HAYVANSEVERLİK ve VİCDAN BU KEZ MAHKÛM EDİLDİ

 

HAYVANSEVERLİK ve VİCDAN BU KEZ MAHKÛM EDİLDİ

Müvekkillerimiz Partimiz Genel Başkanı NURULLAH ANKUT ve partimiz üyesi eşi HACER ANKUT’un yem ve su koyduğu sokak kedilerine kötü davranan hayvan ve bitki düşmanı komşularına Genel Başkanımızın müdahale etmesi üzerine, komşuluk hakkı bilmeyen ve aynı zamanda insanı da sevmeyen bu aynı kişilerin şikâyeti üzerine dava açılmıştı. Yargılamanın yapıldığı Üsküdar 1. Sulh Ceza Mahkemesi 09.05.2012 tarihinde Genel Başkanımızı BERAAT ettirmişti. Hasta olan sokak hayvanlarını veterinere götürüp,

evlerine alıp evde bakacak denli hayvansever olan Genel Başkanımız komşuluk hatırına bu davada hem yasal açıdan hem de insan vicdanı karşısında asıl suçlu olan bu kişiler hakkında şikâyetçi olmamıştı.

Akrabaları ve hemşerilerinin çokluğuna güvenerek mahallede çetevari egemenlik peşinde olan bu güruh karşılarına dikilen Genel Başkanımızın ceza da almamasını hazmedemeyip sürekli sözlü tacizlerde bulunmuş,  müvekkillerin boş arsalara kuşlar ve köpekler için yem koydukları kapları atmış ve her defasında misliyle gereken karşılığı almışlardı. Beraattan 6 ay sonra bu kez aynı şikâyetçi kişinin eşini öne sürerek olay çıkartmışlar ve şikâyetle konuyu tekrar yargıya taşımışlardı.

Anadolu 24. Asliye Cezada sürdürülen yargılamada Genel Başkanımız ve eşi iddianamede yer alan haneye tecavüz, darp, tehdit ve hakaret suçlarının alt sınırından cezalandırılarak, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verildi. Bu kez müvekkillerimizin de şikâyetçi olması üzerine bu güruhun bu olaydaki “aktörü” de aynı şekilde cezalandırıldı.

Hayvan düşmanlarının tüm yalancı tanıklarının yalanlarının matematiksel bir kesinlikle bir bir çürütülmesine, polis, savcılık ve mahkeme ifadelerinde sürekli birbirleriyle ve kendi kendileriyle çelişmelerine, dosyaya konulan fotoğraflarla bunların yalanları mahkeme nezdinde bir bir ortaya çıkartılmasına, adli tıp raporunda darp izine rastlanmamasına rağmen müvekkiller hakkında BERAAT kararı verilmesi gerekirken, her ne kadar hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilmiş olsa da cezaya hükmedilmesi hukuka, delillere ve vicdana uyarlı olmamıştır.

21 sayfalık savunmasında Genel Başkanımızın da belirttiği gibi bu dava hayvan, doğa ve insan sevgisi olanlarla, tüm canlılara ve doğaya düşman olanların; vicdan sahipleriyle vicdansızların davasıdır. Mahkeme hâkimi olayı hukuki açıdan doğru değerlendiremediği gibi olayın bu yönlerini de göz ardı etmiştir. Neticede ilk davanın aksine bu kez vicdan cezalandırılmıştır.

Nasıl insanın hayvan yerine konulmasına karşı isyanımızı bastıramayacaklar ise, aynı şekilde hayvanı, bitkisi, insanı yani tüm canlısıyla doğamıza karşı işlenen talan, yağma ve yok etme suçları karşısındaki isyanımızı da bastıramayacaklardır. 26.12.2013

 

Halkın Kurtuluş Partisi

Avukatları

 

HKP Genel Başkanı Nurulluh Ankut ve Eşi Hacer Ankut’un Savunması

 

Anadolu 24’üncü Asliye Ceza Mahkemesi Sayın Hâkimliğine

 

Sayın Hâkim!

Hukuk, bildiğimiz gibi, altı bin yıl önce aşağı Mezopotamya’da, Sümer’de ortaya çıktı ya da oluşturulup kullanıldı ilkin. Ondan öncesinde Kabile Demokrasisi ya da Askercil Demokrasi dediğimiz toplum töreleri, gelenekleri ve Kan’ın, Boy’un, Kabile’nin bilgelerinin oluşturduğu heyetin kararları yönetiyordu toplumları. Toplumun özgür iradesiyle seçtiği kabile şefleri bile (aynı zamanda da askeri komutandırlar) o heyetin aldığı kararlara uymak zorunda idi.

Ama İ.Ö 4000 yıllarında Sümer’de sosyal sınıflara parçalanmış, bu nedenle de iç çelişkileri, çatışmaları önlenemez hale gelmiş sınıflı-köleci toplum meydana geldi tarihte ilk olarak. İşte bu uzlaşmaz çelişkileri, çatışmaları, çalkantıları egemen siyasi iradenin istediği doğrultuda çözüme kavuşturup toplumda düzeni sağlamak için “Hukuk Kurumu”na ihtiyaç oldu.

Hukuk; toplum düzenini egemen siyasi iradenin çıkarları ve isteği doğrultusunda tesis etmek ve sürdürmek için oluşturulan kavramsal değerler sistemiyle, bu değerlere dayandırılan ya da bu değerlerden kaynaklanan, bu değerler üzerine giydirilen yazılı, müeyyideli normlar, kurallar, kanunlar, tüzükler, yönetmelikler ve içtihatlar sisteminden meydana gelir. Kanunların müeyyideye sahip olması otomatikman onu uygulayacak bir kolluk ya da devlet gücünü zorunlu kılar. Tabiî aynı zamanda da mahkemeleri ve cezaevlerini. Dolayısıyla da düzenli orduya ve polise sahip bir devletin varlığını yani “Devlet Kurumu”nu. Demek ki Hukuk, devleti, düzenli orduyu, mahkemeleri, cezaevlerini, yazıyı ve bir değer ölçüsü ve değişim aracı olan gümüş, diğer değerli madenler ve bazı malların varlığını gerekli kılar. Yani Medeniyet’e geçişi gerekli kılar.

İşte tüm bunlar ilkin Sümer’de ortaya çıktı ve oradan kağıt üzerine düşen bir yağ lekesi gibi dünyanın her yanına yayıldı.

Egemen siyasi iradenin yüzyıllar hatta binyıllar içinde değişikliğe uğramasıyla hukuku oluşturan özgürlük, adalet ve diğer insana dair değerler de ve bunlar üzerine giydirilen kanunlar da değişikliğe uğrar. Toplumun üretim düzenindeki değişime paralel olarak yaşanan siyasi değişikliğe uyum sağlar.

Demek ki çağdan çağa, her çağda da devletten devlete değişir, Hukukun özünü oluşturan değerlerin tanımı ve o değerlerden kaynaklanan kanunlar, o kanunların emrettiği müeyyideler.

Her olgu, her sosyal kurum ve değerler, kurallar sistemi oluşturan her kurum gibi Hukukun da bir iç dünyası-muhtevası-içeriği-ruhu bir de dış yüzü-kabuğu-sureti-şekli-görünüşü vardır.

İç dünyası, özgürlüğü, adaleti, insaniyeti ihtiva eder-içerir. Tabiî özetçe… Hukukun bu yönünü Hukuk Felsefesi konu eder, iki dal halinde. Biri, Hukuk Bilimi, diğeri de Hukuk Teorisi-Kuramı kolları olarak. Dış yüzü-biçimi ise kanunları, yönetmelikleri, içtihatları ve yaptırımları meydana getirir. Bu yönüyle de yasa koyucular ve uygulayıcılar uğraşır.

Sayın Hâkim, bu konuda daha fazla zamanınızı almayalım. Hem de bilgiçlik gösterisine kalkışmış olmak gibi bir yanlış anlaşılmaya kapı aralamayalım. Ayrıca, biz de biliyoruz ki iş yükünüz çok ağır.

Biz de bu bakımdan esas hakkındaki bu savunmamızı iki bölüm olarak, iki başlık altında yapacağız. İlkin, yargılanmamıza, davamıza konu teşkil eden hukuki olayımızın dış yüzünü-görünüşünü-kabuğunu ele alacağız.

 

DAVAMIZIN BİÇİMİNE, SURETİNE, GÖRÜNÜŞÜNE, DIŞ YÜZÜNE

İLİŞKİN SAVUNMAMIZ

Kriminologların bir özdeyişi vardır “Kusursuz cinayet yoktur”, diye. Bu tez, yüzde yüzlük bir kesinlik ifade etmese de ona yakın bir doğruluk taşır. Biz de diyoruz ki “Kusursuz yalan yoktur”. Bu sözümüzün doğruluk değeri de bir önceki tezinki gibidir.

Nitekim davamızda karşı tarafın şikâyetçi ve tanıkları bütün iddialarını yalanlar üzerine oturttukları için polis ifadeleriyle mahkemenizdeki ifadeleri arasında çelişkiler oluşturdukları gibi birbirleri arasında da bir yığın çelişki ortaya koymuşlardır. Ayrıca, anlatımları olayın doğal mantıki akışı ile de önemli çelişkiler barındırmaktadır.

Aleyhimizde İfade Veren Tanıkların Neredeyse Hiçbiri Gerçek Tanık Değildir

Şikâyetçi ve tanık anlatımları birbiriyle bağlantılı değildir. Hatta ilgisizdir. Tanıkların da hemen tamamı yalancı, düzmece tanıklardan oluştuğu için bunların her biri olayda sadece kendisinin bulunduğunu, diğer tanıkların bulunmadığını ileri sürmüştür. Yani, halkımızın deyişiyle bu yalancı tanıkların her biri kendi kafasına göre takılmıştır bir anlamda. Kaldı ki bu tanıkların tamamını şikâyetçinin eşi Ahmet Morgül arabasıyla savunmasını yapan Çekmeköy’deki avukatlık bürosuna götürmüş, nasıl ifade vermeleri gerektiği konusunda burada eğitimden geçirtmiştir. Bunu, yalancı tanık Fidan Tansarıkaya tanıklığı sonrasında mahallede hakkaniyetli bir komşumuzun evinde eşime itiraf etmiştir. Buna rağmen tanıklar iler tutar yeri olmayan, yalan beyanlarda bulunarak yalancı tanık olduklarını bariz biçimde ortaya koymuşlardır. Bir atasözümüz de der ya; “Bir yalanı doğru gibi göstermek için kırk yalan daha gerekir.”

Şikâyetçi ve tanıkları da aynen böyle yapmışlardır, yalandan yalana sıçramışlardır. Şimdi bunları aklın, mantığın süzgecinden geçirerek bir bir ele alıp netçe ortaya koyalım:

Şikâyetçi SERPİL MORGÜL’ün Yalan Beyanları

İlkin, şikâyetçinin anlatımını ele alalım. Şikâyetçi SERPİL MORGÜL, eşimle Çarşamba günleri mahallemizde kurulan hafta pazarında karşılaştığını, eşimin burada kendisine hakaret ettiğini ileri sürmektedir. Daha sonra da eşimle ikinci kez Saygın Market’in (eski adı Saray’dı) önünde karşılaştıklarını, eşimin yine kendisine hakaret ettiğini söylemektedir. Kendisinin sadece “sensin”, diye karşılık verdiğini, başka da bir şey söylemediğini belirtmektedir. Ayrıca da eşimin burada elindeki poşetleri yere, yanına bıraktığını, kendisininse eşyalarını alarak biraz ileriye gittiğini, eşimden uzaklaştığını belirtmektedir. Böylece de eşimin saldırgan taraf, kendisininse saldırıdan uzaklaşmak isteyen mağdur taraf olduğunu iddia etmiş olmaktadır.

Şikâyetçi Serpil Morgül daha söze girerken yalanla başlamaktadır. Şöyle ki, eşimle pazarda hiç karşılaşmamışlardır. Sadece Saray-Saygın Market’in önünde karşılaşmışlardır. Burada karşılaşmaları da rastlantısal değildir. Önemli bir sebebe binaendir. Zira bu market pazarın bitimine 100 metre kadar uzaktadır. Oradan geçen taksilerse zaten hemen pazarın bitiminde başlayan sokaktan geçmektedir. Böyle olunca Pazar eşyalarının 100 metre kadar anlamsız bir şekilde ileriye taşınması kimsenin yapmayacağı bir şeydir. O marketin önüne niye gider bizim sokağın insanları? Şundan: çünkü pazardan bizim sokağa yol çok kısa ama yokuşta çok dik olduğu için taksiler oradan müşteri almaz. Oysa Saygın Market’in sahibi olan İlyas adlı genç, açık renk Pegueot arabasıyla bizim çevremizde oturan komşuları tabiî Pazar eşyalarıyla birlikte sabit fiyat 5 TL’ye evlerinin önüne çıkarır. Herkes de bu gencin arabasıyla çıkar. Tabiî 5 TL’yi bile veremeyecek durumda olan yoksul komşularımızsa eşyaları da az olduğundan dinlene dinlene çıkarlar yokuşu.

İşte müşteki müfteri Serpil Morgül’ün de bu marketin önünde eşimle karşılaşması bu sebepten olmuştur. Serpil Mogül, eşimin biraz önünden İlyas’ın arabasının yanına geldiği için eşim beş altı metre geride durmuştur eşyalarını yerine koyarak. Bu arada da eşimle S. Morgül göz göze gelmişlerdir. Eskiden de küslük-husumet olduğu için birbirlerine, ne diyelim, sert bakmışlardır, herhalde. Serpil Morgül saldırgan ve hep üste çıkmaya çalışan bir kişiliğe sahip olduğu için eşimin gözlerine bakmasını bile kabul edememiştir. Eşim de ölçülü, dengeli, saygılı bir yapıda olmasına rağmen korkak değildir, haksızlık karşısında boyun eğmez, sinmez. Öbürü sert bakınca eşim de besbelli aynı şekilde mukabele etmiştir. Serpil Morgül bunun üzerine eşyalarını yerleştirip kendisi de arabaya binerken Marketçi İlyas’a dönmüş ve “hastadır biraz kendisi”, diyerek eşime açıkça hakarette bulunmuştur. Eşim de sadece yüksek sesle “konuşma konuşma” diye mukabelede bulunmuştur. S. Morgül ilk hakaretiyle yetinmemiş, arabaya yerleşip tam kapısını örteceği sırada sağ eliyle ağzının İlyas’tan yana olan bölümünü kapatmış ve eşime dönerek ağzının içinden-dudak hareketleriyle yani İlyas’ın duymayacağı şekilde “köpek”, demiştir. Ve hemen de kapıyı kapatmıştır.

Eşim de ben de polis ifademizde de olayın bu bölümünü aynen bu şekilde dile getirdik. Ve işte bu sebepten ben son duruşmada Marketçi İlyas’ın da dinlenmesini talep etmiştim. Fakat mahkemeniz bu talebimi reddetti. Karşı tarafın avukatının talebi de ret yönündeydi.

Marketçi İlyas, eşimin hemen o günkü ve sonraki pazarlarda onun arabasıyla çıkışlarında Serpil Morgül’ü kastederek “abla o kadın ne öyle yahu? Abla o kadın dağıtmıştı bence”, diyerek Serpil Morgül’ün eşime yönelik hakaretini, haksız saldırısını kınamış, S. Morgül’ü ayıplamıştır.

