Türkiye’de çok güçlü bir devrimci potansiyel var aslında. Halkımız, devrimcidir. Kendi haline bırakılırsa meseleleri hızla kavrar. Ve dostu düşmanından ayırır.
Bazıları halkımızı on yıllar boyu aşağıladılar, “Geri zekâlıdır, tutucudur” vb. zırva düşüncelerle. Oysa tam tersidir halkımız.
Bakın, Osmanlı’nın yıkılış günlerinde bile yani 1918–1923 arasını kapsayan yıllarda bile, halkımız Rusya’da patlayan Büyük Ekim Devrimi’ni görmüş, kavramış, benimsemiş ve savunur duruma gelmişti. İşçi Sınıfımız, birkaç aylık bir devrimci çalışma sonucunda bazı işyerlerinde benimsemişti Bolşevikliği.
Anadolu’da halkımız kendiliğinden bir davranışla Şuralar yani Sovyetler kurmaya başlamıştı.
Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderen Sultan Vahdettin ve Damat Ferit, iki görev vermişti ona:
Birincisi; Karadeniz bölgesinde işgal kuvvetlerine ve onların himayesinde katliamlar yapan Pontus çetelerine karşı halkımız silaha sarılmış ve yoğun bir silahlı mücadeleye girişmişti. Bu mücadelede en önde gelen lider de Giresunlu yiğit Topal Osman Ağa idi.
Osman Ağa, korku nedir bilmezdi. İyi planlama yapar, hızla sonuca giderdi. Pontus Çetelerinin ana karargâhını gözü kara bir atılganlıkla basar, hiç beklemedikleri bir baskın karşısında şoke olan çete yöneticilerini anında imha ederdi.
İşte bu silahlı mücadeleler, halkta, emperyalist işgalcilere ve onların maşalarına karşı bir isyan meşalesi etkisi yapıyordu. Ve günbegün de yaygınlaşmaktaydı bu karşı koyuşlar.
İşte Çökkün Osmanlı’nın teslimiyetçi, hain Sultanı Vahdettin ve onunla aynı kategorideki Damat Ferit, bu halk isyanlarını bastırmasını istemişti Mustafa Kemal’den ve onun teftiş ettiği ordulardan.
Verilen birinci görev buydu.
İkincisiyse; halkın kendiliğinde oluşturmakta olduğu Şuraları ortadan kaldırmasıydı.
Hatırlayacağımız gibi, Mustafa Kemal, verilen bu hainane görevleri yapmak bir yana; onların tam tersini yaptı. Halkı emperyalistlere karşı örgütlemeye girişti.
Bunun üzerine, bilindiği gibi, İngiliz Emperyalistleri hemen davranışa geçip Mustafa Kemal’in geri çağırılmasını emrettiler Saray’a. Mustafa Kemal bu emre uymadı. Israrlar üzerine de, çok sevdiği askerlik mesleğinden ve taşıdığı rütbeden, unvandan vazgeçerek, istifasını gönderdi, Vahdettin’e ve Damat Ferit’e. Bundan böyle milletin bir ferdi olarak, milletimin hizmetinde savaşacağım, dedi.
Ankara’daki Meclise baktığımız zaman da, milletvekillerinin üçte birinin Bolşevik, dolayısıyla da komünist olduğunu görürüz. Yani bu kadar kısa bir süre içinde gerçeğin, doğrunun, dostun ve düşmanın ne olduğunu görüvermişti bu milletvekilleri.
“(…) Ermenistan’ın Bolşevikliği de sağlanmış olduğu için Lenin, Mustafa Kemal’e dostça ve tutarca bir telgraf çekti. Menşevik Gürcistan elindeki Ardahan, Artvin, Ahıska ve Batum’u almıştık. Sovyetlerle anlaşma sonunda Batum ve Ahıska Gürcülere bırakılmıştır. Bu zaferle Ankara’nın itibarı kadar Rus sevgisi de artmıştı. Bir hayli milletvekili rejimin hâlâ komünistlikte ayarlanmamasından şikâyetçi idiler. “Ne bekliyoruz? Niçin komünizmle halka yeni bir ruh aşılamıyoruz? Hangi mal, hangi servet kaldı ki korkalım?” diyorlardı.
