Her canlının bir bitimi, doğumu, kısa ya da uzun bir yaşamı ve de bir yitimi, ölümü vardır. Bu, doğanın ya da hayatın en temel yasasıdır. Çok da yerindedir.
Eğer böyle olmasaydı, doğa ve toplum yenilenebilir miydi, gelişebilir miydi?
Bu yasa olmasaydı, bırakalım insanı, belki hayat bile olmazdı. İşte bu yasa sayesinde doğada ve toplumda her şey, bir akış içindedir. Bir değişim ve gelişim içindedir.
İdealist olmakla birlikte İlk Çağ’ın dahi düşünürü Heraklitos, “Panta Rei” yani “Her şey akıyor”, demiştir. “Bir kere girdiğiniz ırmağa bile ikinci kez giremezsiniz. İkinci kezdeki artık o ırmak değildir.”
Bazı insanlar ölür, diyelim. Ama onlarınki Mişima’nın anlatımıyla; “Cilalı bir masanın üzerine atılan bir ipek kimono gibi sessizce, usulcacık, hiç kimseye rahatsızlık vemeksizin olur.”
Hazan mevsiminde bir meşenin yapraklarının sararıp, kuruyup dökülmesi gibi olur…
Ya da bir gül bahçesindeki gül yapraklarının zamanla renklerinin koyulaşıp, sararıp, rüzgârların önünde hiç kimseye bir zarar vermeksizin savrulması gibi olur.
Fidel’in bedence dünyadan ayrılması da aynen böyle oldu. Zaten son birkaç yıldan bu yana adım adım bedence bitişe doğru iyice yaklaştığı görülüyordu. Bu sebepten de sessizce kayıp gitti aramızdan, Fidel’in bedeni.
Onun gidişi aslında yalnızca soluk alıp vermesinin bitmesi oldu. Başkaca da hiçbir şey olmadı.
Fidel, aslında her meseleye akıl erdiren özgür aklıyla, içtenlikli ruhuyla ve en yüce insani ve ahlâki değerlere sahip kişiliğiyle, her zaman olduğu gibi capcanlı bir şekilde aramızdadır. Biz Gerçek Devrimcilerin yüreğinde ve bilincindedir.
Hayatın anlamını, insanlığın doruklarında yaşamayı seçmekte bulmuş insanların mücadelesindedir, kavgasındadır, savaşındadır Fidel…
Şu düzenler, dolaplar dünyasında; şu alçaklıklar, döneklikler, ikili oynamalar ve yalanlar dünyasında; Fidel gibi insanlar güneş gibi ısıtmakta ve aydınlatmaktadır insanlığın yolunu. İnsanlığın bu bataklıktan, bu hayvanlık konağından çıkışının, kurtuluşunun, dolayısıyla da gerçek bir insancıl konağa sıçrayışının, varışının yolunu…
İnsanlık, üretici güçlerin değişimi ve gelişimi sonucunda, İsa’dan önce 4 bin yıllarında, kaçınılmaz bir biçimde, bir milyon yedi yüz bin yıl yaşamış olduğu “Cennet”inden, yani İlkel Komünal Toplum’dan; her türden sosyal eşitsizliğin, yalanın, hilenin, kandırmacanın, korkaklığın, kaypaklığın hiç bilinmediği ve insani değerlerin en üstte tutulduğu toplum biçiminden çıktı, Güney Mezopotamya’da. Sınıflı Toplum’a geçti. İnsanın insanı yük hayvanı gibi, sağmal mal gibi gördüğü, yalanın ve hilenin kum gibi kaynadığı, her türden zalimliğin, kan dökücülüğün, baskının ve zulmün her tarafı kapladığı Sosyal Sınıflara parçalanmış topluma geçti.
İşte bu toplum çamurlara buladı insanı, paçavralara çevirdi. Zalimleştirdi, zulümkârlaştırdı, alçaklaştırdı, yalancılaştırdı.
İşte böyle bir dünyada, gerçek anlamda insan olabilmek için, altı bin yıl önce yitirmiş bulunduğumuz değerlere sahip olabilmemiz gerekir. Çünkü, Sosyal Sınıflı Toplum, insanı insanlıktan çıkardı. Canavarlaştırdı, Şeytanlaştırdı, iğrençleştirdi.
İşte bu sebepten, yüreği sevgi yüklü ama sosyal ve siyasi bilinçten yoksun hayvanseverler, gittikçe hayvanları daha çok severler, onlara daha çok değer verirler ve bağlanırlar; ama o oranda da insanlardan uzaklaşırlar, soğurlar.
Çünkü hayvanlar, sevenine karşı asla hile yapmaz. Kalleşlik yapmaz. Saf, içtenlikli sevgi verir hep. Yeter ki siz gerçekten sevginizi gösterin ve onu inandırın buna. Güvenini bir yol kazanın…
Çünkü, hayvanlar sadece doğa yaratığıdır. O yüzden, doğası dün neyse bugün de odur. Oysa insan, aynı zamanda toplum yaratığıdır da. İşte toplumdaki sosyal altüstlükler, değişimler, insanları da aynı oranda değiştirir, çürütür, soysuzlaştırır, bozar. Tabiî toplumdaki değişim, Sınıflı Toplum’a geçişte olduğu gibi olumsuz yönde ise…
Fakat biz eğer toplumu değiştirebilirsek, toplumu daha üst bir konağa sıçratarak ondaki sosyal eşitsizlikleri, tabiî sömürü ve zulmü ortadan kaldırabilirsek; yani toplumu insani bir ekonomik yapıya kavuşturabilirsek, ya da üretim sistemine kavuşturabilirsek; insanlardaki olumsuzluklar, insani ve ahlâki değer düşüklüğü, yoksunluğu hızla ortadan kalkmaya başlar. Ve bir zaman sonra insanlar, tertemiz kalmış olur.
Öyleyse arkadaşlar; hayata en insancıl, en yüce değer katan, onu en anlamlı kılan yaşama biçimi nedir?
Bu, insanlığın Sınıflı Toplum’a geçerken kaybettiği Cennet’ini; yeniden, ama bu sefer kendi bilinci ve iradesiyle kurma mücadelesini benimsemesidir. Ona boylu boyunca, bir ömür girmesidir.
O mücadeleyi en öne almakla, birincil önceliğimiz saymakla mümkündür. Tarihte insanlığa bu anlamda yön göstermiş ve o uğurda ömrünü harcamış insanlar, muhakkak ki, insanlığın doruklarında yaşamış, en yüksek insani kaliteye sahip insanlar olmuştur. Ve insanlık, onların adını, mücadelesini hiç unutmamıştır. Ve böylesi insanlar, yüzlerce, binlerce yıl önce de yaşamış olsalar, insanlığa örneklik etmeye, dolayısıyla da yol göstermeye hep devam etmişlerdir.
İşte Kawa (İ.Ö 5’inci yüzyıl), Spartaküs (İ.Ö 1’inci yüzyıl), Mazdek (6’ncı yüzyıl), Babek (9’uncı yüzyıl), Şeyh Bedrettin, Börklüce, Torlak Kemal (14-15’inci yüzyıl) İbn-i Haldun (14’üncü yüzyıl), Thomas More (15-16’ncı yüzyıl), Campanella (16-17’nci yüzyıl), Charles Fourier (18-19’uncu yüzyıl) ve İşçi Sınıfı Biliminin, dolayısıyla da insanlığın Gerçek Kurtuluş Biliminin kurucuları olan Marks-Engels ve o bilimi Proletarya Devrimleri ve Emperyalizmin Ölüm Çağına uyarlayan, uygulayan Lenin Usta, Yakov Mihailoviç Sverdlov, Stalin, Mustafa Suphi, Ethem Nejat, 15’ler, Kıvılcımlı Usta, Ho Amca, General Giap, Mao, Denizler, Mahirler ve bu kavgada verdiğimiz binlerce şehit; hep bu kapsam içine giren insanlardır. Yani insanlığının hakkını vererek, insan olmanın sorumluluğunu yerine getirerek yaşamış olan gerçek insanlardır.
Fidel’in Kübası’na dönersek; Che, Camilo, Fidel, Raul ve yoldaşları da hep bu değerdeki, bu yücelikteki insanlardır.
Bunlar, hiçbir kişicil beklentiye girmeksizin, herhangi bir hesap kitap yapmaksızın, ömürlerinin tamamını insanlığın kurtuluş davasına adamış yüce insanlardır.
Ortak özellikleri budur. Yani kişilikleri hemen hemen aynıdır.
Hepsi de bilimli, bilinçli, kararlı, yiğit, mert, özü sözü bir, her türlü fedakârlığı duraksamaksızın yapan; özetçe kendilerini insanlığa, insanlığın kurtuluşuna adayan insanlardır.
Demek ki arkadaşlar; hayattaki en yüce dava, insanlığın kurtuluş davasıdır. En değerli insanlar da, kendilerini bu davaya adayan, bu kavgaya giren insanlardır.
Ne yapmıştır Fidel?
Küba’nın varlıklı bir ailesinin, geniş toprakları üzerine kurulmuş bir çiftliğe sahip ailesinin hukuk fakültesi mezunu bir evladı olmasına rağmen, yani ömür boyu zenginlik ve refah içinde bir hayat sürmesinin her türlü şartına sahip olmasına rağmen; onu elinin tersiyle itmiş ve ülkesinin, vatanının, halkının kurtuluşu için gözünü kırpmadan savaşa girmiştir.
Kime karşı?
Fidel’in deyişiyle, “Yanki Emperyalizmine-Kuzey Emperyalizmine ve onun ülkedeki hain işbirlikçisi faşist general Batista Diktatörlüğüne” karşı.
Hem de bir avuç yoldaşıyla birlikte…
26 Temmuz 1953’te, kendisinin ve Raul’un da dahil olduğu 135 yoldaşıyla birlikte, Batista’nın Moncada Kışlası’na saldırmıştır. Böylece de, onun hain sömürü düzenini ve arkasındaki Yanki Emperyalizmini alaşağı ederek ülkesini özgürleştirme savaşını başlatmıştır.
Bilindiği gibi, bu baskın zaferle sonuçlanmamış. Tersine, yoldaşlarının büyük bölümünün hayatını yitirmesine, Batista’nın emriyle infaz edilerek katledilmesine ve geri kalanlarının da tutsak düşmesine yol açmıştır. Fidel de tutsaklar arasındadır. Günlerce süren mücadele ve yorgunluktan dolayı bitap düşüp uykuya dalan Fidel, kendilerini arayan Batista Ordusu’nun askerleri tarafından bulunuyor. Askeri timin başındaki genç subayın temiz kalpli oluşu ve Batista zulmünü de somutça bilişi yüzünden, yakalandığı anda hemen infaz edilmez. Tutsak alınır ve kışlaya götürülür. O sayede yani hasbelkader hayatta kalır. Yoksa, Fidel gibi yenilginin kesinleşmesi sonrası kaçabilen 34 yoldaşı, bulundukları yerde hemen infaz edilmiştir.
Fidel, namus bellediği yoldan asla dönmemiş, bu acı yenilgi bile onun kararlılığında bir sarsılmaya yol açamamıştır.
1955 sonrası afla salıverildikten sonra, geriye kalan yoldaşları ve aralarına yeni katılan yoldaşlarıyla birlikte yeniden Meksika’ya geçerek savaş hazırlıklarına girişmiştir. 2 yıl süren bir savaş hazırlık eğitimi sonrasında, Küba’ya “Granma” adlı eski bir tekneyle dönmüş ve kaldığı yerden savaşına devam etmiştir. Kahraman Gerilla Che de, Meksika’daki bu eğitim sürecinde dahil olmuştur savaşçılar arasına.
Şanssızlıklar bu devrim savaşçılarının peşini bırakmamıştır bu kez de. 82 savaşçının, Oriente Eyaleti’nin Las Coloradas Sahilinden karaya çıkıp savaşa tutuşacağı haberini ajanları vasıtasıyla almış olan Batista, askerleriyle birlikte orada pusuya yatmıştır. Sahile ayak basan savaşçılar bir anda ateş çemberi içine alınırlar, kurşun yağmuruna tutulurlar. 82 savaşçıdan yalnızca 13 kişi hayatta kalmayı başarıp pusudan kurtulabilir.
Tabiî birer, ikişer, üçer, beşer kişilik sayılar halinde kurtulunmuştur. Fidel, bu hezimet boyutundaki yenilgiden bile asla etkilenmez. İnancı ve kararlılığı asla sarsılmaz. Sağ kurtulan bu 13 kişiyi toplayıp bir araya getirir. Onlarla birlikte Sierra Maestra Dağları’na çekilerek oradan savaşlarını başlatırlar.
Fidel, halkın özlem ve taleplerini, hislerini, ruhiyatını çok iyi kavradığı için, onlara en uygun düşecek çözüm yollarını bulur ve gösterir, bölgedeki insanlara. Bilgisi, cesaret ve kararlılığı, fedakârlığı etkiler, yoksul Küba insanını. Ve günbegün Fidel’in etrafında toplanıp ordulaşırlar.
İki yıl süren bir savaş sonunda da, 1 Ocak 1959’da, ülkenin en doğusundan en batısında bulunan Havana’ya kadar gelip başkenti ele geçirirler ve ABD işbirlikçisi Batista Diktatörlüğünü yerle bir ederler.
Hain Batista, ailesi ve yakın çevreisyle birlikte ülkeden kaçar.
Fidel’in ve yoldaşlarının savaşı bitemez tabiî ki. Bu kez de ABD Emperyalistleri doğrudan karşılarına çıkar. Devrimin zaferinden bir yıl sonra, Küba’ya ekonomik abluka uygulamaya başlar.
Batista döneminde ülkenin verimli topraklarının büyük bölümünü ele geçirmiş olan ABD tarım tekeli United Fruit Company adlı şirketinin el koyduğu toprakları kamulaştırarak halkın hizmetine sunar. İşte bu, ABD Emperyalistlerini öfkelendirir. Hemen harekete geçip Küba’yı ekonomik olarak ablukaya alırlar.
ABD Emperyalistleri bir yılı bile bulmadan o denli sıkılaştırırlar ki bu ablukayı, mesela Küba’ya herhangi bir nedenle uğramış bir ticaret gemisinin bile 6 ay süresince ABD limanlarına giriş yapmasını yasaklarlar. Böylece Küba, emperyalist dünyadan bütünüyle tecrit edilmiş olur.
Fakat Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp, Küba’nın hemen yardımına koşar. ABD haydutunun ve kapitalist dünyanın ablukasını büyük ölçüde boş düşürür, etkisiz kılar.
Fakat, Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp’ın 1991’deki çöküşü sonrasında, Küba ekonomisi ağır bir bunalımın içine itilmiş olur. Çünkü onlara dostça davranan Sovyetler ve Sosyalist Kamp ülkeleri yoktur artık.
Sadece Çin ve Vietnam Halk Cumhuriyetleri bu süreçte yardımcı olurlar Küba’ya.
ABD haydutları, Küba’daki sosyalist iktidarı yıkmak için, devrimin zaferi sonrasında ülkeden kaçıp Miami’de üslenmiş bulunan 1400 haini derleyip toparlayarak, askeri eğitimden geçirip silahlandırır ve 1961 yılının 17 Nisanı’nda Küba’nın kuzey sahillerinden Domuzlar Körfezi’nde karaya çıkarır. Ve saldırıya geçirtir, Devrimci Küba’ya karşı. Fakat Fidel ve Che’nin komutasındaki Sosyalist Küba Ordusu, 72 saat içinde hainleri bozguna uğratıp teslim alır.
Hatırlayacağımız gibi; Tarihte “Havana Duruşması” adıyla bilinen duruşmalarda yargılar bu hainleri, Küba Halkına ve vatanına karşı giriştikleri bu hainane saldırıdan dolayı. İçlerinden sadece üç tanesi idama mahkûm olur ve cezaları uygulanır. Bunlar da devrimin zaferi öncesinde Küba Halkına ve devrimcilere karşı tecavüz, işkence ve infazlar yapmış, Batista faşizminin insanlıktan çıkartıp birer canava dönüştürdüğü sapıklardır. Bu suçlarından dolayı ölüm cezasına mahkûm edilirler ve cezalandırılırlar. Diğerleri hapis cezalarına çarptırılır. Sonra da bu hainleri ülke cezaevlerinde tutup beslemektense fidye karşılığında verelim, sahipleri olan alçak ABD’li emperyalistlere, derler. Ve satıp gönderirler ABD’ye. Varlıkları ve nefesleriyle ülkeyi kirletmeleri de önlenmiş olur böylece.
Çok geçmez, bu sefer ABD haydut devleti, savaş gemileriyle sarar Küba’nın etrafını, 1962’nin 22 Ekimi’nde. Tarihe “Füze Krizi” adıyla geçen bu kriz de savuşturulur. Fidel’in, Küba Halkının yiğit ve kararlı duruşları, vatanlarını savunmak için ölüm dahil her şeyi açıkça göze alışları ve dost Sovyetler Birliği’nin desteği sayesinde…
Fakat emperyalist haydutlar kafaya takmışlardır bir kez, Küba’nın sosyalist iktidarını devirmeyi. Ülkeye defalarca savaş gemileriyle, uçaklarla saldırıda bulunurlar. Uçaklarını düşürüp savaş gemilerini batırırlar Küba’nın. Masum insanlarını katlederler.
İşte Che’nin, Alberto Corda tarafından çekilen efsane resmi de o katliamlardan biri sonrasındaki cenaze törenindendir. Törenin yapıldığı platforma, ruhunun derinliklerinden fışkırıp bedeninin her zerresine yayılan ABD Emperyalistlerine duyduğu hınç ve öfkeyi yansıtan o ifade, törenin yapıldığı platforma bir an çıkıp kısa süreliğine görünen Che’nin Kübalı sosyalist fotoğrafçı Alberto Corda’nın objektifine yansıyan görüntüsüdür. Bu katliamında da ABD’li haydut, 71 Küba denizcisini denizin derinliklerine gömerek öldürmüştür.
ABD haydutları, Küba’nın devrimci önderlerine, özellikle de Fidel’e karşı yüzlerce suikast girişiminde bulunurlar. Bazı Tarihçilere göre, Fidel’e düzenlenen bu katliam girişimlerinin sayısı 638’e ulaşır.
Öylesine alçak, utanmaz ve insani değerlerin zerresine olsun sahip değiller ki bu emperyalist haydutlar, bir Birleşmiş Milletler toplantısına katılıp orada konuşma yapmak için New York’a gelmiş olan Fidel’e şehrin otellerinin bir tekini bile açtırmazlar. Hepsi “yerimiz yok”, derler. Bunun üzerine Fidel, bir nevi sömürge zulmü altında inleyen siyahların gettosu olan Harlem’e yönelir. Ezilen ve ırkçı zulme uğrayan siyah insanlar, büyük itibar gösterirler, Fidel’e ve ekibine. Büyük bir mutluluk içinde ağırlarlar yoldaşlarımızı.
Hatırlanacaktır, bu arı namusu yitirmiş alçak haydut ABD, yiğit, ölümsüz devrimci Hugo Chavez’e de benzer bir uygulamada bulunmuştu. Chavez’in korumaları ve doktorunun bile, uçaktan çıkmasına izin vermemişti. Oysa, Chavez de Fidel gibi Birleşmiş Milletler toplantısında konuşma yapmak için gelmişti, New York’a.
Devrimci yoldaşımız, Ankara’nın eski Venezuela Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland’la birlikte geçrekleştirdiğimiz konferanslardan birinde bu konudan ayrıntılıca söz etmiştik.
Fidel, Che, Camilo ve Raul’un önderliğindeki Sosyalist Küba, 90 mil uzağında bulunan uluslararası emperyalizmin başhaydut devleti ABD’nin bütün saldırganlıklarına, bütün meydan okumalarına ve ekonomik ablukasına rağmen, 57 yıldır dimdik ayakta kalmıştır, hiç korkmamış, yılmamış, kararsızlığa düşmemiştir. Hep yiğitçe meydan okumuştur, emperyalist çakallara. Zerrece olsun ödün vermemiş, geri çekilmemiştir bu haydut karşısında.
Ne demişti Fidel, devrim savaşını başlatırken?
“Ya devrim yapacağız ya şehit olacağız.”
Şehitler verilmiştir. Fakat devrim de yapılmıştır, korunmuştur ve bugün de sürmektedir devrimci iktidar.
Bir diğer şiarı neydi, Fidel Yoldaş’ın?
“Patria o muerte!”. “Ya özgür vatan ya ölüm!”
Hatırlanacaktır, bu slogan bizim Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın da şiarıydı.
Mustafa Kemal ve silah arkadaşları nasıl dile getiriyorlardı bu şiarı?
“Ya istiklal ya ölüm!”
Biz ne diyoruz, yoldaşlar?
Aynı şeyi.
Fidel’i, Che’yi, Camilo ve Raul’u bu denli kararlı, yiğit ve kahraman kılan hangi kişilik özelliğidir, yoldaşlar? Taşınan hangi insani yüce değerdir?
Fidel’in ifadesiyle şudur:
“Onur yaşamdan önemlidir.”
Biz, Fidel’le 1967 güzünde tanıştık. Tabiî ruhen, kalben ve aklen… İstanbul’a üniversite eğitim için geldiğimiz aylar içinde. Öncesinde Konya’da yaşamıştık hep. Oradayken kendimizi “İslamiyetçi Sosyalist” olarak tanımlıyorduk. İstanbul’da Marksizmle tanıştık. Onun biricik doğru yorumcusu ve geliştiricisi Leninizmle tanıştık. Ve Önder’imiz Kıvılcımlı’yla tanıştık. Hepsinde de aynı değerin tümüyle bulunduğunu gördük.
Biz de Konya’nın, Toroslar eteğine düşen bölgesinde bir yoksul köyde toprağa yerleşmiş “Yörük” olarak adlandırılan bir ailedendik. Babamız da bizi; “Oğlum insan şerefi için yaşar.”, şiarının anlam kapsamı içinde yetiştirmişti. Fidel ve diğer devrimci önderlerin aynı şiara sahip olduklarını ve onun gösterdiği şekilde yaşadıklarını, savaştıklarını görünce, bir anda çarpılırcasına etkilendik. Etkili, hoş bir parfüm gibi çekti bizi kendine, bu önderlerimizin, yoldaşlarımızın kavgası. Sanki onların tamamı bizim köyümüzün, bizim yakın çevremizin insanlarıydı. Böylesine yakın, sıcak ve içten bulduk, bu büyük devrim önderlerini. Onların ahlâkıyla bizimki birebir aynıydı. Huyumuz suyumuz, davranış kalaıplarımız, heyecan yapımız, başeğmezliğimiz ve haksızlık karşısında anında patlayan isyan duygumuz tümüyle örtüşüyordu.
İşte bu sebepten Fidel’i, Che’yi ve saydığımız diğer devrimci önderleri içten örnekler olarak benimsedik. Onların yolunu yolumuz, ahlâkını ahlâkımız, namusunu namusumuz saydık. Bu yaşımıza kadar da bu değerlerin rehberliğinde aynı amaca ulaşmak için savaşıyoruz.
Son soluğumuzu verene ya da bedence tükenişe uğrayıncaya kadar da savaşmaya devam edeceğiz. Çünkü insan olarak, insan kalarak yaşamanın başka bir yolu, yordamı, mümkünatı yok, bizim için.
Evet, Fidel de; Che gibi, Camilo gibi, Kıvılcımlı Usta gibi, Denizler ve Mahirler gibi bedence aramızdan ayrıldı. Ama kavgamızda yaşamaya, yanıbaşımızda düşmanla savaşmaya devam ediyorlar. Hep birlikteyiz.
Böylesi yüce insani amaçlar için, ülküler için yaşayıp hayatlarını verenler asla ölmezler. Unutulmazlar. Yüz yıllar hatta bin yıllar boyu yüreklerde ve bilinçlerde yaşamaya devam ederler. Ezilen ve sömürülen dünya halkarı, ölmelerine izin vermediği müddetçe onlar ölmezler.
İşte bu sebepten, onların bedence saflardan ayrılışları, bir gül yaprağının dalından savrulup rüzgârlar önündeki uçuşuna benzer.
Her insan, adına ölüm denen bu sonla karşılaşır. Herkes ardında bir şeyler bırakıp gider. Kimi birkaç çocuk, kimi mal mülk, köşkler, saraylar… Ve işte Fidel gibiler de kutsal bir dava bırakıp giderler. İnsanlığı gerçek kurtuluşuna götürecek olan yüce bir dava…
Hiç ölmüş denebilir mi böylelerine?
Hayır, asla!
Onlar hâlâ capcanlıdırlar, gerçek insanlara yol göstermeye devam etmektedirler. Teorileriyle, pratikleriyle, sembol oluşlarıyla…
İnsan olarak doğmuş, insan suretine bürünmüş bazıları da, hazindir ki, arkalarında iğrenç bir leş bırakıp giderler. İnsanlık böylelerini yine bin yıllar boyu hep lanetle anar. Tarihin en pis, en iğrenç, en lanetli sayfalarında yer alır, böylelerinin adı. Bunlarsa zulümkârlardır. Yaşadıkları sürece insanlığa kan ağlatmış zalimler güruhudur. Derebeyileşmiş alçaklardır. Zalim krallar, sultanlar, hükümdarlardır. Sömürgecilerdir ve de emperyalist haydut devletlerin yöneticileri ve temsilcileridir. Bunlar saymakla bitmez. Çekirge sürüleri gibi, süne zararlıları gibi, sırtlanlar, çakallar gibi çoktur bunlar.
İşte aylardan bu yana suretlerini sayfalarımıza taşıyıp isimlerini saydığımız Bush’lardır, Clinton’lardır, Obama’lardır, Trump’lardır ve onların Avrupa’daki benzerleridir. Ve de bunların geçen yüzyıldaki öncülleridir.
Fidel, bunlar için şöyle der mealen, 15 yıl kadar önce bir konuşmasında:
“ABD ve Avrupa Emperyalistleri, iki emperyalist paylaşım savaşında 60 milyonun üzerinde masum insanın canından olmasına sebep olmuşlardır. Bu paylaşım savaşları sonrasından günümüze kadar da çıkardıkları bölgesel savaşlar, yaptıkları işgal ve katliamlar, uyguladıkları ekonomik ablukalar ve yine yaptıkları hayasızca sömürü ve talan sebebiyle 60 milyondan fazla insanın hayatını kaybetmesine sebep olmuşlardır. Bu kanlı zalimler, bu suçlarından hesaba çekilmek üzere Nürnberg benzeri bir mahkeme önüne çıkarılıp yargılanmalıdırlar.”
Ve bir de bunlara hizmetkârlık, uşaklık eden, bizim gibi emperyalizmin ağına düşmüş, kapitalizmce geri ülkelerin hain iktidar sahipleridir. Ve bir de, yine bunlara hizmetkârlık eden, para karşılığında ruhunu, insanlığını satmış, ajanlaşmış diğer işbirlikçilerdir. Bu emperyalist haydutları şirin, sevimli göstermeye çabalayan her soydan ve boydan namussuz, ahlaksız, insan sefaletine dönüşmüş yaratıklardır. Bunlar da saymakla bitmez.
Ülkemizi baz alırsak, Meclisteki Dört Amerikancı Burjuva Partisinin yönetici ve temsilcileridir bunlar. Ekonomiyi emperyalist tekellerin emrine vermiş hain Parababaları Zümresidir. ABD uşağı, hain siyasetçilerdir, medya yöneticileridir ve sözde bilim, sanat, kültür insanlarıdır.
Ve yine bu nedenle ne diyorduk biz?
“Katil Amerika, Ortadoğu’dan defol, diyemeyen her siyasetçi, her aydın ya gafildir ya hain.”
Bunlarınki acınacak bir hayattır aslında. Bunların paraları, pulları, malları, mülkleri, arabaları, köşkleri, helikopterleri, uçakları vardır bol miktarda. Ama, kendileri yoktur artık. Yani bunlar, insanlıklarını değişmişlerdir; insanlıklarını satarak elde etmişlerdir o maddi varlıkları. Kendi iradeleriyle vazgeçmişlerdir insanlıklarından.
Ne diyordu böyleleri için, İlk Çağ’ın ünlü düşünürü Sokrates?
“Kendin pahasına olduktan sonra; tüm dünyayı kazansan neye yarar?..”
Ne mutlu Fidel gibi ömrünü insanlığın doruklarında, insanlık davasına vakfederek yaşamış büyük devrimcilere, büyük insanlara…
Yolumuz Fidel’lerin, Che’lerin yoludur. Mahirler’in, Deniz’lerin, Kıvılcımlı’ların yoludur. Davamız er geç zafer kazanacak…
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
27 Kasım 2016
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı