Kanal İstanbul=Talan İstanbul ÇED Olumlu Raporuna Karşı
Partimiz HKP ve Genel Başkanı’mız Nurullah Efe (Ankut) Adına İptal Davası Açtık!
Bu sefer AKP’giller İstanbul’un sonunu hazırlayan, Türkiye ve tüm dünya siyasetini etkileyecek, Çevre, Doğa, Tarih Katliamı anlamına gelen bir proje ile karşımızdalar. İsmi bile Türkçeye uygun olmayan “Kanal İstanbul”, bize göre TALAN İSTANBUL Projesi ile…
Bu proje günlerdir tartışılıyor. Tarihçiler, siyasetçiler ve deniz, jeoloji, ekonomi, çevre, mimari konularında uzman yüzlerce bilim insanı canhıraş bir şekilde bu projeye karış çıkıyor, sonuçlarını anlatıyor, uyarıyor! Ancak AKP’giller ve Reisi bunların hepsine kulak tıkıyor.
En son Kanal İstanbul projesiyle ilgili “Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu”, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 17.01.2020 tarihinde onaylandı. Üstelik bu ÇED olumlu kararı İstanbul Halkının ve bilim insanlarının tüm karşı duruşuna ve itirazlarına rağmen verildi. ÇED raporuna karşı İstanbullular tarafından tam 92.468 itiraz dilekçesi verildi. Ancak 2 Ocak 2020 tarihinde biten itiraz süresine rağmen, 17.01.2020 tarihinde Bakanlık jet hızıyla neredeyse hiçbir değişiklik yapmadan rapora onay verdi.
Parti avukatlarımız, işte bu Olumlu ÇED Raporuna karşı, Partimiz HKP ve Genel Başkanı’mız Nurullah Efe (Ankut) adına İstanbul İdare Mahkemesinde; Raporun İptali, Yürütmenin Durdurulması ve Yargılamanın Duruşmalı yapılması talebi ile dava açtı.
Oldukça kapsamlı hazırlanan dava dilekçesinde öncelikle Projenin siyasi, çevresel ve ekonomik etkileri bilim insanlarının görüşleri ve açıklamaları baz alınarak anlatıldı.
Avukatlarımız, dava dilekçesinde özellikle Boğazlar konusunun öne çıkardı.
Avukatlarımız “Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ilgili olarak Emperyalist 7 düvele karşı verdiğimiz Kurtuluş Savaşı ile kazanılan boğazlar egemenliği hala bu devletler tarafından sindirilememektedir ve ABD tarafından zaman zaman dile getirilmektedir. Nitekim ABD’nin giremediği tek deniz şu anda Karadeniz’dir! ABD’nin taraf olmadığı Montrö Sözleşmesi özellikle savaş gemilerinin geçişlerini ve tonajlarını sınırlayan Maddelerinden rahatsızlık duymaktadır
“(…)
“Yani “Kanal İstanbul Projesi” AB-D Emperyalistlerinin Karadeniz ülkelerinin bağrına soktuğu bir kama olacaktır!
“Bu nedenle hukukçu ve tarihçi bilim insanlarımız dava konusu “Proje”nin hayata geçmesi halinde boğazlardaki egemenliğimizin tehlikeye gireceğini belirtmektedirler” ifadelerini kullanarak, bu konuda Türk Ordusu’ndan emekli komutanların ve bilim insanlarının görüşlerine dilekçede yer verdi.
Dilekçede ayrıca projenin çevresel ve ekonomik etkileri konusunda da ayrıntılı bilgilere yer verildi. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız çok acı bir olay olan Elazığ Depreminden de bahsedilen dilekçede; “İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümünden emekli ve Bilim Akademisi Kurucu Üyesi Prof. Dr. Naci Görür Elazığ depremi konusunda bilimin ışığında öngörüsünü tüm kamuoyu ile paylaşmıştır ancak gerekli önlemler alınmamıştır. Bu bilim insanımızın uyarısı dikkate alınsaydı Elazığ’da can kaybı yaşanmazdı belki de…
Aynı bilim insanımız ve bu konuda uzman başka bilim insanları yaşadığımız il olan İstanbul için de depremin her an ve en az 7 şiddetinde olacağını söylemektedirler. İstanbul Halkı için acil olan husus depreme hazırlık olmasına rağmen Kanal İstanbul’a ayrılacak bütçe ile bütün İstanbul’u kapsayacak şekilde yapı iyileştirme çalışmaları yapılabilecekken böyle bir proje için ülke gündeminin meşgul edilmesi ve bütçe ayrılması hesabı verilemeyecek sonuçlar doğuracaktır!” denildi.
Avukatlarımız dilekçenin hukuki itirazlar bölümünde; Montrö Boğazlar Sözleşmesi maddeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM’in çevre ile ilgili kararlarından bahsedilerek Projenin bunlara aykırılığından bahsetti.
Ayrıca Çevre Düzeni Planı Değişikliğinin 23.12.2019 tarihinde onaylandığı ve 30.12.2019 tarihinde, itiraz süresinin son günü bile beklenmeden askıya çıkarıldığından bahsedilerek Plan değişikliğinin yok hükmünde olduğu belirtildi. Böylece Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kanalın çevresine kurulacak olan ve “Yenişehir” ismi verilen bölge için İstanbul’un anayasası olarak nitelendirilen, İBB tarafından 2009 yılında hazırlanarak onaylanan 1/100 binlik Çevre Düzeni Planı’nı deldiği söylendi.
Yine Mera Kanunu’nda 2016 yılında yapılan değişiklikle, Ulaştırma ve Altyapı Bakanına, afete dayanıklı yerleşim alanı oluşturulması amacıyla, Avrupa yakasında bulunan bazı mera, kışlak ve ortakların mera vasfını tek başına değiştirebilme yetkisi verildiği ancak Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığının bu yetkisini kanuna aykırı olarak, afete dayanaklı yerleşim alanı yapmak amacıyla değil, Kanal İstanbul projesi için kullandığı, 418 adet (13.437.022,67 m2) taşınmazın, Kanal İstanbul projesi için mera niteliğini kaldırdığı belirtildi.
Avukatlarımız dilekçenin son bölümde ise davayı açan HKP’nin Tüzük ve Programındaki Çevre ve Tarih konusundaki bölümlerinden alıntı yapılarak davaya neden taraf olduğunu; “…Kurtuluş Partisi, insan hayatının sürmesinin, bitkiler ve hayvanlarla birlikte, doğal dengeyi hiç bozmadan mümkün olabileceğini çok iyi bilmektedir. Bunun için doğaya ve diğer canlılara saygılı, onlara zarar vermeyen bir üretimin yapılmasından yanadır. Bunun için ülke içinde gereken önlemleri almaktan çekinmeyecek, insanlık ve doğa düşmanı emperyalist devletlerle mücadeleden de geri durmayacaktır.” şeklinde ifade etti.
Ülkemizdeki haksızlıklar, hukuksuzluklar karşı büyük bir savaş veren Halkın Kurtuluş Partisi KAVGAMIZIN ŞEHRİ İSTANBUL için de her an mücadeleyi yükseltiyor. Daha önce de onlarca kez benzer konularda suç duyuruları yapan, davalar açan, eylemler yapan, onlarca İşçi Sınıfı örgütlenmesi yapan Partimiz bu yıkım, ihanet, talan projesine karşı mücadeleyi sürdürecektir.
Haramilerin Saltanatını Yıkacağız, Bekle Bizi İstanbul!
29.01.2020
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Dava dilekçesini aynen yayımlıyoruz:
İDARE MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA
İSTANBUL
Yürütmeyi Durdurma ve Duruşma İstemlidir
Davacılar : 1- Halkın Kurtuluş Partisi
Karanfil Sokak No :24/15 Kızılay/ ANKARA
2- Nurullah Efe
Vekilleri : Av. Metin BAYYAR, Av. Fettah Ayhan ERKAN, Av. Ali Serdar ÇINGI, Av. Tacettin ÇOLAK, Av.Sait KIRAN, Av. Azime Ayça OKUR, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar AKBİNA, Av. Doğan ERKAN
Ortak Adres: Atatürk Bulvarı Emlak Bankası Blokları B Blok K:4 D:16 Fatih/İstanbul
Davalı : Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğü/İstanbul
Konusu …………: Kanal İstanbul (Kıyı Yapıları [Yat Limanları, Konteyner Limanları ve Lojistik Merkezler], Denizden Alan Kazanımı, Dip Taraması, Beton Santralleri Dâhil) projesi için Çevre ve Şehircilik Bakanlığının 17/01/2020 tarih ve 5774 sayılı işlemi ile verilen ÇED olumlu kararının Anayasaya, Çevre Hukuku ilke ve kurallarına, Uluslararası sözleşmelere, Montrö Boğazlar Sözleşmesine, kamu yararına, yetki, şekil, sebep, konu, maksat yönlerinden usul ve esastan aykırılığı Nedeniyle, ileride TELAFİSİ İMKANSIZ zararlara neden olacağından, ÖNCELİKLE YÜRÜTMENİN DURDURULMASINA ve İPTALİNE, yargılamanın duruşmalı yapılmasına karar verilmesi istemimizin sunulmasıdır.
OLAY:
1-Bildiğimiz gibi İstanbul’da ve tüm Türkiye’de tartışılan; tarihçilerin, siyasetçilerin ve bilim insanlarının canhıraş bir şekilde karşı çıktığı Kanal İstanbul projesiyle ilgili Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından 17.01.2020 tarihinde onaylandı.
2- Üstelik bu ÇED olumlu kararı İstanbul Halkının ve bilim insanlarının tüm karşı duruşuna ve itirazlarına rağmen verildi. ÇED raporuna karşı İstanbullular tarafından tam 92 468 itiraz dilekçesi verildi. Ancak 2 Ocak 2020 tarihinde biten itiraz süresine rağmen 17.01.2020 tarihinde Bakanlık jet hızıyla neredeyse hiçbir değişiklik yapmadan rapora onay verdi
3- Müvekkil Parti de İstanbul ve dolayısıyla tüm Türkiye için çok önemli yıkıcılığı olan bu Rapora ve Projeye şiddetle karşıdır. Bu projenin uygulanması, sadece İstanbul’un coğrafyasını etkilemeyecektir. Bu proje ile Türkiye siyaseti, Ortadoğu siyaseti ve dünya siyaseti etkilenecektir. Biz projenin sadece çevresel etkilerinden bahsetmeyeceğiz. Öncelikle ülkemizin siyasi arenada düşeceği durumdan bahsedeceğiz:
KANAL İSTANBUL PROJESİNİN ÖNGÖRÜLEN SİYASİ ETKİLERİ:
İsmi bile Türkçe yazım kurallarına aykırı olan iptalini istediğimiz rapora konu Proje ile Antiemperyalist 1. Kurtuluş Savaşımızın en büyük başarılarından biri olan boğazlardaki egemenliğimiz tehlike altındadır. Şöyle ki;
Bildiğimiz üzere Boğazlarda denetim ve egemenlik tarih boyunca şu şekilde oldu:
1453 (İstanbul’un fethi) – 1744 (Küçük Kaynarca Anlaşması): Bütün denetim ve egemenlik Osmanlı İmparatorluğu’ndaydı.
1841 (Londra Anlaşması): Boğazlarda “serbest geçiş” uygulaması başladı.
1920 (Sevr Anlaşması): Boğazların egemenliği Türklerden tamamen alındı.
1923 (Lozan Anlaşması): Türkiye durumu biraz düzeltti ama boğazların denetimi uluslararası komisyona bırakıldı.
1936 (Montrö Anlaşması): Barış zamanında serbest geçiş kaldı ancak, bütün kontrol Türkiye’ye geçti.
1994 Türkiye yeni bir Boğazlar Tüzüğü çıkardı ve boğazlardan serbest geçiş konusunda çok önemli kurallar koydu.
Emperyalist 7 düvele karşı verdiğimiz Kurtuluş Savaşı ile kazanılan boğazlar egemenliği hala bu devletler tarafından sindirilememektedir ve ABD tarafından zaman zaman dile getirilmektedir. Nitekim ABD’nin giremediği tek deniz şu anda Karadeniz’dir! ABD’nin taraf olmadığı Montrö Sözleşmesi özellikle savaş gemilerinin geçişlerini ve tonajlarını sınırlayan Maddelerinden rahatsızlık duymaktadır.
Rahmetli aydınımız Aytunç Altındal, bundan tam 13 sene önce (2006 yılında) şöyle bir açıklama yapıyor:
“Türk basınında ne hikmetse yer verilmeyen fakat muhtemelen yarın veya en geç öbür gün Condoleezza Rice’ın açıklayacağı başka bir olay var. Bu geliş gidişler için de bundan hiç söz edilmiyor. Nedir o? Amerikan Deniz Kuvvetleri Donanması’nın Karadeniz’e çıkma isteği var. Ve bu bizim Montrö anlaşmamızın 11 ve 12. Maddeleri ihlal edildiği takdirde çıkabilir. Demek ki, Montrö gündemde…” derken, “Ve diyor ki Amerika, Benim Akdeniz’deki donanmamı ben Karadeniz’e çıkaracağım, bana izin vereceksin diyor Türkiye’ye. Condoleezza Rice, bunu hükümete bildirmiştir. İlk kez biz bu programda söylemiş olalım.” (https://odatv.com/kanal-istanbulun-altindan-abd-projesi-cikti-24121901.html)
Bu proje sadece İstanbul’a değil, Çanakkale’ye de açılacak bir kanal ile Montrö sözleşmesinin kadük kalması projesidir. Montrö sözleşmesinin düşmesi ile birlikte ülkemizi parçalama planları yapan ABD ve NATO gemileri bu kanallardan geçerek, Kafkasya ve Balkanları kan gölüne dönüştürecek savaşlara kapı açacaktır. Yani “Kanal İstanbul Projesi” AB-D Emperyalistlerinin Karadeniz ülkelerinin bağrına soktuğu bir kama olacaktır!
Bu nedenle hukukçu ve tarihçi bilim insanlarımız dava konusu “Proje”nin hayata geçmesi halinde boğazlardaki egemenliğimizin tehlikeye gireceğini belirtmektedirler:
“Son günlerde yurdumuzda gündemden düşmeyen bir konu var “Kanal İstanbul Projesi” Bu “Çılgın Proje”nin hangi kaynaklardan esinlendiği ve ne ölçüde “yerli ve milli” olduğu konusunda isteyen istediği tahminde bulunabilir. Ama, bu “niyet okuma” işlerini bir yana bırakarak saptayabileceğimiz bir özellik var: Sadece adına bakarak, bunun Türkçe açısından hiç de “yerli ve milli” olmadığı söylenebilir. Niçin “Kanal İstanbul”? İstanbul Boğazı’na “Boğaz İstanbul” demek ya da Beyazıt Kulesi’ne “Kule Beyazıt” demek ne denli yanlış ise açılacağı söylenen bu kanala “Kanal İstanbul” demek de öyle yanlış!
Ama, yanlışlıklar Türkçe konusundaki bu özensizlikle sınırlı değil. Binlerce değil on binlerce yıllık ekolojik dengeleri altüst edecek; bölgede yaşayan hayvan, böcek popülasyonuna ve bitki örtüsüne yok edici zararlar verecek bu “Çılgın Proje”nin hazırlanmasında da gerekli özenin gösterilmediği, yaratacağı sorunların bilimsel yönden değerlendirilmesine önem verilmediği yolunda çok ciddi kaygılar ve tepkiler var. Bu sorunlara sadece değinip geçerek, konunun Montrö Boğazlar Sözleşmesi açısından önemli yönleriyle ilgili kısa bazı açıklamalar yapmak istiyorum.
Montrö Sözleşmesi’nden önceki dönem
Boğazlarımız, tarihin hemen her döneminde gerek askeri ve stratejik gerek ticari açılardan önemli sayılmış ve hukuksal düzenlemelere konu olmuştur. Bu düzenlemeler, yapıldıkları dönemde uluslararası ilişkilere egemen olan güçlerin çıkarlarının çatışmasına göre biçimlenmiştir. Bu düzenlemelerde, zamanın Osmanlı-Türk yönetimlerinin askersel ve ekonomik güç durumunun ve diplomatik becerisinin de rolü olmuştur.
Genel bir anlatımla şöyle denilebilir: Karadeniz’e kıyısı olan devletler, öteki devletlere oranla Boğazlardan yararlanmakta ayrıcalıklı bir statü elde etmek ve öteki devletlerin Karadeniz’e girişlerini olabildiğince engellemek istemişlerdir. Buna karşılık her dönemde dünyanın ekonomik ve askersel bakımdan güçlü devletleri ise Boğazlardan serbest geçiş hakkı istemişlerdir.
Dünyanın, kendine uzak bölgelerini de kapsayacak genişlikte ekonomik ve askeri çıkarları olan devletler; Türk Boğazlarının, kendi bayrağını taşıyan ya da kendi sermayedarlarının mülkiyetinde olan gemilere açık olmasını isterler. Tarih boyunca İngiltere ve daha sonra ABD, bu devletlerin tipik örnekleridir. 1830’lardan bu yana, ABD’nin “devlet politikası” gerek askersel, gerek ticari gemiler için, hem savaş hem barış dönemlerinde açık denizlerin serbestliğini savunmak olmuştur. ABD’nin görüşüne göre Türk Boğazları da iki açık denizi birleştiren bir su yoludur.
Buna karşılık, Karadeniz’e kıyısı olan devletler de ekonomik ve özellikle askeri çıkarları gereği; Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin gemilerinin Boğazlardan geçişinin olabildiğince sınırlanmasını isterler. Bu devletlerin tipik örneği tarihin akışı içinde adı değişmiş olsa da, kısaca Rusya’dır (Çarlık Rusyası, SSCB ve günümüzün Rusya Federasyonu).
İstanbul’un fethedildiği 1453 yılından sonra Boğazlar üzerinde tam egemenlik kurmuş olan Osmanlı Devleti’nin yabancı devletler karşısında gittikçe azalan gücüne koşut olarak Boğazlar üzerindeki denetimi de azalmıştır. TBMM Hükümeti’nce “yok” sayılan 1920 Sevr Antlaşması, bu sürecin son aşamasını göstermektedir: Sevr’e göre, Türk Boğazları bütün gemilerin geçişine açık olacak; Boğazlar Bölgesi İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerden oluşan bir komisyonun denetiminde olacak; Türk tarafı ancak “danışma” niteliğinde görüş bildirebilecekti.
1923 Lozan Barış Antlaşmasının, mecazi anlamda “Türkiye Cumhuriyeti’nin Tapu Senedi” olduğu söylenir. Bu, yerinde bir benzetmedir. Çünkü Ulusal Kurtuluş Savaşımızın zaferle sonuçlanıp Türkiye’nin uluslararası topluluğun eşit bir üyesi olarak kişilik kazanması, Lozan Antlaşması’yla resmen belgelenmiş ve Cumhuriyet bu ortamda ilan olunmuştur.
Ama bazı tapularda, mülkiyet hakkını sınırlayan “şerh”ler görülür. Lozan Antlaşması’yla Boğazlar Bölgesinde, Türkiye’nin egemenliği -ilke olarak -kabul ediliyordu ama bunu belgeleyen Tapuda bazı şerhler vardı:
Boğazlar Bölgemiz askerden arındırılıyordu; Türk askeri güçleri sadece İstanbul ve çevresinde 12 bin kadar asker bulundurabilecekti.
Boğazlardan geçişlerle ilgili uygulamalar ve denetimler, kurulması öngörülen Uluslararası Boğazlar komisyonunun yetkisinde olacaktı. Bu Komisyon’un Başkanı Türk olacaktı ama ilke, Boğazlardan geçişlerde denetim yetkisinin komisyonda olmasıydı. Türk başkan, kararların oluşmasında ve özellikle uygulamada Türk görüşlerinin baskın olmasını sağlıyordu.” Prof. Dr. Rona Aybay
Bu konu ile ilgili olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi onlarca bilim insanını bir araya getirerek önemli bir Çalıştay düzenledi. Bu Çalıştaydan görüşleri dilekçemizde sık aktaracağız:
“Doçent Pirim: ‘‘Kanal İstanbul, Montrö Sözleşmesi’nin sona erdirilmesini tetikleyecek niteliktedir’’
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği Kanal İstanbul Çalıştayı’nda konuşan Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Zeynep Pirim, kanalın inşa edilmesinin önünde bir uluslararası hukuk engeli bulunmadığını söyledi.
Doçent Pirim, ‘‘Kanalın inşa edilmesi tek başına Montrö Sözleşmesi’nin ihlali değildir. Ve kanal insan eliyle yapılacağı için ve doğal bir su yolu olmayacağı için kural ulusal düzenlemelere tabii olacaktır, geçişi ücretli yapabilmesi mümkündür. Ancak kanal projesi, ticaret ve savaş gemilerinin geçişi ile ilgili pek sorunu beraberinde getirecektir. Örneğin Karadeniz’den Ege’ye geçmek isteyen bir ticaret ve savaş gemisi kanaldan geçerek yani ücret ödeyerek Marmara Denizi’ne girerse Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı’ndaki seyri hangi hukuki rejime dahil olacak? Savaş gemileri için çok daha karmaşık daha da hassas. Karadeniz’e kıyısı olmayan bir devletin savaş gemisi kanal İstanbul’dan geçerek Karadeniz’e açılmak istediğinde hangi hukuki rejim uygulanacaktır. Bu soruların cevapları bilinmiyor. Kanaatimce, Kanal İstanbul hayata geçirilirse Montrö boğazlar sözleşmesinin sona erdirilmesini tetikleyecek niteliktedir. Neden? Projenin amacının İstanbul Boğazı’ndaki trafiği azaltmak ve ek gelir sağlamak olduğu dile getiriliyor. Oysa Türkiye’nin bazı tehlikeli gemilerin kanaldan geçmesini dayatmak gibi hak ve yetkisi bulunmamaktadır. Zımnen de olsa haddinden fazla gemiler bekletilerek öyle bir dayatmaya gidilirse devletler Montrö sözleşmesine feshetmeye meyledebilir’’ dedi.
Galatasaray Üniversitesi öğretim üyesi, Türkiye’nin 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne tarafı olmamasına rağmen ABD, İngiltere, Tayland, Papua Yeni Gine, Finlandiya ve Avustralya gibi denizci devletlerin yeni oluşan durumda Montrö rejiminin sona erdirildiği varsayımıyla Türk boğazlarında transit geçiş rejimini dayatmalarının ihtimal dahilinde olduğunu ve Türkiye’nin hesabını buna göre yapması gerektiğini söyledi.”
“Türmen: ‘‘Türkiye Cumhuriyeti egemenliği Montrö ile bütünlendi’’
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin eski yargıçlarından Rıza Türmen de Doçent Pirim ile aynı görüşte.
Türmen, “Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği Montrö ile bütünlendi. Montrö sona erdirilirse ne olur sorusu var ortada. Montrö sona erdirilirse iyi şeyler olmaz. Sona erdirilirse 1982 Deniz Hukuku Sözleşmesi’ndeki uluslararası boğazlardan transit geçiş rejimi Türk Boğazları’na uygulanır. Bu kıyı devletlerine hiçbir yetki vermez. İster içinden geçsin ister aralık olsun kıyı devleti geçişi seyretmekten başka bir şey yapamaz. Ne savaş zamanında ne barış zamanında, hiçbir yetkisi yoktur. Denizaltılar su üstünden geçebilir, hiçbir şekilde kıyı devleti buna müdahale edemez’’ diye konuştu.
‘‘Montrö ortadan kalkarsa Karadeniz’in yabancı savaş gemilerine kapanması görüşünü Rusya masaya getirir’’
Montrö’nün Karadeniz’e kıyısı olan devletler ve Türkiye’nin güvenliği ile Karadeniz’e kıyısı olmayan devletlerin çıkarlarını koruyan ‘üçlü dengesi’ olduğunu dile getiren Türmen, bu sözleşmenin ortadan kalkması halinde Rusya’nın Karadeniz’de daha egemen olabileceğini vurguladı.
Türmen, ‘‘Geçmişe baktığımız zaman 1833 Hünkar Antlaşması’ndan tutun, Montrö’ye kadar Rusya’nın büyük bir istikrarlılık ile aynı tutumu izlediğini görüyoruz. ‘Karadeniz kapalı bir denizdir. Karadeniz hiçbir yere geçit vermez. Buradaki devletlerin güvenliği önemlidir. Karadeniz dışarıdan gele özellikle savaş gemilerine kapalı olmalı. Karadeniz devletleri, Boğazlardan her türlü geçiş hakkına sahip olmalıdır.’ Bu görüş aynı zamanda Karadeniz’de bir Rus egemenliğini de getiriyor. Bu hiç değişmemiştir. Montrö ortadan kalkarsa bu görüş masa üstüne gelecektir. 1950 Sovyet Deniz Kuvvetleri’nin yayın organı diyor ki ‘Montrö değiştirilmeli, Karadeniz’e kıyıdaş devletlerin çıkarlarını yeterince korumuyor’. Buna karşılık ABD ve batılı devletlerin tutumu tam bir geçiş serbestliğinin sağlanması olmuştur’’ dedi.”
“Türker Ertürk: ‘‘ABD, Montrö’den memnun değil, değişmesini ve denizaltıları ile uçak gemilerini Karadeniz’e sokmak istiyor’’
Eski Deniz Harp Okulu Komutanı Emekli Tuğamiral Türker Ertürk ise Kanal İstanbul projesinin mevcut hükümete Batı’dan sufle edildiği iddiasında.
VOA Türkçe’nin sorularını yanıtlayan emekli tuğamiral, ‘‘Çünkü Amerika Birleşik Devletleri Montrö’den memnun değil. Montrö’nün değişmesini istiyor. Kendileri açısından bakılınca haklılar. ABD küresel bir güç. Küresel güç ne istiyor? ABD Deniz Kuvvetleri, kendisinden sonra gelen 14 ülkenin toplamından daha büyük deniz kuvvetlerine sahip. Her denize girebiliyor. Bir tek Karadeniz’e giremiyor. Ön bildirim şartı var, kalış süresi şartı var, tonaj şartı var, en önemlisi de denizaltılarını ve uçak gemilerini sokamıyor. Biz Soğuk Savaş döneminde bile Karadeniz’i büyük güçler için bir rekabet ortamı haline getirmedik. Orada bir itiş kakış olmadı. Bunu devam ettirmenin yolu Montrö sahip çıkmaktan geçer. Ben Montrö için Lozan’ın mütemmim cüzü diyorum. Yani ayrılmaz parçasıdır. Eğer biz Montrö’nün şartları değişirse egemenliğimiz çok zedelenir’’ dedi.”
https://www.amerikaninsesi.com/a/kanal-istanbul-montro-sozlesmesini-tehdit-ediyor-mu/5240735.html
Şimdi de Türk Ordusu’nun emekli komutanları Atilla Kıyat ve Türker Ertürk’ün aşağıdaki açıklamalarını görelim:
“TRAKYA’YI SAVUNMAK: Kanal İstanbul, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan, hatta evden olma projesidir. Montrö Sözleşmesi’ni bilenler, ne demek istediğimi anlar. Ekolojik sonuçlarını değerlendirmeyi bilim insanlarına bırakıyorum. Bir gün Trakya’yı savunma durumunda kalırsak ne olur, bu değerlendirmeyi de karacı arkadaşlarıma bırakıyorum.
“2009’DAKİ ZİYARET: ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, daha önce ülkemizde ABD Büyükelçisi idi. Kayseri’de benim genel müdürü olduğum şirketin tekstil fabrikasını ziyaret etmek istedi. ‘Buyurun’ dedik, geldi. ‘Siz Kuzey Deniz Saha Komutanı idiniz, Karadeniz ve Boğazlar’dan sorumluydunuz, Türk ve ABD Donanmaları, Karadeniz’de çok iyi şeyler yapabilir’ dedi. ‘Tabii ki ama, Montrö Sözleşmesi prensipleri dahilinde’ dedim. ‘Türkiye ve ABD istedikten sonra kimse bir şey yapamaz’ dedi. ‘Hayır büyükelçi, bu sözleşme Türkiye için hayati öneme haizdir ve hiçbir nedenle dışına çıkmayız’ dedim. Sustu, niyeti Karadeniz’e çıkaracakları gemilerden atılacak füzelerle, Ortadoğu’daki hedefleri, hiçbir tehdide maruz kalmadan vurmaktı. Ankara’ya giderek, görüşmeyi Deniz Kuvvetleri Komutanı’na aktardım. ‘İlgililere aktarabilir miyim’ dedi. ‘Tabii’ dedim ve MGK’da paylaştığını öğrendim.
“GÜNDEME GELMEMELİ: Montrö ile Boğazlar’dan geçiş özgürlük hakkına sahip olmasına rağmen geçiş kuralları Türkiye’nin koyduğu kurallara bağlıdır. Kuvvetler dengesini koruyan anlaşmadır. Kanal yapıp geçişlerin oradan yapılmasını zorlarsanız Montrö masaya yatırılacaktır. Montrö’yü gündeme getirecek her şeyden uzak olmalıyız. Bu Türkiye’nin izlediği politika.” (https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/abd-buyukelcisi-2009da-montroyu-delmeyi-onerdi-5511541/)
***
“Hiç unutmuyorum, Ankara’dan bir haber geldi, “Bir İngiliz amiral gelecek, Karadeniz Uyumu Harekâtı kapsamında neler yapıldığını görmek için diye. Bizzat Deniz Kuvvetleri Komutanı Yener Karahanoğlu aradı “Türker sen ilgilen ve neler yapıldığını anlat” dedi.
“- Neden geliyor?
“Neler yaptığımızı görmek için. Gezdirdik, durumları anlattık. Oturduk, orduevinde kahve içiyoruz. Orduevi öyle güzel bir yerde ki, tam limanın önünde. O sırada iki firkateynimiz ve bir denizaltımız rotasyonel olarak görevdeler ve karşımızda iskelede bağlılar. Hiç unutmuyorum, İngiliz amiral bana, “Ya çok güzel bir liman. Bu limanda keşke NATO gemileri de olsaydı” dedi. Ben de dedim ki, “E, şu anda NATO gemileri var… Türk gemileri NATO gemisi değil mi?” Kafalarında ne olduğunu anlatmak için söyledim. Türk gemisini NATO gemisi olarak bile görmüyor. O istiyor ki, oraya İngiliz, Amerikan gemileri gelsin. Biz Soğuk Savaş döneminde bile büyük güçler için çatışma haline getirtmedik Karadeniz’i, bugün de bu çok önemli. Bunu NATO’da olmamıza rağmen Montrö’yle ve dengeli dış politikayla başardık. İktidar şu anda ne yaptığını bilmiyor.”
(http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/soylesi/1711563/bolum/23/video.html)
Tek başına siyasi etkilerini düşündüğümüzde bile bu projenin ne kadar tehlikeli bir proje olduğu ortadadır.
KANAL İSTANBUL PROJESİNİN ÖNGÖRÜLEN ÇEVRESEL ETKİLERİ:
Bu konuda yine bilim insanlarının görüşlerine başvuracağız. Her ne kadar sonradan açıklama yaparak inkar etseler de özellikle son yıllarda iktidara yakınlığı ile bilinen TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nde (MAM) görevli altı bilim insanı tarafından ÇED raporu için hazırlanan ilk raporda bile Proje aleyhine nasıl tespitler olduğunu özetçe görelim:
“*TARAMA VE DÖKÜM FAALİYETİNİN ÇEVRESEL ETKİLERİNİ ÖNLEMEYLE İLGİLİ BİLGİLER YETERSİZ VE BİLİMSEL TEMELE DAYANMIYOR.
Deniz ve göl tabanından çıkarılacak 90 Milyon m3 malzeme deniz dolgusu ve denize boşaltma seçeneklerinin nasıl uygulanacağı konusunda, yeterli ayrıntı ve bilimsel temele dayalı çevresel etkileri ve bunların azaltılmasına yönelik detaylı planlama yapılmamıştır.
*MARMARA DENİZİNE BOŞALTILACAK MALZEMENİN ÇAMUR VE ORGANİK KARBON DEĞERİ ÇOK YÜKSEK.
Reaktif organik madde ve insan kaynaklı organik/metal kirleticilerin denize ve deniz ekosistemine zarar verme riski var.
*TÜBİTAK ANALİZ RAPORUNA GÖRE KARADA BERTARAF EDİLMESİ GEREKEN ATIKLAR, ÇED RAPORUNDA DENİZE DOLDURULMAK İSTENMEKTEDİR
*DİP TARAMA ÇAMURLARININ BERTARAF İŞLEMİN FİZİKSEL, KİMYASAL VE BİYOLOJİK RİSKLERİ VAR
– Deniz tabanında beklenenden daha geniş bir alanda ekosistem tahrip olacak
– Yüksek miktarlardaki çamur boşaltım faaliyeti nedeniyle oluşacak bulanıklık akıntı ile daha geniş alana yayılacak. Bu konuda hiçbir bilgi ve öneri yok.
– Binlerce ton organik madde yükü ile Marmara denizinin oksijen dengesini olumsuz yönde etkileyecek, su dolaşımının zayıf olduğu bölgelerde oksijeni tamamen bitirecek.
– Boşaltılacak madde, Marmara Denizi su konlunu ve dip canlıları açısından, akut ve kronik etkilere yol açma riski taşıyor.
– Küçükçekmece gölü ve kanal kazıması sırasında kirlenmiş malzemenin akıntı ve rüzgar etkisiyle çözünmüş besin iyonları, metallerin ve organik madde Marmara Denizi kıyısal alanında kirlilik yaratacak
*Sonuç Olarak, ÇED raporunda yer alan dip tarama faaliyetinin çevresel/ekolojik etkilerinin belirlenmesi konusunun, bilimsel temellere dayandırılmadığı ve uzman deniz bilimcileri tarafından yapılmadığı görülmüştür.
*KARADENİZDEN MARMARAYA GİRECEK SU, TAHMİN EDİLENİN EN AZ 2 KATI OLACAK
Çed raporundaki model çalışmasında, ortalama 20 km3/yıl sıyın Karadenizden Marmara Denizine gireceği tespit edilmiş. Ancak, kaynaklara göre, bu rakamın 20 km3/yıl’ın en azından 2 katı olacağı görülmüş.
*KARADENİZDEN MARMARAYA TEK TABAKALI (İSTANBUL BOĞAZINDAKİ İKİ TABAKALI AKIŞ REJİMİNDEN FARKLI) SU AKIŞI OLACAK
Bu durumun, Marmara Denizi bütüncül ekosistemini bozacağı düşünülüyor.
*ÇED RAPORUNDAKİ DENİZ SUYU ÖLÇÜMLERİ, ETKİ ÖLÇME VE ANLAMADA OLDUKÇA YETERSİZDİR.Daha uzun dönemli veriler üzerinden, deniz bilimciler( kimyasal, fiziksel, biyolojik oşignograflar) tarafından yapılması gerekiyor.
*BATI KARADENİZ KIYI ŞERİDİ, ÖZEL DOĞAL PLAJ ÖZELLİĞİ İLE KORUNMASI GEREKİRKEN, KAZILAR SONRASI ÇIKACAK MALZEMENİN BERTARAFI İÇİN HEBA EDİLECEK.
*DÜNYA GENELİNDE DERİN EKOSOSİSTEMLERİN ANLAŞILMASI İÇİN VE KORUNMASI YÖNÜNDE YOĞUN ÇALIŞMALAR YÜRÜTÜLÜRKEN, SADECE BİZE AİT OLAN BİR İÇ DENİZİ KORUMA VE YAŞATMA SORUMLULUĞU SADECE BİZLERDE İKEN, BUNUN TAM TERSİ BİR FİKİR VE ARGÜMANLARDAN UZAK DURULMASI KUVVETLE GEREKLİDİR.
*ÇED RAPORUNDA, HARFİYAT ATIKLARININ DENİZ EKOSİSTEMİNİN ETKİLENMESİNİ ÖNLEYECEK TEDBİRLERDEN BAHSEDİLMEMİŞTİR.
*SU İHTİYACININ ARTMASI, İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNE BAĞLI ETKİLERİN BEKLENDİĞİ DÖNEMDE, KANALIN TATLI SU AKIFERLERİNE ETKİSİNİN ARAŞTIRILMAMIŞTIR.
*KANALA DUYULAN İHTİYAÇ, SADECE GEMİ TRAFİĞİNE VE KAZALARA BAĞLANMIŞTIR. EKOLOJİK, SOSYAL VE EKONOMİK FAYDA MALİYETİ ARAŞTIRMASI YAPILMAMASI EKSİKLİK.
*SOSYAL ETKİ ALANI OLARAK SADECE DAR BİR ALANDA KANAL ETRAFI GÖSTERİLMİŞ. OYSA ETKİ ALANI, TÜM MARMARA DENİZİ VE ETRAFINDAKİ YERLEŞİMLERDİR.”
https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/iste-tubitakin-kanal-istanbul-raporu-5560869/
Yine İBB’nin düzenlediği “Kanal İstanbul Çalıştay”ındaki bilim insanlarına kulak verelim:
“MARMARA DENİZİ CAN ÇEKİŞİYOR
İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahsen Yüksek, Marmara Denizi’nin ekosistemi hakkında bir sunum yaptı. Marmara Denizi’nin Boğazlar sisteminin bir parçası olduğunu belirten Yüksek, “Marmara Denizi tarihten bu yana daima hep önemli bir deniz olmuştur. Marmara’nın üretkenliğini akıntı sistemi sağlamaktadır. Tuzluluğu farklı iki yoğunluktaki suların karışmasıyla Marmara iki tabakalı bir şekilde hayat bulmaktadır. Bu sistemin yanında bir de insan etkisi söz konusudur. Türkiye nüfusunun oldukça önemli bir kısmı Marmara etrafında kümelenmiştir. Bu da deniz üstünde daha fazla baskı oluşturmaktadır. Zaman zaman basında gördüğümüz denizin renginin değişmesi, balık ölümleri gibi haberler denizin ‘Artık can çekişiyorum’ uyarısıdır” dedi.
Marmara Denizi’nde 2015 sonrasında dip oksijen değişiminin de olumsuz yönde arttığının tespit edildiğine dikkat çeken Yüksek, şöyle konuştu:
“Dip oksijenin alt suyunun öldüğünü elimizdeki veriler bize söylüyorlar. Marmara Denizi kışın üretkenliği artan bir denizdir. Ancak özellikle körfez içlerinde durumu oldukça kötü durumlardadır. Susurluk başta olmak üzere havzalardan gelen yük giderek artmaktadır. Yine 2009 ile 2016 arasındaki farka baktığımızda tür kayıpları yaşandığını görüyoruz. Biz Marmara Denizini iyi yönetemiyoruz. İyi yönetemediğimiz için de her gün daha fazla çöküntüler görüyoruz. Genelde balık popülasyonu ve çeşitliliği tamamen kötü kullanımdan dolayı küçüldü.”
Doç. Dr. Yüksek, Marmara’yı etkileyecek bir kanalın açılmasının Marmara Denizi üzerindeki baskıyı arttıracağını ve daha da kötüye gitmesine neden olacağını da söyleyip, “Plajlar sadece insanların denize girdiği yerler değildir. Burada bir çok canlıyı kapsayan bir ekosistem vardır. Bir de yeni plajlar yapılırsa burada da dönüşümler olacaktır.”
KANAL AÇILIRSA KARADENİZ’DE SU SEVİYESİ DÜŞECEK
Hacettepe Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam da bilimsel çalışma yapıldığı zaman ortaya çıkan tablo daha yol gösterici olacağını belirterek, sözlerine başladı. Prof. Dr. Saydam, şöyle devam etti:
“Kanal yapılırsa Marmara ölür. Marmara Denizi, Karadeniz ile Ege Denizi’nin çocuğudur. Aslında yeni bir deniz. Ancak hasta doğan bir çocuk. İyileşmesi imkansız. Ancak üzerinde durursanız durdurursunuz hastalığı. Elimizde dünyada olabilecek en ilginç çalışma sahalarından biri var. Özel bir deniz. Kanal İstanbul olursa Karadeniz’in seviyesi en az beş santim düşecektir. Boğaz yoluyla gelen Karadeniz suyunun jet akımıyla Marmara’ya karışmasıyla Marmara Denizi verimli bir deniz haline geliyor. Karadeniz doldurulacak deniyor. Bu jet akımı o dolguyu da Marmara’ya taşıyacak. Siz bu sisteme ikinci bir kanal yaparsanız sistem mahvolacak. Marmara, ‘Öldüm ölüyorum’ diyor. Çok ciddi bir durum ile karşı karşıyayız. Deniz bilimciye sorulmadığı için bir hilkat garibesi ile uğraşıyoruz.”
Prof. Dr. Saydam, “Kanal, iki barajın üzerinden geçiyor. Burada yıllarca biriken organik atığı da Marmara’ya getirir. Bu gelince oksijen de gelmeyeceği için etraf çürük yumurta gibi kokar, Marmara da kalmaz” diyerek, bu kokunun erkeklik üreme hormonu üzerinde bile yüzde 20-30 oranında olumsuz etkileri olacağını söyledi.
KANAL İLE KİRLİLİK YÜKÜ ARTACAK, SU KAYNAKLARI YOK OLACAK
Bilim Akademisi Üyesi Prof. Dr. Derin Orhon ise görüşleri şöyle özetledi:
“Bütün bilim insanları toplandık, ‘Niye kanal yapılmasın?’ diye düşünüyoruz. ‘Niye yapılsın?’ sorusuna ise cevap veren yok. ÇED raporu var. Ancak raporda Kanalın İstanbul’a ve doğaya olumsuz etkileri göz ardı ediliyor. Karadeniz kirli bir deniz. Kanal’ı bölge bölge inceledim. Karadeniz’in kiri, Kanal ile Marmara’ya gelecek. Bu kanal yapılırsa İSKİ’nin arıtma falan yapmasına gerek yok. Zaten yapamaz. Karadeniz’e de bir dolgu düşünülüyor. İnci gibi sahiller yok edilecek. Hafriyat ile dolgu yapmak yasa ile yasaklanmıştır. Bu dolgu alanı planı yasal da değil bu anlamda. Yine bu dolgu gevşek toprak olduğu için çökecektir de. Kanal ile birlikte Trakya’nın göbeğinde kalıcı bir tuzlu su alanı oluşturulmuş olacak. Bu da yer altı yer üstü tüm ekolojiyi büyük oranda etkileyecek. Yine kanal ile birlikte İstanbul’un nüfusu az 2 milyon artacak. Ayrıca su kaynaklarımız da yok oluyor. Sazlıdere Barajı tamamen gidiyor, Terkos’un büyük kısmı etkileniyor. Tamamında tuz oranı artıyor. Su kaynakları, proje ile ciddi zarar görüyor. Su havzalarının korunması hakkında da yönetmelik var halbuki. Hem Orman ve Su İşleri Bakanlığının hem de İSKİ’nin yönetmeliği bunu söylüyor.”
KANAL DEMEK ORMANSIZLAŞMA DEMEK
Oturumda İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğanay Tolunay, kanal alanı hakkında bir sunum gerçekleştirdi. Prof. Dr. Tolunay, yaklaşık 100 milyon kamyon hafriyat çıkacağının altını çizerek, “ÇED raporuna baktığınızda kesilecek ağaç sayısı düşük verilmiştir. Raporda 201 bin ağaç kesilecek deniyor ama en az 400 bin ağaç kesilecek. Üstelik orman demek sadece ağaç demek değildir” dedi.
Tolunay sözlerini şöyle sürdürdü:“Biz bir orman alanını kaybedeceğiz. Rapora bakıyorsunuz benim öğrencilerimin yapmayacağı hatalar var. İstanbul’un su varlıklarında da ciddi bir azalma var. Eğer bazı tedbirleri almazsanız Melen Barajı tamamlansa bile su yetmeyecek. Kanal, su alanlarını da yok ediyor. Floraya bakarsanız ÇED Raporuna göre bir şeyler söylenmiş. Ama iyi çalışılmamış. Eksiklikler görülüyor. Vatandaş olarak koparırsanız 60 – 65 bin lira ceza ödeyeceğiniz bitkilerin taşınacağı ileri sürülüyor. Faunaya bakarsanız tablo yine benzer. ÇED raporuna göre bazı çalışmalar masa başında yapılmış. Bu bölgede yaşayan bazı kuşları rahatsız etmemeniz gerekir. Ama siz buraya 24 saat hafriyat dökeceksiniz. Terkos Gölü’nün su samurları için önemli ve korunması gereken kısmına set getirip yapıyoruz. ÇED Raporunda ‘Kuşlar zarar görecek ve iniş alanları olmadığı için havalimanı bölgesine zorunlu iniş yapabileceklerdir’ diyor. Bütün bunlar taşıma havyan ile yaban hayatı anlamına geliyor. Bir önemli başlık da hava kirliliği. 175 metre kazılacak yerler var ama örnekler yüzeyden alınıyor. Toprak altında zararlı gaz var mı ölçülmemiş. Asbeste bile bakılması lazım. Ayrıca bu bölgede süren diğer projeler ile birlikte kümülatif bir değerlendirme yapmak gerekmesine rağmen bu da yapılmamış.”
İSTANBUL’UN ZATEN SINIRLI DOĞAL ALANI VAR
Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) Türkiye Koruma Direktörü Dr. Sedat Kalem de “Biz bir rapor yazarak ‘Ya Kanal Ya İstanbul’ sözünü ilk kez kullandık. Son yerel seçimlere kadar ise çok ilgi görmedik. İstanbul bir çok şeyin başkenti ama aslında farklı ekosistemi ve deniz geçişiyle doğanın da başkenti. Dünya genelinde doğa dünya ekonomisine ciddi bir katkı da sağlıyor” dedi.
Ağaç dikildiğinde değil, ağaçkakan kuşları yuva yapabildiği yerlerin orman olduğunu anlatan Kalem, kanalın yapılması halinde kıyı kumullarının zarar göreceğini belirtti. Kalem; “Oysa bu kumul alanlarında endemik bitkiler olduğunu biliyoruz. Kanal demek yeni bir yol ağı demektir. Yeni bir yol ağı da ekosistemi bir kez daha parçalamak demektir. ÇED raporu ansiklopedi gibi ama doğal yaşama dair işe yarar bilgiler içermiyor. ÇED, tarafsız olarak hazırlanmıyor. Yanlış bir sistem olduğu çok açık. Kanal, Montrö Anlaşması bağlamında tartışılıyor ama taraf olduğumuz birçok doğaya yönelik sözleşmeler de var. Onları da değerlendirmemiz gerekiyor. İstanbul’un sınırlı doğal alanları var. Biz bu yapı ile devam edersek o da yok olacak” şeklinde konuştu.
SAZLIDERE KAYBEDİLMEMELİ
Son konuşmacı TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Su ve Atık Su Komisyonu Başkanı Selahattin Beyaz’ın görüşleri ise şöyleydi:
“Proje kapsamında hep su üzerinde duruyoruz ama aslında havalimanı, kanal ve yeni şehir birlikte ele alınmalı. Bu üç proje de havza alanlarında yer alıyor. Sazlıdere Barajı yok olacak evet ama aslında havzası da yok olacak. Sazlıdere, oldukça önemli bir kaynak asla kaybedilmemeli. 2011 yılından bugüne kadar Kanal projesi yakınlarında kentleşmenin arttığını görebiliyoruz. Su, bütün canlıların vazgeçilmez varlığıdır. Kentin su havzaları sükse projeleri uğruna yok edilmesi kabul edilebilir bir şey değildir. Havalimanına engel olamadık ancak bari bunu engel olalım.”
24.01.2020 akşamı can kayıplarının olduğu Elazığ depremini yaşadık ne yazık ki. Deprem kuşağı üzerinde olan ülkemizde kaçınılmaz bir olay olan deprem konusunda Bilim insanları defalarca uyarılarda bulunsalar da bu uyarılar hep kulak ardı edilmekte yöneticiler tarafından. İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümünden emekli ve Bilim Akademisi Kurucu Üyesi Prof. Dr. Naci Görür Elazığ depremi konusunda bilimin ışığında öngörüsünü tüm kamuoyu ile paylaşmıştır ancak gerekli önlemler alınmamıştır. Bu bilim insanımızın uyarısı dikkate alınsaydı Elazığ’da can kaybı yaşanmazdı belki de…
Aynı bilim insanımız ve bu konuda uzman başka bilim insanları yaşadığımız il olan İstanbul için de depremin her an ve en az 7 şiddetinde olacağını söylemektedirler. İstanbul Halkı için acil olan husus depreme hazırlık olmasına rağmen Kanal İstanbul’a ayrılacak bütçe ile bütün İstanbul’u kapsayacak şekilde yapı iyileştirme çalışmaları yapılabilecekken böyle bir proje için ülke gündeminin meşgul edilmesi ve bütçe ayrılması Vicdanları sızlatacak sonuçlar doğuracaktır!
İşte aynı bilim insanımız ve bu konuda uzman diğer bilim insanlarımız İBB Kanal İstanbul Çalıştayında İstanbul için bakın nasıl uyarılarda bulunuyor:
“GÖRÜR: “KANAL DEPREMİ TETİKLEMEZ AMA DEPREM KANALI CİDDİ ŞEKİLDE ETKİLER”
Konuşmacılar arasında ilk sözü alan İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümünden emekli ve Bilim Akademisi Kurucu Üyesi Prof. Dr. Naci Görür konuşmasına, “Benim söylemediğim ama bana atfedilen ‘kanal depremi tetikler’ şeklinde doğru olmayan bir ifade var. Hiçbir zaman böyle bir söz etmedim bu doğru da değildir. Kanal depremi tetiklemez ama deprem kanalı ciddi şekilde etkiler” diyerek başladı.
-KANAL EN ZAYIF HALKAYA YAPILIYOR-
Son günlerde en sık tartışılan konular arasında yer alan “Kanal depremi tetikler mi” tartışmasına ilişkin Görür şunları söyledi:
“Yok böyle bir şey. Ama bakalım kanal depremi nasıl tetikleyecek? Marmara’nın altındaki fay kılırsa en az 7.2 deprem üreteceğini düşünüyoruz. Bu depremi ilan ettik, bekliyoruz. Fay kırıldığında kanal 9 şiddetinde etkilenecektir. Kanal özellikle, Küçükçekmece- Marmara arasındaki en zayıf halkaya yapılıyor. Bu kesim depremden en şiddetli şekilde etkilenecek. Kanalın altında canlı fay yok deniliyor. Bu söylemi de olumlu anlamda kullanıyorlar. Ama gerçekten Marmara kısmında canlı fay yok mu? Araştırma gemileri ile yaptığımız çalışmalar sırasında Küçükçekmece’nin açıklarında kıta sahanlığında ana faya gelen fayların olduğunu tespit ettik. Bazıları canlı ve bunlar çok sığ da değil. En az 2-2.5 km derinliğinde. Bu bize neyi gösteriyor? Kanalın Marmara’ya bağlandığı yerin kıta sahanlığı parça parça faylarla kesilmiş durumda. Zafiyet zonu oluşmuş, bir zayıflık zonu oluşmuş. Asıl büyük canavar da burada. 9 şiddetinde etkilenecek demiştim ya bu faylar da harekete geçerse o kanalın Küçükçekmece ile Marmara arasını hangi güç hangi mühendislik yapısı tutar onu bilemiyorum. Ama yapılmaz mı? Japonlar yapıyor ama Japonlar da yıkılıyor. Belki yapılır ama neden bu kadar riski alalım? “
-MÜHENDİSLERİN KORKTUĞU BİR ZEMİN-
Büyükçekmece-Küçükçekmece arasındaki alanı “heyelan cehennemi” olarak belirten Görür, “Küçükçekmece civarında kazı yapıp oraların tabanıyla oynadığınız zaman yatırımlar yaparak ve inanılmaz önlemler alarak ancak topografyası yüksek zeminlerin kanal içine yürümesini engelleyebilirsiniz. Bu dediğim de daha deprem yokken olacaktır. Deprem ayrı bir parametre” diye konuştu.
Güney kısımlarda ise arazinin olumsuzluklarına değinen Görür konuşmasını şöyle sürdürdü: “Son derece çürük, zayıf, yumuşak, killi, kabaran, şişen, dağılan, akan bir zemin var. Mühendislerin korktuğu bir zemin. Daha kuzeye geldiğimizde son derece ayrışmış, dağılmış bir yapı var. Karadeniz’e geldiği zaman da güncel çökeller var. Genel anlamıyla bu kanal olabilecek en çürük en mühendislik bakımından sorunlu zeminlerden geçiyor. Zaten İstanbul’un zemin bakımından en sorunlu bölgesi de bu alan.”
EYİDOĞAN: “ÖNCELİK İSTANBUL’U DEPREME HAZIRLAMAK OLMALI”
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Jeofizik Mühendisliği Bölümünden emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Haluk Eyidoğan, kanal kazısı sırasında yapılacak patlamalara dikkat çekti. Eyidoğan “ÇED raporunda diyor ki ‘her biri 19.96 tonluk atımla patlatma yapılacak. Bir atımda 57 bin ton hafriyat çıkarılacak.’ Bu 4 yıl sürecek. 4 yıl boyunca her gün 57 bin ton hafriyat çıkarılacak. 10 bin tona yakın dinamit patlatılacak bir atımda. Bu büyüklükte bir dinamit atımı sismik enerji olarak 3.8 büyüklüğünde depreme eş değer enerji çıkacak. Öncelik İstanbul’u depreme hazırlamak olmalı coğrafyamızı parçalayan kanala değil” dedi.
BALAMİR: “AKLIN VE BİLİMİN EGEMEN OLDUĞU YÖNETİM GELECEKTİR”
Kamuoyunda sıkça tartışmalara sebep olan ÇED Raporuna değinen Ortadoğu Üniversitesi (OTDÜ) Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Balamir, “Kapsamlı bir veri analizi gerekirdi. ÇED’de ancak bunun bir parçası olurdu. Elimizdeki o raporu defalarca katlayan analizler ve raporlar olmalıydı. Böyle bir süreç ise ancak aklın ve bilimin egemen olduğu bir toplumda, yönetim biçiminde gündeme gelebilecektir.”
Balamir ayrıca 1999’da yaşanan Büyük Marmara Depremi’nden ders çıkarılmadığını ve aralıklarla beklenen büyük İstanbul depreminin kendini hatırlattığını anlatarak şunları söyledi: “75 Milyar TL paramız varsa eğer, bu parayı İstanbul’un gelecekteki büyük depreme hazırlanması ve yıkım ve ölüm risklerinin azaltılması için harcamak yerine, neden bu kadim şehrin doğasını mahvedecek İstanbul Kanalı’na harcayalım?”
SUNA: “YANITIMIZ NETTİR. İSTANBUL’UN BÖYLE BİR PROJEYE İHTİYACI YOKTUR”
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Nusret Suna ise konuşmasında Kanal İstanbul’un neden yapılmaması gerektiğine dair harcanan enerjiye ve emeğe üzüldüğünü belirterek, “Akla zarar projeyi konuşmak ve neden yapılmaması gerektiğini yetkili mercilere anlatabilmek çok yorucu” dedi.
Suna sözlerini şöyle sürdürdü:
“Şehrimizde henüz depreme hazırlık yapılmamışken bizler açısından temel soru şudur; İstanbul’un ihtiyacı olan nedir? Kanal İstanbul kentin ihtiyaçlarını karşılayacak bir proje midir? Yanıtımız nettir. İstanbul’un böyle bir projeye ihtiyacı yoktur. İstanbul’un mevcut sorunları çözüm beklerken, nüfus yoğunluğunu iki katına çıkaracak Kanal İstanbul gibi projelere yönelmek kente taşıyamayacağı bir yük bindirmektir.”
-BU YÜK İSTANBULLULARIN OMUZUNA BİNECEKTİR-
Suna, Kanal İstanbul için harcanacak para ile ilgili de şüphelerinin olduğunu ifade eden Suna konuşmasını şöyle tamamladı:
“Kaldı ki rakam doğru olsa bile; böyle bir bütçenin kentsel yatırımlara yöneldiğini, altyapıya, ulaşıma, derelerin ıslahına, deprem önlemlerine, tarihsel değerlerin korunmasına, yeşil alanların çoğaltılmasına harcandığını düşünün. Açıkça, İstanbul’un daha yaşanılabilir bir kent olması yolunda epey bir mesafe kat edebilir. Bırakın böyle bir projenin sağlayacağı faydaları, Kanal İstanbul’a akıtılacak paraların bizleri yeni sorunlarla karşı karşıya bırakacağı açıktır. Projenin İBB bütçesine 35 milyar liralık bir yük getireceği, doğal olarak belediye çalışmalarının aksamasına yol açacağı şeklindeki iddia da ne yazık ki dayanıklıdır. Bu yükün yol açacağı yoksulluk ve yoksunluk İstanbulluların omuzuna binecektir.”
KANAL İSTANBUL PROJESİNİN ÖNGÖRÜLEN EKONOMİK ETKİLERİ:
Kanal İstanbul Projesinin maliyeti 75 milyar lira olarak açıklandı. Ancak bu rakamın gerçek rakam olmadığı da ortaya çıktı. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Cahit Turan, yaptığı açıklamada toplam yapım maliyetinin 25 milyar dolar olacağını söyledi. Böylece güncel dolar kuruna göre yapım maliyeti 145 milyar lirayı buluyor. Yani ilk söylenen rakamın 2 katından fazla.
“Kanal İstanbul’un etüt projesi Yüksel Proje’ye 35 milyon TL’ye ihale edilmişti (21/b usulü ile). Günlerdir tartıştığımız ÇED işini Çınar Mühendislik A.Ş’ye, Yüksel Proje’nin verdiğini, şirketin onursal başkanının yine AA’ya yaptığı açıklamadan öğrenmiştik. 35 milyon TL’den Çınar Mühendislik’in ÇED raporu için aldığı bedeli ise bilmiyoruz.
Ama bildiğimiz bir şey var ki o da ÇED raporunda yazılı olan 75 milyar TL’nin Kanal İstanbul’un gerçek yatırım maliyeti olmadığı. Bu rakamın günümüz koşullarında hiçbir anlamının kalmadığı.
75 milyar TL, bugünkü kurla 12.7 milyar dolara karşılık geliyor.
Daha önce yazdım. Bakanlık Altyapı Genel Müdürlüğü’nün Temmuz 2018 tarihli sunumunda Kanal İstanbul’un toplam maliyeti 20 milyar dolar görünüyor. Bu rakamın 15 milyar dolarını yapım; 5 milyar dolarını ise altyapı deplasmanları ve ulaşım sistemleri oluşturuyor.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan dün TBMM’deki grup toplantısında 75 milyar TL’yi tekrarladı. Ne var ki daha iki gün önce Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Turhan bu konuda AA’ya şöyle demişti:
“Projelendirme sonrası yapım maliyetini toplam 15 milyar dolar, inşaat maliyetini ise 10 milyar dolar olarak belirledik.”
Bu da 25 milyar dolar yani 145 milyar TL demek.
75 milyar nere, 145 milyar nere.
Kafanız karışmış olabilir. (Karışmaması zor). Özetlemek gerekirse ortada resmiyeti olan üç ayrı yatırım maliyeti var:
– Çınar Mühendislik ÇED raporunda: 75 milyar TL – 12.7 milyar dolar
– Ulaştırma Bakanlığı Temmuz 2018 sunumunda: 20 milyar dolar
– Bakan Cahit Turhan’ın açıklaması: 25 milyar dolar
Bu arada not düşelim: 25 milyar dolar (145 milyar TL) 2020 bütçesinde öngörülen açık rakamının 5 milyar TL üzerinde.
Özetle, daha yatırım maliyetini hesaplayamadıkları, bilemedikleri bir projenin yılda 1 milyar dolar gelir getireceğini söylüyorlar. Kim nasıl inansın, neden inansın bu rakamlara.
“KENTLEŞME FAALİYETİ GELİRLERİ”
Öte yandan yukarıda belirttiğim 2018 tarihli (kamuoyuna açıklanmayan) bakanlık sunumunda gelirlerin yatırımı karşılama oranının çok düşük olduğu belirtilmiş. Yap-İşlet-Devret modelinin uygulamasının olmadığı görüşüne yer verilen bu sunumda kanal işletme gelirlerinin yanı sıra “diğer muhtemel gelirler”den söz edilmiş. Ne mi onlar?
“Kanal etrafında geliştirilecek kentleşme faaliyetlerinden elde edilecek gelirler, Enerji üretim geliri, yapay adalardan sağlanacak gelirler, Marina-Liman gelirleri, Lojistik Merkez gelirleri, vb.”
Sayın Bakan belli ki bu aşamada bu gelirlerden söz etmeyi uygun bulmuyor. “Kanal etrafında geliştirilecek kentleşme faaliyetleri”, TOKİ’nin oradaki kamu arazilerinde arsa üretim uygulamasını kapsıyor çünkü.”
https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/cigdem-toker/asil-maliyet-20-milyar-dolar-mi-5533308/
“Kanal İstanbul’un en çok zorlandığı çalışmalardan biri olduğunu belirten Bilgi Üniversitesi İşletme Fakültesi Öğretim Üyesi Haluk Levent, bölgeler arası dengesizliğin çok fazla olduğu Türkiye’de tüm yatırımın İstanbul’a yapılmasının yanlış olduğunu söyledi. Türkiye’nin katma değerinin yüzde 30’unu İstanbul’un ürettiğini kaydeden Levent, ekonominin daha sağlıklı işlemesi için mekânsal yayılmaya ihtiyaç olduğunu vurguladı. ‘’Kanalın yapılmasındaki asli unsurlardan birinin saadet zinciri oluşması için nesne olduğunu düşünüyorum’’ diyen Levent, imar rantının çok yüksek olduğunu; bu sistemin çekici olmaktan çıkarılması gerektiğini belirtti.
“BOĞAZ’DAN GEÇEN GEMİ SAYISI AZALIYOR
Kanal İstanbul’un proje döngü yönetiminin kurulmadığının altını çizen Başkent Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Uğur Emek, Kanal’ın yapılmasına gemi trafiğinin gerekçe gösterildiğini; ancak geçen gemi sayısının her geçen gün azaldığını söyledi. 2010’dan bu yana dünya ticaretinde gemi talebinin azaldığını kaydeden Emek, ‘göç yolda düzülür’ mantığıyla projenin hayata geçirilmeye çalışılmasının yanlış olduğunu ifade etti. Dünyada üretilen gemi sayısında ciddi düşme olduğunun altını çizen Emek, şöyle devam etti:
‘’Bize izah etmeleri lazım. Biz anlatılmayan bir hikâyeyi anlamaya, kurgulamaya çalışıyoruz. Süveyş Kanalı 100 liraya mal olur dendi, 2 milyon oldu. Panama 100 denmişti, 300 oldu. Kanal kazılmaya başlandığında ne çıkacağını bilmiyoruz. Maliyetlerin hepsi temenniden ibaret. Bakkal hesabı gibi iş yapılıyor. Yap-İşlet-Devret de karşılaştırmalı maliyet hesabı yapılmalı.’’
1980 yılında vazgeçilen altın frank uygulamasına geçildiği takdirde 55 kat daha fazla gelir elde edileceğini söyleyen emek, bu uygulamanın yanlış olduğunun, bu nedenle Montrö’nün bize verdiği haklardan daha az faydalandığımızın altını çizdi.”
Hayata geçirilecek proje ile daha onlarca bilim insanının olumsuz görüşü mevcuttur. Ancak hepsini dilekçemizde yazmamız mümkün değildir. Bu nedenle en öne çıkan bölümlerden alıntı yaptık. Biz hukuk insanları olarak bu görüşler doğrultusunda ülkemiz ve halkımız için en adaletli yolu bulmak zorundayız. İşte bu nedenle bu davayı açmayı bir vatani görev sayıyoruz.
HUKUKİ DURUM:
- 1- Montrö Boğazlar Sözleşmesi, yalnızca İstanbul Boğazından geçişleri değil Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul (Karadeniz) Boğazı deniz trafiğini düzenleyen bir antlaşmadır. 1923’te Lozan Antlaşması ile birlikte imzalanan Boğazlar Sözleşmesinin yerine geçmiştir.
Sözleşmeyle, Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere, diğer ülkelere göre bazı üstünlükler sağlanmakta ve Boğazların yönetimi Türkiye Cumhuriyeti’ne bırakılmaktadır.
Davamız açısından bu Sözleşmenin “Savaş Gemileri İçin Geçiş Rejimi” bölümü önemlidir.
Bu bölüm şöyledir:
“Barış Zamanında;
– Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, bu deniz dışında yaptırdıkları ya da satın aldıkları denizaltılarını, tezgaha koyuştan ya da satın alıştan Türkiye’ye vaktinde haber verilmişse, deniz üslerine katılmak üzere Boğazlardan geçirme hakkına sahip olacaklardır. Söz edilen Devletlerin denizaltıları, bu konuda Türkiye’ye ayrıntılı bilgiler vaktinde verilmek koşuluyla, bu deniz dışındaki tezgahlarda onarılmak üzere de Boğazlardan geçebileceklerdir.Gerek birinci gerek ikinci durumda, denizaltıların gündüz ve su üstünden gitmeleri ve Boğazlar’dan tek başlarına geçmeleri gerekecektir.
– Savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi için, Türk Hükümetine diplomasi yoluyla bir önbildirimde bulunulması gerekecektir. Bu ön bildirimin olağan süresi sekiz gün olacaktır;ancak, Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletler için bu süre onbeş gündür.
– Boğazlar’dan geçişte bulunabilecek bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonajı 15.000 tonu aşmayacaktır.
– Herhangi bir anda, Karadeniz’in en güçlü donanmasının (filosunun) tonajı sözleşmenin imzalanması tarihinde bu denizde en güçlü olan donanmanın (filonun) tonajını en az 10.000 ton aşarsa diğer kıyıdaş ülkeler Karadeniz donanmalarının tonajlarını en çok 45.000 tona varıncaya değin arttırabilirler. Bu amaçla, kıyıdaş her Devlet, Türk Hükümetine, her yılın 1 Ocak ve 1 Temmuz tarihlerinde, Karadeniz’deki donanmasının (filosunun) toplam tonajını bildirecektir; Türk Hükümeti de, bu bilgiyi, kıyıdaş olmayan diğer devletlerle Milletler Cemiyeti nezdinde paylaşacaktır.
– Bununla birlikte, Karadeniz kıyıdaşı olmayan bir ya da birkaç Devlet, bu denize, insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermek isterlerse, bu kuvvetin toplamı hiçbir varsayımda 8.000 tonu aşamaz.
– Karadeniz’de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan Devletlerin savaş gemileri bu denizde yirmi-bir günden çok kalamayacaklardır.
Savaş Zamanında;
– Savaş zamanında, Türkiye savaşan değilse, savaş gemileri yukarıda belirtilen koşullar içinde, Boğazlar’da tam bir geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) özgürlüğünden yararlanacaklardır.
– Saldırıya uğramış bir Devlete ve Türkiye’yi bağlayan bir karşılıklı yardım antlaşması gereğince yapılan yardım durumları dışında savaşan herhangi bir Devletin savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi yasak olacaktır.
– Karadeniz’e kıyıdaş olan ya da olmayan Devletlere ait olup da bağlama limanlarından ayrılmış bulunan savaş gemileri, kendi limanlarına gitmek maksadıyla boğaz geçişi yapabilirler.
– Savaşan Devletlerin savaş gemilerinin Boğazlar’da herhangi bir el koymaya girişmeleri, denetleme (ziyaret) hakkı uygulamaları ve başka herhangi bir düşmanca eylemde bulunmaları yasaktır.
– Savaş zamanında, Türkiye savaşan ise, savaş gemilerinin geçişi konusunda Türk Hükümeti tümüyle dilediği gibi davranabilecektir.
– Türkiye kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidi karsısında sayarsa, Türkiye savaş durumu geçiş rejimini uygulamaya başlayacak ancak; Milletler Cemiyeti Konseyi Türkiye’nin aldığı önlemleri 3’te 2 çoğunlukla haklı bulmazsa Türkiye bu önlemlerini geri almak zorunda kalacaktır.”
Dilekçemizin en başında ayrıntılarına yer verdiğimiz şekilde “Kanal İstanbul” Projesi hayata geçerse Türkiye’nin boğazlar üzerindeki mutlak yetkisi tartışmaya açılacak ve Montrö Sözleşmesi’nin ortadan kaldırılması gündeme gelecektir.
- 2- Anayasa‘nın 56. maddesi: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir.” hükmünü içermektedir.
Dava konusu Proje hayata geçirildiğinde en temel haklardan olan sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı ihlal edilecektir.
- 3- Yine Uluslararası hukuk alanında da bu hak karara bağlanmıştır. Birleşmiş Milletler Örgütü’nün 1972 tarihli Stockholm Konferansı sonucunda ortaya konan bildirinin 1. maddesine göre, “İnsan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir”. Bu bildiri ile, konferansa katılan devletler çevre hakkını bireysel bir hak olarak tanımışlar sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı karara bağlanmıştır.
Her ne kadar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde sağlıklı çevreyle ilgili herhangi bir hak yer almasa da, çevreye verilen zarar ve çevresel riske maruz kalma neticesinde Sözleşme’de öngörülen bazı hakların kullanımına zarar verilebileceği gerekçesiyle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden çevreyle ilgili meseleler hakkındaki içtihatlarını genişletmesi istenmiştir. Bu çerçevede AİHM tarafından Sözleşmenin Yaşam hakkı (Sözleşme’nin 2. Maddesi) İnsanlık dışı veya aşağılayıcı muamele yasağı (Sözleşme’nin 3. Maddesi) Özgürlük ve güvenlik hakkı (Sözleşme’nin 5. Maddesi) Etkili başvuru hakkı (Sözleşme’nin 13. Maddesi)’nin ihlal edildiğine dair kararlar vermiştir.
“Taşkın ve Diğerleri/Türkiye 10 Kasım 2004
Mevcut dava, Bergama ilçesinin Ovacık köyündeki (İzmir) bir altın madeni için işletme ruhsatının verilmesini konu almaktadır. Başvuranlar, Bergama’da veya civardaki köylerde ikamet etmişlerdir. Başvuranlar bilhassa, ulusal yetkili makamların, siyanürlü özütleme işlemine başvurmak suretiyle bir altın madeninin işletilmesine izin vermeleri ve ilgili karar süreci neticesinde, Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamındaki haklarının ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir. Mahkeme, Türkiye’nin, başvuranların özel hayatlarına ve aile hayatlarına saygı haklarını güvence altına alma yönündeki yükümlülüklerini yerine getirmediğini kaydederek, Sözleşme’nin 8. maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir. Mahkeme özellikle, yetkili makamların altın madenine ruhsat verme kararının Danıştay tarafından 1997 yılının Mayıs ayında iptal edildiğini, Danıştay’ın farklı menfaatleri tartarak ruhsatın kamu yararına olmadığını değerlendirdiğini, kararını başvuranların yaşam haklarını ve sağlıklı bir çevrede yaşama haklarını etkili bir şekilde kullanmalarına dayandırdığını kaydederek, söz konusu ruhsatın kamu menfaatine hizmet etmediği sonucuna varmıştır. Ancak, altın madeninin Tematik Bilgi Notu – Çevre ve AİHS 17 (bu yanlış yerde gibi) kapatılması talimatı, 1998 yılının Şubat ayında yani bu karardan ancak on ay, kararın yetkililere tebliğinden ise dört ay sonra verilmiştir. Ayrıca, Türk mevzuatında öngörülen usuli güvencelere ve adli kararlarla bu güvencelerin uygulanmasına bakılmaksızın, Bakanlar Komitesi, Mart 2002 tarihli ve aleni olarak verilmemiş olan bir kararla, hâlihazırda Nisan 2001 tarihinde işletilmeye başlayan altın madeninde altın üretiminin devam etmesine izin vermiştir. Mahkeme, yetkili makamların bu şekilde, başvuranların kullanabilecekleri usuli güvencelerin yararlı etkilerini ortadan kaldırdıklarını değerlendirmiştir. İlgili davada Mahkeme ayrıca Sözleşme’nin 6 § 1 maddesinin (makul sürede adil yargılanma hakkı) de ihlal edildiğine karar vermiştir. (Tematik Bilgi Notu – Çevre ve AİHS 17)
Ayrıca 28 Mart 2006 tarihli Öçkan ve Diğerleri/Türkiye kararı; 5 Haziran 2007 tarihli Lemke/Türkiye kararı benzer niteliktedir.
- 4- 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 3. maddesinin (e) bendinde de “çevre hakkından” bahsedilmektedir. Bu düzenlemeye göre, “Çevre politikalarının oluşmasında katılım hakkı esastır. Bakanlık ve yerel yönetimler; meslek odaları, birlikler, sivil toplum kuruluşları ve vatandaşların çevre hakkını kullanacakları katılım ortamını yaratmakla yükümlüdür”.
Kanal İstanbul Projesi ile ilgili olarak izlenen süreç hem uluslararası sözleşmeler hem Anayasaya hem de kanunlara aykırıdır.
İstanbul İli Avrupa Yakası Rezerv Yapı Alanı 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı Değişikliği 23.12.2019 tarihinde onaylanmış ve 30.12.2019 tarihinde askıya çıkarılmıştır. Ancak itiraz süresinin son günü bile beklenmeden planın askıya çıkması hukuksuzluğun kanıtıdır.
Plan değişikliği yok hükmündedir. Çünkü Plan değişikliği, 1/100 000 ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı ana kararlarıyla çelişmektedir. Nihai ÇED Raporu ile Plan Değişikliği karşılaştırıldığında proje sınırları açısından farklılıklar olduğu görülmektedir. Bu durumda söz konusu Plan Değişikliğinin ÇED Raporu olamaz.
Böylece Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kanalın çevresine kurulacak olan ve “Yenişehir” ismi verilen bölge için İstanbul’un anayasası olarak nitelendirilen, İBB tarafından 2009 yılında hazırlanarak onaylanan 1/100 binlik Çevre Düzeni Planı’nı deldi.
5- Mera Kanunu Ek Madde 1 ve 30.04.2014 tarihli Resmi Gazete’ de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararına göre; olası afet riskini bertaraf etmek için ruhsatsız, iskânsız ve afet riski altındaki yapıların tasfiye edilerek yeni yerleşim alanı olarak kullanılması amacıyla kullanılabilir. Mera Kanunu’nda 2016 yılında yapılan değişiklikle, Ulaştırma ve Altyapı Bakanına, afete dayanıklı yerleşim alanı oluşturulması amacıyla, Avrupa yakasında bulunan bazı mera, kışlak ve ortakların mera vasfını tek başına değiştirebilme yetkisi verilmiştir. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı, bu yetkisini kanuna aykırı olarak, afete dayanaklı yerleşim alanı yapmak amacıyla değil, Kanal İstanbul projesi için kullanmıştır. Ulaştırma ve Alt Yapı Bakanlığı 418 adet (13.437.022,67 m2) taşınmazın, Kanal İstanbul projesi için mera niteliğini kaldırmıştır.
5- “Hukukta her işlemin bir sebebi mevcuttur. Sebep; hukuki işlemin dışında, ondan önce gerçekleşmiş ve kişiyi o hukuki işlemi tesis etmeye iten etkendir. Özel hukuk ilişkilerinde hukuk, işlemlerin sebebiyle kural olarak ilgilenmez. Buna karşılık idare hukukunda idarenin her faaliyetinin gerçek ve hukuka uygun bir sebebe dayanmış olması aranır. Aynı şekilde, özel hukukta işlemlerin amaçları önemli değildir. İstisnai hâller dışında kişinin hukuki işlemi hangi amaçla tesis ettiği önemsenmez. Buna karşılık idari işlemlerin nihai amacı kamu yararı veya bunun somutlaşmış hâllerinden biridir. İdare, bu amaca aykırı işlem tesis edemez.” (GÜNDAY, İdare Hukuku, s. 152, 153; ÖZAY, s. 454 – 456; ZABUNOĞLU, C. 1, 349. s. 121; KARAHANOĞULLARI Onur, İdarenin Hukukla Kavranması: Yasallık ve İdari İşlemler, B. 3, Turhan Kitabevi, Ankara, 2015, s. 505; ZABUNOĞLU, C. 1, s. 75)
Peki Kanal İstanbul fecaati için İDAREYİ İTEN HUKUKİ VE NESNEL SEBEP NEDİR? HANGİ KAMU YARARI VARDIR? YUKARIDAKİ TÜM AÇIKLAMALRIMIZDAN SONRA GÖRÜLECEĞİ ÜZERE, DAVA KONUSU İDARİ KARARDA HİÇBİR KAMU YARARI YOKTUR, BİLAKİS KAMU ZARARI VARDIR!
Tüm bu sebeplerle işbu davayı dermeyan etmek durumunda kaldık.
- 6- DAVA EHLİYETİ BAKIMINDAN:
- i- Halkın Kurtuluş Partisi 2005 yılında kurulmuş ve faaliyet yürüten bir siyasi partidir. Partinin Tüzüğünde belirtilen amaç maddesi şu şekilde belirtilmiştir;
“MADDE 2 – PARTİNİN AMACI
Oligarşik nüfuz yerine Halkın Demokratik İktidarıyla:
a-) Devleti Halk’tan üstün değil, Halk’ı Devlet’ten üstün tutan gerçek özgürlüğü fiilen kurmak ve antidemokratik yasaları ayıklamak.
b-) Müzmin İşsizlik ve azgın Hayat Pahalılığı kanser haline gelmiştir. Bunları köklerinden kazımak için ikinci bir Kuvayimilliye (Kurtuluş Savaşı) seferberliği gerekmektedir. Bu ekonomik seferberliğimizi bilim ve teknolojinin en son aşamasına dayanan ağır sanayi temeline oturtmak.
c-) Ulusal üretim mücadelemizin para maddesini -ne sadakayla ne zorla- ancak UCUZ DEVLET ve BİLİNÇLİ TİCARET yoluyla sağlamak.
d-) Bu kutsal ekonomik Kuvayimilliye seferberliğimizin güdücü ruhunu -başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere- cahil, alim, köylü, şehirli… bütün değer yaratan emekçi halkın tamamıyla aşağıdan gelme ve tamamıyla serbest; GİRİŞİM, ÖRGÜTLENME VE DENETİMİNDE bulmak ve bu amaçla bütün organlarda bilfiil üretmenleri çoğunlukta görmek, yarımız olan Kadını ön safta bulmak, Gençliğe sonsuz inanmak.
e-) Bu güdücü ruhu oluşturan her kesimden insanlarımızı, bu yüce davayı gerçekleştirebilmek ve nihai amacına ulaştırabilmek için insan, hayvan, bitki ve doğa sevgisiyle donatarak bencillikten uzak, toplum için her türlü fedakârlığı seve seve yapabilecek hale getirmek için gerekli çalışmayı şimdiden başlatmak.”
Yine HKP Programındaki “ÇEVREYE ve TARİHE SAYGI” bölümünde:
“Her türlü kötülüğün kaynağı olan G7 adlı emperyalist haydutlar, doğayı da kerte kerte zehirlemekte, canlılar için yaşanılması zor bir ortam haline getirmektedirler. Bunların en önde gelenlerinden ABD ve Kanada, hatırlanacağı gibi, doğacı bir sözleşme olan “Kyoto Sözleşmesi”ni imzalamayı hâlâ inatla reddetmektedirler. Yine bilindiği gibi, dünyadaki sera gazlarının üçte birini tek başına ABD atmosfere salmaktadır. Bunlar ürettikleri zehirli atıklarla dünyayı zehirlemekle kalmamakta, akciğerlerimiz sayılan oksijen kaynağı ormanları da kurutup yok etmekten çekinmemektedirler. 1978’den bu yana Amazon Ormanlarının beşte birini (520 bin km2’lik bir orman alanını) yok etmiştir, bu emperyalistler.
Kurtuluş Partisi, insan hayatının sürmesinin, bitkiler ve hayvanlarla birlikte, doğal dengeyi hiç bozmadan mümkün olabileceğini çok iyi bilmektedir. Bunun için doğaya ve diğer canlılara saygılı, onlara zarar vermeyen bir üretimin yapılmasından yanadır. Bunun için ülke içinde gereken önlemleri almaktan çekinmeyecek, insanlık ve doğa düşmanı emperyalist devletlerle mücadeleden de geri durmayacaktır.
Unutmayalım ki dünyamız, bilim insanlarının öngörülerine göre daha üç milyar yıl biz canlılara ev sahipliği edecektir. Doğanın bu hizmetini yapabilmesi için bizim de onun kanunlarına saygılı olmamız ve onu bir bütün olarak (dağlarıyla, ovalarıyla, ormanlarıyla, nehir, göl ve denizleriyle, bitkileriyle, hayvanlarıyla) canı gönülden sevmemiz gerekir. Partimiz, bu bilince sahiptir ve bu sevgiyi taşımaktadır.
Dağ, nehir ve şehir adlarından da anlaşılabileceği gibi, ülkemiz, bizden önce, onlarca Antika Medeniyetin, hatta medeniyet öncesi toplumun yaşamış olduğu bir coğrafyaya sahiptir.
Şehirlerimiz, bu medeniyetlerden bize miras kalan pek çok yapı, tarihi eser ve kalıntıyla doludur. Bunları özenle korumamız, insan ve tabiat olayları tarafından bozulmalarını, yok olmalarını önlememiz gerekmektedir.
Parababaları, yalnız insana değil Tarihe ve Tabiata da hiç saygı duymamaktadır. Sevgi beslememektedir. Bu sebeple de şehirlerimizin Tarihi dokusunu, yeşil alanlarımızı, kıyılarımızı acımasızca tahrip etmekte, yok etmektedir. Şehirlerimizdeki Tarih varlıklarını kazıyıp, yerlerine iş merkezi, katlı otopark, lüks konutlar yapmaktadır. Namuslu bir bilim insanımız, geçen yıl; “Konya’da son yirmi yılda yapılan Tarih katliamı, önceki beş yüz yılda yapılana denktir” demişti. Diğer şehirlerimizde de hemen hemen aynısı yapılmaktadır.
Dünyanın en güzel yerleri arasında gösterilen kıyılarımız, yakıp yıkılarak, turistik otellerle, pahalı konutlarla doldurulmaktadır.
Bu tahribatı, hükümetleriyle, yerel yöneticileriyle Parababalarının emrindeki siyasiler yapmaktadır.
Oysa bilime göre, şehirlerin Tarihi dokusu korunur, yeni ilaveler, genişletmeler, çevredeki boş araziler üzerine yapılır. Eski ve yeni şehir birbiri üzerine bindirilmez.
Kıyılarımız, koylarımız, yeşil alanlarımız, göllerimiz, nehirlerimiz ve denizlerimiz de gözümüz gibi korunur. Kirletilmez, bozulmaz.
Para ve kâr tanrısına tapınan Parababalarının, bu insan, Tarih ve doğa katliamları onların cibilliyeti iktizasıdır. Torunlarımız bunları lanetle anacaktır.
Partimizse, Parababalarınınkinin tam tersi bir tutumla, bütün bu konularda sadece bilimin emrettiği şekilde davranacaktır. Yapılması gerekenleri, bedelini umursamaksızın, hızla yerine getirecektir.
Partimiz, insanlığın başından geçenleri sebep-sonuç ilişkileriyle açığa çıkarıp tam olarak anlayamadığımız sürece, geleceğimizin iyice görülüp bilinemeyeceği inancındadır. Bu sebeple Tarihe, ilgi ve saygıyla yaklaşır.
Dün içinden çıktığımız, Antika Tarihin en ünlü, en gelişkin iki imparatorluğundan biri olan, (diğeri de Roma’dır.) Osmanlı atalarımıza olduğu kadar, bizden önce bu topraklarda yaşamış Antika Medeniyetlere ve onlardan kalan kültür varlıklarına da sevgi ve takdirle bakar. Onların bilinmesi, bilinenlerin kavranması ve tanıtılması için her türlü çalışmayı yapar. İlgiyi, ihtimamı gösterir. Sekiz-on bin yıl önce yaratılmış olan Çatalhöyüklü Ana Tanrıça heykelini olduğu gibi, Bizans eseri Ayasofya’yı da, Süleymaniye’yi de, Selçuklu ve Osmanlı atalarımızın diğer eserlerini de aynı ilgiyle sever ve onların korunması, tanıtılması için çalışır.
Ülkemiz Antika Medeniyetlere ev sahipliği etme açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biridir. Ama ne yazık ki, bu tarihimize ve onların kültür varlıklarına bugüne kadar hemen hemen hiç sahip çıkılmamıştır. Batılı Emperyalist canavarlar, bizim bu varlıklarımızı da önemli ölçüde yağmalamışlardır. Bugün Anadolu Medeniyetlerine ait tarih ve kültür varlıklarının hemen hemen yarısı bu emperyalist devletlerde, onların müzelerinde ve kolleksiyonerlerindedir.
Partimiz, çalınan bu zenginliklerimizin, uluslararası yasaların emrettiği biçimde, onlardan geri alınarak ülkemize, ait olduğu topraklara getirilmesini, bunlara sevginin-saygının gereği sayar.
Tabiî ülkemizdeki zenginliklerin de ortaya çıkarılması, çıkarılan ve bilinenlerin de korunmasını önemle savunur. Bunun için gerekli her çalışmayı yapar. Önlemi alır. Unutmayalım ki Tarih tekrar yaşanmaz, yaratılamaz. Onlar kaybolursa yerine yenisi konamaz… O yüzden onları, gözümüz gibi korumamız gerekir.” denilmektedir.
Bu nedenle, tarihteki ilk başarılı Ulusal Kurtuluş Savaşı olan Antiemperyalist 1. Ulusal Kurtuluş Savaşımızda dökülen kan ve gözyaşlarıyla kurulmuş bir ülkenin değerlerinin heba edilmesi, çok eski tarihlerden beri medeniyetlere başkentlik etmiş İstanbul gibi tarım, sanayi, doğa, tarih kenti İstanbul’umuzun kanunsuzca yok edilmesi anlamına gelen dava konusu işlem ve düzenlemeler üyelerinin büyük çoğunluğu da İstanbul’da yaşayan, anayasal ve yasal kuruluş ve varlık sebebini gösteren parti tüzüğü ve programı uyarınca bu meselede taraf olan davacı HKP’yi doğrudan ilgilendirmektedir.
Ayrıca Anayasanın 68’inci maddesinde belirtildiği üzere “Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.”
2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 3’üncü maddesinde de partiler; “Siyasi partiler, Anayasa ve kanunlara uygun olarak; milletvekili ve mahalli idareler seçimleri yoluyla, tüzük ve programlarında belirlenen görüşleri doğrultusunda çalışmaları ve açık propagandaları ile milli iradenin oluşmasını sağlayarak demokratik bir Devlet ve toplum düzeni içinde ülkenin çağdaş medeniyet seviyesine ulaşması amacını güden ve ülke çapında faaliyet göstermek üzere teşkilatlanan tüzel kişiliğe sahip kuruluşlardır.” şeklinde tanımlanmıştır.
Bu nedenlerle gerek Anayasanın gerekse 2820 Sayılı Yasanın kendisine verdiği görev ve sorumlulukla yukarıda belirtilen amaçlar doğrultusunda faaliyet yürüten davacı HKP ile ilgili olarak “menfaat ihlali” oluşmuştur. Zira iptali istenen idari işlem ve yasa maddelerinin uygulanması halinde müvekkil partinin çıkarlarını savunduğu tüm çalışan halk kesimlerinin çıkarları zedelenecek, hak kayıpları oluşacaktır. Dolayısıyla müvekkil parti HKP dava konusu idari işlem ve yasa hükümlerinin iptali için dava açma hakkına ve ehliyetine sahiptir.
- ii- Gerçek kişi davacı İstanbul Avrupa yakasında ikamet etmektedir. Yaklaşık 40 yıldır da burada yaşamaktadır. Dava konusu düzenlemeler hayata geçtiğinde gerek kent trafiği, gerek yaratılacak tahribat ve çevre kirliliği, gerek yaşam güvenliği bakımlarından hayatı doğrudan ve olumsuz etkilenecektir. bu nedenle dava açmakta aktüel menafaati ve taraf ehliyeti vardır.
Dolayısıyla olayımızdaki işlem Anayasa’ya, Uluslararası Antlaşmalara ve ilgili Yasalara sebep, konu, amaç ve de şekil yönünden aykırıdır, iptali gerekir.
Tüm bu nedenlerle işbu davayı dermeyan etmek durumunda kaldık.
- 7- YÜRÜTMENİN DURDURULMASI TALEBİMİZ
Dava konusu işlem açıkça hukuku aykırı olup, davacılar ve tüm memleket bakımından telafisi imkansız zararlar doğuracağından, öncelikle yürütmesinin durdurulmasına karar verilmesi elzemdir.
Hukuki Nedenler:
Anayasa, Montrö Boğazlar Sözleşmesi (20 Temmuz 1936),
5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu
Kıyı Kanunu
Maden Kanun
Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu
Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Kamulaştırma Kanunu, Mera Kanunu
Yönetmelikler, Tebliğler, Genelgeler
Deliller : ÇED raporu, Bakanlık elindeki tüm dosya evraklar, İstanbul Büyükşehir
Belediyesi elinde mevcut dosya ve evraklar
Sonuç ve istem: Yukarıda sunulan nedenlerle; Kanal İstanbul (Kıyı Yapıları [Yat Limanları, Konteyner Limanları ve Lojistik Merkezler], Denizden Alan Kazanımı, Dip Taraması, Beton Santralleri Dâhil) projesi için Çevre ve Şehircilik Bakanlığının tarih ve sayılı işlemi ile verilen ÇED olumlu kararının Anayasaya, Çevre Hukuku ilke ve kurallarına, Uluslararası sözleşmelere, Montrö Boğazlar Sözleşmesine, kamu yararına, yetki, şekil, sebep, konu, maksat yönlerinden usul ve esastan aykırılığı Nedeniyle, ileride TELAFİSİ İMKANSIZ zararlara neden olacağından, ÖNCELİKLE YÜRÜTMENİN DURDURULMASINA ve İPTALİNE, yargılamanın duruşmalı yapılmasına, yargılama giderleri ile vekalet ücretinin davalı tarafa yükletilmesine karar verilmesini vekaleten talep ederiz. 27.01.2020 Saygılarımızla…
Davacı Vekilleri
Av. Pınar Akbina – Av. Fettah Ayhan Erkan-Av. Ali Serdar Çıngı