Ve Bolşevizm ve onunla ilgili olan amaçlar (hedefler) uğrunda paraca fedakârlığa ihtiyaç olacağına göre bu maksada kullanacağınız paranız ve vilayete en son ayrılan örtülü ödenekten yararlanmak kabil olup olmadığının inba buyurulmasını (bildirilmesini) rica ederim.
“Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Kemal” (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz Birinci Cilt, Emre Yayınları, s. 93-94)
Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Samsun’a çıkan subaylar arasında bulunan ve M. Kemal’in gizli servis ve siyasi büro şefi Hüsrev Gerede de aynı konuda 07.06.1919’da, yani Mustafa Kemal’in Kazım Karabekir’e yazdığı mektuptan 16 gün önce, yine K. Karabekir’e yazdığı bir mektupta şöyle der:
“Havza, 07.06.1919
“Mustafa Kemal Paşa’nın karargâhında, Havza’dayım. İşlerin istihbarata ve siyasata ait kısmını deruhte ettim.
“(…)
“Bolşeviklik -Bulgar ve Macarların katılmasıyla- bugün İtilaf kuvvetlerinin emperyalist salgınına, hırsına tamahına, gaddarlık ve itisafına (zulmüne, haksızlığına) karşı bir birleşme vesilesi oldu. Ulusların alışkanlıklarına ve bilgilerine göre pek çok değişikliğe muhtaç olan yüksek prensipleri bir yana bırakarak, inşallah en büyük ve metin bir millet olan Almanların da bu yöne –gaddar bir barışı kabul etmemek için- dönmeleri bizler için pek büyük çıkarı gerektirecektir.
“(…)
“Bence milletin –başındaki aydınların- vereceği karar ya bağımsız yaşamak yahut toprağın altını üstüne tercih etmekte derlenip toplanırsa, her şeyden önce Bolşeviklerle temas edilmek, prensipleri anlaşılmak, İslamda, Türkte geleneklere ve belirli kurallara çözüntü vermemek şartıyla, geliştirerek nasıl kabul olacağını, nasıl uygulanacağını kararlaştırmak ve fakat, sınırdaş olup düşman saldırılarına karşı koymayı sağlamak için silah, cephane, erzak almak yanlarını sağlama bağlamak gerektir.” (Kazım Karabekir, agy, s. 97)
Yani o Osmanlı’nın ilk kuruluşundan kaynaklanan devrimci gelenekleri savunan Ordu Gençliği, tek bir şeyi düşünür; vatanın kurtarılması; vatanı korumak, kollamak. Onlar siyasi sistemler konusunda cahildirler. Öyle bir dertleri yok, yani. Birincil planda göz önünde tuttukları bu… Ama tabiî edindikleri dünya görüşü, aldıkları eğitim bakımından burjuva dünya görüşüne sahipler.
“Ama başka çıkış, yol yok, Bolşeviklik uygulayalım”, diyor. “Bir sürü Müslüman ülkede uygulandı Bolşevizm: Sovyetler sınırları içinde kalan Müslüman ülkelerde uygulandı, Bakü’de, Kırım’da, Orenburg’da uygulandı, Dağıstan’da, Türkistan’da… Yani İslam ananeleriyle, Türk ananeleriyle orada çelişmediğine göre, bizde de çelişmez Bolşevizmin prensipleri; o yüzden uygulayabiliriz”, diyor.
Ama Kazım Karabekir, dediğim gibi, çok güçlü Ortaçağcı dini önyargılara sahip olduğu için:
“Dur şimdi, sonra düşünürüz bunu; şimdilik bekleyelim”, diyor.
Mustafa Kemal, Sovyetler Birliği’yle sağlam bağlar kurmuştur
Yine Mustafa Kemal, burada, Kazım Karabekir’in “İstiklal Harbimizin Esasları” adlı kitabında yayımlanan bir mektubunda: Kurtuluş Savaşı’mızla Lenin’in önderliğindeki Ekim Devrimi’yle oluşturulan Sovyetler’in bağını öylesine canlı görüyor ki, bu bağın bir an önce sağlam bir şekilde kurulması için bizim Ordu’nun Sovyet Kızıl Ordusu’yla hemen yan yana, dip dibe gelmesini önerir. Hani İngilizlerle beraber Taşnaklar, Gürcistan vb. Kafkasya’da Sovyetler’le bizim aramıza sokulan bir karşıdevrimci set oluşturmak istiyorlardı. M. Kemal işte bu girişimin bir an önce ortadan kaldırılmasını ve Sovyetler’le temasımızın sağlanmasını önerir:
“İngilizler, bu tür burjuva setlerle, bizim Sovyetler’le, Bolşevik Rusya’yla bağımızı koparacaklar. Aramıza set oluşturdular. Ondan sonra, o seti tamamladıktan, sonra da İstanbul’daki İşgal Kuvvetleri önce İstanbul’u tümden hâkimiyeti altına alacak, oradan tüm Anadolu’yu kuşatacak; bir taraftan da Doğu’dan kuşatma başlayacak. Ve biz kıskaç içinde mahvolacağız. Aman o setin oluşturulmasına fırsat vermeden biz saldıralım, Bolşeviklerle aramızda bir koridor oluşturalım”, diyor, Mustafa Kemal:
“6 Şubat 1920’de M. Kemal Paşa hazretlerinin gönderdiği şifrede ise (Diğer cephelerde bir şeyler yapmak imkânı yok. Uygun olmayan sulh şartlarına karşı silahla mukavemet imkânını gösteren Kafkas Cephesidir. Türkiye Kafkasya’da Bolşevik istilasını kolaylaştırıp onunla birlikte hareket etmekle Batıdan Doğuya doğru Anadolu, Suriye, Irak, İran ve Hindistan kapılarını müthiş bir surette açmış olacaktır. Bu açık kapıları kapamak için müttefikan stratejik taarruz hareketi yapacak kuvvetleri süratle tedarik edemezler) diye izahatla (Bolşeviklerle Türkler arasını Kafkas milletleri vasıtasıyla kesmek planını bulmuşlardır. Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, belki Kuzey Kafkas hükümetlerinin istiklalini tasdik ederek onları çektiler. Şimdi Bolşeviklerle vuruşmalarını bir emrivaki yapmak için her suretle teşvik ve takviye etmektedirler. Bundan başka bizzat kuvvet sevkine de başlamışlardır ki, bu kuvvet tesiriyle hem Bolşeviklerle çarpışmayı çabuklaştırmak, hem de Kafkas milletlerinin gerek Türklerle Bolşeviklerin herhangi bir temaslarını men ve kontrol eylemek fikrindedirler. Plan büyük bir ciddiyet ve acele ile tatbik olunmaktadır. Eğer bu plan muvaffak olur ve Kafkas milletlerinin bize karşı kat’i bir set vaziyeti almasıyla memleketimiz sarılı kalırsa Türkiye için mukavemet icabı esasından yıkılmış olur. Ondan sonra siyasi varlıklarını tamamen kayıp edebilecek olan Anadolu Türkleri itilaf devletleri kumandası altında müstemleke askeri olarak ordular teşkil edecek ve Kafkasya milletlerinin itilaf itaatinde toplanmasını ve hem Bolşevik istilasının durdurulmasını temin için kan dökeceklerdir. Bu halde itilaf devletlerine kesin teslim olmaları halinde dahi Türkler için kendini feda etmekten kurtulmak emin değildir.
“Binaenaleyh, Kafkasya seddinin yapılmasını Türkiye’nin kat’î mahvolması projesi addedip bu Seddi itilaf devletlerine yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri de göze aldırmak mecburiyetindeyiz.
“Birinci derecede Kafkasya planını ve ikinci derecede iç çöküşü temine gereken zamanı, itilafçılar ancak zayıf ve mütereddit hükümetler sayesinde temin edebilirler. Bu suretle kazanılan zamanlardan istifade edilerek itilafçılar nihayet Türkiye’nin muhasarasını ve iç çöküşü tedbirlerini tamamlayacaklar ve ondan sonra maskelerini birden atarak İstanbul’da geniş ölçüde tevkiflere mahsur Türkiye’nin muhtelif cephelerinde yığınağa ve abluka tedabirine başlayacaklar ve aynı zamanda hükmü idam mahiyetinde sulh şartlarını tebliğ edeceklerdir. İşte 6 Şubat 1920’de aleyhimizde tatbik edilmekte olduğunu gördüğümüz plan budur. Bu planın teşrihi, bize düşen tedbir ve vazifeleri göstermektedir.
“Bu tedbirler aşağıdadır.
“Doğu cephesinde resmî veya gayri resmî seferberlik yaparak Kafkas seddini arkadan yıkacak yığınağa başlamak, yeni Kafkas hükümetleriyle ve bilhassa Azerbaycan, Dağıstan gibi İslam hükümetleriyle acele temasa gelerek ittifak planına karşı kararlarını ve vaziyetlerini anlamak. Kafkas milletleri bize set olmaya karar verdikleri halde taarruz hareketlerimizi birleştirmek için Bolşeviklerle anlaşmak ve içerde milli teşkilatı son derece genişletmek ve takviye ve silah ve cephane ve malzememizi vermemek için silah kullanmaktır. En mühim vazife ise itilafın zaman kazanmasına meydan vermemek. Bunu ancak vaziyeti bu suretle muhakeme eden kat’î karar sahibi bir hükümet yapabilir. Hinihacette memleketin Anadolu’dan idaresini mümkün kılacak diğer hazırlıklara bilfiil giriştiğini de gösterir. Biz bu müsaadeyi iki ay sonra vâki olacağından daha müsait şartlar dahilinde ve itilaf manzumesinin hazırlığını daha ikmal etmemiş bulunduğu zamanda dahil olacağız. Eğer böyle bir hükümet yapılmasına imkan yoksa, maatteessüf ümitli olmaya sebep görülmüyor. Aldanmayarak bu vaziyeti şimdiden müşahede ve kabul etmeliyiz. Bunun üzerine alacağımız tedbir Hey’eti Temsiliye arkadaşlarımızı İstanbul’dan çekmek, derhal Kafkas milletlerine müracaat etmek ve derhal yukarda bildirilen tedbirlere gayri resmî, fakat fiili olarak teşebbüs etmektir.
“Hey’eti Temsiliye Namına Mustafa Kemal” (Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları, s. 195-197)
Kazım Karabekir önce: “Şu anda kış (6 Şubat 1921, bu mektubun tarihi.) Şu anda bu soğukta, karda kışta böyle bir harekât yapamayız, bekleyelim”, diyor. Ama sonunda Mustafa Kemal’in dediğini yapmak zorunda kalıyor.
Dediğimiz gibi, Kazım Karabekir önderliğindeki Doğu Ordusu, ileri harekâta geçerek, o burjuva setleri parçaladı attı ve Sovyetler’le teması sağladık. Yan yana geldik Lenin’in önderliğindeki Sovyetler Rusyası’yla. Ve ondan sonra onlarla Gümrü, Moskova ve Kars Antlaşmalarını yaptık, hatırlarsınız. Ve bugünkü sınırlarımız böyle belirlendi. Türkiye’nin şu anki Ermenistan ve Gürcistan’la sınırları böyle belirlendi. Moskova ve Kars Antlaşmalarıyla belirlendi. Yani Ermenistan’ın, bugünkü Burjuva Ermenistan’ın tanımayı kabul etmediği sınırlar, Sovyetler’le birlikte o antlaşmalarla belirlendi.
Demek ki yoldaşlar, bir kez daha tekrarlamama izin verirseniz, bizim tüm bu konulardaki görüşlerimiz tümüyle Marksizmin-Leninizmin, Ekim Devrimi’nin ve TKP’nin ilk önderlerinin, Kıvılcımlı’nın tezleriyle tam uyum halinde. Onların devamcısı ve tek meşru mirasçısıyız biz, yoldaşlar. Bizim dışımızda hiçbir hareket, bu hakka sahip değil.
Ve bu ideoloji; genelde tüm insanlığın, özelde uluslararası proletaryanın kurtuluş davasının, mücadelesinin ideolojisidir. Öylesine güçlü bir ideoloji ki, her meseleyi kolayca çözmemizi sağlar bizim. O ideolojinin projektörü öylesine güçlü ki, hangi grift, kördüğüm olmuş bir meselenin üzerine yöneltsek, o mesele gün ışığı altındaki başak tarlaları gibi gözümüzün önüne pırıl pırıl parlar bir şekilde seriliverir. Biz kolayca görür, kavrar, çözeriz her problemi.