IŞİD’den tek farkları, korkaklıkları ve riyakârlıklarıdır
IŞİD’ciler sapkın din meczupları mıdır?
Evet.
His yoksunları mıdır?
Evet.
Vicdan, merhamet, acıma gibi duygular hiç oluşmamış mıdır bunlarda?
Evet.
Fakat, bütün bunlara rağmen, bunlar bir davaya inanmışlardır. Ve davaları için ölümü göze almışlardır. Gerektiğinde ölmekten de çekinmemektedirler. Yani, bunlar göründükleri gibidir. Neyseler odurlar.
İslam’ın ve diğer dinlerin de (Hıristiyanlığın, Museviliğin) sadece lafzına yani biçimine, kabuğuna bakarsanız ve o kadarını anlarsanız; IŞİD’in yaptığı katliamların büyük ölçüde İslam’ın ve diğer dinlerin lafzıyla uyumlu olduğunu görürsünüz.
İslam’ın lafzında da baş kesmek var mıdır?
Vardır.
Kol ve bacağı çaprazlamasına kesmek var mıdır?
Vardır.
Dinden çıkanın katli gerekli midir?
Gereklidir.
Dine hakaret edenin katli gerekli midir?
Gereklidir.
Kölelik ve cariyelik var mıdır?
Vardır.
Cihat var mıdır?
Evet, vardır.
Ne der Kur’an?
“Siz de ortalıkta bir fitne kalmayıb din, tamamiyle Allahın dini oluncıya kadar onlara cihad edin, eğer vaz geçerlerse her halde Allah amellerini görür.” (Enfal Suresi 39. Ayet, Elmalılı Hamdi Yazır Meali)
Tabiî bütün bu kanlı uygulamalar, o zamanın, o çağın, o sosyal düzenlerin töresiydi, genel kanunlarıydı.
Bu yüzden, bütün dinlere girmemezlik edemezdi. Daha önce de söyledik ya; hiçbir din laik olamaz. Hiçbir din barış dini olamaz. Hiçbir din kendisini kabul etmeyenlere karşı hoşgörülü olamaz. Olabilmesi dinlerin özüne aykırıdır, doğasına aykırıdır.
Çünkü her din, Tanrı kelamı olma iddiasındadır. Dolayısıyla da, orada ortaya konan anlayış, dünya görüşü ve ondan kaynaklanan emir ve yasaklar, tartışmasız, kesinkes doğrudur. Çünkü hepsi Tanrının düşüncesinin ve iradesinin ürünüdür.
O dine inananların görevi de, o dini dünyaya egemen kılmaktır. Tanrı nizamını dünyada kurmaktır.
Hiçbir din, inananlarım benim buyruklarımı kabul etsin, bana inanmayanlara da hiç bir şey demesin; hoşgörülü davransın, onlarla barış içinde bir arada yaşasın demez ve diyemez. Dediği anda kendisinin biricik Tanrı dini olduğu iddiasını ortadan kaldırmış olur. Yani, kendisini kabul etmeyenlerle eşitlemiş olur. Böyle bir din, tabiî ki olmaz.
Her din hegemoniktir. Tüm insanlığa hitap etme ve kurallarının tüm insanlık tarafından kabul edilmesi anlayışındadır, düşüncesindedir, tutumundadır.
İşte bu sebepten, tüm Ortaçağ “Din ve Mezhep Savaşları Çağı” olmuştur.
Hz. Muhammed tabiî ki yüksek bir insani değerler sistemine sahipti. Vicdan ve merhametle doluydu, sevgiyle doluydu. O yüzden de çağının bu acımasız katı kurallarını, törelerini, kanunlarını, elinden geldiğince ılımlılandırdı.
Mesela şunu dedi:
“(Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.” (Muhammed Suresi 4. Ayet, Diyanet Vakfı Meali)
Gördüğümüz gibi, Cihat net biçimde emredilir. Cihat süresince de yakalananların boynu hemen vurulmalıdır, denir. Ama düşmanlar kesinkes tepelenip savaş sonlandırıldıktan sonra, esirlere kötü davranılmaz. Onlar, ya fidye karşılığı ya da karşılıksız olarak salıverilir.
Hz. Muhammed işte böylesine ılımlandırır, çağının acımasız, kanlı sosyal kurallarını, savaş kanunlarını.
Dikkat edersek, bu buyruk aynı zamanda köleliğin kaynağının da kurutulmasını sağlar. Yeni köle edinimini sonlandırır.
Hz. Muhammed, var olan kölelere de merhametli davranılmasını, günahlar karşılığında da kefaret olarak azad edilmesini salık verir Kur’an’da, sık sık.
Cariyelerinse, fuhuş aracı olarak kullanılmamasını, aynı zamanda da sahipleri tarafından cinsel istismara uğratılmamasını emreder.
“Cariyelerinize eğilim duyarsanız, onları azad ederek resmi nikâh yoluyla eş edinin.”, der.
O çağın şartları, sosyal kanunları dikkate alındığında, Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın getirdiği bu ılımlandırmalar olağanüstü öneme sahiptir. Daha fazlası muhakkak ki elinden gelmezdi.
Kölelik ve cariyelik tümden yasaktır, deseydi; İslam büyük ölçüde kabul görmezdi, kitleselleşmezdi, yaygınlaşmazdı. Daha açığı; bir din olarak tutunamaz, varlığını sürdüremezdi.
Çünkü İslam’ın içinde doğduğu sosyal düzen, Antika Tefeci-Bezirgân asalak ve sömürgen sermaye sınıfının egemen olduğu bir düzendir. Yani köelik düzenidir, Köleci Toplumdur. Özetçe; Hz. Muhammed, bir insanın yapabileceğinin, elinden gelebileceğinin azamisini yapmıştır. Dâhiyane zekâsı ve bilgeliği, içtenliği ve fedakârlığı ve cesareti sayesinde…
Bu özetlediğimiz, İslam’ın biçimi ya da kabuğudur. Her sosyal olgu gibi İslam’ın da bir ruhu vardır. Ruhu ise, toplumdaki sosyal eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı öngörür, emreder. Yani, hep söylediğimiz gibi, Hz. Muhammed’in gönlünde yatan, sosyalist bir toplum kurmaktır. Kur’an’da anlatılan Cennet’i yeryüzünde kurmaktır.
İslam’ın ruhunun özünü anlatan onlarca ayet vardır Kur’an’da. Biz burada bir tekini vermekle yetinelim:
“Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: ‘Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.’ İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz.” (Bakara Suresi 219. Ayet, Yaşar Nuri Öztürk Meali)
Kur’an’ın bu ve benzer içerikteki ayetlerini, Hz. Muhammed’in yakın çevresindeki çok az sahabi kabul edebilmiştir. Dönemin İslam’ı kabul edenlerinin yüzde 99’u hatta çok daha fazlası kabul etmemiştir, Kur’an’ın gerçek ruhunu oluşturan bu ayetlerini ve onların emrettiklerini.
Bunun üzerine Hz. Muhammed, gerçekçi bir devrimci ve toplum önderi tabiî, ne yapsın?
Şöyle bir yol bulabilmiştir ancak:
Kur’an buyruğu şeklinde değil de, yani “Allah Kelamı” olarak değil de (çünkü Allah Kelamı yukarıda andığımız içeriktedir) kendi isteği ve emri olarak yani “Hadis” olarak- Peygamber sözü olarak “Yıllık gelirinizin 40’ta 1’ini zekât olarak ihtiyaç sahiplerine verin.”, demiştir.
Tekrarlayalım; Kur’an’ın hiçbir ayetinde böyle 40’ta 1’lik bir oran geçmez. Orada geçenler, “zorunlu ihtiyaçtan arta kalanın tümü”dür.
İşin garibine bakın ki, Hz. Muhammed’in vefatından sonra, dine karşı ilk başkaldırı, bu 40’ta 1’lik zekâta olmuştur. Üç Arap kabilesi, “Biz zekâtın haricindeki, İslam’ın tüm emirlerini kabul ediyoruz. Ama zekât vermeyiz.”, demişlerdir. Hz. Ebubekir, bunların üzerine ordu göndrerek birkaç çarpışmadan sonra bunları hezimete uğratır ve isyanı bastırır.
Hz. Ebubekir, bu olayın gerekçesi olarak şunu der:
Adamlar Hz. Muhammed döneminde hiç değilse 40 devesinden birini zekât olarak veriyordu. Şimdi ise, bırakalım deveyi, onun yularını bile vermiyor. Bu, İslam’a açıktan başkaldırıdır. Dinden çıkmadır. Bunların üzerine ordu gönderilerek tepelenmeleri gerekmektedir.
İslam Tarihini gözden geçirirsek, bu 40’ta 1 oranındaki zekâtın bile, bugün de dahil olmak üzere, Müslüman geçinenlerin yüzde 90’ı tarafından lafzen kabul edilse bile, uygulamada reddedildiğini görmekteyiz.
Biz, İslam’ın tüm yönlerini bildiğimiz için, onun ruhunu benimsiyoruz ve savunuyoruz. Hz. Muhammed’in de gönlünde yatan, sosyalizmdir, diyoruz. Hz. Muhammed, büyük bir Tarihsel Devrimin önderidir, diyoruz. Yani, ruhu bize uyar, diyoruz. Ama biçimi, yani kabuğu, o çağın sosyal töreleri ve anlayışı olduğu için, bunlar aşılmıştır artık, diyoruz.
Günümüzde bu biçimler uygulanamaz. Uygulanmaya kalkışılır ise, din savaşları alır başını gider, diyoruz.
İslam’ın ruhunu ise biz artık bilimin rehberliğinde ve ışığında, Bilimcil Sosyalizm teorisine ve pratiğine uygun biçimde hayata geçirmeye çalışıyoruz. Onun mücadelesini ve savaşını veriyoruz. Yani devrimci savaşımızın muhtevası, İslam’ın ruhunu da kapsar ve savunur.
IŞİD, El Nusra, ÖSO, El Kaide gibi örgütlerse, İslam’ın ruhunu asla anlamazlar, kavramazlar. Onlar, sadece biçiminde ya da kabuğunda kalırlar İslam’ın. Özündeki cevhere ulaşamazlar, onu görüp kavrayamazlar.
Kaçak Saraylı Reis’in AKP’gilleri de aynen bunlar gibidir. İslam’ın ruhunu reddederler, sadece kabuğunu savunmaya kalkarlar. Bu sebepten, bunlarınki Gerçek İslam değildir. Muaviye-Yezid İslamı’dır, CIA-Pentagon İslamı’dır.
İslam’a biz, 1960’lı yıllardan bu yana hep aynen bu şekilde yaklaşmışızdır. Ve böyle değerlendirmişizdir.
Bizim dışımızda da hiç kimse İslam’ı böyle bütünlüklü bir kapsam içinde görememiştir, kavrayamamıştır, anlayamamıştır. Neyse, geçelim…
IŞİD’in ideolojisiyle İslam’ın kabuğunun benzerliği meselesine gelirsek; bizim kavradığımız derinlikte olmamakla birlikte, başka türlü dersek, yarım biçimde de olsa, bugünün bazı ilahiyatçıları da bunu görmekte ve kabul etmektedirler, dile getirmektedirler. Görelim onların bu konuda ne dediklerini. Onların neler dediklerini, araştırmacı yazar Aydın Tonga, Odatv’de yayımlanan bir makalesinde şöyle özetlemektedir:
“Türkiye’deki İslami hareketler içerisinde hatırı sayılır bir yer edinen Mustafa İslamoğlu geçtiğimiz günlerde önemli açıklamalar yaptı. Bu açıklamalar içerisinde şüphesiz en dikkat çekici olan mevcut din eğitiminin geldiği noktayla ilgiliydi.
“İslamoğlu, sonrasında çokça tartışılan diyemeyeceğimiz, çokça lince uğrayan sözlerinde şu yalın gerçekliği dile getirmişti. “İmam-Hatip ve İlahiyat müfredatı değiştirilmedikçe bu memlekette geleceğin IŞİD’cileri yetişmeye devam edecektir.” Evet, İslamoğlu’na ait bu sözler bir kez daha “kral çıplak” diyordu. Zira, geçmişten bugüne İslam dünyasında yaşanan çatışma ve savaşları hep dış güçlerle açıklayan bir anlayış için bu sözler kabul edilecek türden değildi. Onun için mezkûr anlayışın pek hızlı savunucuları anında İslamoğlu’na saldırmaya başladılar. O kadar ki, Yeni Şafak gazetesi bile İslamoğlu’nun bu sözlerini “İmam Hatipleri hedef gösterdi” diye haberleştirdi. Saldırı yüklü diğer cümlelerde bundan pek farklı değildi.
“Oysa Mustafa İslamoğlu’nun bu sözleri bir “yorum” ya da “değerlendirme” değil, acı bir gerçeğin dile gelen sesiydi.
“Eğer, söz konusu linç ekibi zahmet edip imam hatiplerde ya ilahiyatta okutulan “fıkıh” kitaplarına şöyle bir göz atsaydı bu nesnel durumla kendileri de karşılaşacaktı.
“Yazımızın sınırları dahilinde o kitaplarda neler yazdığını aktarmayacağız. Zira bir fıkıh kitabında geçen şu ifadeler bile söz konusu anlayışın aslında neyi arzuladığını, fıkhı nasıl değerlendirdiğini ortaya koymaktadır:
“Fıkıh ilmi, insanın dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmasını amaçlar. İnsanın yaratıcısına, kendisine ve diğer insanlara karşı hak ve sorumluluklarını öğretir. Adaletli, huzurlu ve istikrarlı bir toplum oluşmasına katkı sağlar. İnsanlar arası ilişkileri yaratılışta eşitlik ve inançta kardeşlik esasına dayandırır. Fıkıh ilmi sayesinde insanlar, Allah’a karşı kulluk görevlerini bilinçli bir şekilde yerine getirirler. Fıkıh ilmi, insan haklarının neler olduğunu açıklar ve bunların korunmasına dair ilkeler koyar. İnsanlar arası ilişkilerin olumlu yönde ilerlemesine katkıda bulunur.”
“TEOKRATİK DEVLETLERİN ANAYASALARI GİBİDİR
“Öncelikle şunu ifade edelim ki, başta mezhep önderleri olmak üzere, fakihler tarafından kaleme alınan fıkıh kitapları ve dolayısıyla fıkıh ilmi hiç de öyle bu kitapta ifade edildiği gibi “adil, istikrarı amaç edinen, huzurlu bir topluma hizmet etmemiştir.” Bu kitaplar teokratik devletlerin anayasaları gibidir adeta. Baskıcı ve zora dayalı inanç yorumunun temel yapı taşlarını oluşturur fıkıh kitapları. Çünkü o fıkha göre namaz kılmayanlar öldürülür; içki içenlere kırbaç cezası uygulanır, peygambere ya da Allah’a “hakaret” ettiği düşünülen kimseler için darağaçları kurulur o kitaplarda. O kitapların “din yorumu” özgürlükten yana değil, zorbalıktan yana taraf alır. O kitaplarda cariyeler vardır; ganimetler pay pay bölüştürülür o kitaplarda; köleler vardır ki, onun için hukuk bile oluşturmuşlardır. Kadının bir adı vardır o kitaplarda; ve O’nun yaşamını şöyle özetler fıkıh kitapları “Kadının yeri erkeğin dizinin dibidir” Şimdi sormak lazım; cesaretle ve kararlı biçimde hem de: söz konusu kitaplar IŞİD vb. hunhar örgütlerden çok mu farklı algılıyor dini, yaratıcıyı, insanı..? Cevap hayır olamayacağına göre Mustafa İslamoğlu’na neden saldırılır? Amaç “mahalle dayanışması” ise, unutmasınlar, tarih o mahallerinin kendi iç çatışmaları, savaşları ve kavgaları ile doludur. Onun için “dayanışmayı” hak eden bir mahalle falan da yoktur ortalıkta.
“Sonra şunu da ayrıca belirtmekte yarar var. “Kral çıplak” diyen de sadece İslamoğlu değildir. Bakın şu sözler Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’a ait:
“Bugün Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinde okutulan din ile IŞİD’in dini arasında en küçük bir fark yoktur. Şii ve Sünni bütün mezheplerin anlattığı din IŞİD’in uygulamaya çalıştığı dindir. Biz karşı çıkıyoruz diyenler dünya kamuoyunda oluşan olumsuz yapıya karşı biz öyle değiliz diyerek karşı çıkanlardır.”
“Yine Prof.Dr. Caner Taslaman başka bir köşede şu sözleriyle faş eder o “karanlık gerçeği:”
“IŞİD’e karşı çıkan önemli bir kesim de, IŞİD’in atıf yaptığı kaynakları kabul ediyor. Ve bu kaynaklara en ufak bir eleştiri getirmeden IŞİD’e eleştiri getirebileceğini zannediyor. Mürtedin öldürülmesi gerektiğini bir kişi kabul ediyorsa, namaz kılmayanın mürted (dinden çıkan) olduğunu kabul ediyorsa, bu kişi zaten IŞİD’in kafasını kabul etmiş demektir.”
“İbretlik bir açıklamayı da Ali Rıza Demircan’dan dinleyelim “Geleneksel fıkhımızda IŞİD’in yaptıklarının tümü meşrudur”. Bu arada belirtmek gerekir ki, Demircan aynı zamanda iktidar partili bir belediye başkanın da babasıdır.
“BURADA ARTIK ARAFTA KALMANIN MAZERETİ YOK
“Gerçekleştirdiği hunharca katliamları, görsel bir şova dönüştürmek gibi alçakça eylemlere imza atan bu cani örgüt elbette İslam dünyasını temsil etmemektedir. Lakin şunu unutmamak da fayda var ki, eğer o örgütle fıkhın kimi hükümleri aynı kesişim kümesinde yer alıyorsa burada bütün yük Müslüman ilim adamlarının üzerinde olacaktır. Burada artık arafta kalmanın mazereti yoktur. Dahası, fıkıh kitapları, bu araf olma halini size tanımıyorsa, ortada bir tercih değil zorunluluk vardır. Örneğin o öğreti esirlerin öldürülmesini emrediyor, dinden dönenin katlini ferman buyuruyorsa, IŞİD’le o öğretinin sınırları da tene ateş salan emir farklılığı kadardır ancak. Daha açık bir ifadeyle siz esirin boğazına bıçak dayayın, tekfirci yobaz da “kısas” diyerek o boğazı ateşle dağlasın. Fark bu kadardır işte!
“Diğer taraftan gerek mezhep hükümleri gerekse de fıkıh zihniyeti sadece bugün değil tarih boyunca anılan örgüt gibi onlarca örgüt ve binlerce tekfirci zihniyet yaratmıştır. Arşivler, tarihe kanlı harflerle geçen bu kitaplarla doludur. Birazdan aktaracağımız iki ismin ibretlik görüşleri bile bu tarihin korkunç yüzünü görmek bakımından yeterlidir. Bakın Müslüman kardeşlerin önderi Hasan el Benna ne diyor:
“Şayet yöneticiler gereken ıslahatı yapmazlarsa… Bir ihtilalın kopacağı ile uyarırlar… İdareciler Allah’ın emrine boyun eğip, hükümlerini tatbik etmeseler, o zaman İslâm ıslahatçılarının iktidarı ele geçirmek için çalışmamaları bir cinayettir”
“Şu sözlerde yine aynı hareketin bir bir diğer ismine Seyyid Kutub’a aittir:
“…yalnızca inançları ve kavramları, ibadetleri ve yasaları Allah’tan başkasının hakimiyetinden arındırılmış bir grup Müslüman bir toplum oluşturmayı başarabilir. İslami hayat sürmek isteyen herkes otomatik olarak bu topluma dahil olacaktır ve inançları, ibadetleri ve uyguladığı yasalar, yalnızca Allah’ın izin verdiği şekli alacak şekilde temizlenecektir.”
“Son olarak şunu ifade edelim ki, din yorumlarını bağnaz ve otoriter bir yönelimle bütün kitlelere kabul ettirmek isteyenlerin başucu kitaplarını mezhep önderleri başta olmak üzere fıkıh alimlerinin kitapları oluşturmaktadır. Bu anlamda eli kanlı örgütlerin yaslandığı bir “Derin İslam” vardır ki, bu İslam yorumu ile yüzleşmeden ne Müslümanlar ne de dünya rahata kavuşabilecektir.
“Aydın Tonga
“Odatv.com” (http://odatv.com/mustafa-islamoglunun-o-sozleri-derin-islami-mi-isaret-ediyordu–2612161200.html)
Aydın Tonga, IŞİD’in ve fıkıh kitaplarının, mezhep önderlerinin hep İslam’ı yanlış anladıklarını, yorumladıklarını öne sürmektedir. Onların savunduğu İslam’a “Derin İslam” demektedir. “Derin İslam” diye bir de kitabı vardır, Aydın Tonga’nın.
Oysa Aydın Tonga da yanılgı içindedir. Tarih boyunca fıkıh alimlerinin ve mezhep önderlerinin ortaya koyup savunageldikleri hep “Kabuk İslam”dır aslında. Bu kabuğu az da olsa kırabilen ve İslam’ın içeriğine biraz olsun yaklaşabilen, Hanefi Mezhebi’nin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanefi olmuştur. Bu sebeple, diğer Sünni mezheplere göre biraz daha ılımlıdır, Hanefi Mezhebi. Ebu Hanefi de her yıl kazancının kendi ve ailesinin ihtiyaçlarına yetecek kadarını alıkoyar, gerisini dağıtırdı ihtiyaç sahiplerine, yoksullara. Kumaş tüccarlığıydı yaptığı iş. Ama o da, ancak o kadar görüp yaklaşabilmiştir, İslam’ın ruhuna. Kabuğunu da bir nebzecik ılımlandırabilmiştir. Çünkü, kendi yaşadığı çağın sosyal kuralları da Hz. Muhammed dönemindekinden farklı değildir. Kendisi, 699’da doğmuş, 767’de vefat etmiştir. İşte bu sebeple de İslam’ın kabuğunu fazlaca değiştiremezdi, daha fazla yumuşatamazdı.
Demek istediğimiz, mezhep önderleri ve fıkıh yazarları, genelde İslam’ın kabuğuna uygun bir anlayış ortaya koymuşlardır. Çünkü o insanlar, tüm ömürlerini vermişlerdir bu işe.
Haliyle, Tarih boyunca da bütün medreselerde, mekteplerde, bugüne gelirsek İmam Hatip okullarında ve İlahiyat Fakültelerinde, bu din adamlarının, din ulularının eserleri ve görüşleri okutulmuştur, öğretilmiştir. Hâlâ da öğretilmektedir.
Yani, yanlışlık; onların İslam’ın kabuğunu yanlış yorumlamalarından kaynaklanmamaktadır. Onlar doğru yorumlamıştır İslam’ın kabuğunu, biçimini, emir ve yasaklarını. Ve de dini ritüellerini…
Yanlışlık, İslam’ın bir Tarihsel Devrim olduğunu görememekten, anlayamamaktan kaynaklanmaktadır. Bütün dinler gibi, İslam da insan yapımıdır ve içinde doğduğu çağın sosyal şartlarının ürünüdür. O şartları tam olarak, bütün gerçekliğiyle anlayamazsak, İslam’ı da anlayamayız.
Nitekim, yukarıdaki makalesini ölçüt olarak alırsak, bırakalım ilahiyatçıları, Aydın Tonga da anlayamamıştır, İslam’ın gerçeğini.
IŞİD’in yaptığı vahşiyane, insanın tüylerini diken diken edip kanını donduran katliam ve vahşet görüntüleri, Ortaçağ için, İslam’ın doğduğu yüzyıllar için yadırgatıcı değildir. Çağın yaygın kabul gören sosyal kanunlarıdır. Savaş kurallarıdır.
Ha, tabiî, IŞİD ve bazı fıkıh alimleri daha katı, şiddete yönelik bir eğilim sokmuşlardır bu kabuğu oluşturan unsurlara. Ama o, nitel değil nicel bir fazlalıktır.
Hani yukarıda da aktardık ya; Kur’an’da savaş sürecinde yakaladığınız düşmanların hemen boynunu vurun, der. Ama, zaferi kazandıktan sonra, ele geçireceğiniz esirleri öldürmeyin, onları ya fidye karşılığı ya da karşılıksız olarak serbest bırakın, der.
IŞİD ne yapıyor?
Yakaladığı esirleri katlediyor. Tabiî o da burada şöyle bir gerekçeye sığınıyor:
Ben daha kesin zafer kazanmadım. Cihadım sürüyor. O yüzden düşman üzerinde caydırıcı bir etki yapması için, ele geçirdiğim esirleri böyle katlediyorum. Böylece de onları bizimle savaşmaktan vazgeçirmeye ya da uzak tutmaya çalışıyorum. Amacım budur, diyor.
Demek istediğimiz, arkadaşlar; İslam’ın ruhu ve biçimiyle yani tüm yönleriyle, bütün gerçekliğiyle kavranılışını başaramazsanız, IŞİD’i de anlayamazsınız. IŞİD İslam dışıdır, demekle filan da o zihniyeti mahkûm edemezsiniz.
Özetçe IŞİD, aşırıya vardırmakla birlikte, İslam’ın biçimini ya da “Kabuk İslam”ı savunuyor. Muaviye-Yezid İslamı’nı savunuyor. IŞİD’in ilk öncülü Muaviye-Yezid İslamı’dır, onların dinidir. Orada da İslam’ın ruhu bulunmaz, daha da şiddetlendirilmiş olarak sadece biçimi-kabuğu ortaya konur.
Aydın Tonga’nın makalesinde adını geçirdiği ilahiyatçıların da dile getirdiği gibi, 1950’den bu yana İmam Hatip okullarında ve İlahiyat Fakültelerinde öğretilen İslam da IŞİD İslamı’dır. Ruhu ortadan kaldırılmış Kabuk İslam’dır.
Bildiğimiz gibi, başta Kaçak Saraylı Reis ve onun Nabi Avcı vb. gibi bakanlarının, milletvekillerinin çoğu da IŞİD Dini’nin okutulduğu bu İmam Hatip okullarından mezun olmuştur. Bu İlahiyat Fakültelerinden mezun olmuştur. Dolayısıyla da bunların on yıllar boyu savunageldikleri İslam, IŞİD İslamı’ndan başka bir şey değildir. Başka İslam bilmezler, tanımazlar, kabul etmezler.
İslam’ın sosyal eşitlikçi ruhu onlar için kabul edilemezdir. Zinhar kabul etmezler, İslam’ın muhtevasını, içeriğini, özünü, ruhunu. Çünkü, temsilcisi oldukları sınıfın dünya görüşü ve sınıf çıkarı, onların tüm düşünce ve davranışlarını oluşturur, yönlendirir, belirler. Hem de kesin biçimde…
Onların sınıf temelleri, Antika vurguncu, sömürgen, zalim, insanlık düşmanı, asalak Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıdır. Tarihin ilk egemen sosyal sınıfıdır, sömürgen sınıfıdır, vurguncu sınıfıdır.
İşte bu sebepten, Kaçak Saraylı Reis’in ve onun AKP’gilleri’nin tüm yapıp ettikleri, bu sınıfın sınıf çıkarlarına hizmet etmektedir. Sömürüsüne, vurgununa, talanına hizmet etmektedir. Onun dünya görüşüne hizmet etmektedir.
Burada, IŞİD’e bir haksızlık yapmış olmayalım. IŞİD’in meczuplaştırılmış katliamcıları, kan içicileri, vicdandan, acımadan yoksunları; AKP’giller’le kıyaslandıklarında bir açıdan çok öne geçerler.
Onlar davalarına meczupçasına bağlanmışlardır, inanmaktadırlar. O dava için hayatlarını, canlarını ortaya koymaktadırlar. Yani, büyük ölçüde samimidirler düşünce ve davranışlarında, kendi anlayışlarına uygunluk açısından.
Fakat Kaçak Saraylı Reis ve onun AKP’giller’i, hem IŞİD’cilerin cesaretinin binde birine bile sahip değildir, hem de onların samimiyetine…
Kaçak Saraylı ve AKP’giller’in bütün derdi küplerini doldurmaktır. Vurgundur, talandır, kamu malı aşırmaktır. Cesaret de eser miktarda olsun bulunmamaktadır bunlarda. Bütün demagojik başarıları insanları Allah’la aldatma üzerine kuruludur. En mahir oldukları alan budur.
İşler zora girdi mi, bunları orada bulamazsınız. Hepsi arazi olurlar.
Kaçak Saraylı ve AKP’giller, İslam’ın ruhuna inanmadıkları gibi, biçimine, kabuğuna da inanmamaktadırlar aslında. Bunlarınki, İslam’ın kabuğunu siyasette bir araç olarak kullanmaktır yalnızca. O kabuğu kullanarak insanları aldatmaktır, kandırmaktır, kullanmaktır, sömürmektir.
IŞİD’ciler hiç değilse, Kabuğa inanmaktadırlar. Bunlarsa, Kabuğa da inanmamaktadırlar. Kabuğu siyasette getirisi müthiş yüksek, başarı garantisi veren bir araç olarak görmektedirler.
İşte bu açılardan kıyaslandığında, insani kalite yönünden çok daha geride kalırlar IŞİD’cilerden.
Kaçak Saraylı ve avanesi, siyasette ne zaman dara düşse, politikaları iflasla karşılaşsa, hemen din alıp satmayı hızlandırırlar. Din sömürüsünü alabildiğine yoğunlaştırırlar. Hani bir kasaba demircisinin, ateşi küllenmeye başladığında hemen körüğünün kolunu asılmaya başlaması gibi. Hani körük hava, dolayısıyla da oksijeni yoğun biçimde üfleyince küllenen ateşin üzerine, ateş bir anda yeniden parlar, harlanır…
İşte bunlar da aynısını yapmaktadır. Siyasette yaptıkları vurgunlar ve ihanetler koltuklarını sarsmaya başladığı anda, bunlar da din sömürüsünün hızını arttırırlar, alabildiğine.
İşte ekonomideki, Suriye’deki ve Kürt Meselesi’ndeki poliitkaları iflasa doğru kaymaya başladı ya; bunlar da din alıp satmaya hemen hız verdiler. Görelim:
“Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı, imam hatiplerin özünde milletin eğitime müdahalesi olarak nitelendirerek, bunun bir halk hareketi olduğunu söyledi.
“Çavuşoğlu: Daha fazla imam hatip lisesi açacağız Yeni Şafak’ta yer alan habere göre, Türkiye’nin ilk İmam Hatip Lisesi Müdürü olan Mahmut Celalettin Ökten’in anısında ÖNDER İmam Hatipliler Derneği’nce Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda düzenlenen törene katılan Avcı, “İmam Hatip okulları özünde milletin eğitime müdahalesidir, bir halk hareketidir” dedi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da daha önce yaptığı açıklamada, herkesin ihtiyacına göre okullar açılmasından rahatsız olmamak gerektiğini belirterek, “Denizcilik lisesi yoktu, spor lisesi yoktu şimdi var. Eskiden ilçelere fen liseleri kurulamıyordu, şimdi Manavgat’ta ve Alanya’da fen liseleri var. Daha fazla imam hatip ortaokulu, daha fazla imam hatip lisesi de açacağız” ifadelerini kullanmıştı.” (https://tr.sputniknews.com/turkiye/201612261026502441-kultur-bakani-avci-imam-hatip-halk-hareketi/)
Ne diyor Nabi Avcı?
“İmam Hatipler, özünde milletin eğitime müdahalesidir, bir halk hareketidir.”
Nasıl mide bulandırıcı bir demagoji yapıyor, değil mi arkadaşlar?
İmam Hatipler halk hareketi filan değildir. Tam tersine, CIA’nın “Yeşil Kuşak Projesi”nin buyrukları doğrultusunda 15 Mayıs 1950’de iktidara gelen, Finans-Kapital+Tefeci Bezirgân kırması Bayar-Menderes liderliğindeki Demokrat Parti aracılığıyla ve aynı kategorideki onların ardılları aracılığıyla Türkiye’nin dört bir tarafına pıtrak gibi yayılan Ortaçağ kurumlarıdır. İrtica yuvalarıdır. Yukarıda gördüğümüz üzere, bazı ilahiyatçıların bile itiraf etmek zorunda kaldığı IŞİD’ci, El Nusra’cı, El Kaide’ci, ÖSO’cu vb. yetiştirme yuvalarıdır. Kaçak Saraylı Reis ve onun avanesi gibi ABD işbirlikçisi siyasileri yetiştirme yuvalarıdır.
Bu yuvalardan yetişmiş olanlarda vicdan, acıma hissi tahribata uğrar. Büyük ölçüde imha edilir. İşte Kaçak Saraylı Reis ve avanesinin 14 yıldan bu yana yapageldikleri meydanda.
İşte Nabi Avcı…
Geçen dönem Milli Eğitim Bakanıydı, değil mi?
Bakın ne demişti o günlerde:
“Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda, Milli Eğitim Bakanlığı ve bağlı kuruluşların bütçe görüşmelerinde, milletvekillerinin soru ve eleştirilerine cevap verdi. Öğretmen intiharlarıyla ilgili “tarihe geçecek bir tespitte” bulunan Bakan Avcı, “Öğretmenler ilgi çekmek için intihar ediyor” dedi.
“Bakan Avcı’nın bu açıklamasına sosyal medyadan da çok sayıda tepki geldi. Twitter’da Milli Eğitim Bakanlığı’na ve Bakan Avcı’ya tepki twitleri yağıyor.” (http://www.sozcu.com.tr/2016/egitim/bakan-avcinin-intihari-milli-egitim-bakanligini-tt-yapti-1087335/)
İşte onlardaki vicdan yoksunluğunun, his yoksunluğunun, insani değerler yoksunluğunun en somut ve açık örnekerinden biridir bu sözler.
Hayatlarını kararttıkları ve mesleklerini, okullarını, öğrencilerini gasp ederek psikolojilerini bozup ruh sağlıklarını tarumar ettikleri, intiharlara sürükledikleri gencecik evlatlarımızın, ki sayıları 40’lara ulaşmıştır bugün, ardından işte böyle onları suçlayıcı laflar edebiliyor. IŞİD’cilerin baş kesen, insan ciğeri yiyen, asker yakan cellâtlarından bir milim olsun acımasızlıkta geride kalır mı, bu Nabi Avcı?
Hayır.
Onlarla atbaşı beraber gider.
Bir de bu Nabi Avcı için “bibliyofil” denir.
Besebelli ki kritik dönemde vicdan oluşturulmamış bu şahısta. Vicdani, ahlâki ve insani değerler yüklenmemiş ruhuna. Öyle olunca da çok kitap okumuş olsa bile, o kitaplardan öğrendikleri, insani kılmıyor böylelerini. İnsan olmalarına yetmiyor.
Emperyalistlerin bilim adamları da var böyle. O emperyalist devletler, işte 1990’dan bu yana Ortadoğu’da yaptıkları gibi, milyonlarca insanı katlederlerken, tüm coğrafyayı ölüm tarlalarına çevirirlerken, onların bilim adamlarının, aydınlarının yazarçizer geçinenlerinin yüzde 99’unun hiç vicdanları sızlamaz, hiç itirazları olmaz.
Diyeceğimiz arkadaşlar, vicdanınız yoksa, ahlâki ve insani değerler sistemine sahip değilseniz, ne kadar okumuş olursanız olun, ne kadar bilgili olursanız olun, insan olamazsınız, insan sayılamazsınız.
Sevgi olmaz yüreğinizde. Empati nedir, bilmezsiniz. İnsan görünümlü bir robot olabilirsiniz sadece. Başka da hiç bir şey değil.
Burada çağrışım oldu. Bu kişiye, bence, Türkiye’nin Türk ve Dünya Edebiyat Tarihi konusundaki en bilgili birkaç kişisinden biri olan “Kitap İçin” yazarı Selçuk Altun, sıcak bakar. Ona tebrik mesajları gönderir, onu sevip saydığını ima eder. Belli aralıklarla şöyle kutlamalar, selamlar gönderir ona:
“Hem de bir kültür bakanının, kabinenin gaf şampiyonu olmasından çok üzülürdüm. Ne zaman eski bakan bir çam devirse ve ben onu KİTAP İÇİN’de eleştirmişsem ardından Prof. Nabi Avcı’yı anardım. Çünkü o aynı zamanda TBMM’de Kültür Komisyon Başkanı’ydı. Gönlümdeki Kültür ve Turizm Bakanı’ydı.
“Nabi Avcı’yla yüz yüze görüşmedim. Ama o sıkı bir KİTAP İÇİN okuruydu, zaman zaman bana Anglo-Amerikan kitap dünyasından alıntılar iletirdi. Dost-muhalif herkesin sempatisini kazanmıştı. Birikimliydi ve alçakgönüllüydü. Prof. Avcı neden kabinede değil diye hayıflanır dururdum.
“24.01.13! O, Milli Eğitim Bakanı olunca üzülmedim diyemeyeceğim. Sanki benimsediğim bir futbolcu Fenerbahçe’ye değil de bir rakip takıma transfer olmuştu.
“Selçuk Altun ve KİTAP İÇİN Sayın Milli Eğitim Bakan’ımıza başarılar diler.” (http://cemedib.blogcu.com/oku-zihnin-acilir/13454693)
“Bibliyofil, Kitap İçin okuru ve Eskişehir milletvekili Prof. Dr. Nabi Avcı’ya bir tebrik mesajı yolladım.” (http://www.cumhuriyetarsivi.com/katalog/4200/sayfa/2016/1/7/10.xhtml)
Besbelli ki Selçuk Altun da bütün okumasına ve yazmasına rağmen, vicdan yoksunu, his yoksunu, acıma duygusu yoksunu olduğu için Nabi Avcı’yı göremiyor, anlayamıyor ya da okuyamıyor. Demek ki Selçuk Altun da “kritik süreç”i heba edilmiş olanlardandır. Neyse…
Toplumu din savaşlarından, mezhep savaşlarından ya da bu Ortaçağ savaşlarından kesince kurtarmanın yolu, laikliği egemen kılmaktır. Yani, devletin laik bir devlet olmasını sağlamaktır. Bu da, devletin dinden elini çekmesi, bağını koparmasıyla olur. Devletle caminin birbirinden ayrılmasıyla olur.
Din, insanların özel hayatına ait bir konu olmalıdır. O alana bir anlamda hapsedilmelidir. Sınırları insanların özel hayatının sınırları ile aynı olmalıdır.
Devletse, aklın, bilimin, insani değerlerin kuralları ile yönetilmelidir. Kurumları, bu çerçevede oluşturulmalı ve işlev yapmalıdır.
İşte bu, gerçek anlamda sağlanabilirse, kimse kimsenin diniyle, mezhebiyle, inanışıyla, ibadetiyle uğraşmaz ve ilgilenmez. Herkesin kendi özel dünyasına ait işler olur onlar. Toplumda da gerçek barış, anlayış ve güven bu sayede gerçekleşebilir.
İnsanlar toplumun gelişmesi, ilerlemesi için sosyal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını amaçlayan sınıfsal mücadeleye girerler sadece. Bu mücadele, toplumu çağdaşlaştırır, modernleştirir, geliştirir, yükseltir.
Toplumdaki gerçek çelişkiler, sınıf çelişkileridir. Ve bu çelişkiler üzerinden insanlar mücadeleye girerlerse, bu mücadele toplumu daha sağlıklı ve daha güçlü kılar. Daha ileriye taşır. Toplumdaki acıları azaltır. Bu mücadelenin sonuçlanması ise, sınıfların ortadan kalkmasına yol açar, tüm toplumun gerçek anlamda kardeşleşmesine yol açar. Mutlu bir dünya kurar.
Bütün dinlerde anlatılan Cennetler bu dünyada kurulmuş olur. Hani şairimizin dediği gibi, bir memleket oluşur o zaman. Böyle bir memleketimiz olur bizim de. Şöyle derdi ya şairimiz:
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.
Cahit Sıtkı Tarancı
İşte biz, böyle bir memleketi oluşturmanın, kurmanın savaşını veriyoruz on yıllardan bu yana. Bu savaşımıza İşçi Sınıfının Sosyal Kurtuluş Savaşı, diyoruz. İşçi Sınıfı öncülüğündeki bu savaş, sadece İşçi Sınıfını değil, tüm toplumu kurtaracaktır sömürüden, esaretten, zulümden, sosyal eşitsizliklerden, acılardan, yalanlardan, düzenlerden…
Buna “Devrim Savaşımız” diyoruz. “Halk Kurtuluş Savaşı” diyoruz.
IŞİD ve benzerleri gibi, Kaçak Saraylı Reis ve AKP’giller gibi, Pensilvanyalı İmam ve onun tarikatı gibi (ruh ikizidir bunlar) din ve mezhep savaşları yürütenler, toplumu, bırakalım geliştirmeyi, tam tersine Ortaçağ’ın karanlıklarına götürmenin mücadelesini vermektedirler. O hedefe varmak istemektedirler.
Bizse, tam tersine, toplumu, insanın insanı ezip sömürmediği gerçek insanlık konağına taşımanın, yükseltmenin kavgasını veriyoruz, savaşını yürütüyoruz. Davamız budur. Bu kutsal dava biricik meşru, tarihsel ve insancıl davadır. Tabiî, en yüce de davadır…
Davamız er geç zafer kazanacaktır…
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
30 Aralık 2016
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı