HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un 17 Aralık Operasyonuna ilişkin değerlendirmesi
Saygı Değer Yoldaşlar,
Bildiğiniz gibi 17 Aralık’ta Türkiye’yi baştanbaşa sarsan bir deprem oldu. Çocukluğumuzda (kenar mahalle çocuğuyuz, oralarda büyüdük) saklambaç oynardık. Saklambaç oyununda bir terim vardır; “çanak çömlek patladı”, diye. Hani ebe, saklanan oyunculardan birini görür; adıyla hitap eder; “Ahmet, Mehmet gördüm seni, çık oradan” der. Ama gördüğü kişi Ahmet ya da Mehmet değildir bir başkasıdır, bir başka oyuncudur. Ebe yanılmıştır. İşte o anda o oyuncu “çanak çömlek patladı” diye bağırarak ortaya çıkar ve tüm diğer oyuncular da ortaya çıkar. Ebenin oyunculuğu bir anda iflas etmiştir. Yeniden bir kez daha ebe olur.
İşte 17 Aralık’ta da Türkiye’de iki ABD uşağı hainler ittifakının, Amerikan işbirlikçiler ittifakının iki ortağı arasında oyun bozuldu, çanak çömlek patladı ve bunların yaptıkları bütün ihanetler, bütün alçaklıklar, bütün vurgunlar, bütün hırsızlıklar bir bir ortaya serilmeye, dökülmeye başladı. Başka türlü bir deyişle ifade edersek, patlamış bir geriz gibi; namuslu, masum, çilekeş insanlarımızın içini kaldıran, midelerini bulandıran, iştahlarını kapatan bu alçaklıklar, bu namussuzluklar, bu hırsızlıklar her gün bir bir ortaya dökülüyor artık.
17 Aralık’a kadar ülkemizi yöneten hainler ittifakı
Yoldaşlar,
Bildiğimiz gibi Türkiye 12 yıldan bu yana yani Tayyipgiller hükümetinin iktidar olduğu günden bu yana bu iki hain, Amerikan uşağı Ortaçağcı güç tarafından yönetilmektedir. Bunlardan biri Pensilvanyalı İmamın cemaati, bir diğeri de Tayyipgiller’in AKP’sidir. Bunlar resmi, aleni bir ortaklık yapmışlardır ve bu 12 yıl süresince Türkiye’yi yönetmişlerdir. Bunu tâ, bu ortaklığın ilk başlarında rahmetli Necip Hablemitoğlu, “Köstebek” isimli kitabında ortaya koymuştu. Pensilvanyalı imamın devlet içinde nasıl örgütlendiğini, nasıl kadrolarını devletin kurumlarına yerleştirdiğini bir bir, isim isim orada sayıyordu. Ardından Zübeyir Kındıra’nın “Cemaatin Copları” isimli kitabı yayımlandı. Burada da hangi devlet kurumunda nasıl, ne çapta bir kadrolaşmaya gittikleri yine somutça; ad ad açıklanıyor, ortaya konuyordu. Ardından Ergun Poyraz’ın “Amerika’daki İmam” adlı kitabı yayımlandı. Yine aynı şekilde Pensilvanyalı’nın devlet kurumlarında özellikle de yargıda, poliste, milli eğitimde nasıl örgütlendiği açıkça ortaya kondu. Ardından Merdan Yanardağ’ın kitabı; “Türkiye Neden Feda Edildi” yayımlandı. Burada da apaçık bir şekilde, somut verileriyle ortaya kondu. Yine Hanefi Avcı’nın, Ahmet Şık’ın, Nedim Şener’in, Hikmet Çetinkaya’nın bu konuya ilişkin kitapları yayımlandı ve çok açık belgelerle cemaatin devlet içindeki örgütlenmeleri gösterildi.
Bugüne kadar, daha doğrusu 17 Aralık’ın biraz öncesine kadar, Tayyipgiller iktidarı ve onun şefi Tayyip, gayet memnundu bu ilişkiden, bu ortaklıktan. Çünkü ABD’nin kendilerine verdiği görevleri birlikte yürütüyorlardı, birlikte yapıyorlardı.
Neydi bu görev?
Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürmek… Sevr haritasını hatırlayacaksınız, arkadaşlar; İç Anadolu’da küçük bir İslam devleti Türklere bırakılır, onun dışındaki Anadolu’nun ve Kürdistan’ın bütün parçaları Türklerden ve Kürtlerden alınır. Kürt illerinin yüzde 80’i Ermenistan olarak Ermenilere, geri kalanı da bir kısmı Fransız egemenliğine verilir, bir kısmı İngiliz egemenliğine verilir. Ege Yunanistan’a bırakılır, Adana’dan Konya’ya kadar olan bölge İtalya’ya, İstanbul ve çevresi uluslararası emperyalistlerin ortak yönetimine bırakılır. Türklere bırakılan İç Anadolu’daki İslam Devletinin askeri gücü de 50 binle sınırlanır. Bu da sadece inzibati, başka türlü ifade edersek bir jandarma gücü olarak kalır. Öyle kalmasına izin verilir.
İşte emperyalistler Sosyalist Kamp yıkıldıktan sonra yeniden Sevr haritasını ortaya koydular ve bunu uygulamak için harekete geçtiler. Bunun yerli uygulayıcıları da Tayyipgiller ve Pensilvanyalı imamın cemaati oldu. Bu iki Ortaçağcı güç, kökleri 6 bin yıl geriye gitmekle birlikte, 1950 sonrası ABD’nin Ortadoğu’da ve tüm İslam ülkelerinde uygulamak üzere oluşturduğu “Yeşil Kuşak Projesi”nin ürünüydüler. O projenin uygulanmasıyla ortaya çıkmış güçlerdiler bunlar. Farklı tarikatlardan geliyorlardı. Biri Said-i Nursi’nin yolunu takip ediyordu (Pensilvanyalı), öbürleri daha çok Nakşibendî tarikatına mensuptular. Ama her ikisini de Türkiye’de iktidara getiren ABD idi, o bakımdan bunlar esasında ABD’nin gücüydüler. Ve onun emrinde çalıştılar, onun planlarını uyguladılar bugüne kadar.
Bunlar tarihteki ilk asalak, sömürgen sınıf olan Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcileri oldukları için insan düşmanıdırlar, üretim dışıdırlar. Vurgundan, faizden, tefecilikten, kamu malı hırsızlamaktan başka bir ekonomik faaliyet bilmezler. Hep insanların sırtından geçindikleri için, asalak oldukları için insani değerlerden de yoksundurlar. O bakımdan hiçbir ahlâki, vicdani, insani değer yargısı taşımazlar. Tek düşündükleri; vurgun, güç, makam, mevki, ün, post, şöhrettir.
İşte o nedenle ABD bunları iktidara taşıdı. Çünkü ahlâki bir değer taşımayan insanlar kolayca her türlü ihaneti yapabilirler. Onlar için ahlâksızlık diye bir şey yoktur. Suç diye bir şey yoktur onlar için. Bunların tapındığı biricik Tanrı vardır; Para Tanrısı… O bakımdan bunlar ABD’ye de, AB’ye de uşaklığa, hizmete hazırdırlar. Yeter ki Türkiye’de önleri açılsın; iktidara gelsinler. Halka, vatana, millete her türlü ihaneti her an, gönüllü olarak yaparlar.
Hainler İttifakının İcraatları
Yeni Sevr’e Türkiye’yi götürebilmek için antiemperyalist, yurtsever, laik, tam bağımsızlıkçı, Mustafa Kemalci güçlerin tasfiye edilmesi gerekmekteydi. Ortadan kaldırılması ya da sindirilmesi, korkutulması, etkisizleştirilmesi gerekmekteydi. Yani Türkiye Yeni Sevr bataklığına doğru sürüklenirken bunların bir direnç noktası oluşturmaları ve bu gidişe, hainine bu gidişe engel oluşturmaları engellenmeliydi. Ortadan kaldırılmalıydı yani…
İşte o sebepten “Ergenekon Davası” adlı CIA operasyonunu ABD projelendirdi ve uygulamak üzere bunların eline verdi. Ve biz 2008’de, daha bu namussuzca proje ilk ortaya konduğu anda, bunun bir CIA operasyonu olduğunu söyledik ve yazdık bildirilerimizde, gazetelerimizde ve kitaplarımızda. Ne yazık ki, bu CIA, Pentagon, Washington operasyonu Türkiye’de başarılı oldu. Çünkü 1952 yılından bu yana Türk Ordusu NATO’daydı ve Amerikan generallerinin komutasına verilmişti. Ve ABD harp doktrinleri ve ABD silahları ile eğitilmiş, donatılmıştı. Daha doğrusu Amerikan planlarına göre eğitilmiş, doktrine edilmişti Türk Ordusu.Sabahattin Önkibar’ın deyimiyle 1952’de yani NATO’ya girişten bu yana neredeyse “Komünizmle Mücadele Derneği” gibi çalıştı Türk Ordusu bir anlamda. Sovyetler’e, Sosyalist Kamp’a ve Türkiye’deki sosyalistlere karşı düşmanca bir tutum izledi ve subaylarını da bu anlayış doğrultusunda eğitti. Türk Ordusu’nun aşağı yukarı bütün komuta kademesini oluşturan subaylar ABD’ye götürülüyor, orada stajlardan, kurslardan geçiriliyor ve ABD hayranı olarak ülkeye dönmeleri sağlanıyordu. İşte bu Amerika’nın emrinde geçen 60 sene Türk Ordusu’nun komutanlarının savaşçı ruhlarını, antiemperyalist geleneklerini, inançlarını, Mustafa Kemalci geçmişlerini unutturdu, boşalttı içlerini. O bakımdan bu saldırı karşısında bir direnç gösteremediler.
Burada çağrışım oldu; ünlü Arap edebiyatçısı El-Meydani’nin, meselleriyle birlikte derlediği 5 bin Arap atasözünü oluşturan kitabındaki bir atasözü ve mesel aklımıza geldi. Der ki o Arap atasözü: “Ben aslında aslan beyaz öküzü yediği gün yenilmiştim, kurban olmuştum, mahvolmuştum.”
Meseli şudur, El-Meydani anlatır bunu: Bir ormanda beyaz, sarı ve siyah olmak üzere üç öküzle bir aslan yaşamaktadır. Aslanın gözü öküzlerdedir; ne yapsam da şunları yesem, diye planlar kurmaktadır. Öküzler birbirleriyle dayanıştıkları için aslanın gözü öküzlere saldırmayı kesmemektedir. Çok İblisçe bir plan yapar. Beyaz öküz biraz uzaklardayken sarı ve siyah öküze yaklaşır. Der ki; “Yahu bu beyaz öküzün rengi beyaz; kolayca göze çarpar, avcılar bunu görür, bunun peşine düşerler o arada bizi de bulurlar ve bizi de vururlar. Yani bunun varlığı bizim için de tehlike teşkil etmektedir. İzin verin ben bunu yiyeyim; orman güvenli bir şekilde bize kalsın”, der. Zavallı öküzler bu hileye kanarlar ve “Tamam yiyebilirsin”, derler. Aslan beyaz öküzü yer. Aradan bir zaman geçer sonra sarı öküze gelir der ki; “İkimizin de rengi bak sarı, ama bu kara öküz bizden farklı izin ver ben bunu da yiyeyim; ormanda ikimiz kardeşçe yaşayalım.” Sarı öküz de bu hileye kanar. “Olur, yiyebilirsin”, der. Aslan kara öküzü de yer. Ondan sonra acıkınca sarı öküze gelir. Şimdi de seni yiyeceğim artık, der. Savunmasız ve yardımsız kalan sarı öküz, aslanının hilesinin o zaman farkına varır, o zaman uyanır ama iş işten geçmiştir. “Bana izin ver de üç kez eyvah çekeyim”, der. Aslan izin verir. İşte üç kez bağırdıktan sonra der ki; “Ben aslında aslan ak öküzü yediği gün yenilmiştim, o gün mahvolmuştum.”
Bu Ergenekon adlı CIA operasyonunda da hemen hemen aynı oyunu oynadı ABD Emperyalistleri ve onun işbirlikçi maşaları, hain yerli ortakları yani Pensilvanyalı imamın cemaati ve Tayyipgiller iktidarı. Ümraniye’de bir gecekondunun çatısında bombalar bulduk, diye 27 bombanın yan yana dizilmiş resimlerini yayımladılar. Sonra bunları imha ettik, dediler. Yani bombaların maddi varlığı hiçbir zaman görülmedi onların dışında, yani o operasyonu yapan 5-6 polisin dışında. Ve onunla ilgili olarak işbirlikçi hainlerinden birine, yalanlara dayanan bir ihbar telefonu çektirdiler ve Astsubay Oktay Yıldırım’ı gözaltına aldılar. Güya bombaları o koymuştu oraya. Oysa bombaların aslı faslı yoktu. Ardından Hurşit Tolon, Şener Eruygur Paşaları tutukladılar; Kandıra Cezaevine koydular.
Bunlar, ABD Emperyalizmine karşı çıkan ve onun Türkiye’ye karşı hainine, düşmanca planlar yaptığını sezen namuslu, Mustafa Kemal geleneğini taşıyan komutanlardı. Biz bunları ziyaret ettik Avukat arkadaşlarımız aracılığıyla ve oyunu onlara anlattık. Ve bu operasyon karşısında siyasi bir savunma yapmak gerektiğini ortaya koyduk. Çünkü bu hukuki bir dava değil, siyasi bir saldırı. Bu Mustafa Kemalcileri, antiemperyalistleri, laikleri, yurtseverleri, Amerikan düşmanlarını ortadan kaldırmayı planlayan bir saldırıdır. Buna o şekilde cevap vermemiz gerekir, dedik. Burada bir savunma değil, saldırıda bulunmamız gerekir bizim, dedik. Ama bunu, ne yazık ki emekli paşalarımıza kabul ettiremedik. Onlar ünlü Avukatlarına güvendiler, onları tercih ettiler. Kaldı ki biz, bu doğrultuda sizin savunmalarınıza Avukat yoldaşlarımızla her türlü desteği vermeye hazırız, dedik. Kibar bir şekilde bundan kaçındıklarını belirttiler. Bizimle böyle bir ittifaka, işbirliğine, yardımlaşmaya, dayanışmaya giremeyeceklerini belirttiler. Cesaret edemediler bizimle birlikte yiğitçe, devrimci bir karşı koyuşta bulunmaya.
Oysa devrimci Avukat JacquesVerges’in, “Savunma Saldırıyor” adlı ünlü kitabında belirttiği gibi, burada yapılması gereken “uyum savunması değil bir kopuş savunması”ydı.
Burada sorulması gereken sorular:
Biz kimiz?
Ve siz kimsiniz? sorularıydı.
Diyeceklerdi ki biz kimiz?
Biz; Mustafa Kemal geleneğini savunan, benimseyen antiemperyalist, laik, yurtsever askerleriz.
Siz; ABD Emperyalizminin hizmetkârlarısınız, onun halklarımıza karşı ortaya koyduğu Yeni Sevr planını uygulamakla görevlendirildiniz. O bakımdan sizler işbirlikçisiniz, hainsiniz. Sizin yargıçlık, savcılık maskeniz sahtedir. Bunu diyeceklerdi, yoldaşlar. Ve bu doğrultuda bir anlamda savunma metni oluşturacaklardı. Ama buna yürekleri yetmedi, bilinçleri yetmedi. Türk Ordusu’nun muvazzaf komutanları ise ne yazık ki bu saldırıyı bilince çıkaramadılar. Bu saldırının amacını, hedefini göremediler. Tıpkı El-Meydani’nin anlattığı meseldeki sarı öküzün ve kara öküzün durumuna düştüler. O bakımdan bir anlamda Türk Ordusu savaşmadan yenildi. Yazık etti hem kendine, hem geleneğine, hem geçmişine ve hem de bu vatana, bu halka. Saldırı sadece Türk Ordusu’nu kapsamıyordu. Üniversitelerdeki, medyadaki tüm namuslu aydınları da içine alıyordu. Yani yurtsever, antiemperyalist, laik, Mustafa Kemalci üniversite hocalarını, yazarları da kapsadı saldırı. Ve bu namuslu insanları, yurtsever insanları Silivri, Hasdal, Metris, Sincan zindanlarına tıktılar. Düzmece belgelerle, eşeklerin bile inanmayacağı, bebelerin bile kanmayacağı sözüm ona belgelerle bu insanları ağır cezalara mahkûm ettiler. Yıllardır; 5 yıl, 6 yıl hatta 7 yıla varan sürelerle zindanda tutmaktadırlar. Ve bu insanların bir kısmına ömür boyu mahkûmiyetler, bir kısmına 25-30 yıl, bir kısmına 15-20 yıl mahkûmiyetler vermektedirler. Meydan artık onlara kalmıştı. İstedikleri gibi at oynatabilirlerdi. Yani tıpkı kurdun kuzuya “suyumu niye bulandırdın?” deyişi söz konusuydu. Amerika da bu işten çok memnundu, Avrupa Birliği de bunu hararetle destekliyordu.
Ve haniler ittifakı çatırdıyor
Bunların başta da belirttiğimiz gibi bir diğer özellikleri de vurgunculuklarıdır. Bunlar durup dinlenmeden kamu malı aşırırlar, faiz yerler, hırsızlık yaparlar, vurgun yaparlar, talan yaparlar. Bunların ekonomiden anladıkları budur. Üretim bilmezler bunlar, alın teri ile geçim nedir bilmezler… Ve bir türlü de doymak bilmezler, kanmak bilmezler. Vurdukça, çaldıkça iştahları kabarır, daha fazla hırs gözlerini bürür, daha çok çalmak isterler. İşte o bakımdan durup dinlenmeden de çalıyorlardı, vuruyorlardı, talan ediyorlardı memleketin varlıklarını, kamu mallarını.
Birkaç ay önce, artık amacımıza ulaştık, dediler, zaferi kazandık, önümüzde hiçbir engel kalmadı. Her ikisi de bu anlayışa vardı. O zaman bu ortaklığa gerek yok. Hani genelde hırsızlar bir vurgun vurdukları zaman ganimetin paylaşımı sırasında birbirlerine düşerler; her biri en büyük payın kendisinin olmasını ister. Çünkü bu işte ağırlıklı olarak benim emeğim var, planı ben yaptım, o bakımdan aslan payını da ben almalıyım, diye düşünür. İşte böyle bir düşünceye vardılar.
Tayyip bu nedenle harekete geçti. Pensilvanyalı imamın kadro kaynağını oluşturan dershaneleri kapatmak istedi. Pensilvanyalı, Türkiye’deki dershanelerin yüzde 25’ten fazlasına sahiptir. Kaldı ki dershane öğrenci sayıları baz alındığında bu oran çok daha yukarılardadır. Ve oralardan durmadan Ortaçağcı kadro üretiyordu. İşte bu kaynağı kurutmak istedi Tayyip. İblis Fethullah bu saldırının amacını anında gördü ve buna izin vermeyeceklerini söyledi. Aralarında sert, şiddetli bir çatışma başladı. Önce Tayyip alttan aldı; dershaneleri okula dönüştürün, biz sizden hizmet satın alalım Milli Eğitim Bakanlığı olarak, dedi. Ama Pensilvanyalı buna yanaşmadı. Kendisini “Hizmet Hareketi” diye adlandırır ya; “Hizmet hareketine karşı bir saldırı başlatılmıştır, bu haksız bir saldırıdır” türünden beyanlarda bulundu. Bunun üzerine Tayyip yine alttan almayı sürdürdü. “Ne istediniz de vermedik bugüne kadar size? Dostça bir anlaşma yapalım”, dedi. Ama Pensilvanyalı saldırının amacını netçe gördüğü için buna da yanaşmadı. Onun üzerine Tayyip de sertleşti. Ne olursa olsun dershaneleri kapatacağız, gelecek yıl (2014’te) dershaneler kapanacak, bu kesin kararımız, dedi. Onun üzerine bütün anlaşma umutları ortadan kalktı. Ve Pensilvanyalı imam anladı ki, Tayyip kendilerini iktidardan tekerlemeye niyetli, kararlı, tek başına iktidar olacak. Onun üzerine o da hazırlığa girişti.
Tayyip 12 yıldan bu yana kendisi ve avenesi durup dinlenmeden kamu hırsızlığı yapmıştı. Bedeli yüz milyarları bulan kamu malı çalmışlardı. Bunları biz tâ ilk başta yani ilk iktidara geldikleri gün şöyle teşhir ettik; bunlar doğru dürüst bir siyasi parti değil “çıkar amaçlı suç örgütü”, dedik. Çünkü Tayyip daha kendisi iktidara gelmeden İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde çalmaya başlamıştı. Kalpazanlıktan, ihaleye fesat karıştırmaktan, zimmetten, rüşvetten hakkında yedi tane dava açılmıştı. Hepsi de yüz kızartıcı suçlardan… Yani böyle bir adamın çalmamasına, vurmamasına imkân var mı? Ve milletvekilliği dokunulmazlığı sayesinden o açılmış olan davalardan şimdilik paçayı kurtarmış durumdadır. Bunlar mesela İstanbul imar planını 5 bin küsur kez değiştirmişlerdir bugüne kadar. Düşünebiliyor muşunuz? 5 bin küsur kez…
Bir şehrin, İstanbul gibi bir şehrin imar planı hangi amaçla değiştirilir, arkadaşlar?
Vurgun için, rant için. Başka bir amacı olamaz bunun.
AB ve ABD Emperyalistleri kendi ülkelerinde kanuna, kitaba uygun davranırlar. Örneğin o yüzden ABD’nin başşehri Washington’un imar planı yüz yıldan bu yana değişmemiştir. Yüz yıl önceki plan doğrultusunda şehir gelişmektedir. Ama 12 yılda 5 bin küsur kez İstanbul imar planı değişiyor. Yani nerede kamu malı var onu vurmak için ve o vurgunu kitabına uydurmak için yeni bir imar planı yapılıyor. Hani bu son vurgunda da ortaya çıktı ya Tayyip’in müteahhidi Ali Ağaoğlu, Bakırköy’de mevcut imar planına göre beş kata izin verilirken, 63 metre yüksekliğinde gökdelenler yapmak istiyor. Bunu bile yeterli bulmuyor. Önce 63 metre yüksekliğinde kuleler dikmek istiyor ama sonra bunu 70 metreye çıkarmak istiyor. Hem Bakırköy Belediyesi, hem İstanbul Büyükşehir Belediyesi buna izin vermiyor ve işi Tayyip’le bağlıyor. Ve ondan sonra diyor ki; “Ben büyük patronla işi bağladım siz kim oluyorsunuz ki?”.
Medyaya düşen ses kayıtlarına göre, bunun karşılığında da Tayyip’in oğlunun, Bilal’in, sözüm ona vakfına, TÜRGEV’e 20 dönüm araziyi bağışlıyor. Medyaya düşen haberlere göre, Tayyip’e yıllarca uşaklık yapan Ertuğrul Günay, dönek şu anda, ayrıldı ya; “Artık bu kadarına da tahammül edemiyorum”, dedi ayrıldı. Günay, “İstanbul’da 5 katı geçen bütün binaların iznini Tayyip vermektedir”, diyor. Yani Tayyip’ten sorulmaktadır o inşaatlar, diyor arkadaşlar. Yani adam İstanbul’un rantını bu denli kendisine bağlamış. Yani vurgundan başka düşündüğü bir şey yok. İhanet, vurgun…
Tabiî Pensilvanyalı imam ve onun cemaati, kadrosu teknoloji, özellikle de iletişim teknolojisini, elektroniği çok iyi bilir. Onu üst düzeyde kullanan kadrolara sahip. Hanefi Avcı da kitabında; “Haliçte Yaşayan Simonlar” adlı kitabında bu gerçeği anlatıyor, ortaya koyuyor. Tayyip’in ve Tayyipgiller’in bütün bu vurgunlarını hem belgeleriyle, hem ses kayıtlarıyla günü gününe izlemekte, arşivlemektedir. İşte böylesine zengin bir arşive, belgeye sahip olduğu için 17 Aralık’ta saldırıya geçti. Burada yine günlük gazetelerden bazı başlıklar göstermek istiyorum, yoldaşlar. Şu ana kadar belgeleriyle birlikte ortaya konan, açığa çıkan vurgunların maddi değeri 255 milyar TL tutarındaymış. Bunlar sadece bugüne kadar açıklananlar; yanlış anlaşılmasın… Tayyipgiller’in vurduğu vurgunların miktarı bu.
Din kisvesine bürünmüş Hırsızlar İmparatoru’nun marifetleri
Yine çağrışım oldu. Fatih Terim’in lakabı ne? Çoğu yoldaşımız hemen hatırlamıştır, “İmparator” denir, değil mi? Yeşil sahaların imparatoru. İbrahim Tatlısesgazinoların, televizyonların, şov programlarının, türkülerin imparatoru. Onun da lakabı imparator. Ve acıdır ki Türkiye’nin bir imparatoru daha var, arkadaşlar. Bunu nasıl tanımlıyor Deniz Feneri vurgununun görevden alınan namuslu savcısı Abdülvahap Yaren? “Hırsızlar İmparatoru” diyor, arkadaşlar. Bu da imparator ve hırsızlar imparatoru, vurguncular imparatoru, kamu malı yiyiciler imparatoru…
Hatırlanacağı gibi Hz. Muhammed bir seferde, küffardan ele geçirdiği bir çift deri pabucu ortak ganimet havuzuna koymayıp da kendi sırt çantasına gizlice koyduğu için ve sonra da aynı savaşta şehit düştüğü için o şehidin namazını kılmıyor, arkadaşlar. O kamu malı çaldı, namazı kılınmaz, ben kıldırmam, siz kılın, diyor. Şaşırıyor yoldaşları. Bakın sırt çantasına, diyor. Bakıyorlar bir çift deri pabuç çıkıyor. İşte onu bu savaşta ele geçirdi, onu da ganimetlerin biriktiği ortak meydana koymalıydı, diyor. Bir çift pabuç için bile namazını kılmıyor, üstelik de şehit o işi yapan kişi. Hz. Muhammed böylesine kamu malına önem veriyor, değer veriyor, yoldaşlar.
Başta da söyledik ya bunlar güya kendilerini Nakşibendî tarikatından sayarlar diye. Oysa Şah-ı Nakşibendi diyor ki; ibadet 10 kısımdır bunun 9’u helal kazançtır, 1’i diğer ibadetlerdir.
Demek ki İslam’ın bu yorumcusu, bu İslam felsefecisi helal kazanca bu kadar önem veriyor. Yani İslam’ın içerinde, ruhunda bulunan bu özelliğe bu kadar önem veriyor, dikkat çekiyor. Diğer tüm ibadetler; Namaz, Oruç, Hac, Zekât, Kurban… onlar sadece ibadetin onda biridir, diyor. Bunlar Şah-ı Nakşibendî’nin bu öğretisini tam tersine çevirmişler.
Bunlar ne diyor?
İbadetin onda dokuzu vurgundur, kamu malı hırsızlığıdır, kamu malı aşırmaktır, çalmaktır, çırpmaktır, küp doldurmaktır. Onda biri de diğer ibadetlerdir, diyor. O da biçimci, içi boşaltılmış olmak kaydıyla. Yani namaz kılıyor ama aslında kafasında yaptığı vurgun planları var. Namaz kılarken Allah’ı düşünmüyor, vurgunların hesabını vereceğini düşünmüyor, yeni vurgunları nasıl yaparım diye düşünüyor, sadece bedenen yatıp kalkıyor. İşte bunlar bu, arkadaşlar. O yüzden bunların İslam’ı gerçekten Kur’an, Hz. Muhammed İslam’ı değil… Dört Halife’nin yolundan gitmiyor bunlar. Muaviye’nin, Yezid’in yolundan gidiyorlar. Bunlar Amerikan İslamı, CIA İslamının taraftarı. Gerçek İslamın değil…
17 Aralık’taki ilk saldırıda Pensilvanyalı imamın yargı içindeki kadrosu, Tayyip’in dört bakanını hedef aldı. Bildiğimiz gibi bunlar suçüstü yakalandılar. Birinin evinde ayakkabı kutularında dört buçuk milyon dolar, öbürünün evinde bir buçuk milyon dolar, öbürünün evinde para sayma makineleri, kasalar ve ses kayıtlarıyla beraber.
İçişleri Bakanı ne diyor vurguncu oğluna?
“Oğlum usturuplu git. Bu işler telefonda konuşulacak işler değil”, diyor. Yani çalma, çırpma işleri bunlar, telefonda konuşulmaz böyle şeyler, diyor.
Tayyip, 17 Aralık’taki bu vurgunda şoke oldu bir anda. Önce bakanlarını savunmaya kalktı. Ardından baktı ki savundukça kendisi de batacak, ondan sonra onları istifaya zorladı. İstifa ettirdi onları ve “pisliğe bulaşmışları içimizden attık”, dedi. Eski TOKİ Başkanı ve o günlerde Çevre ve Şehircilik Bakanı olan Erdoğan Bayraktar; “Benim attığım tüm imzaların arkasında senin emrin var. Onları senin emrin üzerine attım, tüm projeleri senin emrin üzerine hazırladık, eğer ben istifa ediyorsam senin de etmen gerekir, ben suçluysam sen de suçlusun” dedi.
Ardından ikinci dalga geldi bildiğimiz gibi, yoldaşlar. Tayyip’in oğlu Bilal’in de içinde olduğu 42 Tayyipçi iş adamının vurgunlardan dolayı tutuklanmasını istedi savcılar. Tayyip o zaman, bu saldırının kısa süre sonra kendisini de kapsayacağını bildiği için bir ölüm kalım savaşına girdi. Oğlunu ve 42 vurguncu iş adamını göndermedi savcıların karşısına. Onların tutuklanmasına, derdest edilmesine izin vermedi. Ve feryada başladı. “Yargı darbesi” dedi, “cemaat devletin içinde paralel yapı kurmuş” dedi. “Bunlar Haşhaşiler” dedi, “sahte peygamber” dedi Pensilvanyalı için. “Bunlar bizim iktidarımızı hedef alıyorlar” dedi ve saldırıya geçti Pensilvanyalıya karşı.
Oysaki 12 yıldan bu yana çok sıkı dostlardı bunlar. Yan yana pek çok fotoğrafları var, birbirlerini öven bir sürü sözleri var bunların. Yukarıda da söylediğim gibi daha iki ay önce; “ne istediniz de vermedik size” diyen bizzat Tayyip’in kendisidir. Ama şimdi bir ölüm kalım savaşına girince birbirlerine karşı galiz küfürlerle saldırmaya başladılar ve işin tuhafı, her iki tarafın da birbiri hakkında söylediği, gerçeğin tâ kendisi. Biliyorlar birbirlerini çünkü. Ne hain, ne vurguncu, ne alçak, ne iğrenç insanlar olduklarını biliyorlar birbirlerinin. Hırsız hırsızı bilmez mi? Çok iyi bilir.
Bir süre sonra üçüncü dalga geldi bildiğimiz gibi. Tayyip’in 30 yıldan bu yana, bazı medyadaki yazarların anlatımına göre, en yakın dostu Binali Yıldırım’ın yakınlarını da içine alan İzmir’deki vurgunculara karşı bir operasyon başlattı Pensilvanyalı imamın savcıları, yargıçları. Tayyip artık bu işin kendisini de mutlak suretle hedefe oturtacağını bildiği için her türlü kanunu, hukuku, dengeyi bir tarafa bırakarak saldırmaya başladı. O savcıları, o polisleri de görevden aldı. Ve bugüne kadar Tayyip’in bu karşı saldırısında görevinden alınan savcıların, yargıçların sayısı medyada yazıldığına göre 150’yi bulmuş durumda. Görevden aldığı polis şeflerinin, polislerin sayısı 6 bini bulmuş durumda. Tayyip diyor ki; “bunlar darbeci, bunlar sahte peygamberin müritleri, bunlar meşru hükümete karşı darbe yapmak istiyorlar.”
Şimdi bunları bir an için varsayalım ki doğru, öyle kabul edelim. E, o zaman devlet içindeki bu illegal yapının ve bir darbeyle hükümeti, devleti devirmek isteyen bu insanların cezası ne?
Ona uygun bir ceza alması için derhal bunların derdest edilmesi, yakalanması, savcılar, hâkimler önüne çıkarılması ve cezaevine konulması gerekmez mi?
Ama Tayyip ne yapıyor?
Sadece bunları, bakmakla yükümlü oldukları dosyalardan uzaklaştırıyor, görevlerinden alıyor, başka görevlere atıyor, görev yerlerini değiştiriyor. E, o zaman söylediğine kendin de inanmıyorsun. Onun dışında (görev yerlerini kanunsuz bir şekilde, gerekçesiz bir şekilde değiştirmenin dışında) hiçbir müeyyide uygulamıyor bunlara karşı, hiçbir davranışta bulunmuyor.
O zaman apaçık bir şekilde, yüzde yüzlük bir kesinlikte ne yapmak istiyor Tayyip?
Kendi vurgunlarının, yolsuzluklarının, hırsızlıklarının üstlerini örtmek istiyor. Bunları açığa çıkaran insanları görevlerinden alıyor. Ve bunu yaparken de bütün Türk Ceza Kanunun maddelerini, Anayasayı yok sayıyor, milletvekili yeminini yok sayıyor. Hani; anayasaya bağlı kalacağım, diye yemin ederler ya… Ne anayasa bırakıyor, ne kanun bırakıyor, hiçbir şey bırakmıyor. Yani yargı mekanizması diye bir şey bırakmıyor. Kendisine karşı bir davranışta bulunanı anında görevinden alıyor; onun yerine MİT’in kendisine verdiği raporlar doğrultusunda, kendisine en bağlı olan insanları onların yerine atıyor. Böylece vurgunlarının üzerini örterek iktidarda kalmaya çabalıyor, iktidarını sürdürmeye çabalıyor.
Bunların zaten meşruiyetleri yok, biz hep bunu söylüyoruz. Türkiye’de oynanan oyun, bir seçim oyunu, bir demokrasicilik oyunudur. Gerçek demokrasi ile zerre kadar bir ilgisi yoktur Türkiye’deki demokrasinin, seçimlerin. Bir kandırmaca, bir hile bu… Ama Tayyip’in bu son yaptıkları bu kandırmacanın biçimini bile, dış görünüşünü, suretini bile paramparça ediyor ve bir kenara fırlatıp atıyor.
Bu durumda ortaya yüzde yüzlük bir kesinlik taşıyan şu gerçek çıkıyor: Tayyipgiller iktidarı tüm meşruiyetini yitirmiştir. Çünkü kendisini biçimcil olarak bile o Meclise getiren, o bakanlıklara getiren, o başbakanlığa getiren, kendisine o yetkileri veren Anayasayı ve yasaları paramparça ederek fırlatıp atmıştır bir kenara.
Bu neye benzer?
Bir ağacın tepesine çıkarsınız ondan sonra elinize aldığınız uzun bir testereyle ya da palayla tek tek o ağacın bütün dallarını ve sonunda gövdesini kesersiniz. O zaman sizin orada kalma imkânınız ortadan kalkar. Orada kalamazsınız. Gümbür gümbür tekerlenirsiniz o tepeden. İşte Tayyip de tüm meşruiyetini yitirmiştir. Anayasayı ve yasaları hiçe saydığı için ne başbakanlık sıfatı kalmıştır, ne bakanlar kurulundaki insanların bakan sıfatı kalmıştır, ne de milletvekili sıfatları kalmıştır. Meclisi de Meclis olmaktan çıkarmıştır bunlar. Artık hırsızların, vurguncuların, kamu malı yiyicilerin, talancıların, yasa tanımazların, kanunsuzların, çıkar amaçlı çetenin ağırlıklı olarak doldurduğu bir mekâna dönmüştür meclis. Ve bu sebeple onların orada, Bekir Coşkun’un dediği gibi; bir saat bile kalma hakları yoktur. Hepsini yitirmişlerdir.
Meclisteki tüm partiler Amerikancıdır
Mecliste bildiğimiz gibi sadece Tayyipgiller’in AKP’si yok. Üç parti daha var. Ne yazık ki onlar da Amerikancı. MHP zaten Kontrgerilla’nın özel örgütü ve ABD yapımı. Devrimcilere, yurtseverlere, antiemperyalistlere karşı mücadele etmek üzere oluşturulmuş paramiliter güçlere sahip, kadrolara sahip bir özel örgüt, kontrgerilla örgütü, arkadaşlar MHP.
BDP dersek, artık Sosyalist Kamp’ın yıkılışından sonra Abdullah Öcalan’ın talimatları doğrultusunda dümeni Amerika’ya kırmış ve Miami kıyılarına yanaşmış Amerikancı bir örgüttür, bir yapıdır ve Kürt Sorunu’nun Amerikancı çözümünün peşindedir. Yani Talabani’nin, Barzani’nin yolundadır. Hiçbir devrimci, demokrat niteliği kalmamıştır BDP’nin. Hatırlanacağı gibi ünlü Taksim Gezi İsyanı’mızda da isyana ihanet etmiştir BDP. İsyan kırıcılığı, karşıdevrimcilik yapmıştır.
Bugün de ne diyor Abdullah Öcalan?
“Darbeye benzin dökmeyiz”, diyor. Yani Tayyip’in safında yer alıyor arkadaşlar açıkça. Tayyip’in sözlerini tekrarlıyor.
CHP’ye gelince; CHP’nin kadrosu da Amerikancılardan oluşturulmuştur. Kaset operasyonuyla iktidara getirilen Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibi tümüyle Amerikancıdır. O da diğerleri gibi dikkat edersek sık sık Amerika’ya gider, Amerikalı efendilerden akıl alır, direktifler alır; biz size daha iyi hizmet ederiz, artık biraz da bizi iktidara getirin, diye dileklerde bulunur.
O bakımdan bir trajedi oynanmaktadır Türkiye’de siyasi planda. Tümü Amerikancı partilerden oluşmuş bir Meclis yapısı vardır. Ve orada liderliğe, başkanlığa getirilenlerin, bakanlığa, başbakanlığa getirilenlerin, parti başkanlığına, parti yöneticiliğine getirilenlerin tamamı Amerika tarafından oralara getirilmiştir. Ve Amerika’nın dediğinden dışarı çıkamazlar. O bakımdan eğer onlar gerçekten namuslu siyasi partiler olsaydı hatta CHP bile bu namusluluğu, bu cesareti gösterebilseydi Tayyipgiller iktidarı çoktan yıkılırdı. Ama o bile hâlâ sayın bakan diyor Tayyip’in yeni bakanına, o zata. Kendisine sayın başbakan, diyor. Dikkat edersek Kılıçdaroğlu ve tüm ekibi aynı hitap tarzını kullanıyor. Sayın kelimesinin de bir değeri var. Yani pozitif bir kavram, bir sıfat sayın sözü Türkçemizde. Eğer bunlar sayınsa, sayın olmayan kimse kalmaz. Bütün hırsızlar, bütün tecavüzcüler, bütün alçaklar her türlü adi, yüz kızartıcı suç işleyenlerin hepsi sayın olur… Ama bunlar dediğimiz gibi bir tiyatronun değişik aktörleri, değişik oyuncuları. Kimi başbakanlık oynuyor, kimi bakanlık oynuyor, kimi muhalefet particiliği oynuyor, kimi muhalefet liderliği oynuyor. Yani Amerika’nın düzenlediği, tertiplediği oyunun değişik aktörleri bunlar, görev yapıyorlar. Ve kimin emrinde? Amerika’nın emrinde, arkadaşlar.
Ve gazeteler… İşte Tayyip’in Habertürk’ü değil mi?.. Fas’tan telefon ediyor, şu haberi yayından kaldırın diye. Anında haber yayından kaldırılıyor. Değil mi?
Yine işte Habertürk yöneticilerinden Fatih Saraç’a verdiği bir emir (Turgay Ciner’in televizyonu ve gazetesi arkadaşlar) anında, emredersiniz efendim, diye yerine getiriliyor. Yani bunun namuslu basınla ne ilgisi var?..
Bunlar Tayyip’in borazanları. Tayyip’in reklam büroları bunlar. Propaganda büroları. Medyanın yüzde 90’ı bu halde.
İşte sözünü ettiğimiz Habertürk’ten resimli bir haber; üstte, başlığın yanında yer alıyor. Parababaları, ürünlerinin reklamını yapmak için nedense Amerikalı, Avrupalı, Avustralyalı artistleri, mankenleri getirirler Türkiye’ye değil mi?
İşte onlardan Miranda Kerr, Antalya’da podyuma çıkmış:
“Türkiye’den kendisine verilen hediyeleri, kaçak tarihi eser ya da uyuşturucu olabilir korkusuyla, götürmedi. Avustralyalı manken hediyeleri görevlilere bıraktı.” diye haber yapıyor Habertürk, 15 Ocak tarihli sayısında.
Ne alçaltıcı bir şey değil mi?
Bu sadece o kadını getirenleri, o reklamı yaptıranları aşağılamıyor; ülkemizi de aşağılıyor. Türkiye’deki büyük iş çevreleri, Parababaları da dahil olmak üzere herkes tarihi eser kaçakçılığı da yapar, uyuşturucu işi de yapar yani Türkiye böyle bir ülke, herkes her an suç işleyebilir anlayışı bu… Hani buna oryantalist bakış açışı denir ya… Bu anlayış “Gece Yarısı Ekspresi” diye 70’li yıllarda yapılan propaganda filminde en uç noktada görülür. Yani Türkiye’deki herkes tecavüzcü, hırsız, uyuşturucu satıcısı, uyuşturucu kullanıcısı, ırkçı, faşist, işkenceci. Türkiye’nin yemekleri yenmez. Yani her türlü pis işin dönüp dolaştığı bir yer Türkiye. Ülkemiz böyle tanıtılır bunlarca.
İşte ne yazık ki 50 yıldan bu yana, 60 yıldan bu yana hatta 1945’den bu yana iktidara gelen, Amerika’nın iktidara getirdiği bu Finans-Kapital siyasetçileri ülkemizi bu duruma düşürdüler. Hollywood filmlerinde bile gösterilir ya; Hollywood kahramanları geri ülkelerin caddelerinde dolaşırken her türlü pis iş oralarda işlenir.
Geçen yıllarda İstanbul’da bir sanal İngiliz ajanının maceralarını anlatan James Bond filmlerinden biri çekildi. Benim nefret ettiğim bir filmler dizisidir bu. İngiliz İstihbaratını yücelten, o yüceltme işinde görev alan zavallı insanları büyük kahramanlar diye yutturan filmin bir serisi Türkiye’de çekildi. İstanbul’da çekildi, Eminönü, Kapalıçarşı’da… Bazı sahneleri de Adana’da çekildi. O filmin kofti kahramanı motosikletle ne yapıyor? Kapalıçarşı’nın üzerinde geziyordu, değil mi? Oralardan geçiyor, caddelerden geçiyor, Kapalıçarşı’nın üzerinden oradan oraya gidiyor geliyor. Satılmışlar medyası bu filmi, İstanbul’un reklamı yapılıyor, diye övdü. Bu aşağılamayı, bu rezilliği matah bir şeymiş gibi sundu. Ülkemizin aşağılanmasının, düştüğü acınası, içler acınası durumun bir göstergesi bu.
Siz düşünebilir misiniz bir Fransa’da, İngiltere’de böylesine önemli tarihi bir mekanın bu şekilde kullanılmasını?
Teklif bile veremezsiniz. Böyle bir şeyi düşündüğünüzü söylediğiniz anda yüzünüze tükürürler, kovarlar sizi, ülkelerinden atarlar anında. Ama bizim alçaklar bu aşağılamaları yaptırıyorlar, ondan sonra da bunlarla övünüyorlar. Onur olmayınca insanlarda, kişilik olmayınca, özgüven, öz değer olmayınca, işte Parababalarımızın ve onların siyasilerinin, onların kültürünün getirdiği bir durum bu, ortaya çıkardığı durum. Neyse, konu konuyu açıyor, uzatıyoruz lafı…
Parababaları medyası AB-D Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçilerinin emrinde bir beyin yıkama aracıdır
Bu hain ortakların kavgasının ilk başlarında Tayyip, başta da dediğimiz gibi şoke olmuştu yani ne yapacağını şaşırmıştı. İşte o günlerde Metin Feyzioğlu buna bir destek attı. “Ergenekon tutukluları yeniden yargılanabilir ve bunlar dışarıya çıkarılabilir, tahliyeleri sağlanabilir, yeniden yargılanabilir” diye bir teklifte bulundu. Daha önceki yazılarımızda, Kurtuluş Yolu’nun başyazılarında, bu teklifin maddelerini özetledik, ortaya koyduk; şimdi bunun ayrıntısına girmeyelim. Ve görüşmeler yaptı Tayyip’in temsilcileriyle ve diğer kesimlerle. Geldi Silivri’yi ziyaret etti. Oradaki mağdurlar da gerekli direnci ve cesareti başlangıçtan itibaren yeterli biçimde gösteremedikleri için buna sarıldılar tabiî. Şimdi Tayyip’in siyasi başdanışmanı diyor ki: “Milli orduya kumpas kuruldu.”
Tayyip’in kendisi ne diyor?
“Ayarlanmış savcılarla, hâkimlerle ve sahte delillerle bir sürü insan yok yere, haksız yere cezaevine kondu. Yıllardan bu yana cezaevinde tutuluyor ve ağır mahkûmiyetlere uğradı.”
Şimdi durum bu ise ve bu Tayyipgiller tarafından bile kabul ediliyor ise o zaman yapılması gereken ne?
Bu insanların derhal, kayıtsız şartsız dışarı çıkarılması, bu yetmez, bu insanlardan af dilenmesi, bu da yetmez bunlara tazminat ödenmesi, bunların onurlarının iade edilmesi gerekir.
Peki, bu uğurda Kuddusi Okkır ve “onur intiharı” yapan Yarbay Ali Tatar gibi subaylarımız ne olacak, bunlar nasıl geri gelecek?
Ve işin en önemli tarafı, o operasyon sadece içerdeki birkaç yüz kişiyi hedeflemedi söylediğimiz gibi. Bu operasyon, başta Türk Ordusu olmak üzere bütün namuslu, yurtsever, antiemperyalist, Mustafa Kemalci geleneğe sahip aydınları hedefledi, üniversiteleri hedefledi, medyayı hedefledi.
Peki, başta Türk Silahlı Kuvvetleri olmak üzere bu kurbanların ayaklar altına alınan onurları ne olacak?
Arkadaşlar diyelim ki bu insanlar, bu tutsaklar yeniden yargılandı. Dendi ki bunlara; ya tamam siz haksızlığa uğramışsınız, sizin aslında darbe falan yaptığınız yok, bu eksik teşebbüs, o bakımdan size verilen bu cezalar çok fazla; size birkaç sene ceza verilmesi gerekirdi, yaptığınızın karşılığı olarak, bunları verelim, zaten de yatmışsınız, 5-6 seneden bu yana yattığınız da fazlasıyla sizin aldığınız, alacağınız bu cezayı karşılar; o zaman sizi hepten tahliye edelim gidin evinize.
Şimdi mesele hallolmuş mu olacak arkadaşlar? Biz kazanmış mı olacağız?
Hayır! Zinhar, zinhar… Başta Türk Ordusu olmak üzere ve üniversitelerimizin Fatih Hilmioğlu gibi namuslu, yurtsever rektörlere, hocalara, Türkan Saylan gibi eğitim ve sağlık meleği insanlarına (ki vadesinden evvel öldürdüler bu saldırıyla bu alçaklar bu insanı ve Fatih Hilmioğlu’nu da öldürmek istiyorlar şu anda) peki, bunlara yapılanların bu tahliyelerle karşılığı ödenmiş mi olacak?
Hayır.
CIA Projesi Ergenekon Operasyonu’nu yürütürken “hepiniz oradaydınız yahu”
Bu operasyonu kim yaptı?
Biz defalarca yazdık, söyledik, anlattık. İşte yüzlerce sayfalık büyük boy kitabımız, yazdıklarımız ortada. Bu operasyonun üç ayağı var.
Operasyonu projelendiren Amerikan Emperyalizmidir. Yani CIA’dır, Pentagon’dur, Washington’dur.
Türkiye’deki uygulayıcıları Pensilvanyalı İblisin cemaati, onun yargı ve polisteki adamları ve Tayyipgiller iktidarıdır dedik.
Tayyip’in geçen dönemdeki milletvekili, Diyarbakır milletvekili İrfan Arslan mı olacaktı? Soyadı Arslan da adında netleşemiyorum. İşte diyor ki; “Balyoz davasının ilk CD’lerini, belgelerini aldık İstanbul’dan Ramazan Akyürek’le beraber, işte İskender Pala’yla beraber Ankara’ya getirdik. Orada Ramazan Akyürek’in İstihbarat Daire Başkanlığı binasında ona yeni sahte deliller yüklendi ve ondan sonra götürüldü teslim edildi Baransu’ya”.
E, şimdi demek ki İhsan Arslan olacaktı. İhsan Arslan herhalde, Diyarbakır milletvekili, Tayyip’in milletvekili de bu işin bizzat içinde. Daha başka? Tayyipgiller’in bütün bakanları bu işin içinde. Danıştay Cinayetinin bir saat sonrasında Mehmet Ali Şahin çıktı kameralar önüne ne dedi: “Bu işin arkasından daha neler çıkacak göreceksiniz”, dedi. Yani hem kendileri Danıştay üyesini öldürttüler, hem de bunu Ergenekoncular yaptı diye namuslu insanların üzerlerine yıkmaya çalıştılar. Yani bu alçakça planı Mehmet Ali Şahin biliyor, onu ima etti orada.
Hrant Dink Cinayeti sonrasında o da aynı şekilde (ABD’nin emriyle Fethullah’ın ve Tayyipgiller’in işbirliğiyle katledildi Hrant Dink de) Trabzon valisi ne dedi?“Bu bir Kontrgerilla cinayetidir”.
O valiyi Tayyip anında görevden aldı, merkeze aldı. Ve onu da Ergenekoncuların üzerine yıkmaya çalıştılar. Ve o işi planlayanlardan biri de yine Ramazan Akyürek. Yani daha başka pek çok örnek verilebilir. Tayyip; “ben bu işin savcısıyım” dedi bildiğimiz gibi. Bülent Arınç bu operasyonlarla ilgili olarak, bu CIA operasyonuyla ilgili olarak; “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” dedi. Hatırlardadır.
Yine bu ağır cezalar verildikten sonra Tayyip’in bir yetkilisi, Tayyipgiller’den yetkili biri ne dedi?
“Bu cezalar bir ders olur.” Hani Amerikalılar derler ya; “Bundan sonra aklından bile geçirme”, diye. İşte bundan sonra kimse darbe yapmayı orduda aklına bile getirmez diye bu kararları savunmadı mı?
Savundu… Savundular…
E, şimdi kalkıyorlar yeniden Türk Ordusu’nu yanlarına çekebilmek için yani kendi cephelerini genişletebilmek için; “Milli Orduya kumpas kuruldu” diye namussuzca, demagojik laflar söylüyorlar. Bu söyledikleri, yeni öğrendikleri bir şey değil. Bu saldırı başladığı anda da bilmedikleri şeyler değil. O sebeple bugünkü orduya sahip çıkar görünen sözleri içtenlikli sözler değil. Bu operasyonun yerli uygulayıcıları; Pensilvanyalı İblisin cemaati ve Tayyipgiller iktidarıdır. Bu matematiksel bir kesinliktir. O bakımdan bu her iki gücün de yargılanması gerekir; yaptıklarının bedelini ödemeleri gerekir. Başta Tayyip ve bakanları olmak üzere, valileri, polis şefleri olmak üzere yaptıklarının bedelini ödemeleri gerekir. ABD’nin yüzüne tükürülerek Türkiye’den defedilmesi gerekir. Ancak o zaman Türk Ordusu ve Türkiye’deki yurtseverlerin onuru kurtulur.
Tabiî bunu da biz devrimciler yapacağız, arkadaşlar. Biz devrimciler yapacağız bunu da! Başka kimse yapamaz bunu. Biz gerçek devrimciler yapacağız bunu. Bunların hesabını soracağız bunlardan, yanlarına kalmayacak, hiçbiri kalmayacak yanlarına…
Tayyipgiller yaptıkları ihanetlerin bedelini er geç ödeyecekler
Şimdi Tayyip bu ihanetlerden, bu kan dökücülükten kurtulacağını mı sanıyor? Bütün yaptıkları vurgunları yanlarında kalacak mı sanıyor?..
Yandaş ordu oluşturmaya çalışıyor. 28 Ocak tarihli Yurt’un manşeti:
“Başbakan Erdoğan yandaş paşalar sistemi getiriyor.
“Emekli Tüm General Armağan Kuloğlu AKP kendi komuta kesimini kurmak istiyor dedi”.
Orduyu da safına çekecek. Şimdi adliyede ve poliste bir tensikat yapıyor ve tamamen yandaşlarını dolduruyor ya; orduyu da tamamen topukçu Gebeş Paşa gibi paşaların emrine vermek istiyor.
Çok yanılıyor, fena halde yanılıyor! Yaptıklarının hesabını verecek. Yolun sonuna geldi artık.
Tabiî sadece ihanet ve vurgun yapmadı. Katliamlar da yaptı. Irak’ta 5 milyona yakın masum Müslümanın kanının akıtılmasında ABD Emperyalistleriyle beraber birinci derecede fail olarak rol oynadı. O tecavüzcü alçakların, yaptıkları ihanetlerden ve tecavüzlerden sonra sağ salim memleketlerine dönebilmeleri için dua etti. Müslümanın kanına giren, Müslüman kadının ırzına geçen alçağın sağ salim memleketine dönebilmesi için Müslümanın Allah’ına dua ediyor. Tû!.. Başka ne denir buna?..
Libya’da 150 bin masum Müslümanın canına kıyılmasında ve Libya lideri, Türk dostu Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesinde birincil derecede rol oynayan katillerden biridir Tayyip.
Yine Suriye’de 160 bin kişi hayatını kaybetmiş kendi ifadesine göre bugüne kadar. Bu 160 bin kişinin de katillerinden biridir. ABD, Avrupa Birliği bir de kendisidir. Bunların da hesabını ödeyecek.
Yine Reyhanlı’da kendi açıklamalarına göre, 53 masum insanımız bunun için hayatını kaybetti. Bunun yaptığı ihanetler yüzünden. El Kaideci Ortaçağcıları desteklediği için, o yüzden hayatını kaybetti onların bombalarıyla, saldırılarıyla.
Yine Roboski’de 34 masum insanımız, ABD’nin verdiği sahte rapor doğrultusunda, kandırmaca rapor doğrultusunda bunun emriyle ekmeğinin, geçiminin derdindeyken o gencecik çocuklar, bombalarla parçalanarak hayatlarını kaybettiler.
Hızlı Tren Kazasında yine 42 insanımız bunun emriyle yapılmış bir cinayet sonrasında hayatını kaybetti.
Yine Taksim Gezi İsyanı’mızda 10 civarında gencecik insanımız hayatını kaybetti bunun verdiği emir doğrultusunda. O cellat polisler katliam yaptılar. Ali İsmail’i, Ethem’i, Ahmet’i ve diğer canlarımızı bir bir katlettiler. Bir avcının bir kuşu vuramayacağı bir pervasızlıkla katlettiler.
O zaman ne dedi?
“Polise emri kim verdi? diyorlar. Ben verdim”.
Evet, sen verdin. O katliamın birinci derecede sorumlusu sensin ve bunun hesabını vereceksin. Bundan asla kurtuluşun yok!
Acı günler yaşıyoruz, yoldaşlar. Ama ne yapalım, Sosyalist Kamp’ın yıkılışı, dünyanın bayır aşağı savruluşu ve biz gerçek devrimcilerin sağlı, sollu saldırıya uğramamız Türkiye’de bunların pervasızca at koşturmasına sebep oluyor. Bunların iktidarına sebep oluyor. Şu surata bakın, arkadaşlar. Biz 10 küsur yıl önce dedik ki, ruh sağlığı yerinde değil, tedavi edilmesi gerek. Bunu yabancı psikiyatristler de söyledi zaman zaman ve yerli psikiyatristler de söyledi ve namuslu olmak kaydıyla hiçbir psikolog ve psikiyatr Tayyip’in ruh sağlığı yönünden normal olduğunu öne süremez. Normal olsa zaten bu yaptıklarının yanına kalmayacağını bilir.
Geçmişteki Vahdettin Han dedikleri İngiliz uşağı çürümüş padişah bile, Damat Ferit bile, Ali Kemal bile bunun yaptıkları yanında masum kalır. Hâlâ Türkiye’de kalacağını, iktidarını sürdüreceğini sanıyor. Fena halde yanılıyor. Yolun sonuna geldi.
Dediğimiz gibi karanlık günler yaşıyoruz ama asla umudumuzu, moralimizi, güvenimizi kaybetmiş değiliz, yoldaşlar. Aşacağız bunları da. Devrim yolu düz bir yol değildir. Devrimci kavgada böyle günler de yaşanır. Ama eninde sonunda biz kazanacağız. Zafere mutlaka ulaşacağız. Ve tüm hainlerden, tüm vurgunculardan yaptıklarının hesabını mutlaka soracağız.
Halkız Haklıyız Yeneceğiz!
07.02.2014