Eşim de “sen de gözlerinle gördün, İlyas, işte bu, eşi, ve daha bizim apartmanda bulunan bunların akraba ve hemşerisi bir kadın yıllardan beri bizimle uğraşmaktadırlar, sokak hayvanlarına (kedilere, köpeklere, kuşlara) yiyecek verdiğimiz için. Vermeyecekmişiz, apartmanda ve sokakta bunların dediği olacakmış. Dertleri bu… Bizi Belediyeye (Üsküdar Belediyesi Veteriner İşleri Müdürlüğü) de iki defa şikayet ettiler. Her seferinde de Veteriner İşlerinden gelen görevliler bizi haklı buldular, kapıda onlarla görüşen eşime ‘amca keşke herkes sizin gibi yapsa’, deyip gittiler. Buna rağmen bu adamlar bizimle uğraşmaktan vazgeçmediler”, diyerek dert yanmıştır.

Mahkemeniz Marketçi İlyas’ı dinleseydi sanırız olayın bu yönünün gerçeğinin böyle olduğunu gerçek/sahici bir tanığın ağzından duyacaktı.

Serpil Morgül de zaten bunu bildiği için Saray-Saygın Market’in önündeki karşılaşmadan söz ediyor. Ama İlyas’ın arabasıyla yokuşu çıkıp apartmana geldiğini söylemiyor. Tam tersine, taksi bekledim, diyor. Bir taksi geldi, ona boş musun diye sordum, o da boşum deyince binip evime geldim, diyor. İşte bu yalana sapmasının sebebi budur…

Serpil Morgül’ü apartmanın önüne bırakıp geri dönen İlyas, marketinin önünde dönüşünü beklemekte olan eşimi, eşyalarını yükledikten sonra aracına bindirip bizim apartmana getiriyor.

Davamıza Konu Olan Olayın Tetikleyicileri Hayvan Düşmanı Morgüller’dir

Hafta pazarları (Çarşambadır bizim mahallede) evde olduğum zamanlarda eşimin pazardan dönüşünü ben de pencerenin önünde beklerim, kitap ya da gazete okuyarak. Arabadan indirilen Pazar arabasını ve poşetlerin büyük bölümünü iki üç sefer yaparak apartmanın en üst katındaki dairemize çıkarırım. Zira eşim zaten yorulmuş olur o anda…

Olaya dönersek:

İşin garibi, Saygın Market’in önünde göz göze geldiklerinde eşimin de kendisine aynı şekilde bakışını ve “konuşma” diyerek hakaretine sessiz kalmayışını hazmedemeyen Serpil Morgül de hemşerisi, yalancı tanık Hatice Kaba ile birlikte eşimi beklemektedir. Hatice Kaba da zaten Morgüller ve Morgiller gibi hayvan düşmanıdır. Bu sebepten eşimle bir yıldan beri konuşmamaktadır. Kaldı ki bu olaydan iki ay kadar önce Hatice Kaba, apartmanımızın arkasındaki bize ait olmayan bir arsada yavrularını büyütmeye çalışan bir anne kediyi ve dört yavrusunu taşlamıştır. Eşim onlara da yiyecek vermekteydi. Eşim bu olayı görüp “neden yapıyorsun” dediğinde, “çok seviyorsan al, evinde bak. Ben bu çevrede kedi medi istemiyorum”, diye cevap vermiştir. Eşim “o arsa bizim apartmana ait değil” dediğinde ise, “sana mı ait, varsa tapu göster tapu! Yoksa ben bunları taşlarım”, diye karşılık vermiştir. O olayın akabinde de Hatice Kaba, Serpil Morgül, Ayşe ve Neriman Morgül apartman girişinde eşime “öğretmen olmuş ama adam olamamış, kedi manyağı vb.” gibisinden hakaretler yağdırmışlardır. O anda Serpil Morgül de eşime “eninde sonunda siz bu apartmandan gideceksiniz, hastasınız siz. Tedaviye ihtiyacınız var, aşağı gel aşağı da burada konuşalım”, diyerek bizim üst katta merdiven başında bulunan eşime hakaret ve tehditte bulunmuştur. Ben de o anda evdeydim. Davamıza konu olan olaydaki gibi bir olay yaratıp sonra da biri şikayetçi diğerleri yalancı tanık olup aleyhimizde dava yaratacaklarını sezdiğim için eşime “boş ver”, dedim, inme aşağıya. Eşimi sakinleştirdim, dairemize girdik.

Andığımız bu olayda cereyan eden Morgüllerin, Morgillerin ve Hatice Kaba’nın eşime ettikleri hakaret ve tehditleri Serpil Morgül davamıza konu olaya ilişkin polis ifadesinde itiraf etmiştir. Daha önce olmuş bir olay olduğu ve davaya konu teşkil etmeyeceğini bildiği için oradaki suçlarını itiraf etmekten çekinmemektedir. Şöyle demektedir polis ifadesinde:

“Apartmanın sokak kapısından girerken karşı karşıya geldik ve ben de kendisine hitaben ‘sizin sorununuz ne amacınız ne, ne istiyorsunuz’, dedim. O da ‘siz bana hakaret ettiniz’, dedi. Ben de ‘ne zaman’, dedim. O da ‘daha önce antenle alakalı’, dedi. Ben de ‘siz önce kendinize bakın, durup dururken söylenmiş sözler değil onlar’, dedikten sonra eşi Nurullah Ankut aşağıya inerek evimin kapısının önüne geldi.”

Yani demek istediğim, Hatice Kaba da bu Morgül ve Morgillerle aynı zihniyet ve ekiptendir. İşte dava konusu olay anında da eşimin Marketçi İlyas’ın arabasıyla geleceğini bilen ve apartman girişindeki dairesinin önünde elinde bir keser sapı (sopa) ile bekleyen Serpil Morgül, bir alt katta da yani -1’de de (burası aynı zamanda Ayşe ve Neriman Morgil’in oturdukları dairenin önüdür) Hatice Kaba’yı bekletmiştir. Yaptıkları plana göre kendisi elindeki keser sapıyla eşimi darp edip, “seni öldüreceğim kadın, sonunda kan çıkacak”, diyerek tehdit edecek, “buradan defolup gideceksiniz”, diyecektir. Böylece eşimi korkutup sindirecek, bizi gitmeye yani mahalleyi terk etmeye zorlayacaktır. Zaten hepsinin ortak amacı budur.

Şayet eşimden eşit güçte bir karşı mukabele gelir de kendisi baskın çıkamayacak duruma düşerse, hazır bekleyen Hatice Kaba bir alt kattan çıkacak, birlikte eşimi haklayacaklardır. Yani Hatice Kaba bir yedek güç olarak rezerv edilmiştir. Planları buymuş.

Serpil Morgül Sözlü Saldırılarını Fiili Saldırıya Dönüştürmeyi Amaçlamıştır

Olaya dönersek, eşimin arabadan eşyalarını indirdiğini görünce ona yardımcı olmak için dairemizden çıkarak merdiven başına geldim. Gelmemle birlikte Serpil Morgül’ün eşime yukarıda sözünü ettiğim hakaret ve tehdit cümleleriyle bağırdığını duydum. Aşağıya indim. Yeni bir olay yaratıp, yalancı tanıklar tedarikleyip hakkımızda dava açacaklarını hemen anladığım için oldukça sakin davrandım. Bu konuda kendime telkinde bulundum.

O an evimizde konuk olarak bulunan aile dostumuz Gülten Hanım da “abi ben de yardım edeyim”, diyerek arkamdan gelmişti. Ben, planlarını anladığım için “Gülten sen gelme abim. Bunlar oyun içindeler.”, diyerek hızla aşağı merdivenlerden indim.

Aşağı kata gelince, Serpil Morgül elindeki sopayı eşime doğru sallayarak yukarıda andığım tehdit ve hakaretlerini tekrarlıyordu, apartman girişindeki daire kapılarının eşiğinde. Zaten orası daire kapısının da önü olur. Ben hemen aralarına girdim. Serpil Morgül’e “gir kızım evine, yaptığın yakışmıyor, ayıp! Bak Hoca Hanım senin annen yaşında”, dedim. Serpil Morgül hiç uyarımı anlamak istemediği gibi elindeki sopayı başıma doğru üç beş kez salladı. Ben sol kolumla öğrencilik yıllarımda yaptığım spor nedeniyle bildiğim savunma tekniği ile sopayı karşıladım. Yumruğum alabildiğine sıkık vaziyette sol kolumu dirsekten elim hizasında yatay vaziyette sopanın önünde tuttum. Bu şekilde bir tutuş çok güçlü sopa darbelerini bile kol kemiğine ve kaslara fazla zarar vermeden bloke eder-karşılar. Nitekim de öyle oldu. Dirseğimde ve kolumda adli tıp raporunda belirtilen izlerin dışında bir hasar oluşmadı.

Ben bu savunma pozisyonumu koruyarak Serpil Morgül’ü dairesine sokmaya çalıştım. Bir ara açık olan daire kapısının kolundan tutup kapamak istedim. Ama Serpil Morgül buna izin vermedi. O denli kendini kaybetmişti ki saldırısını ve hakaretlerini sürdürüyor, eşime doğru yol bulup geçmek istiyordu.

Bu arada aşağıdan yani -1’den Neriman Morgil merdivenlerden çıkıp geldi. Bana hitaben “amca sen büyüksün”, dedi. Ben de “tamam da söylediklerini duymuyor musun?”, dedim. Tam o anda Serpil Morgül, eşime “seni öldüreceğim kadın” tehdidini tekrarlıyor ve de “hepiniz geri zekalısınız”, diye bağırıyordu. Eşim, “hepiniz birleşince mi bu gücü buluyorsunuz?”, deyince Serpil Morgül karşılık olarak “sana tek başıma da yeterim”, diye cevap verdi. Neriman Morgil, hem büyüğü hem de akrabaları olduğu için (zaten her gün birbirlerine gidip gelirler) Serpil Morgül’ü kolundan tutup dairesine soktu. Daire kapısını da kapadı. Biz de eşimle birlikte yukarıya, dairemize doğru çıkmak için merdivene yöneldik. Olay bundan ibarettir.

Zemini birinci kata bağlayan merdivenin ara düzlüğünde aile dostumuz Gülten Hanım’ın beklemekte olduğunu gördük. O da dayanamamış, oraya kadar inmişti. Bize hitaben “bunların derdi ne böyle? Ne biçim insan, ne biçim komşu bunlar”, diye söylendi gayriihtiyari olarak. Ben de “boşver abim, böyle işte bunlar, ne yaparsın”, dedim. Eşim de “Gülten bunlar dört senedir benimle işte böyle uğraşıyorlar”, diyerek dertlendi. Hep birlikte Pazar poşetlerini alarak yukarıya dairemize çıktık.

Gülten Hanım iyi ki yanımıza gelmemiş. Eğer yanımıza kadar gelseydi kuşkusuz onu da eşim ve benim gibi suçlayacaklardı.

Serpil Morgül’ün Tüm Beyanları Çelişkilerle, Zıtlıklarla Doludur

Şimdi devam edelim, Serpil Morgül’ün yalan ve iftiralar içeren ifadesine:

Serpil Morgül, yaptıkları planı ve eşime kurdukları tuzağı perdelemek için eşimin daha apartmana girmeden bile hakaretler savurarak geldiğini iddia ediyor. Güya kendisi de bunun üzerine eşimle diyaloga girmiş oluyor, “neden bunları söylüyorsun, bizden ne istiyorsun”, şeklindeki sözleriyle.

Oysa Serpil Morgül aynı arabayla Marketçi İlyas’ın geri dönüp eşimi de getireceğini biliyor ve eşimi bekliyor. Eşim deli mi ki kendi kendine hakaret içeren sözlerle söylenip dursun? Bunlar, tümden yalandır, iftiradır.

Onlar hesaplarını benim yokluğum üzerine kuruyorlar. Ben olmasam eşimi hem dövüp hem de aynı ekibin bileşeni olan yalancı tanıklarla suçlu çıkarma yoluna gideceklerdi. Fakat benim evde olup eşimi karşılamaya inmem onların bu oyununu bozdu. Ama ne yazık ki yargılanmamıza neden olmaktan çıkaramadı. Onlar yine de yapabildiklerini yaptılar.

Serpil Morgül eşimin kendisine sopa ile saldırdığını söylüyor ifadelerinde. Eşim pazardan gelen bir insan. Sopayı nerede bulsun? Koltuğunun altında sopa mı taşıyor? Görüldüğü gibi olayın doğal akış çizgisi mantık penceresinden izlenirse bu iddiasının da ipe sapa gelir yanı olmadığı apaçık anlaşılır.

Serpil Morgül işe yoğun duygusal bir boyut vermek için çocuklarını da kullanıyor. Birinin kucağında, birinin yanında olduğunu ileri sürüyor. Oysa orada çocukları yoktu. Zaten olmazlıkları da vardı, niyetleri göz önüne alındığında.

Serpil Morgül benim iner inmez kendisinin “hem başına defalarca, hem de yüzüne birkaç defa vurduğumu” söylüyor. Başındaki tokası paramparça oluyor güya. Ama adli tıp raporunda en ufak bir darp izine hatta bereye, çiziğe bile rastlanmıyor. Tokası kırılmış oluyor; iyi de darp sonucu kırılan bir bakalit tokanın (kırıldığına göre bakalit olmalı herhalde çünkü plastik kırılmaz) ne kendisi ne de kırılan ve kenarları bıçak gibi incelen parçaları kafasında en ufak bir çizik veya iz oluşturmaz mı? Üstelik yüzünde de hiçbir darp izi oluşmuyor.

Ben ki gençliğinde Türkiye ikinciliğine kadar yükselmiş bir sporcuyum ve şu anda da kas gücüm yerinde. Çünkü evimde günlük sporumu yaparım, tabiî sağlığım için. Eğer birine vurmuş olsam orada mutlaka açılma olur, ezik olur, kırık olur.

Bu iftiranın benim için en can sıkıcı tarafı bir kadını dövdüğümün iddia edilmesidir. Sinirsel ve iradi kontrolümü kaybetmedikçe böyle bir şeyi asla yapmam. Zaten polise gittiğimizde de en büyük endişem şu oldu başlangıçta: bir görevli polis dedi ki karşı taraf rapor almak istiyor, siz de kendiniz gidip istediğiniz kurumdan alabilirsiniz. Devlet hastanesi de olur, özel hastane ya da klinik filan da olur, dedi. Ben hemen anladım ki bunlar bir şekilde gerçeğe uymayan rapor tedarikleyecekler. Çünkü vurmadığımı biliyorum. Hal böyleyken niye rapor talebinde bulunsunlar? Bu sebepten hemen itiraz ettim. Hayır, dedim. Bizi siz götüreceksiniz ve mutlaka bir devlet hastanesinden rapor alınacak. Öyle herhangi bir yerden alınacak raporu kabul etmem ben. Ben de kendim gitmem. Evet, rapor istiyorum ama aynı zamanda beni bir devlet hastanesine sizin götürüp getirmenizi de istiyorum, dedim. Bunun üzerine polis raporların devlet hastanesinden adli tıp kurumunun onayı altında alınmasını sağladı.

Serpil Morgül benim kendisini iterek ve döverek evine soktuğumu, kendimin de evinin içine girdiğimi iddia ediyor. Ben vurmadım ki, neden evine gireyim? Ayrıca, onu evine de sokamadım bütün uğraşıma rağmen. Sürekli sopa sallıyordu. Sonra bedenine de dokunmak istemedim kadın olduğu için. Bu nedenle evine sokamadım.

Elindeki sopayı bir hamlede elinden çekip alabilirdim. Ama biliyordum ki o zaman da yalancı tanıklar benim de Serpil Morgül’ü sopayla dövdüğümü iddia edeceklerdi. Sopanın onun değil de benim olduğunu öne süreceklerdi. O nedenle sopasını hiç almaya çalışmadım. Yani sopasını alsaydım eşime attıkları iftiranın aynısını bana da atacaklardı. İkimiz de sopayla onu dövmüş olacaktık.

Serpil Morgül, eşime ve bana olan saldırganlığını savunabilmek için beni sopa darbeleriyle evinden çıkardığını söylüyor. Bunlar gülünç, ciddiyetsiz iddialar.

İşin bir diğer ciddiyetsiz yönü de ben yumruk darbeleriyle onu uzun süre dövüyorum, evine sokuyorum, ondan sonra da orada durup onu seyrediyorum. O darbelerimin etkisinden çıktıktan sonra gidiyor, bir dolabın kapağını açıyor, oradan sopasını çıkarıyor, ben bütün bunları sükûnetle izliyorum. Sonra da o sopa darbelerine girişiyor, beni püskürtüp evinden dışarı atıyor. Bebeleri bile kandırmaya yetmeyen iddialar bunlar.

Serpil Morgül’ün bir diğer trajikomik iddiası da şudur: Beni dışarı sopası sayesinde attıktan sonra “ben şimdi polisi arayacağım”, diyor ve evinin kapısını kapatıyor. Olay bu şekilde bitmiş, sonlanmış oluyor.

Bu olayı da sadece Hatice Kaba ile Ayşe Morgil görmüş oluyor, başka kimse görmemiş oluyor.

Gerçek Tanıklıktan Yalancı Tanıklığa Savrulan

Neriman Morgil’in Yalan İfadeleri

Serpil Morgül burada bir büyük yalana daha başvuruyor. Olayı gerçek anlamda gören tek tanığı olay dışına atmış oluyor, yok saymış oluyor. Oysa bu tanık, kendisinin hem akrabası hem de her gün birbirlerinin evine gidip geldikleri yakın dostudur. Neriman Morgil’dir bu tanık. Ve hep ifadelerimde belirttiğim gibi olayı sonlandıran da bu kişidir.

Ancak bu kişinin o zamana kadar şöyle çok önemli bir özelliği vardı: yalan söylemiyordu, yalancı tanıklık yapmıyordu. Önce de belirttiğim gibi bu Morgiller beni bu olaydan iki sene kadar önce de dava ettiler. O zaman şikayetçi olan Serpil Morgül’ün eşi Ahmet Morgül’dü. Diğer Morgül ve Morgiller de yalancı tanıktı. Sadece Neriman Morgil o davada yalancı tanıklık yapmadı. Benim olayla ilgili bir bilgi ve görgüm yoktur, deyip çıktı. Yani bana iftira atmayı reddetti. O davanın yalancı tanıkları Serpil Morgül, Ayşe Morgil, Ayşe Morgil’in oğlu ve Neriman Morgil’in eşi olan Özcan Morgil idi. Bir de ilaveten yan apartmandan Hacer Tansarıkaya idi. Bizim bu davamızda da Fidan-Şemsi Tansarıkaya adlı bir yalancı tanık var ya, işte bunun eltisi idi o Tansarıkaya da. Şimdiki yalancı tanık Hatice Kaba, o tarihte apartmanımızda ikamet etmiyordu. O nedenle o davada yalancı tanık olma “şerefine nail olama”mıştı. Apartmana gelir gelmez de bu ekibe katılmakta hiç duraksamadı. Ve eşimle uğraşmaya başladı.

O davadan 2012 Mayısı’nda beraat ettim. Davaya bakan Üsküdar 1’inci Sulh Ceza Mahkemesi idi. Tehdit ve hakaret davası açtırmışlardır bana yalancı tanıklara dayanarak ve iftiralarla. Ama mahkeme benim tehdit suçundan beraatıma, hakaret suçundan cezalandırılmama gerek olmadığına karar verdi.

O zaman sevinmiştim davanın bu şekilde sonuçlanmasına. Ama sevincim kısa sürdü. Çünkü bu ekip bir ay geçer geçmez yeniden eşimle uğraşmaya başladılar. Eskiden hedefleri bendim, eşimi ve beni Belediyeye şikayet etmiş olmakla beraber, fiiliyatta eşime karşı kadınlarının bir saldırısı olmamıştı. Bu kez taktik değiştirdiler. Beni bıraktılar. Davanın geri plandaki gerçek aktörleri olan Ahmet Morgül ve Özcan Morgil geriye çekildi. Öne kadınlarını sürdüler. Kadınları yukarıda da anlattığım gibi eşime art arda hakaretlerle saldırmaya başladılar. Amaçlarını da gizlemiyorlardı. Bizim bezip apartmandan çekip gitmemizi istiyorlardı. Buna zorluyorlardı bizi. Yani saldırıları planlı ve sistemliydi. Zaten Serpil Morgül eşime “eninde sonunda buradan gideceksiniz”, diye tehditte bulunmuştu kaç kere.

Ama bizim bilmedikleri bir yönümüz vardı. Biz geldiğimiz gelenek, aldığımız kültür ve ahlâk anlayışımız nedeniyle hiçbir zaman korkup kaçmayız. Biz korkmayız, yılmayız. Kimseye kötülük-haksızlık yapmayız. Zayıf olanı, ezileni, yardıma muhtaç olanı devamlı gözetiriz, koruruz, gücümüz yettiğince. Ama kötülük ve haksızlık karşısında asla baş eğmeyiz, geri adım atmayız.

Şimdi de olayı sonlandıran Neriman Morgil’in polis ifadesine geçelim.

“Komşum olan Nurullah ANKUT, Hacer ANKUT ile Serpil Morgül’in geçmişten gelen kedi besleme yüzünden kendi aralarında anlaşmazlığı olduğunu biliyorum. 21/11/2012 günü saat 16.10 sıralarında ikametimde olduğum esnada alt katta oturan komşum Hatice Kaba isimli bayan kapı zilimi çalarak “komşu yine üst kattakiler bağırıp çağırıyorlar” demesi üzerine ben de komşum olan Nurullah ve Hacer ANKUT çiftini Serpil Morgül’ün kapısı önünde merdivenlerde gördüm ve Nurullah Beye “abi sen büyüksün bağırmaya gerek yok”, dedim. Bu esnada Serpil Hanımın küçük çocuğu evin içinde yerde idi. Ben de çocuğu alıp anasının kucağına vererek kapıyı kapattım. ANKUT çiftiyse bağırıp çağırıyorlardı. Kendilerinin birbirlerine vurduklarını ve hakaret ettiklerini duymadım, görmedim. Benim bu konuda bildiklerim bundan ibarettir.”

Apaçık bir şekilde görüldüğü gibi olayı sonlandıran Neriman Morgil’dir. Yoksa olay kendi kendine sonlanmış değildir.

Neriman Morgil eşimi ve beni Serpil Mogül’in evinde değil tam da olayın gerçeğinde olduğu gibi dairesinin önünde görüyor. Ve bizim ona hiçbir hakarette bulunmadığımızı ve vurmadığımızı, saldırmadığımızı söylüyor.

Tabiî burada bir şeyi gizliyor. Serpil Morgül’in eşime yönelik tehdit ve hakaretlerini ve bana yönelik hakaretini. Ben, bunu da anlayışla karşılamıştım. Çünkü akrabalar ve her gün görüşen sıkı dostlar. Bize iftira atmamasını yeterli bulmuştum. Var onun yaptıklarını da görmemiş olsun. Olur, akrabalık hali, demiştim…

Zaten Neriman Morgil’in bu kişiliğini bildikleri için onu olaya dahil etmiyor Serpil Morgül ve yalancı tanıkları.

Serpil Morgül olayı sadece Hatica Kaba ve Ayşe Morgil gördü, diyor.

Aldığım duyuma göre Neriman Morgil’e de yalancı tanıklık için teklifte bulunmuşlar, Serpil Morgül ve eşi. Ama Neriman, “ben yalan söyleyemem, ne gördüysem onu söylerim”, demiş. Onun üzerine de Serpil Morgül ve eşi “o zaman sen gelme karakola, bu olayı da görmemiş ol, Neriman Yenge”, demişler.

Bense polis ifademde görüleceği gibi olayın gerçeğini anlattım ve birinci davadan da Neriman Morgil’in yalan söylemediğini bildiğim için bu davada da aynı kişinin çağırılıp ifadesinin alınmasını talep ettim. Benim talebim üzerine savcı polise sonradan, yani polis fezlekesi ve polisin oluşturduğu dosya önüne geldikten sonra bu kişinin de ifadesinin alınmasını emretmiş. Polis önce beni aramış cep telefonumdan tanığı karakola getirmem için. Bir Pazar akşamı idi. Telefonum kapalıymış. Bana ulaşamamış. Bunun üzerine Serpil Morgül’ü aramış Neriman’ı karakola getirmesi için. O ise her gün görüşen çok sıkı dost olmalarına rağmen “ben getiremem”, demiş. Bunun üzerine polis eşimi aradı cep numarasından. Eşim de “biz Neriman’ı karakola getiremeyiz çünkü Serpil ve Ahmet’le davalık olduğumuz için o da bizimle konuşmuyor kaç yıldan beri, dostlarımın davalaştığı insanlarla konuşup onları üzmeyeyim diye”, dedi. Polis bundan sonra dedi “Serpil’i de aradık o da ben de getiremem dedi”, diye. Polis bir süre düşündü telefon açıkken. Sonra “şu anda evinde mi”, diye sordu. Eşim de “evinde evet, ışıkları yanıyor”, diye cevap verdi. Polis “tamam, biz birazdan evine gelip ifadesini alacağız, savcı bu yönde bize emir verdi”, dedi.

Ben sokağa bakan pencereden bakarak polis arabasının gelmesini bekledim. Polis arabası sokağımıza gelip evimizin önünden geçerken bağırdım onlara, aradığınız ev burası, diye. Tarif ettim Neriman’ın -1’deki dairesini.

Yani polis ifadesi bu şekilde evinde, polisin el yazısıyla alındı Neriman’ın.

İşin garibi, aynı Neriman’ı evimizin çok yakınındaki karakola getiremeyen Serpil ve eşi Ahmet Morgül, ta Kartal’daki Anadolu Adliyesine hem de iki kez arabalarıyla getirdiler. Birincisinde siz izinde olduğunuz için duruşmamız olmadı.

Bu neden kaynaklandı?

Şundan: birincisi, eşi Özcan Morgil ve Serpil’le Ahmet Morgül’ün aşırı baskı ve siteminden. Duyumumuza göre, “Neriman Yenge, bizim davayı sen kaybettireceksin eğer kaybedersek. Bize bu kötülüğü yapma. Zaten önceki davayı da bundan kaybettik.”, demişler. Neriman’ın eşi Özcan da zaten davanın geri plandaki iki baş planlayıcısından biri. O da baskı yapmış.

İkincisi de, Neriman’ın eşi Özcan’la bu yaz benim aramda bir münakaşa oldu:

Ben bir akşam eve gelirken, o evden çıkıyormuş. Sokakta eşimin baktığı birkaç kedi beni de tanır. Yolda peşime takılıp geldiler. Ben apartmanın önünde eşime haber veririm, o da evden sosis, salam gibi bu hayvanların çok sevdiği yiyeceklerden alıp gelir biraz. Onları doğrar, birlikte eve gireriz. İşte ben eşimin gelmesini beklerken bu, apartmanın bahçesine park ettiği arabasına doğru yöneldi. Bu arada önünde bulunan bir kediye “s…” dedi. Ben hayvana kötü davranmamasını söyledim. Münakaşa buradan çıktı. Eşim gelip beni kolumdan çekip sakinleştirdi. O arada bunun annesi Ayşe Morgil ve eşi Neriman Morgil de çıkıp geldiler. Bu onları görünce eşimin salam doğradığı hayvanların arasına dalarak onlara “pssst” çekerek tekmeler savurdu. Ben de önüne geçerek kedilere zarar vermesini engellemeye çalıştım. Bu arada oraya gelmiş olan komşular araya girip ayırdı bizi. Bu, telefonla kardeşlerini ve yeğenlerini arayarak gelmelerini söyledi. Sonra da “biraz sonra burada bomba patlayacak”, diyerek arabasıyla gitti. Ben de o arabasına binerken “hadi getir de patlat o bombayı da görelim bakalım…”, dedim. Sonrasında komşular beni daireme çıkardı.

Üçüncü olarak da eşim bu yaz oturduğumuz apartmanın arkasındaki bize ait olmayan arsada yiyecek verdiği bir anne kedi ve yeni yürümeye başlayan dört küçük yavrusunun üzerine kovayla su atarken görmüş evimizin penceresinden Neriman Morgil’i. N. Morgil’e bir şey dememiş. Sadece yavrulara “gelin yavrularım şu tarafa, kaçın oradan”, diye seslenmiş. Bunun üzerine Neriman Morgil “çok seviyorsan al evinde bak” diyerek eşime çıkışmış. Eşim de “evimde de bakarım, sokakta da bakarım, boş arsada da bakarım, seni ilgilendirmez”, demiş.

Bunun üzerine Neriman Morgil eşime hitaben “mahkemede senin aleyhine bir ifade vereyim de gör gününü. Serpil’in dediklerini ben de söyleyeyim de eline bir sopa verip Serpil’i tehdit ettireyim de gör bakalım nasıl bakarmışsın kediye”, demiş.

Daha önceki beraat ettiğim davada yalan söylemediği ve bu ikinci davamıza konu olan olayda da “ben yalan söyleyemem, karakola gidersem gördüğümü söylerim”, diyerek Ahmet ve Serpil Morgül’ün yalancı tanıklık önerisini reddettiği için biz Neriman’ın bu tehdidinin gerçekleşmeyeceğini sanıyorduk. Böyle dedi ama yalana sapmaz herhalde, bu güne kadar yapmadı, herhalde kızgınlıkla söyledi, diye düşünmüştük. Ama yanılmışız. Duruşmada sizin karşınızda eşime yaz ortasında söylediklerinin aynısını söyledi. Bereket ki ifadesinin benim hakkımdaki bölümünde yalan ve iftiraya yönelmedi. O bölümde polise verdiği ifadenin aynısını tekrarladı.

Bu belki eşime kendisinin daha çok kızdığından kaynaklanıyor. “Bu kadın bu sokak hayvanlarına bakmasa bu adam hiçbir sorun çıkarmaz. Ama eşi yüzünden o da bu dava konusu olaylara karışmış oluyor.”, diye düşünmesinden kaynaklanmıştır. Nitekim 4 yıl önce Neriman Morgil’le benim aram dostçaydı. O bana amca diye hitap ediyordu, ben de ona bizim yörede yeğenim anlamına gelen “amcam” diye hitap ediyordum.

Beraat ettiğim davadaki dürüst tutumundan dolayı da o aralar artık hiç konuşmuyor olsak da ben ona bir karşılaşmamızda “sen, diğer Morgül’lerden farklısın. Sen dürüstsün, sana karşı eşimin de benim de hiçbir olumsuz düşüncemiz yok, bunu bilmiş ol”, demiştim… Belki de bu tutumum etkili oldu.

Bu da yalancı tanıklar kervanına katıldıktan sonra Ahmet Morgül, bunların tümünü Çekmeköy’deki savunmasını üstlenen avukatlık bürosuna götürmüş, orada öğütlenmişler. Ve belki de bu sebepten böyle ifade verdi yani eşime iftira-suç attı. Böyle etmekle de söyledikleri bir diğer düzmece- yalancı tanık Fidan-Şemsi Tansarıkaya’nın eşim hakkındaki iftiralarıyla uyuşmuş oldu…

Neriman Morgil, eşim hakkındaki ifadesinde ortaya koyduğu yalan ve iftirada ölçüyü o denli kaçırıyor ve sınır tanımıyor ki söylediklerinin hiçbir inandırıcılığı kalmıyor, gülünçleşiyor. Şöyle diyor:

“TANIK BEYANINDA: Katılan sanıklar ile aynı apartmanda otururuz. Suç tarihinde kiracımız Hatice Kaba saat 16.00 sıralarında zilimi çaldı. Serpil ile üsttekiler yani Nurullah ve Hacer’in kavga ettiklerini söyledi ben de yukarı çıktım. Serpil’in kapısının önünde Nurullah ve Hacer hanımı kapının önünde gördüm. Hacer’in elinde bir sopa vardı ve Serpil’e seni öldüreceğim diyordu. Ben de Nurullah’a sen büyüksün büyüklük yapman lazım diyerek Serpil’in evine girdim. Serpil darp edilmiş halde yerde idi. Bebeği de yerde ağlıyordu. Serpil’in kapısını kapattım onlar da evlerine çıktılar. Serpil de polise telefon açtı bilgim bundan ibarettir dedi.”

Buradaki anlatıma göre Serpil’i elindeki sopayla eşim darp etmiş ve yere sermiş oluyor. Ben geri planda kalıyorum. Yani darpta benim dahlimin olmadığı şeklinde bir anlam çıkıyor. Eşim darp edip yere sermekle yetinmiyor Serpil’i hala “seni öldüreceğim kadın”, diyor.

Bu yalan ifade ilkin Serpil’in kendi anlatımıyla uyuşmuyor. Tamam, Serpil de eşimin eline sopa veriyor ve tehdit ettiriyor ama beni yere serdiler filan demiyor. Tam tersine Serpil’e göre onu ben darp etmiş oluyorum hem de evine de girerek, o ise dolaptan keser sapını çıkarıyor, beni döverek evinden atıyor. Yani bırakalım yere serilmiş olmayı beni kovalıyor sopayla. Neriman eşime olan kin ve öfkesinden söylediği sözün ciddiyetsizliğini göremiyor. Gözü dönmüş.

Sonra Serpil, polis ifadesinde de mahkemede size verdiği ifadede de ben yere serildim filan demiyor. Neriman’ın geldiğinden de söz etmiyor. Neriman’ı mahkemenizdeki ifadesinde de yok sayıyor. Ben Nurullah’ı sopayla döverek evimden çıkardım, deyip olayı sonlandırıyor.

Neriman’ın eşime yönelik yalanının bir diğer olayın doğal akışına uymayan yönü de şudur: evet, Neriman gelince beni de eşimi de Serpil’in kapısı önünde gördü. Eğer eşim elinde sopayla Serpil’e tehditler savuruyor olsaydı bana hitap etmezdi. Oysa, ben önde eşim arkada yani ben arada olduğum için bana hitap etti “abi sen büyüksün”, diye. Yani olayı bitirmemizi benden istedi. Eğer ben pasif, eşim aktif, saldırgan olsaydı bana değil eşime hitap ederdi “hoca hanım sen büyüksün”, diye. Çünkü yaşça sadece ben büyük değilim. Eşim de Serpil’in anası yaşındadır. Bu da gösteriyor ki Neriman’ın saptığı bu yalanın iler tutar yanı yoktur.

Yazık etmiştir kişiliğine. Demek ki onun da ahlaki tutarlılığı, güvenilirliği bu kadarmış. Ne yaparsın…

Kıdemli Yalancı Tanık Ayşe Morgil’in İfadeleri

Şimdi de gelelim bir diğer Morgil’in yalanlardan ibaret tanıklığına. Bu da Ayşe Morgil’dir. Beraatla sonuçlanan bundan önceki davanın da yalancı tanıklarındandır Ayşe Morgil. O bu işte hayli kıdem edinmiştir. Bu kişi olayda yoktu. Görmüşlüğü, işitmişliği yoktur, buna rağmen bana ve eşime düşmanlığından bu iftiraları atmıştır. Bize karşı her iftirayı da atmaya teşnedir. Önceki davada benden davacı olan Ahmet Morgül’ün hakkımdaki yalanlarını bile geçmiştir bunun yalanları. O savunmada belirtmiştim bunları…

Şimdi gelelim bu kişinin polisteki beyanına:

“Ben Serpil MORGÜL isimli şahısla aynı apartmanda otururum, evimde oturduğum esnada üst katta sesler duydum ve ne olduğuna bakmak için yukarı çıkmak istediğimde Hacer TANKUT isimli şahıs bana engel oldu, o esnada Serpil MORGÜL isimli komşumun evinin kapısının önünde Nurullah TANKUT isimli şahıs dövüyordu, dövme neticesinde Serpilin evin içerisine girdiler, Serpilin çocuklarından birisi kucağında biriside yanında olduğu için kendini zor savunuyordu, gözümün önünde Serpil isimli şahsı Nurullah isimli şahıs darp etti, hakarette ediyordu ancak ne dediğini tam olarak anlamadım, eşi Hacer isimli şahıs beni engellediği için kavgayı ayıramadım, bir süre sonra kavga bitti, Serpil isimli komşum evin kapısını kapatarak, içeri girdi, benim olay hakkında diyeceklerim bundan ibarettir, dedi.”

Bu da gördüğümüz gibi bambaşka bir telden çalıyor. Bu, bana öfkeli ve kızgın. Bakın eşim hakkında hiçbir suçlamada bulunmuyor. Bu konuda söylediği sadece kendisini tutarak kavgayı ayırmak istemesine engel olması. Yoksa başka hiçbir şey söylememiş ve yapmamış oluyor eşim. Bense Serpil’i hem dövüyorum hem evine giriyorum hem de hakarette bulunuyorum ona. Halbuki şikayetçi Serpil bile benim hakarette bulunduğumu iddia etmiyor. “git, sen eşime nasıl hakaret edersin”, dedi, diyor polis ifadesinde. Mahkemenizdeki ifadesinde de daha net bir şekilde “Bana tehdit ve hakarette bulunan sanık Hacer’den ve rızam dışında zorla evime giren sanık Nurullah’tan şikayetçiyim”, diyerek benim kendisine karşı herhangi bir hakarette bulunmadığımı beyan ediyor.

Yalancı tanık Ayşe Morgil, mahkemenizdeki ifadesinde ise poliste söylediği yalanın çok önemli bir bölümünü unutmuş olacak ki onun yerine bambaşka, onunla tümüyle çelişen bir yalana başvuruyor. Şöyle diyor:

“Ben müşteki sanıklar ile aynı apartmanda otururum. Suç tarihinde apartmanın önünde bulunduğum sırada apartmanın giriş kapısı açıktı giriş katta oturan Serpil’in evine evinin daire giriş kapısının holüne girdi. Eli ile Serpil’in kafasına Nurullah vurdu Serpil’in çocukları ağlıyordu. Sanık Hacer orada idi biz Serpil’i alıp evin içine soktuk. Hakaret tehdit içeren sözler duymadım. Serpil’de sopa ile Nurullah’a vurdu bilgim bundan ibrettir dedi.

Emniyet ifadesi okundu. Kısmi çelişki nedeniyle soruldu: oradaki ifademde Nurullah’ın hakaret ettiği şeklinde beyanım yazılmış ise de ben hakaret içeren bir söz duymadım, Neriman Morgül de orada idi dedi.”

Gördüğümüz gibi polis ifadesinde Ayşe Morgil alt kattaki evinde otururken sesleri duyup merdivenlerden çıkıp geliyor. Ayırmak istiyor bizi ama eşim engel oluyor. Huzurunuzdaki ifadesinde ise olay sırasında apartmanın önünde oluyor. Apartman kapısı da açık olduğu için olayı görüyor. Üstelik de Serpil’i alıp evin içine sokuyor. Olay da böylece bitiyor. Burada tehdit ve hakaret içeren sözler duymadım, diyor. Eşime yönelik de hiçbir suçlamada bulunmuyor.

Görüldüğü gibi iki ifadenin de bana yapılan iftira dışında hiçbir benzerliği ve tutarlılığı yok.

Kaldı ki apartmanımızın kapısının onu otomatik olarak örten amortisörlü kolu vardır. Kapı, biri tarafından açık tutulmadıkça açık kalmaz. Hemen örtülür, yumuşak bir şekilde. Kapıdaki bu düzenek resim no: (10 ve 11)’de görülmektedir.

 

Bir Yalancı Tanık Daha: Hatice Kaba

Gelelim Hatice Kaba’nın yalan beyanlarına. İlkin polisteki beyanını görelim:

“Ben Serpil Morgül’ün komşusu olurum, Serpil abla pazara gittiği için 7 aylık bebeğine ben bakıyordum, Serpil abla pazardan geldi ve bebeği ona verdim o esnada kapıdan çıkarken, Hacer isimli şahısla Serpil abla karşı karşıya geldi ve Serpil abla Hacer isimli şahsa hitaben ‘neden bana hakaret ettiniz’ diye sesini apartmanda duydum, hakaret yada başka bir söz söylemedi eve gireceğim esnada Serpil ablanın çığlığını duydum, Hacer isimli şahısla tartıştığı esnada çocuğunu falan düşürdü sandım ve tek başıma çıkmamak için ev sahibimizin kapısına çalarak beraber çıkmak istedim, ancak ev sahibi çıkmadı, o esnada panikledim, elimde çanta vardı eve bırakıp Serpil ablanın dairesine çıkarken Serpil ablanın evinin dairesinden Nurullah isimli şahsın çıktığını gördüm, Nurullah isimli şahısla Serpil abla dairesinin önünde sen neden benim karıma hakaret ettin, tarzında tartıştılar Serpil abla yine de herhangi bir hakarette bulunmadı, sonra evin kapısını kapatarak içeri girdi, olayla ilgili başkada bir şey görmedim, olay hakkında diyeceklerim bundan ibarettir”

Dikkat edersek burada sadece benim hakkımda Serpil’in evine girdiğim şeklinde bir yalan beyan var. Onun dışında bana da eşime de başka bir iftirada bulunmuyor. Sadece aşağıda evime girerken Serpil Abla’nın çığlığını duydum, diyor. Dolayısıyla da Serpil darp edilmiş oluyor.

Halbuki aynı konuda Neriman Morgil’in aktarımı şöyle: “alt katta bulunan komşum Hatice Kaba zilimi çalarak, komşu yine üst kattakiler bağırıp çağırıyorlar dedi,” diyor. Demek ki Hatice Kaba çığlık duymuyor, “bağırıp çağırma” duyuyor.

Hatice Kaba’ya göre, panikliyor ama Neriman çıkmadığı için kendisi çıkmak zorunda kalıyor. Ve yukarı çıkarken de benim Serpil’in evinden çıktığımı görmüş oluyor. Oysa bu konuda Neriman Morgil ne diyor? “Hatice Kaba’nın zilimi çalması üzerine üst kata ben yalnız çıktım ve olayı sonlandırdım”, diyor. Yani Hatice’yle çıktık demiyor. Ben çıktım, diyor, sadece ben gördüm diyor.

Hatice Kaba’nın ifadesinde doğru olan tek cümle olay başladığında bir alt katta yani Neriman’ın evinin önünde kendisinin bekliyor olması ve Neriman’ın zilini çalması. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi Serpil’le yaptıkları plan gereği kendisi orada beklemektedir. Ama benim o gün evde bulunup aşağıya inmem planlarını bozuyor. Bunun üzerine Hatice Kaba diyor ki “panikledim”. Bu doğrudur. Ummadıkları bir durum ortaya çıkıyor. Ve kendisi olaya müdahale etme cesareti bulamıyor. Panikleyen insan ne yapar? Kendisinde bu duruma yol açan olay yerinden uzaklaşır. Kendisini güvenli bulduğu bir yere atar. Psikoloji biliminin ortaya koyduğu veriye göre bu tür durumlardaki insan davranışı böyle olur. Hatice Kaba ise Neriman çıkmamış olmasına rağmen tek başına olay yerine geliyor.

Onlar, Neriman “ben yalan söyleyemem. Karakola gidersem gördüğümü söylerim”, dediği için “sen gelme öyleyse” diyorlar. Yalanlarını da Neriman’ın yokluğu üzerine kurguluyorlar. Bu Neriman’ı çağırmış oluyor ama Neriman gelmiyor. Serpil’in ve yalancı tanıklarının tümünün anlatımı Neirman’ın yokluğu üzerine inşa edilmiş yalan ve iftiralardan ibarettir.

Onlar şunu hesap edemiyorlar: Serpil ve eşi Ahmet Neriman’ı tanık göstermezse o, poliste de mahkemede de dinlenmez. Böylece de Neriman’ın olaydaki görgü tanıklığını kimse bilmemiş olur.

Neriman’ın benim tarafımdan olayın tek tanığı olduğu için tanık gösterileceğini ve savcının da benim bu talebimi kabul ederek Neriman’ı dinleyeceğini hiç var sayamıyorlar. O nedenle olaya ilişkin yalanlarını Neriman’ın yokluğu üzerine oluşturuyorlar.

Hatice Kaba’nın Ustaca Planladığını Düşündüğü Manevra

Hatice’nin dışındaki tüm yalancı tanıklar ve Serpil mahkemenizde de yalanlarını Neriman’ın yokluğu üzerine inşa ettiler. Yeni manevralar yaparak başka kurgular ortaya koyamadılar. Fakat bunu sadece Hatice Kaba yapabildi, başarabildi. Bu da onun diğerlerinin tümünden daha zeki olduğunu gösteriyor. Zaten kiracı olmasına rağmen oturduğu evin adresini duraksamadan söyleyebildi. Bir de Serpil söylemişti. Diğerleri hatırlayacağınız gibi asla beceremediler bu basit işi.

Şimdi Hatice Kaba’nın bu ustaca ve zekice planlanmış manevrasını görelim yani mahkemedeki beyanına bakalım:

“Ben aşağıya kendi daireme indikten sonra Serpil’in çığlılarını duydum tekrar olay yerine geldiğim de, sanık Nurullah’ı Serpil’in dairesinin içinden hışımla çıktığını gördüm. Ev sahibimin kapısını çaldım Ev sahibim olan Neriman Morgil’e haber verdim. Ben kimsenin birbirine hakaret tehdit içeren bir sözünü duymadığım gibi kimin kime vurduğunu da görmedim bilgim bundan ibarettir, dedi.”

Gördüğümüz gibi mahkemenizdeki beyanında Hatice Kaba Serpil’in çığlığını duyar duymaz panikleme filan yaşamıyor. Hemen ev sahibi Neriman’ın zilini de çalmıyor. Doğruca yukarıya yani olay yeri olan Sepril’in evinin önüne geliyor. O arada benim Serpil’in evinden çıktığımı görüyor hem de hışımla. Burada bir de duygusal öğe ekliyor yalanına “hışımla” diyerek. Peki, sonra ne yapıyor? Aşağıya –21’deki evine doğru çekip gidiyor. Giderken de Neriman’ın ilk kez zilini çalıyor ve Neriman da hemen çıkıyor. Neriman’a olayı haber veriyor ve evine gidiyor. Böylece de Neriman’ın güya olaya dahil olup olmadığının bilgisine sahip olmuyor. Yalanının ucunu açık bırakıyor, haber verdim gittim, diyor. Çünkü Neriman’ın benim talebim üzerine polis ifadesinin alındığını ve mahkemeye de çağırılacağını biliyor. Kendi yalanıyla çelişmemesi için Neriman’ın olaya ne şekilde dahil olduğunu bilmemiş oluyor böylece. Yani Neriman olaya dahil olmuş olsa bile bu kendisinin dahil olduğu anda olmamış oluyor.

Birinci beyanında Neriman’a öncelikle haber veriyor ama Neriman çıkmıyor. İkinci beyanındaysa Neriman’a evine giderken haber verip geçiyor. Bizce oldukça zekice tasarlanmış bir manevra…

Fakat bu akıllıca manevra bile insan psikolojisi ya da doğal insan davranışı göz önüne alındığında çuvallıyor. Şöyle ki:

İnsan çok sevdiği ve hergün görüştüğü bir yakını böyle bir felakete uğradığında onu görür görmez hemen duraksamadan bırakıp gider mi yoksa mağdur dostun yanında uzun süre kalarak onun yarasına merhem olmak mı ister? Kuşkusuz, ikincisi. Birincisini yapan bir kişiye zulme uğrayan yakını kırılır, küser. Felaketi görüyorsun ama hiçbir yardımda bulunmadan ve hiçbir şey söylemeden çekip gidiyorsun. Böyle yakınlık, dostluk mu olur?

H. Kaba’nın anlatımına göre Serpil’in elinde sopa filan da yok. Ben hışımla evinden çıkmışım. Hadi yeniden girersem? Serpil yeniden çığlık atarsa ben onu darp ettiğimden dolayı? Bütün bu ihtimaller ortadayken bir dost bırakılıp gidilir mi? Felaketi görüyor, ne Serpil’e ne bize bir şey söylemeden anında yok oluyor ortadan. Böyle bir şey olabilir mi?

Halbuki Neriman’ın polis ifadesindeki anlatımı Serpil’in suçlarına ilişkin olanı hesaba katmazsak ne kadar doğal insan davranışına uygun, değil mi? Görür görmez bana hemen “abi sen büyüksün” diyor. Ve Serpil’i alıp dairesine sokuyor. Orada da kalıyor… Bütün bunlar Hatice’nin çakma tanık olduğunun tekrar tekrar göstergesidir, kanıtıdır.

Tanıklardan Neriman’ın dışındakilerin hepsi düzmece, ısmarlama tanık oldukları için işte böyle doğal insan davranışı açısından iler tutar yeri olmayan, her yanından dökülen saçma yalan ve iftiralardan ibaret beyanlarda bulunuyorlar. Ne yapsınlar? Onlar da ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorlar. Ama halkımızın dediği gibi “yalanın harmanı olmaz.” Yani bin yalandan bir tek doğru oluşmaz. Ondan bir ürün ortaya çıkmaz tabiî faydalı anlamda.

 

Hatice Kaba’yı Serpil’in Eşi Ahmet Morgül’ün Yalancı Tanıklığa Azmettirmesi

Olay günü karakolda bekleme odasında eşimle birlikte ifade sıramızın gelmesini bekliyorduk. Bu arada Hatice Kaba önde, Ahmet Morgül arkada karakolun giriş kapısından salona girdiler. Salonun ortasına gelindiğinde Hatice Kaba, arkasında birkaç metre gerisinde bulunan Ahmet’e yüzünü dönerek “Ahmet abi ben merdivenden çıkarken o adamın sizin daireden çıktığını gördüm diyeceğim, değil mi?”, diye sordu. Eşimle ben ve bazı polisler de o gün karakol amiri olan sivil giyimli Ebubekir Bey (fezlekede imzası da vardır) de bu konuşmayı duydu. Eşim, bekleme odasının açık olan kapısından bunlara yüksek sesle seslendi:  “yalan ifade düzmeyin, gerçeği anlatın!”, diye. Eşimin bu tepkisi üzerine Ebubekir Bey, bizim oturmakta olduğumuz bekleme odasının önüne gelerek bize şöyle dedi: “telaşlanmayın, onlar yalan söylerse siz doğrusunu söylersiniz.”

Bir süre sonra Hatice Kaba ifade alınan odaya giderken ben, oturmakta olduğumuz odadan çıkıp yanına yaklaştım. “yalan ifade verme, ne gördüysen onu anlat!”, dedim. Benim bu hitabımı ifade odasında ifade alan polis de duydu. Ayağa kalkıp önüme geldi ve “Burası karakol, burada nasıl böyle konuşursun”, dedi bana. Ben de “baksanıza biraz önce yalan ifade düzdüler burada, onun üzerine uyardım”, dedim. Polis tekrar ifade yerine gitti. Hatice Kaba da hiçbir tepki vermedi benim uyarıma.

Bir süre sonra ifade sırası bana geldi. Ben ifademde Hatice Kaba’yla Ahmet Morgül arasında geçen bu konuşmayı aynen aktardım. Polis ifademde görülebilir bu cümle.

Bu olayın olduğunun net mantıki kanıtı şudur: ben bu konuşmayı yani Hatice’nin dönüp Ahmet’e bu soru cümlesini söylemesini duymasam, onun böyle bir ifade vereceğini, beni böyle bir iftira ile suçlayacağın nereden bilebilirim?  Buna imkan yok. Nitekim yalancı tanık Ayşe Morgül’ün ne diyeceğini bilmediğimden o konuda hiçbir şey belirtmedim ifademde. Bunu da duymamış olsaydım belirtemezdim.

Hatice’nin Ahmet’e dönüp bu sorusunu polisler de duydu dedim ya emniyet amiriyle birlikte. Bu nedenle ben ifademde bu ibareyi geçireceğimde “sizin de duyduğunuz gibi şu soru cümlesi kullanılarak düzdükleri yalan ifadenin pekiştirmesi oldu burada biraz önce”, dedim. İfade alan polis “amca bizi karıştırma ya”, dedi. “Biz kendi işimizi yapalım, sen ifadeni ver. Gerek olursa ileride söylersin bunu”, dedi. Ben de bana iyi davrandıkları hatta pasta bile ikram ettikleri için onları üzmek istemedim. Bize iyi davrananları üzüp kırmayı asla beceremeyiz biz. “Tamam, öyle olsun bakalım”, dedim.

Sonra, Hatice Kaba’nın benim bu uyarım üzerine kendisine öğütlenen yalan ifadeden vazgeçebileceğini düşündüm. Çünkü suçüstü yakalanmışlardı karakolda bu konuşmayı yaparak. Ama yanılmışım. Meğer karakola gelmeden önce Ahmet, eşi Serpil’i, Hatice’yi ve Ayşe Morgil’i bu konuda azmettirmiş. Ezberletmiş onlara bu iftirayı iyice.

Son duruşmamda işte bu sebepten, bu yalancı tanıklığa azmettirme işinin iyice belgelenmesi için karakol amiri Ebubekir Bey’in de mahkemenizce çağırılıp bu konudaki beyanının alınmasını talep etmiştim. Mahkemeniz ret kararı verdi talebime yönelik. Daha sonra öğrendiğime göre karakollar kameralarla sürekli görüntüleniyormuş ve kayda alınıyormuş. Bu kayıtlar ne kadar süre muhafaza edilir, bilmiyorum. Eğer elde edilmesi mümkünse gerek görülmesi halinde bu kayıtta da Hatice ile Ahmet’in konuşması ve görüntüleri açıkça tespit edilecektir. O gün takriben saat 16.00 ile 23.00 arasında karakolda idik. Bu saatler içindeki görüntülerde mutlaka izlenir sözünü ettiğimiz şey.

Hatice’nin de eşinin de apartmanımıza ilk taşındıkları günlerde benim eşimle araları çok iyiydi. Çok saygılı davranıyorlardı eşime. Eşim de sevecen davranıyordu. Sonra bir anda bunların ortada hiçbir görülür olay yokken tutumları değişti. Önce bizi karşılaşmalarımızda görmezlikten gelmeye başladılar. Yüz yüze gelince isteksizce, soğuk bir şekilde selamlaştılar. Kısa süre sonra da bizimle her türlü sözlü diyalogu kestiler. Eşim ilkin şaşırdı buna. Fakat bunların da bizimle yıllardan beri uğraşan ve bizi apartmandan kaçırtmayı planlayan ekibe dahil olduklarını anladık bir süre sonra. Artık bunlar da öbürleri gibi acımasız hayvan düşmanı olmuşlardı. Hatta yukarıda andığım gibi Hatice Kaba küçücük kedi yavrularına taşla, kesekle saldırmayı bile vicdanına sığdırabiliyordu.

Komşulardan duyumlarımız üzerine öğrendik ki Ahmet Morgül, kilolarla kuru çay vererek (babası Rize’deki köyünde çay üreticisidir), makam şoförü olarak çalışmakta olduğu Üsküdar Belediyesinden bedava kömür alıvererek ve Hatice’nin eşine Belediyede iş bulma vaadiyle Hatice’yi ve eşini ekiplerine dâhil etmiş. Bu ilişkilerin sonucu olacak, şu anda yani bugün bile sokak hayvanlarına ve eşime karşı en saldırgan ve kindar davranan Hatice Kaba’dır.

Ayşe’nin oğlu, Neriman’ın eşi olan Özcan Morgil de Haticelere yakacak tahta kasa temin ederek (Mecidiyeköy’de gıda büfesi işletmektedir kardeşiyle birlikte) ve yıllık kira artışını çok düşük tutarak (mesela bu yıl sadece 10 TL zam yapmış Haticelerin kendisine ödedikleri ev kirasına) onları bize karşı kışkırtmaktadır. Ahmet Morgül ve Özcan Morgil ekibi Hatice’yi “tetikçi” olarak kullanmaktadır bir anlamda…

Morgiller de aslında Morgül’dür

Bu apartmanı yaptıran Özcan Morgil’dir. Biz de diğerleri de oturmakta olduğumuz daireleri bundan satın aldık. 2002’de tapu işlemleri sırasında ben bu Morgil işini Özcan Morgil’in babası Mehmet Morgil’e sordum. “Mehmet Ağa, siz Morgil misiniz Morgül mü?”, diye. Bana “yahu hoca Morgil diye bir şey olur mu yahu? Bu nüfus memurunun halt etmesi. Yanlış yazmış, biz Morgül’üz”, dedi. Nitekim bir ikametgah işi için o an bağlı olduğumuz mahalle muhtarına birlikte giderken “bizim akrabamız”, dedi, Muhtar Fikret Morgül için. Zaten mahallede de bunların hepsini Morgül diye bilir herkes.

Ayrıca, apartmanın Özcan tarafından konulan adı da “Morgül Apartmanı”dır. Bu adı içeren resmi geçen duruşmada size vermiştim. Dosyaya koymuştunuz.

Bundan başka, Özcan Morgil, yukarıda da belirttiğimiz gibi şu anda erkek kardeşiyle birlikte Mecidiyeköy’de bir gıda büfesi işletmektedir. Ve büfenin adı “Morgül Büfe”dir. Özcan ve diğer çalışanlar da bu adın yazılı olduğu önlükler giymektedirler. Resim no  (1)’de Özcan Morgil’in giydiği önlük netçe görülmektedir, Büfelerinin telefon no’su ile birlikte. Bu resim, Özcan’ın oturduğu apartmanın -1 no’lu dairesinin balkonundaki çamaşır ipinde önlük asılı iken çekilmiştir.

Serpil ve Ahmet, Özcan’ın annesi Ayşe’ye “hala” diye hitap etmektedir. Bu hitap da aralarında bu kavramın çağrıştırdığı bir akrabalık bağı olduğunu gösterir.

Demek istediğimiz, Morgiller ve Morgüller aynı köylü olmakla birlikte akrabadırlar da. Zaten Morgüller’in zemindeki daireyi Özcan’dan almaları da bu bağla mümkün olmuştur…

Mesela ben emlak komisyoncusu aracılığıyla burayı bulup satın aldım. Bunlarınki ise yukarıdaki nedenden olmuştur…

Hatırlayacağımız gibi Serpil ve yalancı tanıkları huzurunuzda akraba olmadıklarını, birilerinin Morgül öbürlerinin Morgil olduğunu iddia etmişlerdir. Yani bu konuda da yalan beyandan geri durmamışlardır…

Gelelim Fidan-Şemsi Tansarıkaya’nın ifadesine

Bu kadın da ortalama 4 yıldır bizimle konuşmuyor. Bunun derdi de kuşlar ve sokak hayvanları… Eşim komşuların biriktirip getirdiği bayat ekmekleri suda bekletip iyice yumuşatır, sonra da onları karşımızda olan sokağın öbür tarafındaki boş arsanın ortasına koyduğumuz büyücek bir tepsi biçimindeki mermer parçasının üzerine yayar. Bir bölümünü de evimizin yan tarafındaki metruk gecekondunun çatısına atar. Bu yiyecekleri önce martılar sonra kargalar sonra güvercin ve serçeler yiyerek kısa sürede bitirir. Evimizin üst tarafındaki apartmanın tamamında sülalecek oturan Erzincanlı komşulardan biri eşime müdahale ediyor. “O belediyeye ait arsaya ekmekleri atma, benim göz zevkimi bozuyor”, diyor. Eşim de ben de karşı çıktık. “Bu ne zalimlik”, dedik. “O hayvanlar da can taşıyor, bu bayat ekmekler onların kursağına girse kötü mü olur? Bunun kime ne zararı var? Kaldı ki o arsa senin evinin önünde değil, sokağın karşı tarafında”, dedik. Bu tartışmaya Fidan-Şemsi Tansarıkaya da hemen karşı taraftan yana müdahale edip bağırıp çağırmaya başladı bize. Eşim de ona cevap verdi. Dört yıl kadar önceki o günden bu yana konuşmuyoruz bu kişiyle.

Davayla ilgili olarak da Serpil Morgül bunu çay verme vaadiyle (yukarıda söylemiştik ya eşi Ahmet Morgül’ün babasının çay üreticisi olduğunu) yalancı tanıklığa ikna etmiş. Bunu eltisi söyledi eşime. Eltisi “yapma, ayıptır. Görmediğin bir olayda yalancı tanıklık yapmak çok ayıp ve günah bir şeydir”, demiş buna. Bu da cevaben “ne yapayım, Serpil her gün bana telefon ediyor, gel benden yana şahitlik yap, sana çay vereceğim, diye”, demiş.

İşte bu duyumumuzdan dolayı son duruşmada Serpil ve Fidan-Şemsi Tansarıkaya’nın geçmiş üç aya yönelik cep telefonu konuşmaları dökümünün istenmesini talep etmiştik mahkemenizden. Siz reddettiniz.

Duruşma sonrası Fidan-Şemsi Tansarıkaya’nın apartmanının zemin katında oturan temiz kalpli bir komşumuz olan Türkan Hanım, Fidan’ı evine çağırmış. Ardından eşimi de çağırmış. İkisi de gelince Türkan Hanım Fidan’ı paylamış: “Utanmadın mı yaptığından? Beş on kilo çay için yalancı tanıklık yapmaktan hiç sıkılmadın mı? O yalanları nasıl uydurdun? Eğer çok ihtiyacın var ise Hoca Hanım’a söylerdik, sana çay alıverirdi, neden yaptın bunu?”, demiş. O ise cevabında: “Serpil rica etti, eşi Ahmet geldi, beni ve Neriman’ı Çekmeköy’deki avukatlık bürosuna götürdü, orada kararlaştırdık mahkemede söylediklerimizi”, demiş.

Eşim de “hiç utanmadın mı yaptığından? Sen nasıl insansın?”, diye sormuş. Bunun üzerine de eşime “Hoca Hanım, biz cahiliz. Sen okumuş insansın. Sen gelseydin senin için de giderdim şahitliğe”, demiş. Eşim de artık sözün bittiğini anladığı için bir şey dememiş…

Gelelim mahkemenizdeki ifadesine:

“Ben katılan sanıkların yanındaki apartmanda otururum. Suç tarihinde saat 13.00 sıralarında evimin balkonunda idim çocuğumun okuldan gelmesini bekliyordum. Balkondan katılan sanık Serpil’in evi gözükmektedir. Benim evim 5. Kattadır Serpil’in evi ise yandaki apartmanın giriş katıdır. Ben evimin balkonunda iken sanıklar Nurullah ile Hacer’in Serpil’in kapısına dayandıklarını gördüm. Hacer’in elinde sopa vardı. Hacer’in elindeki sopayı Serpil’in kafasına vurduğunu gördüm. Her iki katılan sanık olan Nurullah ve Hacer’de katılan sanık Serpil’e seni öldüreceğim diye bağırıyorlardı dedi. Tanığa tekrar hangisinin tehdit ettiği sorulduğunda Hacer’i göstererek Hacer Serpil’e seni öldüreceğim diye tehdit ettiğini duydum. Beni görünce Hacer ile Nurullah kendi dairelerine çıktılar. Yukarıda ifadem yanlış anlaşıldı Nurullah ile Hacer beni görünce benim yanlarına geleceğimi anladılar apartmanın giriş kapısını kapattılar. Bende aşağıya Serpil’in yanına gitmek istediğimde apartmanın kapısı kapalı olduğundan içeri giremedim. Serpil’in ziline basmadım tekrar çekip evime gittim, dedi.”

Yalancı tanık Şemsi, bizim apartmanın üst tarafında bulunan kot farkı nedeniyle bizim apartmandan da 1 metre kadar yüksekte bulunan apartmanın 5’inci- en üst katında oturmaktadır. Olaysa bizim apartmanın giriş dairesinin önünde olmuştur. Fidan-Şemsi Tansarıkaya dairenin sadece önünü değil, içini de gördüğünü iddia ediyor. Bizim evine girdiğimizi, önce her ikimizin de Serpil’i dövüp tehdit ettiğimizi, sonra sizin sorunuz üzerine ikimizin değil de sadece eşimin sopayla Serpil’in kafasına vurarak dövdüğünü ve “seni öldüreceğim kadın”, diye tehdit ettiğini iddia etmektedir. Sizin de olmazlığını anında görüp anladığınız gibi bu iddianın artık iler tutar yeri olmadığı gibi yalanın bu kadarı da insanın içini kaldırıyor. Nitekim siz de iddiası karşısında “senin kafanda var mı kızım, sen hasta mısın?”, diye sormak durumunda kaldınız haklı olarak.

Bize ise “apartmanların fotoğrafını çekerek getirin diğer duruşmaya”, dediniz. Biz bunu yaptık.

Resim no (2), Fidan-Şemsi Tansarıkaya’nın olayı gördüğünü iddia ettiği balkonunun takriben sadece 1 metre üzerinden çekilmiştir. Doğal olarak onun balkonuna giremezdik, fotoğraf çekmek için. Zaten hiç konuşmuyoruz artık. Bu sebeple onun balkonunun tam üzerinde bulunan damdan yüzükoyun yere yatarak çekilmiştir bu resim. Apartmanlarında çatı yoktur.

Resimde de apaçık görüldüğü gibi Fidan-Şemsi Tansarıkaya’nın balkonundan bizim apartmanın giriş kapısı bile görülmemektedir. Çünkü kapının tam üzerine gelen yerden başlamak üzere apartmanın bir metre kadar çıkması vardır yana doğru. Buna ilaveten de ek bir koruma olarak kapı girişini yağmurdan kardan uzak tutması için bir kiremit uzunluğunda daha çıkma yapılmıştır. Onun balkonundan bizim apartmanın sadece avlusu görülmektedir. Yani bizim apartman giriş kapısı bile görülmemektedir. Kaldı ki apartmana girdikten sonra hem yukarıya çıkan hem de aşağıya (-1ve -2 no’lu dairelere) inen merdiven mesafesi vardır. Ancak o mesafelerin bitiminde daire giriş kapısı bulunmaktadır Serpil’in. Başka türlü ifade edersek bizim apartman giriş kapısı ile Serpil’in giriş kapısı arasında tamı tamına 2 metre 88 cm’lik bir uzaklık bulunmaktadır.

Doğaüstü Yeteneklere Sahip Bir Yalancı Tanık: Fidan-Şemsi Tansarıkaya

İşte Fidan-Şemsi Tansarıkaya kendi balkonundan bizim apartmanın giriş kapısını bile görememesine rağmen merdiven boşluğunu geçip Serpil’in dairesinin içini görebilmektedir. Sanki gözleri röntgen makinesinin çıkardığı X ışınları benzeri bir ışık saçmaktadır.

Ayrıca, bizim apartmanın kapısı zaten açık durmaz. Kapıyı bıraktığınız anda amortisörlü kol kısa sürede onu örter. (Resim No: 11’de bu düzenek görülmektedir.) Dolayısıyla olay anında kapı örtülü idi.

Bütün bunlara rağmen Fidan-Şemsi Tansarıkaya, sadece görmekle yetinmiyor, 5 kat yukarıdan eşimin Serpil’i “seni öldüreceğim kadın” diye tehdit ettiğini de duyuyor. Demek ki sadece gözünde değil kulağında da çok uzak mesafelerden sesleri duymaya yarayan elektronik bir cihaz var. Sanki bir insanla değil de gelişkin teknoloji ürünü bir robotla karşı karşıyayız… 

Olayın olduğu yerden Tansarıkayalar’ın apartmanının sadece giriş katının penceresi ve apartman giriş kapısı görülmektedir, Resim No: 10’da netçe görüldüğü gibi. Yani bırakalım 5. katın balkonunu, 1. Katın balkonundan bile olayın olduğu yer görülmemektedir. Onun balkonundan bizim apartmanın sadece çatısı, avlusu ve giriş kapısının üzerindeki saçak görülebilmektedir, Resim No: (2)’de, Resim No: (3)’te, Resim No: (4)’te, Resim No: (5)’te, Resim No: (6)’da, Resim No: (7)’de, Resim No: (8)’de ve Resim No: (9)’da açıkça görüldüğü gibi. Başka türlü ifadelendirirsek, onun balkonu sadece bizim avludan, kapı üzerindeki çıkma ve saçak mesafesini geçtikten sonra, yani apartman giriş kapısından 1 metre daha ileri çıktıktan sonra görülebilmektedir, Resim No: (8)’de görüldüğü gibi. İki apartman arasındaki uzaklık da takriben 4-5 metre kadardır.

Şemsi-Fidan Tansarıkaya, olayın “13.00 sıralarında” olduğunu söylemektedir. Bu iddiasına da “çocuğumun okuldan gelmesini bekliyordum balkonda”, diyerek bir maddi dayanak öne sürmektedir. Çünkü çocuklar o civarda okuldan gelirler. Oysa olay, 15.00-16.00 arasında olmuştur. Yani Fidan-Şemsi Tansarıkaya’nın ifadesinin hiçbir yanının iler tutar tarafı yoktur.

Şikayetçi (müşteki-müfteri) Serpil Morgül’le davanın üç yalancı tanığının (Hatice, Ayşe ve Fidan-Şemsi) ve karakolda gerçeğin yarısını, mahkemedeyse çeyreğini yani sadece olayın bana ilişkin bölümüyle sonlandırılış bölümünü doğru ifade edip eşime ilişkin bölümündeyse ağır, ölçüsüz yalanlara başvuran Neriman Morgül’ün hazin hikayeleri işte böyledir…

İnsan bu trajik serüveni gözden geçirince bu insanlara acımadan edemiyor. Serpil, eşi Ahmet’in; Ayşe ve Neriman’sa Özcan Morgil’in (birinin oğlu, diğerinin de eşidir) kurbanıdır. Onların itmesiyle bu kadıncağızlar bu hazin, iç parçalayıcı durumlara düşebilmektedir.

Hatice ve Fidan’sa madden ve manen yoksulluk içinde yani aç bırakıldıkları için aynı acıklı durumu paylaşmışlardır, diğerleriyle.

O bakımdan şimdi de davamızın biçimini bırakıp özüne geçelim.

DAVANIN ÖZÜ, İÇ YÜZÜ, MUHTEVASI, RUHU

İnsan her durumda “ben kimim?, Şu anda neyi temsil ediyorum?”, diye sormalı kendine. Ünlü Grek düşünürü Sokrates’in de en önemli iki özdeyişinden biri “Kendini Bil”dir.

Bu soruyu davamız açısından sorarsak; biz burada en yüce insani değerleri temsil ediyoruz. Vicdanı, merhameti, acımayı, insan, hayvan, bitki ve doğa sevgisini temsil ediyoruz. Karşımızdakilerse vicdandan, merhametten, acımadan, sevgiden yoksun zalimlerdir. Bu iki uzlaşmaz karşıtlar arasında olmaktadır olay.

Bizden Davacı Olanlar Kimlerdir, Hangi Değerlere Düşmanıdır?

Bunlar, küçücük yavru kedileri taşlarlar. Kendilerine ait olmayan bahçede üstelik de. Bayat ekmeklerin ıslatılarak kuşlara atılmasına karşı çıkarlar. Geçen yazlarda kavurucu sıcakların hüküm sürdüğü günlerde eşimin hayvanların ve kuşların içmesi için bahçe duvarının dibine koyduğu su kaplarını, sularını döktükten sonra fırlatıp atarlar. Serpil ve Neriman Morgül defalarca yapmışlardır bu zalimliği.

Bu kadınları kışkırtan ve eşimin üzerine saldırtan aslında Ahmet Morgül’le Özcan Morgil’dir.

Ahmet Morgül bu davalar öncesinde bitirim havalarında sokakta dolaşıyor, yok yere komşulara bağırıp çağırıyordu. Özcan Morgil de “ağır abi” pozunda onun arkasında idi. Komşular ses çıkarmıyorlardı, belaya bulaşmamak için.

Apartmanın bakım onarım işlerinde de beni yok sayarak kendi aralarında kararlar alıyorlar, onu uyguluyorlardı. Ben önemsemiyordum bunları.

Sonunda eşimin sokak hayvanlarına yiyecek vermesine de müdahale ediyor bunlar. Ahmet Morgül iki kez Belediyeye şikâyet etti eşimi. Belediye bizi haklı buldu. Bunun üzerine eşime saldırdılar, bu hayvanlara bakmayacaksın, diye bir akşamüstü ben evde yokken. Ben eve gelince de bunların da dahil olduğu, apartmandaki üç Rizeli bizi çağırarak bu hayvanlara bakılmayacak diye ültimatom vermeye kalktılar bize. Ben bunlara sakince nasihatte bulundum hayvan sevgisinin, komşuluğun, komşu haklarının neler olduğu konusunda. Bizim bir alt katımızda oturan Mehmet Arıcıoğlu benim bu anlatımımdan etkilendi ve bunlardan ayrıldı. Bu ikisi ise devam ettiler zalimliklerine ve tuttukları yola. Bir Pazar günü Ahmet Morgül’ü bizim sokağın öbür tarafında bir anne kediye küfredip tekme sallarken gördüm. Zalimlik yapmamasını, efendi olmasını söyledim. Küfürlü karşılık verdi. Ben de iade ettim. Bunun üzerine yalancı tanıkların beyanlarıyla hakkımda dava açtırdı. Fakat bu dava sonunda haklılığım kanıtlandı, beraat ettim, cezalandırılmama gerek olmadığına karar verildi.

Bunlar, yoklama çekme anlamında birkaç girişimde daha bulundular. Ben karşılık verdim, hak ettikleri oranda ölçülü biçimde. Bana diş geçiremeyeceklerini anlayınca bu kez geri çekildiler ve kadınlarıyla çay, kömür, iş vaadi gibi maddi müşevviklerle kandırdıkları ve yönlendirdikleri Hatice Kaba, Fidan-Şemsi Tansarıkaya gibi komşu kadınları eşime karşı kışkırttılar ve eşimin üzerine saldırttılar hakaret, tehdit ve sopayla.

Ben de çocukluk ve gençlik yıllarımı bir kenar mahallede geçirdim. Böyle insanların psikolojisini bilirim. Bunlar, birkaçı bir araya geldi mi güçlerinin yettiğine zulmetmekten hoşlanırlar, zevk alırlar. Böylece de kendilerinin önemli, etkin kişiler olduklarını kanıtlamaya çalışırlar. Onların bu tutumu tamamen bir boşluktan, özgüven yokluğundan, insani değerler açısından içinde bulundukları yoksulluktan kaynaklanır.

Biz ise doğayı, bitkileri, hayvanları ve insanları sınırsız bir sevgiyle kucaklıyoruz. İnsanlar olarak da yani tek bilinç sahibi canlılar olarak da hayvanları, bitkileri ve doğayı korumanın bizim sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz. Hep birlikte bu kısa hayatta eşitçe, kardeşçe yaşamamız gerektiğine inanıyoruz.

Savunduğumuz Değerler Gerçek İslamiyet’le ve Hz. Muhammed’le Örtüşür

1400 yıl öncesinden Kuran’ın ve Hz. Muhammed’in şu mesajına bakar mısınız:

“Yeryüzünde sabit dağlar var etti. Orasını bereketlendirdi. Orada dört mevsim güç kuvvet kaynaklarını, isteyenler, ihtiyaç sahipleri eşit olarak yararlansın diye takdir etti.” (Fussilet Suresi, 10. Ayet)

Demek ki tüm insanlar yeryüzündeki güç, kuvvet kaynaklarını eşitçe paylaşmalıdırlar ihtiyaçları oranında. Bu ihtiyacın ölçüsünü de çok net bir biçimde verir Kuran:

“Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: ‘Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.’ İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz.” (Bakara Suresi, 219. Ayet)

Buyruk ne kadar net, değil mi? Yani mal, mülk, servet küplemeyin, istiflemeyin, diyor. Besbelli ki kardeşlik, gerçek insani yaşam böyle sağlanır. Aksi ise insanı çürütür, zalimleştirir, vicdansızlaştırır, insanlıktan çıkarır.

Burada şöyle bir yanlış anlamadan sakınmamız gerekir: sadece ihtiyaç sahibi insanlara verilmeyecek elde olanın arta kalanı, fazlası. İhtiyaç sahibi tüm canlılar gözetilecek. Yine şu mesaja bakalım:

“Yeryüzünde debelenen hiçbir canlı, iki kanadıyla uçan hiçbir kuş istisna olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Biz bu Kitap’ta, herhangi birşeyi ne eksik bıraktık ne fazla yaptık. Onlar, sonunda Rableri önünde haşredilirler.” (En’am Suresi, 38. Ayet)

Netçe görüldüğü gibi Kuran, yeryüzünde yürüyen tüm hayvanları ve havada uçan tüm kuşları insan gibi birer ümmet sayıyor. Ve onlar tıpkı sizler gibi sonunda Rablerinin huzurunda haşredilirler (toplanırlar), diyor.

Demek ki onların da tıpkı bizim gibi yeryüzünde yaşama ve nesillerini sürdürme hakları var. Biz insanların bu bilinçle davranması, dolayısıyla da onları sevmesi ve gücü oranında onlara yardımcı olması gerekir. Biz işte bu anlayışla davranıyoruz.

Hz. Muhammed yine bir ünlü hadisinde şöyle der, şöyle emreder:

“Merhametli olanlara Rahman olan Allah merhamet eder. Yerde olanlara da merhametli olun ki, gökte olanlar (melekler) da size rahmet merhamet etsin.” (Tirmizi, Birr, s. 16)

Yine başka bir hadisinde aynen şöyle buyurur:

“Bir kadın, bağlayıp yemek vermediği bir kedi yüzünden cehenneme girdi.”

Şimdi de Hz. Muhammet’in bu konuya ilişkin önemli bir davranışını görelim:

“(Hz. Muhammed) Altmış üç yıllık hayatının en büyük zaferine yol almaktadır. On bin kişilik bir ordunun başında baba ocağı, ana vatanı Mekke’nin kapısına dayanmak üzeredir.

“Ordunun en önünde ilerlerken yolları üzerinde yeni doğum yapmış dişi bir köpekle yavrularını görür. Arkadaşlarından Suraka oğlu Cuayl’i çağırarak emir verir.

“- Anneyle yavrularının önünde duracak ve ordunun tamamı geçinceye kadar onlara nöbetçilik edip, ezilmekten koruyacaksın.

“Dişiyle yavruları rahatsız edilmemiş fakat on bin kişilik Fetih ordusu istikametini değiştirmiştir.”

Böylesine önemli bir sefere, bir fethe giderken bile bu sevgisini asla ihmal etmiyor. 10 bin kişilik ordunun bile bir anne köpek ve yavrularının ezilmemesi için yolunun değiştirilmesini emrediyor. Yine Hz. Muhammed’in hayvan sevgisine dair sayısız davranışından bir başka örnek verelim:

Hz. Muhammed, Uhud seferinde, ordunun önüne yavrularını emziren bir kedi çıkınca, kedinin başına ezilmemesi için bir nöbetçi dikip koca bir orduyu o kedinin etrafından dolaştırmış. Ve seferden döndüğünde o nöbetçiden kediyi istemiş ve sahiplenerek adını Müezza koymuş. Siyah beyaz bir Habeş kedisiymiş Müezza. Ağzının içinde üst damağında lekeleri varmış. Bu sık rastlanmayan damağında leke olan kedilerin Müezza’nın soyundan geldiği kabul edilir. Müezza, muhtemelen bir sokak kedisiydi ve Mekke’nin sıcak kavurucu çöl sokaklarından Hz. Muhammed’in ilgisi ile kurtulmuştu.

“Hz. Muhammed, kedisi Müezza’yı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Hz. Muhammed’in giysisinin ucunda uyuya kalmış. Her kedi dostu gibi uyuyan bu güzelliğe kıyamayan Hz. Muhammed, Müezza’yı uyandırmaktansa giysisinin ucunu usulca keserek kalkmayı tercih etmiş. Hz. Muhammed, kedisi Müezza içtikten sonra kapta kalan su ile abdest alacakken Sahabe-i Kiram Ebu Nuaym “Ya Resul o sudan kedi içti” deyince, Resulullah “Onlar en temiz ağıza sahiptirler” buyurmuş ve abdest almıştır (Hadisi Nakleden Hz. Muhammed’in eşi Hz. Aişe)

Hz. Muhammed, hayvanları o denli seviyor ki onlarla aynı kaptan su içmekten ve hayvanların içtiği suyun artanıyla abdest almaktan geri durmuyor:

“Kâb kızı Kebşe isimli bir hanım şöyle anlatıyor:

“Eshab-ı kiramdan kayınpederim Ebu Katade’nin abdest alması için bir kaba su koymuştum. Kedi gelip bu kaptan su içiverince Ebu Katâde biraz daha su içmesi için, kabı kedinin önüne uzattı. Benim kendisine hayretle baktığımı görünce, “Niye hayret ettin ey kardeşimin kızı, Resulullah efendimiz, “Kedi pis değildir, etrafınızda (evinizde) serbest dolaşsın buyurdu. Kendisi de abdest almıştı, ben de sünnet eylemekteyim” dedi (Nakleden: İmam Malik, Muvatta, Taharet [2.13]-Diğer Kaynaklar: Ebu Davud, Taharet, 1/38; Tirmizî, Taharet, 1/69; Nesaî, Taharet, 1/54; İbn Mace.Taharet, 1/32, Ayrıca bkz. Şeybanî, 90)

Kuran’ın ve Hz. Muhammed’in hayvan sevgisine daha pek çok ayet, hadis ve yaşanmış olaylardan örnek verebiliriz. Fakat bu kadarının yeterli olacağı kanısındayız, Kuran ve Hz. Muhammed’in sevgi dolu yüreğinin ve yüce vicdanının anlaşılması açısından.

Şimdi de Hz. Peygamber’in yeşil, ağaç sevgisi üzerine olan birkaç hadisini aktaralım:

“Kıyamet kopmaya yakınken elinizde bir ağaç fidanı varsa ve onu dikmeye vakit bulabilirseniz onu dikin.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 184, 191)

“Kim bir ağaç dikerse onun için ağaçtan hasıl olan ürün kadar Allah sevap yazar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/415)

“Her kim boş, kuru ve çorak bir araziyi ihya ederse bu amelinden dolayı Allah tarafından mükâfatlandırılır. Herhangi bir canlı ondan faydalandıkça orayı ihya edene sadaka yazılır.” (Münavi, Feyzu’l-Kadir, 6/39) “Müslümanlardan bir kimse bir ağaç dikerse o ağaçtan yenen mahsul mutlaka onun için sadakadır. Yine o ağaçtan çalınan meyve de onun için sadakadır. Vahşi hayvanların yediği de sadakadır. Kuşların yediği de sadakadır. Herkesin ondan yiyip eksilttiği mahsul de onu dikene ait bir sadakadır.” (Müslim, Müsakat, 7-10, 12)

“İslâm camiasında ağaç diken bir Müslüman o ağaçtan yenilen mahsul onun için sadakadır. Yine o ağaçtan çalınan meyve da onun için sadaka olur. Vahşi hayvanların yediği de o kimse hesabına bir sadaka olur. Kuşların yediği de sadakadır. Her insanın ondan yiyip eksilttiği mahsûl de onu diken müslümana âit bir sadakadır.” (Tecrîd-i Sarîh Trc. VII, 122)

Cenâb-ı Hak “Ağaç diken herkese ve diktiği ağaçtan çıkan meyve kadar mükâfat ve sevap takdir ve ihsan eder.” (Tecrid-i Sarih Trc./VII, 122)

Bu konuya ilişkin olarak da daha pek çok hadis ve davranış örneği aktarabiliriz. Ama konu anlaşılmaktadır açıkça.

Demek ki Kuran da Hz. Muhammed de sonsuz bir insan, hayvan ve doğa sevgisine sahiptir. Ve Müslümanlara tekrar tekrar yüreklerinde bu sevgiye yer açmalarını emretmektedir.

Bu sevgi sadece dinin değil, insanlığın evrensel değerlerinin de emrettiği bir şeydir. İnsan, yüreğini bu sevgiyle doldurduğu oranda insan olmanın hakkını vermiş olur. Yoksa sadece suret olarak insan kalır. Gerçek insan olamaz.

Ne yazık ki böyle insanların sayısı çok fazla. Bu hastalıklı fazlalığa bir nebze de olsa çare olması için okullarımızda temel eğitimden ortaöğretime kadar bir “insani değerler” dersi konsa, diye düşünüyoruz. Tabiî sadece okullardaki bir dersle olmaz bu iş. Ama hiç değilse az da olsa bir işe yarar…

Burada belki şöyle bir itiraz öne sürülebilir: Din Kültürü ve Ahlâk Dersi var ya, denilebilir. Ama bu dersler bizim öğretmenliğimiz döneminde kondu. Birkaç ders yılı biz de bu derslere girdik. Daha doğrusu bu dersleri verdik. Bu derslerde öğretilen sadece işin biçimi, dış yüzü, kabuğu, özüne ise hiç girilmiyor. Mesela, Din Kültüründe İslam’ın sadece namaz, oruç, hac, zekat gibi Kuran’ın “Nüsuk” dediği dini ritüeller öğretilmektedir. Bizim yukarıda imkanımız ölçüsünde anlatmaya çalıştığımız İslam’ın-Kuran ve Hz. Muhammed İslamı’nın ruhu-özü anlatılmamaktadır, öğretilmemektedir. Öğretilen dini ritüeller İslamiyet öncesi Mekkesi’nde de vardır. Hem de hemen hepsi. Cuma namazı Cuma hutbesine kadar hac, kadınlı erkekli Kabe’nin etrafında tavaf edilmesine kadar, Hacer-ül Esvet’in sevilip öpülmesine kadar hepsi vardır.

İslami ritüelleri özünden yoksun olarak sadece biçimce uygulayanları Kuran çok sert biçimde uyarır ve eleştirir. Bir tek örnek de buna verelim:

Gördün mü, o hesap ve ceza gününü yalanlayanı!(2-3) İşte o, yetimi itip kakan, yoksula yedirmeyi özendirmeyen kimsedir.Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki,Onlar namazlarını ciddiye almazlar.Onlar (namazlarıyla) gösteriş yaparlar.Ufacık bir yardıma bile engel olurlar.(Maun Suresi, Diyanet İşleri Meali)  

Kuran’ın ve Hz. Muhammed’in farkı, getirdiği yeni dinin özü ise bizim yukarıda anlatmaya çalıştığımızdır.     

İşte biz hep bu anlayışla hareket ettik, yaşadık bu yaşımıza kadar. Mesleğimizi yaparken de öğrencilerimize öncelikle böyle bir anlayışa sahip olmalarını söyledik, onu anlattık hep. Bu sokakta da yaptığımız tümüyle bu anlayışımız çerçevesinde davranmak, yaşamaktır. Ama ne acıdır ki işte sözünü ettiğimiz sevgi yoksunu insanlar bizim bu anlayışımıza katılmadıkları gibi saygı da göstermediler. Anlayışımıza uygun davranışımızı engellemeye kalktılar. Bu zalimane amaçlarına ulaşabilmek için de kimisi şikayetçi oldu kimisi yalancı tanık. Aleyhimize davalar yarattılar.

Onlar sevgi yoksunu, insancıl değerler yoksunu ve madde, mal mülk düşkünüdür. Zalimliklerinin sebebi budur. Bu konuyu da Kuran çok güzel ortaya koyar:

“O (insan), mal ve servet arzusu yüzünden alabildiğine katıdır.” (Âdiyât Suresi 8. Ayet)

Bizimle davalaşanlar işte bu katılıkları ve zalimlikleri yüzünden küçücük yavrucukları taşlıyorlar. Onların içecekleri suyu Temmuz-Ağustos sıcağı olmasına rağmen döküyorlar. Kendilerine ait olmayan arsalara, gecekondu damlarına kuşlar için attığımız bayat ekmeklere bile karışıyorlar.

Ne yapabiliriz?

En insani lisanla yaptığımızın dinen, ahlaken, insanen yüce bir davranış olduğunu anlatmaya çalıştık, anlamadılar. Çokluklarından cesaret alıp bizim bezip mahalleyi terk etmemiz için olmadık oyunlar tertip ediyorlar.

Ne diyelim?

Kader diyelim… Böyle insanlarla da ömrümüzün son döneminde aynı sokakta, aynı apartmanda yaşamak varmış…

Fakat işin şöyle bir sevindirici yönü var: Mahallemizin bütün çocukları artık birer hayvan ve ağaçseverdir. Buna Morgül’lerin, Tansarıkaya’ların çocukları da dahildir. Bunlar sokak hayvanlarına eşim yiyecek verirken ona eşlik ederler. Ve sokağımızdaki kedilerin sayıları şu an 5-6 civarındadır. Hepsinin adlarını bilirler. Çoğunun adını da kendileri koymuşlardır. Sokağımızdaki birkaç ağaca da çok saygılıdırlar. Onları da güçleri yettiğince korumaya çabalarlar.

Eşimi de beni de çok severler. Hoca Teyze, Hoca Dede diye bizi kucaklarlar, bizimle sohbet ederler.

Bu bizi çok mutlu ediyor. Öğretmenliğimizi, eğiticiliğimizi başarıyla yaptığımızı gösteriyor.

Ortalama beş yıldan bu yana orada olduğumuzdan o sokak kedilerine eşim bakmaktadır. Ama sayıları işte bu kadardır. Yazın yavrularlar. Sayıları 8’e, 10’a, bazen 12’ye çıkar. Ama güze doğru azalırlar. Kış çıkıp bahara girildiğinde 3’e, 2’ye kadar düşer sayıları. Bir kısmını köpekler öldürür, bir kısmını da yoldan hızla geçen arabalar ezer. O sebeple sayıları hiç artmaz. Tabiî hiçbir sokak kedisi doğal ömrünü yaşayamaz. En şanslı olanlar 3-4 yıl yaşayabilir. Doğal yaşları 10-15-18 yıl arasında değişir, cinslerine göre. Bu hayvanlarla ilgilenmeyen insanlar bunun farkına varmaz… Oysa insan hayatın gerçeklerinin farkına vardığı oranda özgürdür bir anlamda.

Çağrışım oldu; İslam Tarihçileri şöyle bir menkıbe naklederler:

“Köle, ekmek ve  köpek

“Hz. Ali’nin ağabeyi Cafer b. Ebu Talib’in oğlu Abdullah, sıcak bir günde, bir kabilenin hurmalığına inmişti. Abdullah burada dinlenirken, hurmalıkta çalışan köleye, yemek vakti üç parça ekmek geldiğini gördü.  Adam ekmeklerden birini ağzına götürmek üzereydi ki, birden önünde açlığı her halinden belli bir köpek belirdi. Köle elindeki ekmeği köpeğin önüne attı. Köpek ekmeği derhal yedi. Köle ekmeğin ikinci parçasını da attı. Köpek bunu da bir kerede sildi süpürdü. Köle bunun üzerine üçüncü parçayı da köpeğe verdi. Kalkıp, yeniden işine dönmek üzereydi ki, olup biteni uzaktan seyreden Abdullah, yaklaşıp sordu:

“- Ey köle, bugünkü yiyeceğin ne kadardı?

“Köle sıkılarak cevap verdi:

“- İşte bu üç parça ekmek.

“- O halde neden kendine hiç ayırmadın?

“- Baktım ki, hayvan çok aç. O buraların köpeği değil, çok uzaklardan gelmiş buraya. Onu bu halde bırakmak istemedim.

“- Peki sen ne yiyeceksin şimdi?

“- Oruç tutacağım.

“Abdullah kendi kendine şöyle dedi:

“Ben ki cömertliğimle bilinirim. Halbuki şu kölenin yaptığı yanında benimki ne ki… Ben hiç tüm malımı verip bir gün boyunca aç kalmadım. Bu köle ise bunu hiç duraksamadan yaptı.

“Bunun üzerine, Abdullah b. Cafer, köleden sahibini, evinin nerede olduğunu sordu. Sonra da gidip adamdan bu hurmalığı içindeki köleyle birlikte satın aldı. Sonra döndü, köleye bu tarlayı ve onu sahibinden satın aldığını söyledi ve ekledi:

“- Seni azad ediyorum. Bu hurmalığı da sana hediye ediyorum.

“Cömertliğiyle meşhur Abdullah b. Cafer, kendisinden daha cömert birini tanıyıp tanımadığı sorulduğunda, bu olayı anlatır ve:  “Ama o köpeğe topu topu üç parça ekmek vermiş; sense ona koskoca bir hurmalığı ve hürriyetini vermişsin” dediklerinde, şu karşılığı verirdi: “Ama o elindeki her şeyi verdi; ben ise elimdekinin bir kısmını…

Bu konuya ilişkin bir menkıbe daha aklımıza geldi:

“İmam-ı a’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım” dedi. İmam-ı a’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!” dedi.”

İşte biz, çocukluğumuzdan itibaren Kuran ve Hz. Muhammed İslamı’nın ruhunu canlı örneklerle ortaya koyan bu türden menkıbeler dinleyerek ve Hz. Ali’nin cenklerini anlatan, yer yer çizgi resimlerle süslü kitaplar okuyarak büyüdük. Ruhumuz bu öze uygun olarak şekillendi…

İnsanız, o zaman insanlığımızın gereğini yerine getirmemiz, hakkını vermemiz gerekir. Bunu da çağımızdan, toplumumuzdan, dünyamızdan sorumlu olduğumuzun farkına vararak, onu bilince çıkararak verebiliriz. Toplumumuzu, ülkemizi, bölgemizi ve tüm dünyamızı insancıl bir dünya yapmak için mücadele ederek verebiliriz. Ayrıca da gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak için mücadele ederek verebiliriz. Eğer böyle yapmazsak, sadece kendimizi düşünürsek, mal-mülk istifleyeyim, rahat bir yaşam süreyim, ailem de sürsün, gayrisi benim umurumda olmaz, dedik mi insanlığa da elveda demiş oluruz. Hayvandan bir farkımız kalmaz o zaman. Hayvanların da sadece iki çabası vardır: Hayatta kalmak ve nesillerini sürdürmek… Bunu içgüdüleri emreder onlara. Onlar bilinç varlığı değildir. Yani insan değildir. O bakımdan onların elinden gelen budur. Ama biz insanız, akıl varlığıyız, bilinç varlığıyız. Onu kullanmamız, tabiî sevgiyle ve tüm insancıl değerlerle yoğurarak kullanmamız gerekir.

İnsan oluşumuzun bize verdiği hak ve yüklediği ödevin doğası böyle özetlenebilir metnimizde. 

Sayın Hakim!

İşte biz buyuz. Ruhumuzun (yüreğimizin ve bilincimizin) emrettiğini yaptık. Zaten ömür boyu da böyle yapmıştık. Bundan sonra da kalan günlerimizde, yıllarımızda böyle yapacağız. Başka türlü olmak elimizden gelmez. Ruhiyatımız böyle şekillenmiş bizim.

Hasta, aç, yardıma muhtaç bir insan, bir hayvan görsek yüreğimiz sızlar. Gücümüz oranında-elimizden geldiğince yardım etmek isteriz ona.

Bir ağacınsa bir tek yaprağını bile koparmaya elimiz varmaz, kıyamayız. Tüm bunları dünyamızın, hayatımızın zenginlikleri sayarız.

Evimizin karşısında bulunan caddeyle bizim sokağın kesiştiği köşede yer alan, alt katında eşimin sokak kedilerine yiyecek ve su da koyduğu, alt ve üst katı kapısız penceresiz metruk ev geçen ay satılmış. Evin yeni sahibi bize “sizinle komşu olacağız, evi satın aldık”, dedi bir ara.

Bizim evin bitişiğindeki Tansarıkayaların apartmanının üst tarafında oturanlar üç yıl kadar önce bu evin bahçesindeki iki ağaçla bu bahçenin ucundaki Belediyeye ait arsadaki dört şeftali ağacını benim evde olmadığım bir Pazar günü kesmişlerdi, pencerelerimizden karşı cadde iyi görünsün diye. Ben bu ağaçların kökünden fışkıran filizlerini korudum. Bunlara yoldurmadım, koparttırmadım. O filizler iki metre kadar büyüdü.

Evin yeni sahibi eve taşınmadı. Ama 15 gün kadar önce bir Pazar günü geldi, yanında bir gençle. Ayakta zor duruyordu. Konuşurken ağzından akan salya bir karış kadar aşağı sarkıyordu. Bereket ki cebinde taşıdığı mendili çıkarıp onunla zar zor da olsa silebiliyordu ağzını. O tarif etti eliyle Tansarıkaya kardeşlerden birine. Bunun elinde bir motorlu testere vardı. Motorlu testereyle evin bahçesindeki üç ağacı kesti. Bahçede bir de oldukça büyük bir erik ağacı vardı. Onun da dallarının dörtte üçünü kesti. Hem de nasıl bir hevesle kesti… Demek ki bir yerlerden bir şekilde tanışıyorlarmış bu yeni komşuyla Tansarıkayalar. Zaten Tansarıkayalar ondan birkaç gün önce de kendi evlerinin arka bahçesindeki büyük bir kavak ağacını kesmişlerdi.

Karşı bahçedeki bu ağaç katliamını yüreğim sızlayarak izledim. Müdahale edeyim dedim, eşim “Hoca boşver, şimdi mal benim, sana ne, der. Yok yere tatsızlık çıkar”, dedi. Evet diyebilirdi böyle. İzledim yüreğim acıyarak, sanki parmaklarımı kesiyorlarmış gibi. “Acı yüreğimden beynime sızdı…”

O da bu katliamla güya penceresinin önünü açmış, temizlemiş oldu. Daha eve bile gelmeden düşündüğü ve yaptırdığı ilk iş buydu. Neylersiniz…

Bu ağaç katliamı yapılırken bizim bir altımızda oturan komşu bunların yanından geçerek bakkala gidip geldi. Yanlarından geçerken de selam verip “kolay gelsin”, dedi bunlara.

Bir gün sonra aynı alt komşumuzun ilköğretim okuluna giden oğlu Salih Efe’yle eşim karşılaşıyorlar sokakta. Salih Efe “Hoca Teyze bin yıllık ağacımızı kestiler”, diyerek yakınıyor. Çünkü onlar yazın bol ve lezzetli eriklerini yiyorlar, dalları arasında dolaşarak oyunlar oynuyorlardı o büyük erik ağacının.

Düşünebiliyor musunuz? Babası katliamcılara kolaylıklar diliyor, küçücük oğlu ise yapılandan büyük üzüntü duyuyor. Ne acı bir durum, değil mi? Ne yazık ki toplumumuz da işte böylesine tersine bir seleksiyon var. İnsanlar büyüdükçe çocuk masumiyetlerini, sevecenliklerini kaybediyorlar. Yürekleri katılaşıyor, nasırlaşıyor. Günlük gaileler, geçim dertleri, gündelik çıkarlar insanları duyarsızlaştırıyor, acımasızlaştırıyor, bencilleştiriyor…

O dört şeftali ağacını katleden kişi aşağı yukarı biz yaşta. Altı aydan bu yana elinde bastonla bebe adımlarıyla yürüyebiliyor. Kanser bedenini sarmış.

Yine çağrışım oldu: Beş yıl kadar önce Güngören Güven Mahallesi’nde oturuyorduk. Şimdi aynı dairede oğlum oturuyor. Orada da en üst katta (6. Katta) oturuyorduk. Hep üstleri tercih ederim. Manzarası olmasa bile hiç değilse güneşi, gökyüzünü, kuşları görürsünüz. Yarın yerin altına gireceğiz. Yunus’un dediği gibi orada:

“Ne ışık vardır göresi

Ne yemek vardır yiyesi”

Bunu bildiğimiz için hiç değilse bugün güneşi, gökyüzünü, yıldızları kuşları seyredelim, diyoruz. Bunların hepsi yaşamaya dair şeylerdir.

Dadaloğlu da (19. Yüzyıl’da Adana-Antep dolaylarında yaşamış halk ozanı) her bir dizesi insanın kalbine vuran o güzel türküsünde der ya:

“Yüksek olur Arap atın kaltağı

Issız kalmaz Koçyiğidin yatağı

Gelir değer bir kötünün eteği

Geri dur, hoy, benli dilber geri dur.

 

Arap at üstünde atlas postumuz

Kavlimizden döndü m’ola dostumuz

Bir gün olur kara toprak üstümüz

Çürütür, hoy, benli dilber çürütür.”

Sonunda kara toprak örtecek üstümüzü, çürütecek. Bu hayatın en temel gerçeği. İnsanlar nedense hep unuturlar bu gerçeği. Hiç ölmeyeceklermiş gibi sanırlar kendilerini. Evlere, sokaklara, mahallelere sığamaz olurlar. Dağlar kadar mal mülk servet edinseler gözlerine yine de az görünür. Mal mülk hırsı yüzünden zalimleşirler, acımasızlaşırlar, bencilleşirler, insanlıktan çıkarlar.

Çağrışımla oluşan hikayemize dönersek; Güngören’de üst kattaki dairemizin havlandırmaya bakan sokak ve ara odası da havalandırma camından çok iyi güneş alıyordu. Öğle üzerileri saatlerce güneş içeride kalırdı. Bu iki mekanı birleştiren kolonun arka tarafını da yan apartmanın tuğla duvarı kapatırdı. Havalandırma düzeneğinin yan tarafları pencere teliyle kapatılmıştı, kuşlar giremesin diye. İşte bu telin bir köşesi açılmış. Oradan bir çift güvercin girmiş ve bizim ara oda ve mutfak arasını birleştiren kolonun üzerine yuva yapıp kuluçkaya yatmışlar. Kuşlar bildiğimiz gibi aile düzeni içindedirler ve ölünceye dek eşlerini terk etmezler. Yumurta üzerinde de dönüşümlü olarak yatarlar. Biri karnını doyurup su içmeye gider, o arada öbürü kalır yumurtanın üzerinde.

Tabiî bu arada da gelen çişlerini kıçlarını aşağıya çevirerek yuvalarının dışına yaparlar. Bu çişler zemin katta oturan Hüseyin Bey’in mutfak ve ara odasının önündeki havalandırma boşluğuna düşmüş. Zeminde olduğu için Hüseyin Bey buraya bazı eşyalarını da koymuş imiş. Kakaların da bir kısmı o eşyaların üzerine gelmiş. Hüseyin Bey buna kızmış, kapıcı Yusuf’a çatıdaki havalandırma telinin açılan kısmını kapattırmış.

Eşim dikkatlidir. Hoca, dedi bir öğle üzeri bana. “Bu güvercinler dünden bu yana hiç değişim yapmadılar, hep dişi yatıyor yumurtanın üzerinde.” Ben pencereyi açıp yukarıya baktım. Gördüm ki erkek güvercin havalandırma camları üzerinde oradan oraya koşarak içeri, eşinin yanına girebileceği bir yer arıyor. Ama bulamıyor. Hayvan durmadan koşuyordu.

O zaman lisede olan bir oğlumu hemen kapıcıya gönderdim. Havlandırmanın kenarını açmasını, güvercinin içeri girmesini söyledim. Şunu da dedim: “Kapıcıya söyle, kendisine o emri kim verdiyse onu bana göndersin. Güvercinler yavrularını büyütüp uçurunca kapatırız teli. Ama o zamana kadar açık kalmalı.”

Oğlum biraz sonra geldi, “Tamam baba, söyledim, kapıcı yapacak o işi”, dedi. Yarım saat kadar geçti, kuşlarda bir değişim olmadı. Hâlâ dişi yatıyordu yumurtada. Yukarıya baktım pencereden, erkek güvercin yine çırpınıp duruyordu camın üzerinde. Aşağı kendim indim. Yan blokta olan kapıcı dairesine yöneldim. Blok girişinde Kapıcı Yusuf’la karşı karşıya geldik. “Yusuf niye açmadın havalandırmayı”, dedim. “Açtım Hocam”, dedi. “Yusuf, masal anlatma. Hangi zalim sana o işi yaptırdıysa söyle onu bana, ben onunla konuşurum. Çık hemen aç teli”,dedim. “Hocam açtım ama bir daha bakayım”, diyerek Yusuf çıktı yukarıya. Bu arada da o işi zemin kattaki Hüseyin Bey’in yaptırdığını söyledi. Nitekim biraz sonra güvercinler değişim yaptılar.

Yavrular yumurtadan çıkıp büyüdüler, uçma aşamasına geldiler. Uçma egzersizleri sırasında yavrunun biri aşağıya Hüseyin Bey’in eşyalarının olduğu yere düşmesin mi… Yine aynı oğlumu yavruyu almaya gönderdim Hüseyin Bey’in evine. Hüseyin Bey kapıyı açtı, oğlum yavruyu alıp getirdi, yerine koyduk.

Hüseyin Bey aşağıdan söylenmeye başladı. Burayı kirletiyorlar, bunu siz temizlemiyorsunuz, ben temizliyorum, bu olur mu gibisinden. Ama yüksek sesle…

Ben de “bak o hayvanlar da senin gibi can taşıyor. Senin gibi yavru büyütüyor. Yavrular büyüyüp uçsun, orayı kapatalım. Bu kadar zalim olma. Dünyaya kazık mı çakacaksın? Hiç ölmeyecek mi sanıyorsun kendini? Dünya kimseye kalmaz ve bu dünya tüm canlıların.”, dedim.

Neyse yavrular uçtu, kapıcıya teli kapattırdım.

Aradan iki yıl kadar ancak geçmişti. Hüseyin Bey kalp krizinden aniden gitti. Eşi evli olan kızının yanına taşındı. Daireyi kiraya verdiler. Kiracı kirayı ödememiş aylardır. Davalaştılar, bizar oldu kadıncağız. Böyle uğraşmaktansa satıp kurtulayım, diyerek sattı daireyi. Yani Hüseyin Bey’in havalandırmasına güvercinlerin kaka yapmasına bile gönlünün razı olmadığı dairesinde  şimdi başkaları oturuyor. Başkalarının mülkü orası. Kendisi ise Dadaloğlu’nun derin anlamlar yüklü dizelerinde anlattığı yerde ve durumda.

Demek istediğimiz, hayatın sonunda varılacak yer burası işte. O yüzden mala mülke kanıp yüreğimizi, insanlığımızı yitirmemeliyiz. Tersine, o güvercinlerin orada yavrulamaları, üremeleri bir zenginlik bizim için. Hem de servet değerinde. Ama mal mülk hırsı insanları körleştiriyor ne yazık ki.

Ağaç katliamcısı komşularımız da işte Hüseyin Bey’in benzerleri. Onlar da hiç ölmeyeceğiz sanıyorlar. O yüzden kuşlara da hayvanlara da ağaçlara da düşmanlar. Aslında acınacak durumdalar ama bilmezler ki bu durumlarını.

Sokağımızdaki metruk evi alan yeni komşumuza taşındıklarında şöyle diyeyim diyordum ilk başta: “Bak bahçendeki bu ağaçları bizim apartmandakiler ve yanımızdaki iki apartmandakiler kesip bitireceklerdi. Ben engel oldum buna. Korudum ağaçlarını bugüne kadar dört yıldan beri. şimdi sana teslim ediyorum. Bundan sonra sen koru artık.” Ama hevesim kursağımda kaldı. Yeni komşu daha eve bile taşınmadan penceremin ufku açılsın diye ağaçları katledip geçti.

Dertlendim, hüzünlendim. Kendimizi sokakta yadırgı hissettim. Eşime “Sultan biz bu sokaktaki insanlara başka bir gezegenden gelmiş gibi yabancıyız. Bunlar bizi anlamazlar. Ne yapalım? Yapacak bir şey yok… Hiç değilse çocukları eğitiyoruz. Onlar anne babalarının değil bizim anlayışımızı benimsiyorlar. Bu da bize yeter. Yarın bunlar büyüyünce sokağımızın havası da değişir”, dedim.

Sözü istemeden fazla uzattık. Ama işte hani derler ya “dert söyletir” diye. Bizimki de ondan işte…

Sayın Hakim!

Biliyoruz ki davamıza konu olayı ve kendimizi bir hayli zamanınızı alacak oranda, uzunca anlattık. Daha fazla vaktinizi almayalım.

Takdir sizin…17.12.2013