Halkçı Hukukçular:Tuz da koktu artık! Korkunun ecele faydası var mı?

img_4024Baroların Genel Kurulları, 12 Eylül Faşizmi uygulamalarını bile aratan haksızlıklar, adaletsizlikler ve hukuksuzlukların yaşandığı OHAL döneminde toplanıyor.
Geçmişte de öyleydi, ama özellikle 15 Temmuz Kanlı Kapışmasından bu yana ülkemizde yasama da yürütme de yargı da tek bir kişinin elinde toplanmış durumda. Artık o tek bir kişinin ağzından çıkanlar kanun oluyor. Hükümet uygulamasına, yargı kararlarına ya da soruşturma talimatlarına dönüşüyor.
Kim mi bu tek kişi?
Bakanlar Kurulu’nun 2012/3074 sayılı kararının yürütmesini durduran Danıştay Dava Daireleri Kurulu kararına rağmen yapılan Kaçak ve Haram Saray’ın mukimi. Yani AKP’gillerin reisi..
Biliyorsunuz bu kişi, o zamanlarda “Güçleri yetiyorsa yıksınlar. Siz ne karar alırsanız alın, oranın açılışını yapacağım ve oturacağım” diyerek hukuka ve yargı kararlarına meydan okumuştu.
Aynı kişi şimdi de; yıllardır birlikte olduğu, “ne istedilerse ver”erek maddi ve manevi desteklerini esirgemediği, devletin kurumlarına yerleştirdiği OrtaçağcıPensilvanyalı İmamın Cemaati ile arasında ganimet paylaşımı savaşı çıkınca, sözde “demokrasi” mücadelesi yürütmekte..
Bizzat ABD Emperyalizmi tarafından yönetilip yönlendirilen Pensilvanyalı imamın müritlerinin 15 Temmuz saldırısı yine ABD tarafından çelmelenince, Kaçaksaraylı mukimin “Allahın bir lütfu olarak” gösterdiği ancak gerçekte Amerika’nın lütfu olan bu galibiyetle artık, dizginlerinden boşanmış bir durumda, fırsatı ganimete çevirerek her yere saldırmakta AKP giller.
Üç aydır uygulanan ve üç ay daha uzatılan OHAL rejimi ile ellerine geçirdikleri KHK çıkarma yetkisi ile Anayasal düzen işlemez durumdadır. Cumhuriyet Hukuku ve Cumhuriyet kurumları ortadan kaldırılmıştır.
İlan edilen OHAL kapsamı ile sınırlı kalmak ve ancak tedbir niteliğinde olmak kaydıyla çıkartılabilecek KHK’lar eliyle kalıcı hukuksal düzenlemelere gidilmektedir. Meclis devre dışı bırakılmıştır. Gerçi, 15 Temmuz öncesinde de yine o tek kişinin ağzından çıkanlar mecliste yasalaşıyordu ya…
O tek kişinin emri ile çıkartılan KHK’na ekli yüzlerce-binlerce kişi isminin yeraldığı listelerle yüzbinin üzerinde insan işinden gücünden oldu. Onbinlerce insan gözaltına alındı, tutuklandı. Önümüzdeki süreçte bu sayıların daha da artacağı ortada.
İşkenceli soruşturmalardan sonra şüphelilerin basın önünde işkence izleriyle birlikte teşhir edilmelerinden bile çekinmemekteler. Suçların şahsiliği ilkesi hiçe sayılıp, insanların eşleri, kardeşleri, anne-babaları da gözaltına alınıp tutuklanmakta, eşlerinin dahi malvarlıklarına elkonulmakta.
OHAL kapsamında avukatların da hak ve yetkileri gasp edilmiştir.
Örneğin;
– Görüşmeler teknik cihazla sesli veya görüntülü olarak kaydedilebilmekte,
– Tutuklu ile avukat görüşmelerini izlemek amacıyla görevli hazır bulundurulabilmekte,
– Tutuklunun avukatına veya avukatın tutukluya verdiği belge veya belge örnekleri, dosyalar ve aralarındaki konuşmalara ilişkin tuttukları notlarına, kayıtlara el konulabilmekte veya görüşmelerin gün ve saatleri sınırlandırılabilmekte,
– Avukatın Soruşturma ve Kovuşturma aşamasında şüpheli ile ve hatta cezaevinde tutuklu ile görüşmesi Savcının talebi ve Sulh Ceza Yargıcının kararı ile sınırlandırılabilmekte ya da tümüyle yasaklanabilmekte.
– Gözaltındaki şüphelinin müdafii ile görüşme hakkı Cumhuriyet savcısının kararıyla beş gün süreyle kısıtlanabilmekte,
– Müdafiin dosya içeriğini inceleme veya belgelerden örnek alma yetkisi, “soruşturmanın amacını tehlikeye düşürebilecek” gerekçesiyle savcı kararıyla kısıtlanabilmekte,
– Avukat büroları “gecikmesinde sakınca bulunan hal” gerekçesiyle Cumhuriyet Savcısının yazılı emriyle, C. Savcısı olmaksızın aranabilmekte, avukatla müvekkil arasında mesleki ilişkiye ait evrakların ayrı mühürlenmesi kuralı kaldırılmaktadır.
Oysa, bu yasaklara ilişkin CMK ve Avukatlık Yasasındaki düzenlemeler halen yürürlüktedir. OHAL hukukunun amacı dışında kullanılmasıyla birlikte, KHK’ler eliyle aynı konuda çifte hukuk yaratılarak getirilen bu yasak ve sınırlamalarla Savunma Dokunulmazlığı ve Sır Saklama Yükümü ortadan kaldırılmıştır.
Bütün bu hak gaspları karşısında Barolar ve Birlik yöneticilerimiz ise dostlar alışverişte görsün babından yapılan bir iki görüşme ile yetinmekteler. Hukuk Fakülteleri ise derin bir suskunluk içinde. Anılan hak gaspları bu görüşmeler ve sessizlikle ortadan kalkmıyor ki..
Hele hele Birlik Başkanı’nın, yanına 70 Baro Başkanı’nı da alarak çıktığı Kaçaksaray’daki biat töreni var ki, içler acısı bir durum.
Sözde T. Erdoğan, “seçilmiş iktidar” mış.. Sözde “demokrasiyi Fethullah’ın elinden alıp kurtarmış” mış.. Sanki iki yıl önce kendisini “edepsizlikle” suçlayan ve zamanın Cumhurbaşkanını ve Yüksek Yargı Başkanlarını peşinden sürükleyerek salonu terkeden bu kişi değilmiş gibi, kendisine övgüler düzmekten çekinmemiştir.
Oysa bunların (AKP’giller ve Pensilvanyalı imamın) uzun yıllar birlikte oldukları, etle tırnak gibi kaynaşık oldukları, milli eğitimden sağlığa, maliyeye, yargıya, polise ve askere varana dek devletin tüm kurum ve kurullarını paylaştıklarını bilmeyen mi var? Dahası bunları kendileri de itiraf ettikleri gibi, Fetullahın bankasının açılışında, okullarının törenlerinde boy gösterip övgüler düzdükleri arşivlerde kayıtlıdır. Yani bunlar arasındaki kapışmanın tek nedeni; Laik Cumhuriyet’in mirasını paylaşım kavgasıdır. Her ikisi de ortaçağcıdır, Mustafa Kemal, Laiklik, Yurtseverlik, Tam Bağımsızlık ve Cumhuriyet düşmanıdır. Hilafet ve saltanat özlemcisidir. İkisi arasında hiçbir fark yoktur. İkisini de projelendiren, yöneten ve yönlendiren AB-D Emperyalistleridir. Bu nedenle bunların her ikisinden de bir “demokrasi kahramanı” çıkmaz, çıkartılamaz.
Avukatların durumu böyle de Yargıç ve Savcılar ne durumda?
Bunların bir kısmı korkusundan, bir kısmı da bile isteye; Kaçaksaray’dan gelen fermanların; masumiyet karinesi, kanunsuz suç olmaz, suçların şahsiliği, savunma dokunulmazlığı gibi hukukun genel ilkelerine uygun olup olmadığına bakmadan emir tekrarı yapmaktalar.
Barolar Birliği Başkanı’nın önerisine hemen atlayarak, son dakika program değişikliği ile Adli Yıl açılışlarını Kaçaksaray’da yapmaktalar. AKP’gillerin reisinin önünde ayağa kalkıp düğmesiz cüppelerini iliklemeye davranmakla, selfi çekmekle, çay toplamakla meşguller. HSYK’nin kura çekme törenlerini bile Kaçaksaray’da yapmaktalar. Böylece Cumhuriyetin Hâkimi ve Savcısı değil Saray’ın Savcısı ve Hâkimi olduklarını kabullenmekteler. Yazık..
Onlara Sokrates Ahlakı’nın temeli ile seslenelim; “Kendin pahasına olduktan sonra; tüm dünyayı kazansan neye yarar?..”
Sadece birkaçını anlatabildiğimiz uygulamalarla görüldüğü gibi bugün ülkemizdeki, siyasi iktidar sahipleri Anayasa ve Yasalar dışına düşmüş, hukukun en temel ilkelerini bile ayaklar altına almış durumdadırlar. Bir yandan “FETÖ/PDY Terör Örgütü” ile mücadele ediyoruz derken, diğer yandan da “bu mücadelede 17-25 Aralık 2013’ü milat alıyoruz” diyerek, bu örgütle üç yıl öncesine dayanan her türlü kirli işlerini kapatmak istemekteler. Yani “17-25 Aralık 2013 öncesi FETO’yla işbirliği yapmak suç oluşturmaz. O yüzden, o tarihe kadar birlikte olanlarla ilgili herhangi bir adli işlem yapmayacaksınız. Ancak, o tarihten sonra da ilişkisini sürdürenleri hedef alacaksınız. Onları atacaksınız, devlet kurumlarından. Ve alacaksınız gece baskınlarıyla evlerinden. Tıkacaksınız zindanlara, ağır ceza talepleriyle.” diye savcılara talimat veriyorlar.
İşte şu an, yapılan da budur.
Meşru bir Hukuk düzeninde böyle bir milat olabilir mi? Tabii ki, hayır!
Eğer böyle bir terör örgütü varsa (ki vardır) bütün dönemlerindeki eylemlerinden sorumludur. Tabii, bunlarla iş ve eylem birliği yapan, suç ortaklarının sorumlulukları da baştan itibaren olmak durumundadır. Yani bir soruşturmada suçluların yarısı suçsuz sayılıp temize çıkartılabilir mi? Böyle adalet olur mu?
Elbette hayır.
Oldu diyelim. O zaman; bir “Çete Düzeni” denir buna…
Çünkü bu düzende kanun demek; çete reisinin ağzından çıkan ferman demektir.
“Haydut çetesinin kuralları ile hukuk kuralları arasında büyük benzerlik vardır. Hukuk kurallarının bütün özellikleri haydut çetesinin kurallarında da vardır. Bir kere haydut çetesi kuralları normatif niteliktedir. Yani bir şey emreder veya yasaklarlar. İkinci olarak bu kuralların konusu bu haydut çetesinin mensubu olan ve olmayan insanların davranışlarıdır. Üçüncü olarak, bu kurallar haydut çetesinin lideri durumunda olan kişi tarafından konulur.”(Kemal Gözler, Hukuka Giriş, Birinci Baskı, Ekin Kitabevi Yayınları-Bursa, 1998, s. 60-62)
Sayın Hocamız, bu satırları sanki bugünler için yazmış gibi, değil mi?
Ülkemizin, AB-D Emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri tarafından uygulamaya konulan, BOP çerçevesinde hızla Suriyeleştirildiği, toplumumuzun Ortaçağ’ın din savaşlarına doğru sürüklendiği, kardeşin kardeşe düşman edildiği bu karanlık günlerde; vatan millet, halk ve laiklik düşmanı, Cumhuriyet düşmanı, demokrasi düşmanı bu güruha karşı, herkes bulunduğu makamın kendisine emrettiği görevi ve sorumluluğu yerine getirme cesaretini göstermek zorundadır.
Unutmayalım; korkunun ecele faydası yoktur…
Sonuç olarak; Biz Antiemperyalist, Antifeodal ve Antişövenist ilkeler ışığında mücadele eden Halkçı Hukukçular olarak diyoruz ki önümüzde iki yol var:
Ya, Demokratik, Laik, Tam Bağımsız Cumhuriyet’in Hukukçuları; Avukatları, Yargıç ve Savcıları olacağız.
Ya da “Faşist Din Devleti’nin Kadı Divanı”.
Sözümüz Cumhuriyetin gerçek Hukukçularınadır:
Her şeyden önce ülkemizincoğrafyasınıyani topraklarımızı oluşturan, bize kan ve can veren VATANIMIZI ve bir vatan olan CESARETİMİZİ kaybetmeyeceğiz. Eğer cesaret vatanımızı kaybedersek, üzerinde yaşadığımız vatanımızı da koruyamayız.
Ve tam da bugün “Vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölmek yeğdir’’ diyenlerden olmak zorundayız…
Ekim 2016

HALKÇI HUKUKÇULAR