2010 yılında başlayan “Kedi Davaları”ndan 6’ncısı da bugün sonuçlandı.
İstanbul Anadolu Adliyesinin 58’inci Asliye Ceza Mahkemesinde saat 10.50’de görülen davada, bir hayvan düşmanını bıçakladığım suçlamasıyla 11 ay hapis cezasına çarptırıldım.
Eğer sevgi dolu bir yüreğe sahipseniz, eğer hayatı insanların, hayvanların ve doğanın bir bütün olarak kavranması ve savunulması şiarınız olmuşsa, bu türden cezalara mahkûm edilmeniz işten bile değil.
Daha öncesinde de yine hayvan düşmanlarını dövdüğüm iddiasıyla 8 buçuk ay cezaya mahkûm edilmiştim. Sadece ben değil üstelik; eşim de 18 ay cezaya mahkûm edilmişti o davada.
Saygıdeğer arkadaşlar;
Hayvan düşmanı zalimlerin göğüslerinde, Nazım’ın deyişiyle “yürek değil de manda derisinden bir çarık taşıyanların”, sahipsiz, savunmasız, güçsüz, aç susuz hayvanlara ve onların dertlerine bir nebze de olsa derman olmak için siz hayvanseverlere saldırması, İsmet Paşa’nın deyişiyle; “sokaktan geçerken sakınılması mümkün olmayan sıçrantılar”, gibidir.
Durup dinlenmeden bir zalim, yolunuzun üstünde, gözünüzün önünde ya hayvanlara saldırır, ya da; “Ona niye yiyecek veriyorsunuz?”, diyerek size saldırır.
Daha geçen Cumartesi değil de, ondan bir önceki Cumartesi gecesi, Üsküdar Mihrimah Camii önünde otobüs beklerken, bir zalim, o çevrede yaşayan bir sokak köpeğine saldırmıştı, küfürler ederek. Hem de trend giyimli, at kuyruklu, yani icabında entel takılan bir tip…
Elimde çantamla, o an bölgedeki sokak kedilerine yiyecek veren bir arkadaşı izleyip sohbet ediyorduk, yine o an yanımıza gelen hayvansever bir genç kızla.
Saldırıyı görünce, hemen çanta tutan kolumu göğsüne dayadım. “Sakin ol, kardeş”, dedim. “Bir şey yapmaz o köpek.” Ama hiç dinlemedi beni.
Oysa köpekle arasına girmiştim zaten. Muhakkak ki daha önceden de hayvana bir saldırıda bulunmuş olmalı, hayvan o yüzden ona havlamıştır, diye düşünmüştüm. Uyarıma rağmen yürüyünce küfrederek hayvanın üzerine, ben de boş olan sağ yumruğumu çaktım suratına.
Benden oldukça genç ve uzun boyluydu. Kolunu dolayıp devirmek istedi beni. O arada da tırmalamış sol yanağımı. Ben de sağ kolumla sarıp sol ayağımla da çelmeleyince, o alta, ben onun üstüne düştük yere.
Yatırdım sırt üstü, birkaç yumruk da orada vurdum. O an, duraklarda otobüs bekleyen gençler gelmişler başımıza, tuttular beni kollarımdan ve aldılar zalimin üstünden. 20 kadar genç aramıza dolmuştu. O gençlerin güvencesini hissedince zalim, bir küfür sallamaz mı bana…
Ben de birkaç okkalı küfürle yürüdüm üstüne, topuklayıp gitti…
Tesadüf bu ya; ertesi gece yine karşılaştık. Fakat kafası önde, ayaklarının ucuna bakarak hızla geçip gitti yanımdan. Ben de uzatmadım artık.
Herhalde yüreğimin sevgi dolu oluşundan olacak; böyle durumlarda bir Hz. Ali kuvveti geliyor bana. Ve zalimlere derslerini veriyorum.
Bakalım bu böyle ne kadar sürecek…
Zira bugün, 74’üncü yaşımdan gün almaya başladım. Eee, doğanın da bir kanunu var. O kanunla hükmünü icra edecek… Bakalım o zaman neyleriz…
Neyse, yoldaşlar; dediğim gibi, hayvanseverseniz eğer, bu tür olaylar yaşamanız günlük durumlardandır.
Bu ay, kapımızın önünde baktığımız çok akıllı bir köpeğimizi kaybettik. “Zeus”tu adı. Kurt kırmasıydı. Onu da ilk sahibi terk etmiş, sokaklarda yaşamaya tutunmaya çalışırken, canavarlaşmış yaratıklar arabayla geçerken uzatmışlar tüfeğin namlusunu pencereden, omzundan vurmuşlarmış hayvanı.
Ameliyat ettirip tedavi etmiştik yarasını. Sevgi gösterince de biz, gelip apartmanımızın önünü mekân tutmuştu, ayrılmaz olmuştu oradan.
Yaşlıydı. Ameliyat eden doktor, on yaşın üzerinde, demişti. Aniden ölmüş bir sabah. Sanırız kalp kriziydi. Mahallemizin hayvansever çocukları gelip haber verdiler. Gözyaşları içinde gömüldü Zeus, mahalledeki şimdilik boş kalmış olan bir arsaya.
***
Bir kedimiz öldü FİB’den. Beyaz yüzünün üzerinde, tam da burnunu kapsayacak biçimde kalp benzeri bir siyahlık vardı. O yüzden adını “Kalp Burun” koymuştuk.
Üç dört kez götürdük veterinere. Her seferinde üçer iğne yaptı, şuruplar içirdi, ama namussuz FİB Virüsü, önlenemez, ağır bir ishal şeklinde tutmuştu, hayvancağızın sindirim sistemini. O hastalık eritti, kuruttu ve götürdü…
Yine geçen ay, sanırım 13’üydü ayın, hani şiddetli yağmurlar olmuştu İstanbul’da iki gün art arda. İşte birinci günün akşamı bulmuştum, aşağıda resmini göreceğiniz “Yeni Bıdık”ımızı. Üsküdar’da annesiz kalmıştı. Ne geldiyse zavallı anneceğizin başına… Acı acı feryat edip annesini çağırıyordu, ilk gördüğüm akşam.
Bir kapalı dükkân kapısıyla parmaklıklı kepengi arasında yürek parçalayıcı biçimde miyavlayıp duruyordu. Küçücüktü daha. Sanırım bir aylık kadar.
Düşündüm kendi kendime, dedim yahu alıp götürsem, ama ev de pek dolu…
Sonra, evdeki hayvanlarımız FİB’le enfekte olmuş durumda. Yani henüz hastalık belirtisi göstermemiş olanlar bile taşıyorlar virüsü. Bunu götürürsek eve, bağışıklı sistemi de daha tam gelişmemiş olduğu için vurabilir bunu, diye düşündüm bir de.
Almadan döndüm eve. Ama o gece uykularımda hep feryat edip durdu o yavru kedicik. Çığlıklarını duydum gece boyu.
Eşim sabahleyin Üsküdar Veteriner İşlerindeki ilgili genç veterinere hasta bir kedimizi götürecekti. Tarif ettim yerini; “görürsen al da gel Sultan, bakalım ne olacaksa olsun”, dedim.
O da zaten öncesi akşam anlatınca ben bu bıdığın halini, “Keşke alıp gelseydin Hoca”, demişti.
Eşim gündüz gidip aramış tarif ettiğim yeri, bulamamış. Orada dükkân sahibi bir kadına sormuş, o da sabahtan beri burada olduğunu ama hiç görmediğini söylemiş.
Ertesi akşam, Partiden eve dönerken uğradım ben yine “Yeni Bıdık”ımızın feryat edip durduğu yere. Yine yağmur yağıyordu, bir önceki günkü kadar şiddetli olmasa da. Yavrucuk da zaten aynı yerde yine feryatlarına devam edip duruyordu.
Oraya atılmış kâğıttan boş bir un torbası bulup, yakalayıp içine koydum, “Yeni Bıdık”ımızı. Hiç insanla yakın temasa gelmemiş olduğundan bana bir iki “pıh” çekse de, bir şey yapmadı. Kulaklarından ve boyun derisinden tutup koydum torbanın içine, getirdim eve.
Evimizin en kıdemlilerinden Pamuk Hanım, anne olarak hemen sahiplendi Yeni Bıdık’ı. Sarıp sarmaladı kucağına. Zaten bir ay kadar önce, bir arabanın amortisör yayı içinden çıkarıp eve aldığımız bir yavru kediyi de sahiplenmişti Pamuk Anne. Bunu da sahiplendi, arkadaş oldular Eski Bıdık’la Yeni Bıdık.
Gelişti, pek güzelleşti. Geceleri Pamuk Annesinin yanında sıcaklanınca kaçıp geldi benim göğsüme ve orada yattı. Çok mutlu ve neşeliydi.
Fakat alçak FİB onu da buldu ve vurdu…
Kalp Burun’dan ona bulaşmıştı aynı lanet hastalık. O da ağır bir ishale tutuldu. Cumartesi, Pazartesi ve Çarşamba olmak üzere üç kez götürdük veterinere. En son geçen Çarşamba ben götürmüştüm. Yine iğne yaptı veteriner, ishal kesici şuruplar vardı; “Onları içirmeye devam edin.”, dedi. İç parazit dökücü şurup vardı; “Onu da içirmeye devam edin.”, dedi. Geldik eve…
Gelir gelmez, kana kana su içti uzun uzun. Midesine giren son dünya nimeti de o oldu zavallının… Hiçbir yiyecek yiyemedi.
Ben Partiye geldim, ama durumunun ağırlığının farkındaydım. Yolda aradı eşim, bu Yeni Bıdık’ımızı da kaybettiğimizi söyledi.
Ağladık onun için de, gözyaşı döktük.
***
Hayat böyle işte…
Severseniz acı çekersiniz…
Bundan kaçmanın, kurtulmanın mümkünatı yok…
Dün de sokağımızda baktığımız yavrulardan birini araba ezip öldürmüş. Sokağın en dar bölgesinde bir komşu, yediği balığın kafalarını kedicikler yesin diye yüksekte olan bahçesinden atmış aşağıya, yola. Bu hayvan da orada karnını doyurmaya çalışırken yokuş aşağı hızla gelen bir araba ezip öldürmüş hayvanı.
Zaten iki kardeş kalmıştı o yavrular. Üç aylık kadardılar. Şimdi kaldı geriye tek bir yavru.
Demek ki arkadaşlar, aşağı yukarı bir ay içinde baktığımız hayvanlardan bir köpeğimiz, üç de kedimiz ölüp gitmiş. Zaten hep böyle oluyor, aşağı yukarı. Her ay birkaç hayvanımız hastalıklardan ya da arabaların ezmesinden dolayı ölüyor. Yok olup gidiyor.
Şimdi de arkadaşlar; ilgi duyanlar-merak edenler için bugün yargılanıp ceza aldığım davaya ilişkin, 5 Ekim’de yazıp 6 Ekim’de mahkemeye ulaştırıp dosyasına koydurduğumuz, esasa ilişkin son savunmamı görelim:
***
Sayın Hâkim;
Kendisini bıçakladığım iddiasıyla benden şikâyetçi olan Mustafa Kaba adlı bu şahıs, bizim apartman çevresinde sokak hayvanlarına yiyecek vermemizi istemeyen, hepsi de Rizeli hemşehri, yakın köylü ve birbirleriyle akraba olan kat maliklerinden Özcan Morgül adlı birinin kiracısıdır. Apartmanımız dört katlıdır. Biz en üst katta otururuz. Diğer katlarda oturanlarsa, yukarıda anlattığımız akraba ailelerdir.
Apartmanın kot farkından dolayı en altta iki küçük odası bulunmaktadır, Özcan Morgül’e ait. İşte Mustafa Kaba da orada oturmaktadır.
Başlangıçta ilişkilerimiz iyiydi. Eşi de, kendisi de bize saygılı davranırlardı; biz de onlara anne baba şefkatiyle davranırdık. Tabiî biz herkese karşı güleryüzlü, hoşgörülü, sevecen davranan insanlarız.
Sokak hayvanlarına yiyecek vermemiz de bizim bu yapımızdan kaynaklanır. Her tarafın taşa, betona kestiği sokaklarda bu hayvanlar kendiliklerinden ne bulup ne yiyebilirler ki…
Vicdan sahiplerinin gönlünden kopan kırık kırsıkla yaşamlarını ve nesillerini sürdürme uğraşındadırlar. Kaldı ki, hastalıklardan, hızla gelen arabaların altında kalıp ezilerek ölmelerinden dolayı, doğan her yüz sokak hayvanından ancak belki de sadece biri hayatta kalabilmektedir; o süre de sadece birkaç yıldır.
Oysa kedilerin ve köpeklerin ortalama yaşam süreleri, sokak hayvanları baz alındığında on beş yıl civarındadır. Yukarıda andığım sebeplerden, hemen hiçbiri bu kadar süre hayatta kalamıyor.
Sözü uzatmayalım; altı-sekiz ay kadar sonra Mustafa Kaba ve eşi, bize selam vermeden, görmezden gelerek gelip geçmeye başladılar. Oysa aramızda hiçbir olumsuz olay yaşanmamıştı.
Sonra bir gün eşim, apartmanımızın altındaki bize ait olmayan arsada baktığı bir anne kediyle yavrularını taşlarken görüyor, Mustafa Kaba’nın eşini. Tabiî müdahale ediyor; “Ne istiyorsun zavallı hayvancıklardan? Yaptığın çok ayıp.”, diyor.
Verdiği yanıt saygısızcadır. “Çok seviyorsan bunları, al evinde bak. Biz apartman çevresinde bunların dolaşmasını istemiyoruz.”
Eşim buna karşı; “Bu apartmanın dört kat malikinden biri de benim. Ben de yasal hakkım olan sokak hayvanlarına yiyecek verme işini sürdüreceğim. Bu kimseyi ilgilendirmez, kimseye de zarar vermez.”, der.
- Kaba’nın eşi yine aynı tutumla; “Öyle mi bana tapu göster tapu. Tapun var mı?”, diyerek eşimi alaya alır aklınca.
Olay anlaşılır ki sonradan, apartmanın giriş katında oturan, Üsküdar Belediyesinde makam şoforü olarak çalışan Ahmet Morgül adlı şahıs, Kaba Ailesine belediyeden yılda birkaç kez olmak üzere alışveriş çeki alıvermiştir. Yine Üsküdar Belediyesinden yıllık yarım ton da kömür.
Kaba’ların ev sahibi olan Özcan Morgül de büfecidir. Gıda kolilerinin boş kalan ahşap sandıklarını arabasıyla bu aileye getirivermektedir, sobada yaksınlar diye. Sobayla ısıtmaktaydılar evi.
Yani Morgül’ler, Kaba Ailesini mamalayarak bize karşı tetikçilik yaptırmak istemektedirler.
Bu arada birkaç kardeş olan Kaba’lar; “Biz şöyle asarız, böyle keseriz. Kardeşlerimizden biri adam vurdu, şu anda hapiste yatmaktadır. Biz kurşun atmayı da kurşun yemeyi de biliriz.” gibisinden tehditler savurmaktadır, hem eşime karşı hem de mahallede.
Bizimle başlangıçta iyi konuşan aile, bir anda bize en düşman davranan aile olmuştur.
Bu arada şunu da belirtelim; Morgül Ailesiyle de hayvanlara bakmamızı engellemek istedikleri için aramızda yaşanan olaylardan dolayı dört kez davalık olmuştuk.
Morgül’ler, bunları bize karşı kışkırtarak bir anlamda maşa olarak kullanmak istemişlerdir, kendi ceplerinden çıkmayan, çok küçük çıkarlar sağlayarak.
Bir gün, eşim apartman önünde sokak kedilerine yiyecek vermektedir. Olay gününden iki gün öncesidir bu. Mustafa Kaba’nın eşi Hatica Kaba, eşime yönelik olarak; “Kedi manyağı, git başka yerde ver yiyeceği kedilere. Apartman çevresini kirletiyorsun. Öğretmen olmuşsun ama adam olamamışsın.”, gibi hakaret içeren cümleler sarf eder.
Eşim de; “Git işine! Seni ilgilendirmez benim nerede yiyecek vereceğim. Vicdanı olmayanlar anlayamaz benim yaptığım işi.”, der ve yiyecek vermeye devam eder.
Bunun üzerine Mustafa Kaba, evinden dışarı çıkarak annesinden bile yaşlı olan eşime, beş çocuğumun en küçüğünün bile yaşından daha küçük olan yaşına bakmadan ağıza alınmayacak sinkaflı küfürler savurur. Hem de nara atarak…
Apartman komşuları ve yan apartmandaki komşular da duyar, onun bu galiz, iğrenç küfürlerini.
Eşim telefonla bana bildirdi, böyle bir hakarete maruz kaldığını. Ben de “Hemen olaya tanık olan bir iki komşuyu da yanına alarak mahalle karakoluna git ve şikâyetçi ol bu şahıstan.”, dedim. Eşim de yan apartman komşularımızdan, Mustafa Kaba’nın tehditlerinden çekinmeyen Türkan Aslan adlı komşumuzu da yanına alarak birlikte Çengelköy Karakoluna varıp olayı anlatıyor, saldırgan şahıstan şikâyetçi oluyor.
Saldırgan Mustafa Kaba, bu olayından dolayı yine Anadolu Adliyesinde yargılandı ve doksan gün karşılığı maddi para cezasına çarptırıldı. Avukatlarım itiraz ettiler, cezanın azlığına.
Bu olaydan iki gün sonra, hatırladığım kadarıyla 21 Aralık 2014’te arkadaşlarım beni ziyarete gelmişti. Zira çok ağır bir gribal enfeksiyon geçiriyordum, bronşlarıma inmişti enfeksiyon. Sabah akşam antibiyotikli iğne yaptırıyordum, doktorun reçetesinde yazdığı üzere. Yani yatıyordum hasta olarak.
Arkadaşlarım iki arabayla geldiklerini telefonla bildirince ben de onları karşılamak için üzerimde eşofman olduğu halde aşağıya indim, apartman önüne.
Kalabalık vardı apartman önünde. Sanırım yan apartmanda da bir etkinlik vardı. Arkadaşlar arabalarından çıkarken, Mustafa Kaba da apartman önüne gelip benimle karşılaştı. Ben; “Annen yaşındaki bir kadına o küfürleri ederken hiç utanmadın mı?”, dedim.
Utanıp yüzü kızaracağı yerde bana da küfür ve tehditlerle saldırdı. Bu arada bize yaklaşmış olan ziyaretçi arkadaşlarım araya girdiler, birbirimize temas etmeden bizi ayırdılar.
Olay bütünüyle bundan ibarettir.
Mustafa Kaba, yolun otuz metre kadar aşağısına inip orada beklemiş. Biz de arkadaşlarla birlikte dördüncü kattaki dairemize çıktık.
Ben Mustafa Kaba’nın nerede, nasıl bıçaklandığını ya da kesici-delici bir aletle yaralandığını görmedim, bilmiyorum.
Mustafa Kaba bir savunma tanığı getirip mahkemede dinletti. Adı Muharrem Akbıyık olacaktı, sanırım. O, mahkemeniz huzurunda verdiği ifadesinde Mustafa Kaba’nın kendi zillerini çaldığını, kendisinin de dışarı çıktığını, bu şahısla konuştuğunu; o arada da elinde bir kan gördüğünü söyledi. “Bu kan necidir? Nasıl bir yaradan çıktı?”, diye sorduğunu, Mustafa Kaba’nın da kendisine elindeki kanın sebebini bilmediğini söylediğini belirtti. Birlikte kanın izini sürerek araştırdıklarını ve böğründe bir yara gördüklerini, kanın da buradan aktığını anladıklarını aktardı.
Yani Mustafa Kaba, olay sonrasında, savunma tanığının aktarımına göre nasıl yaralandığını bile bilmiyor. Bırakalım bıçaklandığını, neresinden, nasıl bir aletle yaralandığının bile farkında değil.
Sonunde kendisi bir varsayımda bulunarak, benimle husumetinden dolayı onu benim bıçakladığımı iddia ediyor ve benden şikâyetçi oluyor.
Mustafa Kaba’nın avukatı, bu şahsın eşinin benim aleyhimde Morgül’lerle aramızda geçen davalaşmalardan birinde tanıklık yaptığından dolayı, benim Mustafa Kaba’yı bıçakladığımı iddia etmektedir.
Oysa, Mustafa Kaba’nın eşi Hatice Kaba’nın aleyhimde yaptığı tanıklığın üzerinden bir yılı aşkın zaman geçmiştir, olay gününde.
Kaldı ki, Morgül’ler iki aileden oluşmaktadır apartmanda. Bir de bunlarla akraba olan Arıcıoğlu Ailesi vardır. Bunların da birçoğu aleyhimde yalancı tanıklık yapmıştır. Sayalım adlarını:
Özcan Morgül, Ayşe Morgül, Neriman Morgül, Serpil Morgül, Mehmet Arıcıoğlu.
Bu şahıslar hep aleyhimde yalancı tanıklıklarda bulunmuştur değişik davalarda, 2010 yılından bu yana.
Tabiî davaların tamamı da bizim sokak hayvanlarına yiyecek vermemizi istememelerinden dolayı oluşmuştur.
Bunlar, eşimin hayvanlar için sokağa koyduğu şeffaf plastik yiyecek kaplarının üzerine çamaşır suyu dökecek, Temmuz sıcağında yine aynı plastik kaplara koyduğumuz suları kaplarıyla birlikte fırlatıp atacak, apartmana yakın yerlerdeki yavru ve anne kedileri bile tekmeleyip taşlayacak denli acımasızdırlar.
Onların kabullenemediği şu olmuştur:
Biz apartmanda üç aileyiz, bizi kast ederek de, bunlar bir aile. Bunlar niye bizim aldığımız ortak karara uymuyorlar? Biz apartman çevresinde sokak hayvanı istemiyoruz, bunlarsa ısrarla yiyecek vermeye devam ediyor hayvanlara.
2010 yılı başlangıcında bir araya gelip beni de çağırdılar. Bu düşüncelerini ve kararlarını ilettiler. Bense; “Herkes kafasından hüküm kuramaz. Yasalar vardır, yönetmelikler vardır, Belediyenin usul ve niazmnameleri vardır. Hepimiz bunlara uymakla yükümlüyüz, ortaklaşa bir yaşamı sürdürebilmemiz için. Hiçbir yazılı kanun, yönetmelik, nizamname, sokak hayvanlarına yiyecek vermeyi, su vermeyi yasak kılmaz. O zaman biz vicdanımızın emrine uyarak bu hayvanlara yiyecek de veririz, su da veririz. Bunların kimseye bir zararı yok. Apartmanın dışında yaşıyorlar, zaten de ölüp ölüp gidiyorlar. Ayrıca da bizim kültürümüz, geleneklerimiz, bu hayvanlara yardımcı olmayı emreder bize. İşte bu sebeple, nasıl ben size kendi kafamdan bir kural, kanun belirleyip dayatamıyorsam, siz de bunu yapamazsınız.”, diye cevap vermiştim.
Sonra bunlar anne kedileri tekmelemeye, yavruları taşlamaya, su ve yiyecek kaplarını gâh çamaşır suyuyla zehirlemeye gâh fırlatıp atmaya başladılar. Eşime de “Kedi manyağı”, “Kedici” gibi hakaret içeren sıfatlarla saldırmaya başladılar. İstenmeyen olaylar ve davalar bunlardan kaynaklandı.
Mustafa Kaba Ailesini de çok basit maddi çıkarlarla güdüleyip üzerimize saldılar. Kullanıldı bu insanlar, Morgül’ler tarafından.
Mustafa Kaba, mahkemede bir savunma tanığı daha dinletmiştir, Şemsi Fidan Tan Sarıkaya adlı. Bu kadın, yan apartmanın, ki iki apartman arasında dört metre kadar mesafe vardır, beşinci katında oturmaktadır. Bizim apartmanın giriş katında oturan Ahmet ve eşi Serpil Morgül’lerle olan bir Kedi Davamızda beş altı kilo çay karşılığında yalancı tanıklık yapmayı kabul etmiştir ve yapmıştır.
Öyle ki, oturduğu beşinci katının balkonundan bizim apartmanın giriş katında oturan Morgül’lerin evinin içini bile gördüğünü iddia etmiştir. Oysa apartmanımızın giriş kapısı üzerinde bir metrelik çıkıntıya sahip koruma siperliği vardır betondan. Apartman kapısının önü yağmurda karda ıslanmasın diye. Bu siperlikten dolayı, bırakalım dairenin içinin, hatta apartmanımızın merdiven boşluğunun görünmesini, apartmanın dış giriş kapısı bile görülemez, yan apartmanın beşinci kat balkonundan. Bizim o davalaşmamızdaki olay, Morgül’lerin dairesinin önündeki merdiven boşluğunda yaşanmıştı.
Bu yalancı tanığın ifadesi üzerine duruşma hâkimi bile öfkelenmiş, yalancı tanıklıktan seni içeri atarım, doğru konuşmuyorsun, diyerek öfkesini dile getirmişti. Biz de keşif talebinde bulunmuştuk, bu yalancı tanığın iddiasının imkânsızlığını bizzat yaşayarak görebilmesi için, mahkeme hâkiminden.
Hâkim keşfin gerekli görülmediğini, fotoğraflarını çekerek apartmanın ve aradaki mesafeyi oluşturan boşluğun fotoğraflarını çekerek getirmemizin yeterli olacağını belirtmişti. Biz de çektiğimiz fotoğraflarla bu yalancı tanığın iddiasının imkânsızlığını yüzde yüz oranındaki bir kesinlikle ortaya koymuş ve mahkemeye sunmuştuk.
Bu davamızda da akıl almaz iddialarda bulunan, şikâyetçi Mustafa Kaba’nın bile görmediği ve aklının almayacağı iddialarda bulunan bir tutum ortaya koymuştur.
O zamanlar üç beş yaşında bulunan kızının saçlarından tutup, havaya kaldırıp duvara çarptığımı ve bu küçücük yavrucağın boğazına bıçak dayadığımı iddia etmiştir, dosyada görüleceği üzere. Yani sağlıklı bir ruh yapısına sahip bir insanın düşünemeyeceği, hayal dahi edemeyeceği iddialarda bulunmuştur, aklınca iyi yalancı tanıklıkta bulunabilmek için.
Dosyadaki ifadesinden de görüleceği üzere, mahalle komşularımız bile ayıplamıştır bu kadını; “Senin olaya ilişkin hiçbir ilgin ve bilgin yok. Ayrıca da senin aklın kıt. Niye gidip böyle Hocalar aleyhinde yalancı tanıklık yapmaktan zevk alıyorsun?”, diye.
İşte bazı insanlar böyle, ne yazık ki…
Kaldı ki, benim ve eşimin tüm mahalle çocuklarıyla ilişkimiz çok iyidir. Her ikimiz de öğretmeniz çünkü. Ömrümüzü çocuklara, onların yetiştirilmesine ve eğitime adadık.
Özellikle bu yalancı tanığın küçük kızı (iki kızı vardır) bizi de, hayvanları da çok sever. Birkaç ay önce bir sokak kedisinin annesini emme dönemindeki bir yavrusunu getirip evlerinin balkonunda bakmak, beslemek istemiştir. Fakat hayvan düşmanı bu yalancı tanık hemen ertesi gün sokak hayvanını apartman dışına attırmıştır.
Komşular haber verdi, eşim gidip aldı. Evde büyüyünceye kadar bakmaya uğraştı ama yeterli süre anne sütü almadığından savunma mekanizması gelişmemiş olan yavru kedicik hastalanarak öldü…
Kaba ve Morgül Aileleri, bu yalancı tanığı kullanmak için bir davalarının daha tanık listesine yazdırmışlardır. Ki, o dava dosyasında sabittir bu işi yaptıkları.
Fakat her nedense o davaya gelememiştir Şemsi Fidan Tan Sarıkaya adlı yalancı tanık.
Bir komşumuzun evinde eşimle bu yalancı tanık karşılaşırlar. Komşumuz sorar; “Niye Hoca Teyze’ye ve Hoca Amca’ya karşı gidip yalancı tanıklıklarda bulunuyorsun?”, diye.
Cevabı şu olur:
“Öğretmen, senin için de gidip şahitlik edeyim. Sen de iste, sana da şahitlik yapıvereyim.”
Yani, bu şahsın ruh ve zihin dünyası bu seviyededir işte… Bula bula böyle insanları bulup kullanıyorlar bize karşı…
Neylersiniz…
Biz başka dünyadayız, bunlar başka dünyada. Biz onları anlıyoruz da, onların bizi anlaması imkânsız.
İşte bu dava konusu ve öncesindeki “Kedi Davaları” olarak adlandırdığımız davalar, hep bu ayrı dünyaların insanlarının birbirleriyle taban tabana zıt ruh, ahlâk ve vicdan yapısına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır.
Hayat, toplum bizi böyle insanlarla da muhatap kılmaktadır. Ne yapalım… Elden ne gelir?..
Sayın Hâkim;
Belki sözü uzun tuttum. Bunun da sebebi; istedim ki bizi anlayasınız. Biz, insanlardan tek bir şey istemişizdir bugüne dek: Anlaşılmak…
5 Ekim 2018
Nurullah Ankut (Efe)
***
Selam ve sağlıcakla…
9 Ekim 2018