“Belediye bahçesinde masa masa açıkça propaganda yapılmakta idi. Kalpak üstünde kırmızı renk ve boyunlarda kırmızı kravat moda olmuştu.
“— Sen de mi komünistsin?
“— Rusya’dan başka nerde umut var. Sevres Antlaşmasını okudum. Bizi çorak steplere atmışlar. Burada bile serbest değiliz. Yokluğumuz fermanı çıkmıştır. 20.000.000 Yunanistan kurulma yolunda. Bu hâlde iken başımdaki çuhanın rengini neden sorarsın?
“Meclis içinde ve dışında Tokat Milletvekili Nazım, Bursa Milletvekili Şeyh Servet ve Afyon Milletvekili Şükrü alabildiklerine çalışmakta idiler. Meclisteki teşkilâtlanma Sovyet elçisinin eseri idi. Büyükelçi Medivani Ankara’ya kadınlı erkekli iki yüz kişi ve telsiz cihazları gelmişti. Daha önce Kars’ta bir iki gün yerine bir ay kalıp propagandaya koyulmuştu. Ankara’da Kurşunlu Cami yanında biri geniş birkaç ev tutmuştu. At sırtında kırlarda gezintiye çıkar, şehrin içinden kalabalıkla ve gürültü ile geçerdi. Direktifçi bir hâli vardı. El altından Meclisteki partizanlarını çoğaltmış, kırmızı çuhalı kalpak sayısı artmıştı. Yeşil Ordu ve Ethem’i iyice avcu içine aldığı anlaşılmakta, Arif Oruç’un “Yeni Dünya”sı Ankara’da satılmakta idi. Meclistekiler artık işi açığa vurmuşlardı. Bir gün Tokat Milletvekili Nazım Hacıbayram yakınlarında yeni açtıkları kulübe birçok kimseleri çağırdı. Kapıda karşılayıcı Şeyh Servet’ti. “Mecliste bir grup yapalım. Memleketin buna ihtiyacı var. Komünistlik İslâm esaslarına uygundur. Ebubekir komünisttir. Müslüman olduktan sonra bütün varını yoksullara dağıttı idi,” diyordu. Anadolu’da teşkilâtlarını yapmak için Rusya’dan dört yüz bin altın almak için Mustafa Suphi ile haberleştiler. Moskova ise bu işleri Radek’in kontrolü altında ancak Mustafa Suphi’ye emanet edebilecekti. Mustafa Suphi arkadaşları ile Trabzon’a geldi. İç duruma o kadar güveniyordu ki Ankara’ya:
“— Üçüncü Enternasyonalin Türkiye ile işbirliği yapması için çalışacağız. Fakat bu sırada sosyal devrim esaslarını hazırlamak üzere propaganda yapacağız. Eğer menfi davranırsanız yardımdan mahrum olursunuz, diyordu. Çerkez Ethem onlarla idi: “Yurdun Kafkastır, uludur oymağın” diye başlıyan bir marşı bile vardı. İş çığrından çıkmak üzere idi. Mustafa Suphi ve on yedi arkadaşı Yahya Kaptan’la adamları tarafından bir takaya bindirilerek denize atılmışlardır. Meclis komünistleri vatana hiyanet suçu ile İstiklâl Mahkemesi’ne verilmişlerdir. Mecliste partizanları üçte bire çıkmışken dokunulmazlığının kaldırılması görüşmesinde yapayalnız kalmışlardı.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s. 106 https://xa.yimg.com/kq/groups/16642567/463217306/name/%C3%87ANKAYA+F.R.ATAY.pdf)
Görüldüğü gibi, arkadaşlar, Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı yöneten Anadolu Burjuvazisi, sınıf karakteri gereği, burada devrime ihanet eder. Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıyla ittifaka girerek Meclisteki bilinçli ve namuslu milletvekillerini tasfiye eder. Mustafa Suphi ve Onbeşler’i de Karadeniz’in azgın dalgaları arasında boğar.
Aslında Türkiye’nin ve Laik Cumhuriyet’in kaderi o gün belirlenir. Bu ihanetle alınan yara, onarılamaz, tersine içten içe işleyerek tüm organizmayı çürütür.
İşte bugün yaşadığımız kara günlerin en önemli sebebi, bizce, bu ihanette yatar.
27 Mayıs 1960 Politik Devrimi sonrasında devrimin getirmiş olduğu, kısmi de olsa, özgürlük ve demokrasi ortamında, başta Aydın Gençliğimiz ve Kamu Emekçilerimiz gelmek üzere, Türkiye Halkı hızla devrimcileşmeye başlar.
31.391.421 kişiden oluşan nüfusa sahip Türkiye’de, 1965 seçimlerinde, gerçek anlamda bir İşçi Sınıfı Partisi olmayan Türkiye İşçi Partisi (TİP) bile ciddi bir çalışma yapmadan 276.101 oy almıştır. Ve 450 kişilik Mecliste 14 milletvekiliyle temsil edilmiştir.
Fakat bu sefer ABD yörüngesine girmiş Türkiye’de hemen tüm kurumları ele geçirerek yerleşmiş bulunan CIA yönetimindeki Kontrgerilla, harekete geçmekte gecikmedi. Bir yandan satın alıp sol ortama yerleştirdiği ajan provokatörleriyle, bir yandan Burjuva Sosyalisti TİP’in önünü açıp Gerçek Devrimcilerin önüne oluşturduğu setle, bir yandan da Gençliği Latin Amerika modeli, yani Carlos Marighella’nın teorileştirdiği “Şehir ve Kır Gerillacılığı”na özendirerek gerçek devrimci hattan-Leninci Devrim Öğretisinin öngördüğü hattan koparıp almasıyla çığ gibi gelişmekte olan devrimci hareketi yolundan çıkarttı, felakete sürükledi ve 12 Mart Faşist Darbesiyle de ezdi.
Genç arkadaşlarımıza cazip, çekici ve de çok romantik gelmişti, Carlos Marighella’nın gerillacılık öğretisi.
O günlerde, gençlere doğru devrimci hattı göstermek için, ilerlemiş yaşına ve ağır kanser kanamalarına rağmen, Önder’imiz Hikmet Kıvılcımlı, olağanüstü bir çaba gösterdi ve mücadele verdi. Fakat heyecanlı genç arkadaşlarımız bir defa büyülenmişlerdi, Latin Amerika Gerillacılığına. Söz anlayacak, laf dinleyecek durumda değillerdi.
Tabiî, bu arkadaşlarımızı gerillacılığa özendirenlerin başında da CIA yönetimindeki Kontrgerilla geliyordu.
Eğer o yıllarda Önder’imizin uyarıları dikkate alınıp Marksist prensipler çerçevesinde oluşturulacak bir gerçek devrimci Proletarya Partisinin önderliğinde Leninci Devrim Öğretisine uygun bir yol izlenebilseydi, zafere ulaşılabilirdi. Yani devrim gerçekleşebilirdi. Ama heba edildi, yazık ki o devrimci potansiyel…
1970 sonrası yine çığ gibi gelişmeye başladı sosyalist hareket. Fakat aynı hatalar tekrarlandı ve bu devrimci gidiş de 12 Eylül 1980 Faşist Darbesiyle durduruldu. Devrimci güçler ezildi. Zindanlara doldurulup işkencelerden geçirildi. İnfazlara ve idamlara uğratıldı.
1980 sonrası, 1960’lı ve 1970’li yıllara oranla biraz yavaş da olsa yine gelişmeye başlamıştı sosyalist hareket.
Tabiî, CIA ve Kontrgerilla hep görev başındaydı ve devrimi engellemek için her türlü aşağılık yöntemi uygulamaktaydı.
Bu olumsuzlukların üzerine, 1991’de Sosyalist Kamp’ın ve Sovyetler’in çökmesi eklenince, bir anlamda, ölümcül bir darbe yemiş oldu, sosyalist hareket.
Küçükburjuva devrimcilerimiz ve sol gruplarımız, inançlarını yitirdiler. Özgüvenlerini yitirdiler, umutsuzluğa kapıldılar.
Sosyalist Kamp’ın çökme sebebini kavrayamadıkları için, çöküşün sebebini Marksist-Leninist Teoride aramaya başladılar. Oysa çöküş, biricik gerçek devrimci teoriden uzaklaşılması ve kopuşulması yüzünden yaşanmıştı. Lenin’in net, açık, kesin önerileri ve uyarıları dikkate alınmadığı için karşılaşılmıştı bu hezimetle. Hâlbuki Lenin açıkça söylemişti: Bunlar bunlar yapılmazsa, sosyalist iktidarımızı koruyamayız, diye.
İşte bu noktada, o güne kadar Küçükburjuva bir Ulusal Kurtuluş Hareketi niteliğine sahip olan PKK, yine sınıf karakteri gereği büyük bir dönüş yaparak burjuva bir yapıya büründü. Ve dümeni hızla kırarak ABD’ye yöneldi.
Abdullah Öcalan Bekaa’da ziyarete gelen CIA ajanlarıyla görüşerek kesinlikle Marksist-Leninist olmadığını, sadece Avrupa Sosyalizmi tipi bir sosyalizme inandıklarını dile getiriyordu. Avrupa Sosyalizmi malum; Tony Blair’in İşçi Partisi’nin ve şu anki Fransız Devlet Başkanı François Hollande’ın, İspanyol Felipe Gonzalez’in örneklik ettikleri sahte sosyalizmdir. Adının dışında sosyalizmle zerre kadar ilgisi olmayan bir burjuva ideolojisidir.
Hatırlanacağı gibi, tüm bu örnekler, ABD Emperyalistleriyle, onun NATO’suyla çok sıkı ilişkiler içinde olmuşlardır ve olmaktadırlar.
İşte bu üç olumsuzluk, yani:
1- CIA yönetimindeki Kontrgerilla’nın sol ortama yerleştirdiği ajan provokatörler ve onlar aracılığıyla sol grupları kendi yörüngesine çekme çalışması;
2- Sovyetler Birliği ve Sosyalist Kamp’ın çökmesinin yarattığı sarsıntı. Küçükburjuva gruplarımızdaki devrimci teoriye ve devrimin geleceğine yönelik inanç ve güven kaybı. İnançsızlığa düşmeleri;
3- ABD ve AB Emperyalistlerinin desteğini arkasına alan Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi PKK’nin hızla gelişerek önemli bir kitlesel güce ulaşması ve bu gücün yarattığı çekim kuvveti, sol ortamı zehirledi. Bozdu, soysuzlaştırdı, çürüttü.
Bizim dışımızdaki tüm sol grup ve grupçuklar, iç içe halkalar oluşturarak PKK etrafında dönmeye başladılar. Uydulaştılar yani.
Tabiî PKK de her geçen gün daha açık ve kesin biçimde ABD hâkimiyetine geçti. Pervasızca, ABD Emperyalistlerini ve onların saldırganlıklarını, işgallerini, katliamlarını savunur duruma geldi.
Sadece savunur olmakla da kalmadı, ABD’nin Ortadoğu’daki en önde gelen “kara gücü” oldu, yerel ortağı oldu.
İkinci bir İsrail oldu, bir anlamda.
Artık ABD’ye ve İsrail’e açıktan övgüler düzüyordu. Ondan kendilerine rol vermelerini istiyordu. Silahlı gerillalarını ABD’li komutanların emrine verip ABD’nin çıkarları için savaştırılmalarını istiyordu. Yani, kraldan daha kralcıydı ABD’yi savunmada ve ona hizmette bulunmada.
İşte daha bir iki hafta önce, HDP milletvekili Ziya Pir, İstanbul’da yapılan NATO Toplantısında, NATO’nun Parlamanterler Asamblesi Alt Komitesi Başkan Yardımcılığına seçildi, tüm üyelerin oy birliğiyle aday göstermesi ve oybirliğiyle seçimi sonucunda. Bununla övündü HDP’liler.
İşte dün medyaya düşen bir haber:
“Cemil Bayık, Trump’ı tebrik etti: ABD’nin Kürtleri de göz önünde bulunduracağını umuyoruz
“Cemil Bayık, ABD’nin yeni başkanı seçilen Donald Trump’ı tebrik ederek Trump’ın kendi halkının ve insanlığın çıkarına politikalar geliştireceğini umduklarını, ABD politikalarının Kürdistan da dahil olmak üzere tüm dünyayı etkilediğini belirtti.
“Cemil Bayık Donald Trump’ın ABD başkanı seçilmesini de değerlendirdiği açıklamada “ABD’nin Ortadoğu politikalarında Kürtleri de gözönünde bulundurmasını umuyoruz. ABD’nin Kürtlere karşı adaletsizliği, vahşeti ve soykırımcı politikaları ve Kürtlerin bu saldırganlığa karşı mücadelesini göreceğine inanıyorum” dedi.
“Cemil Bayık, ABD’nin yeni başkanı seçilen Donald Trump’ı tebrik ederek Trump’ın kendi halkının ve insanlığın çıkarına politikalar geliştireceğini umduklarını, ABD politikalarının Kürdistan da dahil olmak üzere tüm dünyayı etkilediğini belirtti.
“Sterk TV’ye konuşan Bayık “Ortadoğu’da sürmekte olan büyük bir savaş var, değişimler ortaya çıkabilir ve yeni dengeler kurulabilir. ABD, Rusya ve diğer güçler bu savaşın içinde. Biz de Ortadoğu’nun bir parçasıyız ve Kürdistan Ortadoğu’nun belkemiğidir. Ortadoğu’daki tüm politikalar Kürtler ve PKK üzerine de etkiye sahip. PKK’nin politikalarının da tüm Kürdistan ve bölgeye etkileri söz konusu” dedi.
“Bayık “ABD’nin Ortadoğu politikalarında Kürtleri de gözönünde bulundurmasını umuyoruz. ABD’nin Kürtlere karşı adaletsizliği, vahşeti ve soykırımcı politikaları ve Kürtlerin bu saldırganlığa karşı mücadelesini göreceğine inanıyorum” dedi. Bayık sözlerine Türkiye’de yaşayan Kürtlerin Türkiye ile bağlarına koparma çağrısı yaparak devam etti. “Halkımız bilmeli ki özgürlük aşamasına ulaştık, savaşın bu kadar şiddetli bir hal almasının nedeni bu aşamaya ulaşmış olmamızdır. Halkımız Türk devletinde daha çok yaşamamalıdır ve bu sistemle tüm bağlarını koparmalıdır. Eğer bunu yaparlarsa, bu sistem çöker ve Türkiye toplumu barışa çok daha erken kavuşur” (http://www.abcgazetesi.com/cemil-bayik-trumpi-tebrik-etti-abdnin-kurtleri-de-goz-onunde-bulunduracagini-umuyoruz-36039h.htm)
Çok açık biçimde görüldüğü gibi, artık en pervasız şekilde ABD’yi övgülere boğuyor PKK. Ve onunla omuz omuza Ortadoğu’da iş yapalım, diyor.
Tabiî yeni bir şey söylemiş olmuyor. 1991’den bu yana bu dediklerini yapıyorlar zaten.
Şimdi bu çizgideki bir PKK’nin, ABD’nin Ortadoğu’daki petrol bekçisi olması konusunda zerrece bir farkı var mıdır Siyonist İsrail’den?
Yoktur.
Zaten PKK, İsrail’in de yandaşı ve dostudur, bilindiği gibi.
Yani, daha önce de söylediğimiz gibi, ABD kime dostsa PKK de ona dosttur; ABD kime düşmansa PKK ona düşmandır.
Peki bunca açık ve kesin biçimde söylenmiş olanlar, alınan tutum, bizim “Sevrci Soytarı Sahte Sol” olarak adlandırdığımız, bizim dışımızdaki sol grupları zerrece olsun etkiler ve onlarda bir duraksamaya yol açar mı dersiniz?
Hayır.
Onlar da artık şirazeden çıkmıştır. Kopmaz bir biçimde PKK yörüngesinde uydulaşmıştır. Onların bir tekinin olsun tepesinden olumlu bir tutum beklenemez artık, devrimcilik açısından. Bir defa utanç verici bir alçalmayı kendilerine yedirebilmişler ve yıllardan bu yana o konumlarını sürdürebilmişlerdir. Böyle olunca, onlarda artık devrimci onur da, ahlâk da, kişilik de kalmamıştır.
Halkın hiçbir talebini, özlemini ve derdini dikkate almayan bu sahte solun, ihanetiyle vermiş olduğu zarar, sadece kendisinin solluktan çıkmış olması değildir. Bunlar aynı zamanda, bu durumda olmalarına rağmen, sol ortamı işgal etmekte ve kendilerini de hâlâ sol olarak adlandırmaktadırlar. Böyle olunca da cahil ve bilinçsiz halk kitleleri, bunları sol sanmakta ve kaçınılmaz olarak da soldan uzak durmakta, hatta nefret etmektedir. Eğer sol buysa, lanet olsun böyle sola, demektedir, haklı olarak. Bunlar, CIA’nın ve onun bölgedeki en önde gelen taşeron aktörü PKK’nin yönlendirmesiyle, Birinci Kuvayimilliye’den de, Mustafa Kemal Geleneğinden de, Laik Cumhuriyet’ten de uzak durmakla kalmayıp sövgülerle saldırmaktadırlar. Bunların tamamı, Ermeni Soykırımı Emperyalist Yalanının heveskâr savunucularıdırlar da. Yani bunlar, “Atalarımız katildi, soykırımcıydı.”, diyerek ABD ve AB Emperyalistlerinin ağzıyla konuşmaktadırlar artık.
Bunların düşmanlıkları sadece Birinci Kuvayimilliye ve Laik Cumhuriyet değildir. Bunlar, bir başımıza kalmış biz Gerçek Devrimcilere de olanca azgınlıklarıyla saldırmakta ve düşmanlık gütmektedirler.
Ellerindeki tüm araç gereç ve olanak bulanaklarla bize “faşist, ırkçı, şoven, Kemalist, Kürt düşmanı, Ermeni düşmanı” diye karalar çalmakta birbirleriyle yarış halindedirler. Ellerinden gelse ve güçleri yetse, bizi imhaya girişeceklerdir. Fakat buna hiçbir zaman, asla muktedir olamayacaklardır. Tam tersine; Tarih onları yok oluşa, bizleriyse zafere götürecektir.
O Sahte Solun zavallı önderleri, devrime ve halka zarardan başka hiçbir anlam taşımayan saçmalamalarıyla bir baltaya sap olamadan ömürlerini geçireceklerdir.
Böylece arkadaşlar, CIA, Gerçek Sola karşı Sahte Solu saldırıya geçirmiş bulunmaktadır. Yani Gerçek Solu, Sahte Solla vurmaktadır.
Tabiî, CIA sadece sol ortamın içine yerleştirmekle yetinmez, ajan provokatörlerini; medyayı da, iş dünyası denen Parababaları dünyasını da, siyaseti de, sanatı ve kültürü de aynı şekilde ele geçirip yönlendirir.
Şu anda sosyalist solun en geniş kitle tabanına sahip olan partisi olmamıza rağmen bizim adımız geçmez bu 21’inci Yüzyıl Mütareke Basını’nda. Sadece CIA’nın dostu olan ve onun yönetiminde çalışan Sahte Sol gösterilir oralarda. Onların temsilcileri yer alır, ekranlarda, gazete sayfalarında.
Biz, “susuş suikastı”yla öldürülüp yok edilmek isteniriz.
İşte bu sebepten de, kavgamız, savaşımız, halkımıza duyurulmamış olur. Halk bizi tanımamış olur.
Bu bakımdan hızla yol alamıyoruz halk kitleleri içinde. Hak ettiğimiz yaygınlığa ve etkiye ulaşamıyoruz.
Ne yapalım…
Mademki şartlar bu, bütün bu ahval ve şerait içinde dahi, ruhi ve fiziki bütün gücümüzle savaşmaktır görevimiz. Zaten başka türlü bir yaşama biçimi asla bize uymaz. Bizim için katlanılabilir bir durum olmaz. Durup dinlenmeksizin savaşacağız.
Tarihin akışı bizden yana. Zor olacak ama en sonunda kazanan yine biz olacağız. Halklar kazanacak, insanlık kazanacak.
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
05 Aralık 2016
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı