Kaçak Saraylı Hafız, bir yandan Burjuva Kemalistlerin bir kısmını kafaya alabilir miyiz acaba, hesabıyla Atatürkçü oynarken; diğer yandan da Ortaçağcı, meczuplaşmış “hülooğğ”cularını elde tutabilmek için gericiliğe olanca gayretiyle hız veriyor, berdevam, diyor…
Kanlı Pazar’ın elikanlı katillerinden İsmail Kahraman’ı yeniden Meclis Başkanlığına atıyor.
Okulları tam anlamıyla Peşaver Medreselerine döndürmek amacıyla da, oralarda durup dinlenmeden çalışıyor.
Tarikat mensubu meczupları “Manevi Danışman” kisvesiyle, işlevsiz hale getirdiği rehber öğretmenlerin yerine atıyor.
Dedik ya; bunlar için değerli olan tek şey, rant aracı olabilen, o amaçla kullanılabilendir, diye…
Yoksa bunların hiçbir şeye inancı yoktur. Yüreklerinde asla sevgiye, insani ve vicdani değerlere yer yoktur. Bunlar bir tek şeye tutkundur, tapınırlar: Para Tanrısına…
Bunların tüm siyasi geçmişleri, din alıp satmakla geçmiştir. Yani din tacirliğiyle geçmiştir. Başka türlü ifadelendirirsek; saf, masum, cahil ve yoksul insanlarımızı “Allah’la Aldatmak”la geçmiştir.
Dikkat edin; ağızlarını her açışta din alıp satarlar. Zinhar inandıklarından filan değil…
Eğer zerre kadar inanç taşısalar, trilyonlarca dolarlık kamu malını nasıl aşırabilirler?..
Öbür dünyada hesaba çekileceğini bilen bir Gerçek Müslüman, tek kuruş olsun çalabilir mi?
Yalan söyleyebilir mi?
İftira atabilir mi?
Vatanına milletine ihanet edebilir mi?
Emperyalist Haydut Haçlı’ya hizmetkârlık edebilir mi?
İslam’ın iki temel inanç prensibi vardır:
Birincisi Kelime-i Tevhid. Yani Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna inanmaktır, şahitlik etmektir.
İkincisi de Ahiret Gününe, Din Gününe inanmaktır. Yani öldükten sonra dirilmeye ve hesaba çekilmeye, dolayısıyla da Cehenneme ve Cennete inanmaktır.
Bu iki temel inanç ilkesine inanan bir Gerçek Müslüman hiç yukarıda andığımız büyük günahları işleyebilir mi?
Kesinlikle işleyemez.
Çünkü bilir ki, o günahları işleyenin yeri, Cehennemin, ateşi en harlı olan yerine gitmeyi ve orada kalmayı göze almak demektir.
İşte bu sebepten, biz, “Bunların dini Kur’an ve Hz. Muhammed Dini değildir.”, diyoruz. Bunlarınki Muaviye-Yezid Dinidir, CIA-Pentagon Dinidir. Ya da Hırsızlar Dinidir.
Bu büyük suçları işlediğini, aslında Kaçak Saraylı Reis başta gelmek üzere AKP’giller’in tamamı bilmektedir. Bu sebeple de, ömür boyu iktidarda kalabilmenin hesabı, kitabı içerisindedir her biri. Çünkü iktidardan tekerlendikleri anda, bu dünyada da hesaba çekileceklerini adları gibi bilmektedirler.
İşte bu amaçla Tayyip, bugüne dek hakaretamiz kelimelerle saldırdığı Atatürk’e bir anda sahip çıkar oldu.
Ne dedi bu konuda?
“Birileri çıkmış biz Atatürk’e Atatürk dedik diye bir sürü senaryolar yazıyor. Adı Gazi Mustafa Kemal Atatürk ise bizim bunu ifade etmemizden daha doğal ne olabilir. Ruhu faşist, söylemi Marksist çevrelerin tekeline mi bırakacağız. CHP gibi amorf bir partinin Atatürk’ü milletimizinden kaçırmasına rıza göstermeyeceğiz.” (http://www.hurriyet.com.tr/son-dakika-erdogan-birileri-ataturke-ataturk-dedik-diye-senaryo-yaziyor-40640611)
Görüldüğü gibi, Tayyip bir anda en hızlı Atatürkçü kesiliverdi.
Baktı ki Ortaçağcı “hülooğğ”cularında çok küçük de olsa bir uyanış var, kendinden bir uzaklaşış var, dolayısıyla da oylarında bir düşüş var; panikledi birden. Ulan, dedi, şu Burjuva Kemalistlerin en azından bir kısmını olsun, ya da en saftiriklerini bari kafaya alalım. Hiç yoktan iyidir… Ne kaybımız olur ki… Zaten milliyetçi de oynuyoruz 2015 Temmuzu’ndan bu yana, üstelik Kaçak Saray’ımızın Sol Meddahı Bin Kalıplı Doğu Perinçek bizi her gün yıkayıp yağlıyor, “Erdoğan Atatürk’e sığınıdı”, diyerek; bu oyun tutar be Tayyip, dedi kendi kendine. Ve oluverdi Atatürkçü…
Tabiî bu işin bir de rizikosu vardı: Bu da “hülooğğ”cularında bu dönüşün bir tepki oluşturabilecek olması…
Bunu da önlemek için onları da mamalamak gerekiyordu. Veya Ortaçağcı afyonlamanın dozunu biraz daha arttırmak gerekiyordu. İşte bu sebeple de, kıdemli Ortaçağcı ve antikomünist, Kanlı Pazar’ın elikanlı katillerinden olan İsmail Kahraman’ı yeniden Meclis Başkanlığına getirtti.
Hemen her gün ve her konuda yaptığı gibi, bu işinde de yalandan, dümenden kendini alamadı.
Gazeteciler sordu Tayyip’e, bu Meclis Başkanlığı işini, henüz seçim yapılmadan. Aktaralım isterseniz, o konuda yazılanları:
“Rusya’ya hareketinden önce havalimanında gazetecilere açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın ‘yeniden’ adaylığı için “İsmail beyin bu adaylığını ben de sizler gibi aslında yeni öğrenmiş bulunuyorum. Bana düşen hayırlı olsun demektir. Benim oy kullanma yetkim yok. Sadece AKP’nin Genel Başkanıyım aynı zamanda Cumhurbaşkanıyım.” diye yanıt verdi.” (http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/erdogan-erken-cikti-aciklama-yapacak-2088686/)
Bu yalana, tabiî ki, kimse inanamazdı. Ama olsun, diyordu Tayyip. Zaten hep söylüyoruz, ne olacak… Belki inanan çıkar…
Bunu söyleyerek, “Bakın ben ne kadar demokratım. Meclis Başkanlığı gibi bir meselede bile müdahaleci olmadığım gibi, partimin bana danışmasını, hatta haber vermesini bile istememişim. Partimin milletvekilleri ve yöneticileri, kendi iradeleriyle karar vermişler, seçim yapmışlar.”, demiş olurum. Böylece de en hasından demokratı oynamış olurum, diye düşündü.
Fakat, gerçeklerin gizlenemezliği, bir gün ortaya çıkmak gibi bir huyları olduğu, yani gerçeklerin çok inatçı olduğu bilinmektedir.
Nitekim çok gizlenemedi de. Hemen bir gün sonra Kaçak Saray’ın yandaş gazeteciler topluluğundan “Yol Düşkünü” Abdulkadir Selvi olayın aslını yazıverdi köşesinde:
“CUMHURBAŞKANI Erdoğan, İsmail Kahraman’ın Meclis başkanı olarak devam etmesi kararını verdi. Karar, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde baş başa yenilen yemekte alındı. Dün iki kişinin telefonları çok yoğundu. AK Parti milletvekilleri, tebrik etmek için İsmail Kahraman’ı aradı. AK Parti yöneticileri ise ikna etmek için Burhan Kuzu’nun telefonlarını susturmadı.” (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/abdulkadir-selvi/etut-merkezleri-akm-projesi-ve-secim-baraji-40644066)
Demek ki, bu katilin Meclis Başkanı olmasını, doğrudan Tayyip istiyor, yukarıda andığımız sebepten dolayı.
Bununla yetinmiyor tabiî Tayyip. Yukarıda dediğimiz gibi, okullarımızın tam anlamıyla Ortaçağ kurumlarına, Medreselere, kilise okullarına döndürülmesi için art arda hamleler yapıyor.
İşte bunlardan sonuncusu da, tarikat müritlerinin okullara “Manevi Danışman” olarak atanması oluyor.
Haklı olarak eğitimciler karşı çıkıyorlar bu işe. Hangi akademik, bilimsel formasyonla bu tarikat mensupları öğrencilere rehberlik edecek, diye soruyorlar. İsterseniz bir de onların ferydını görelim:
“Yeni yönetmelik açıklandığında “PDR’ye (Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik) sahip çıkıyoruz. Nöbet tutmuyoruz!” diyerek karşı çıkan Eğitim-İş, rehber öğretmenlerin mesleki durumunun kötüleştirilmesiyle manevi rehberlerin yüceltilmesi arasındaki orantıya dikkat çekiyor. “Manevi rehberliğe dair bu örnekler, çocuklarımızın, sorunlara bilimsel yaklaşan uzman eğitimciler yerine kimlere emanet edilmek istendiğinin göstergesidir” diyen Eğitim-İş Genel Başkanı Orhan Yıldırım, şunları söylüyor: “Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik, bilimsellik olmadan, gerekli zeminler hazırlanmadan yapılamaz ve bu görev, vasıfsız ya da vasfı ne olduğu ölçülemeyen insanlara emanet edilemez. Bilindiği üzere MEB, yönetmeliğin kendisiyle beraber adını da değiştirdi ve “Psikolojik Danışmanlık” ifadesini çıkardı. Bu hamle, bu göreve alelade insanları getirebilmenin zemini olarak görünüyor. Yurtlarda genelleştirdiği manevi rehberlik fiyaskosunu, tüm devlet okullarına yayacaklarını düşünüyoruz. Ve buna asla geçit vermeyeceğiz. Düşünün; bugün dünya çocuk hakları günü, ve çocuklara bir bayram armağan edilen tek ülkede, çocuklarımızın travmaları, psikolojik gelişimleri bu hamleyle önemsizleştiriliyor. Rehber öğretmenlerimizi de, ülkenin çocuklarını da bu art niyete teslim etmeyeceğiz.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/870283/Yurtlar_manevi_rehbere_emanet.html)
Kuşkusuz eğitimciler çok haklı. Fakat, Tayyipgiller’in derdi çocuklarımızı bilimsel bir eğitim sürecinden geçirmek değil ki… Onlara bilimin değerlerini öğretmek, aklını özgürce kullanma yeteneği kazandırmak, insani ve vicdani değerleri vermek değil ki…
Tam tersine; onlarınki tümüyle kendi ifadeleriyle “Dindar ve Kindar Nesil” yetiştirmek. Yani, El Kaide, IŞİD zihniyetinde insanlar yetiştirmek…
İnsanlarımızı, hep yapageldikleri gibi, Allah’la aldatarak “hülooğğ”cular biçiminde meczuplaştırıp peşlerine takabilmek, kendilerine bağlayabilmek, kendilerine “Reisimiz dünya lideri”, diyerek tapındırabilmek…
Ve tüm meczuplaştırılmış “hülooğğ”cularına da “Bakın ben gerçek Mustafa Kemal’ciler gibi Tam Bağımsızlıkçı ve Laik filan değilim. Siz bakmayın benim Atatürkçü oynadığıma. Bizimki bütünüyle Atatürkçülerin hiç değilse saftirik olanlarını kandırarak oylarını almaya yöneliktir. Ayrıca da, bakın ben okulları tümden medreseleştiriyorum işte. Okullarımızda ne Evrim Teorisi kaldı, ne Laiklik Öğretisi… Bunların kökünü kazıdık. Bundan sonra da onları öyle eğiteceğiz ki, her biri Din Devletinin savunucusu neferler olacaklar. Yani adım adım hepimizin özlemi olan Din Devletimizi kuruyoruz. Siz hiç tasalanmayın ve bana güvenmeye devam edin. Benim Atatürkçülüğüm sadece bir oyun, bir hile, bir kandırmacadır.”, demiş oluyor…
Yani onları da böylece konsolide etmiş oluyor. Sağlamca elinde tutmuş oluyor…
Tayyipgiller’in oyunları bitmez, arkadaşlar…
Onlar iktidarda kaldıkça daha böyle çok oyunlar oynayacaklar. Onların böyle oynamaları, doğaları gereğidir…
Onlarda oyun bitmez. Ama her oyunun, her düzenin, her dolabın da illaki bir sonu olur. Bu da Tarihin en kesin kanunlarından biridir…
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
23 Kasım 2017
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı