CHP’ye umut bağlamış içtenlikli insanlarımıza uyarımızdır

KURTULUŞ YOLU GAZETESİ 79.Sayı BAŞYAZI;

CHP’ye umut bağlamış içtenlikli insanlarımıza uyarımızdır

Sorosçu, TESEV’ci, gönüllü AB-D hizmetkârı CHP Yönetimi muhatabımız değildir. Çünkü onlar düzelmez. Onlar için eleştirinin diyalektiği öldürücüdür. Halkımızın dediği gibi, onları Allah ıslah edebilir ancak.

Onlar, yanlışlarından da ders çıkarmıyorlar hiç. CHP’ye yaşattıkları art arda hezimetler de umurlarında olmuyor. Onların özsaygıları, özgüvenleri, çapları düşük düzeyde olduğu için CHP’nin tepesinde bulunmak onlara yetiyor da artıyor bile. CHP’yi iktidar yapalım, Türkiye’ye yön verelim, ülkenin ufkunu açalım, sıçratalım memleketimizi teknikçe, ekonomice, diye bir dertleri yok.

 

Zaten, bir teoriye, ideolojiye, bilgi birikimine, donanıma, net bir siyasi bilince sahip filan da değiller. Konuşmalarını dikkatlice dinlemeye katlanırsanız bir süreliğine, onların aslında hiçbir şey söylememek için laf ettiklerini anlarsınız. Amiyane söyleyişle “laf salatası” onlarınki. Ve bir süreden sonra tahammülünüz biter, dinleyemezsiniz artık o boş konuşmaları. Sadece bugünkü ekip değil, geçen dönemki Baykal ekibi de aynıydı. Bazı arkadaşlar bilecektir; usta tiyatrocular alaya alırlardı Baykal’ın konuşmalarını. Anlam yoksunu, içerik yoksunu konuşmalar yaparlardı mahsustan, sonra da “Baykal gibi konuştum, değil mi?”, diye sorarlardı. Güldürürlerdi izleyenleri.

Bunların konuşmalarını biz boş ve kof buluyoruz. Günlük geçim derdindeki kara halk yığınları ise hiçbir şey anlamaz bunların konuşmasından. Ciddiyetsiz bulur bunları.

Bunlar, Türkiye’nin en hayati sorunlarında Tayyipgiller’den pek farklı değildirler.

1- Bunlar da Amerikancıdır, NATO’cudur.

2- Bunlar da AB’cidir.

3- Bunlar da cemaatlerin, tarikatların varlığından şikâyetçi değildirler. Tersine, Kılıçdaroğlu’nun deyişiyle “faydalı”ymış bunların varlığı.

Fakat zavallılığa bakın ki; bunlar olmalıymış ama siyasete karışmamalıymış. Bunun imkânsız olduğunu, bu Ortaçağcı kurumların, din derebeyliklerinin doğasına aykırı olduğunu bilmemektedir Kılıçdaroğlu.

Adamların (Tarikatların) inancına göre; gerçek Müslüman kendileridir. Amaçları da din anlayışlarını topluma ve giderek tüm dünyaya yaymaktır. Böyle bir amaca sahip olunca da kendilerine yardımcı olacak, kendi önlerini açacak siyasi partiye destek verirler. Onunla her türlü işbirliğine gitmekten hiç çekinmezler.

İşte bu sebepten, tarikatlar geçmişte de, bugün de hep en gerici siyasi partileri ve onların iktidarlarını desteklemişlerdir; Menderes’leri, Demirel’leri, Özal’ları ve Tayyipgiller’i… CHP’ye ise hiçbir dönemde oy vermemişler ve hep ondan uzak durmuşlardır. Hatta CHP’yi düşman saymışlardır, bu son birkaç ayı yani 17-25 Aralık sonrası geçen süreyi saymazsak. Kaldı ki bu birkaç aylık süreçte de CHP ile kerhen işbirliğine gitmişlerdir.

4- Bunlar da ABD’nin ve AB’nin emirleri doğrultusunda siyaset yapmaktan geri durmazlar. Mesela; Libya’ya asker gönderilmesini ve Libya’yla savaşan NATO Ordusu’nun karargâhının İzmir’de bulunmasını bunlar da desteklemiştir. Yani bunların ellerinde de şehit Muammer Kaddafi’nin ve 100 binin üzerindeki Müslüman Libya Halkının kanları vardır.

Bunlar da ABD’li efendilerine yaranmak için Suriye’nin Antiemperyalist, Yurtsever lideri Beşşar Esad’a ve onun yönetimine hakaretler yağdırmaktan geri durmazlar.

Kılıçdaroğlu, Avrupalara giderek AB’li efendilerine yaranmak için Esad’ı kötüler.

Muharrem İnce, siyasi açıdan Kılıçdaroğlu ve ekibinden farklı değildir

Bugünün sözde Kemalist muhalefet lideri Muharrem İnce, Beşşar Esad’ın canı cehenneme, diye durduk yerde saldırılarda bulunur. Maksat, ABD’li patronlar duysun ve kendisini beğensin.

5- Bunlar da kamu kuruluşlarının özel sektöre yani Yerli-Yabancı Parababalarına satılmasına prensipçe karşı değildirler. Bazen göstermelik karşıymış davranışlarına girdikleri olur.

6- Bunlar da Antikomünizm yaparlar, Tayyipgiller gibi. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ne saldırırlar sık sık.

Gerçek anlamda ulusal onur taşımadıkları için; genç Kore Halk Cumhuriyeti lideri Kim Jong Un’un, ABD ve Japon Emperyalistlerinin Kore’nin gözünü korkutmak için aradaki denizde askeri tatbikat yapması karşısında donanmaya “kara sularına girilmesi halinde düşmanla savaşması” emrini vermesinin ve gerektiğinde atom silahını da kullanmaktan çekinmeyeceklerini açıklamasının yani yiğitçe meydan okumasının önemini, büyüklüğünü hiç kavrayamamışlardır bu CHP yöneticileri. Kore Lideri’nin bu mertçe meydan okuyuşu karşısında emperyalistler tırsmış ve yüzgeri olmuşlardır, hatırlanacağı gibi.

Ama mertliğin, yiğitliğin, ulusal onurun önemini kavramak için azıcık da olsa ona sahip olmak gerekir.

7- Bunlar da Tayyipgiller gibi türbancı, çarşafçıdırlar. Gürsel Tekin’in öncülüğünde yapılan “CHP’nin çarşaf açılımı” hatırlanacaktır herhalde.

Yine hatırlanacaktır; Kılıçdaroğlu’nun “Mecliste türbanlı milletvekili de olabilir” açıklamasından sonra, Tayyipgiller’in milletvekilleri büyük bir zafer kazanmış havasında bir anda “örtündüler”.

Yine geçenlerde verdiği bir röportajda türbanın Mecliste de serbest bırakılmasını şöyle açık açık savunuyordu, Muharrem İnce:

“-Peki başörtüsü, özgürlükler açısından, CHP’nin laiklik kavramına mı aykırı?

“-Buralara takılmamak lazım.

“-Cevap vermiyorsunuz

“-Kardeşim partinin üyesi. Faal. Başı örtülü. Bu tür arkadaşlarımız var.

“-Kız kardeşiniz vekil olmasın mı yani CHP’den?

“-Olabilmeli, kesinlikle evet! O yeteneği birikimi varsa, sırf başörtüsü var diye değil.

“-Göstermelik aday yapmam, örgüt isterse, iyiyse, başörtülü de olur.” (Muharrem İnce’nin Habertürk’ten Balçiçek İlter’e yaptığı açıklama)

Kılıçdaroğlu-Gürsel ekibi de farklı düşünmemektedir.

Emine Ülker Tarhan gerçek zorbalara karşı mıdır?

CHP’de muhalif kesimin öne çıkan bir diğer temsilcisi olan Emine Ülker Tarhan da teorik, ideolojik bir donanımdan yoksundur. O da ABD’ye, AB’ye olumlu bakmaktadır. Geçenlerde Odatv’de yayımlanan, Soner Yalçın’ın Emine Ülker Tarhan’ı tanıtan bir yazısında Tarhan kendi ideolojisini şöyle maddeleştirmektedir, özetlemektedir:

“İdeolojimizin temel dayanakları üç ana kaynaktır devrimler ve altı ok,

“- Sosyal demokrasinin evrensel kuralları,

“- Ve Anadolu ile Trakya’nın tarihsel-felsefi birikimi.

“Bunu asla unutmadan artık bu son musibetten kazanma arzusunu söküp çıkartmalıyız…” (Soner Yalçın, Emine Ülker Tarhan’ın Hikayesini bilir misiniz?, Odatv, 13.08.2014)

Bunları birer birer ele alıp inceleyelim:

Birincisinden başlayalım; “devrimler”, diyor E. Ü. Tarhan. Bunların en temeli ve hepsine kaynaklık etmiş olanı nedir?

Cumhuriyet Devrimi’dir. Bu devrimin kime karşı nasıl savaşılarak kazanıldığını ve onun muhtevasının ne olduğunu en veciz ve özet biçimde Mustafa Kemal 29 Ocak 1921’de yani zaferden hayli önce Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın en kanlı ve en şiddetli yaşandığı günlerde TBMM’de şöyle ortaya koyar:

“Malum-i âlileridir ki milletimiz asırlardan beri iki müstebit (zorba) kuvvetin, iki imhakâr (yok edici, yıkıcı) kuvvetin baskısında müteessir (üzüntülü) ve müteellim (elemli, kederli) olmakta idi. O iki kuvvetten birisi doğrudan doğruya memleket ve milleti idare etmek iddiasında bulunan müstebitler, ikincisi bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemdir.” (Mustafa Kemal, 29 Ocak 1921)

Demek ki Cumhuriyet Devrimi, bu iki zorba, kahredici, sömürgen, haydut güçle savaşılarak ve onlar dünyada ilk kez hezimete uğratılarak kazanılmıştır. İşte Cumhuriyet değerleri dediğimiz Tam Bağımsızlık, Antiemperyalistlik, Yurtseverlik, Laiklik ve kadın hakları gibi değerler, bu zaferin, bu kazanımın üzerine inşa edilmiştir.

E. Ü. Tarhan Hanım, bu iki kahredici, zorba güce daha açık söylersek, ABD ve AB Emperyalistlerine, onların genelde dünyadaki, özelde de Ortadoğu ve ülkemizdeki sömürgeci, hegemonyacı, işgalci, kan dökücü varlıklarına ve politikalarına karşı mıdır, değil midir?

Biz bugüne dek onun söylemlerinden ve yazılarından karşı olduğuna dair bir anlam çıkarmadık.

Öyleyse onun tüm devrim söylemleri bir gargaradır, laga lugadır, laf dolandırmadır vb.dir. Halkımız der ya; “Lafla peynir gemisi yürümez.” Hele laf salatasıyla hiç yürümez.

Başka ne diyordu E. Ü. Tarhan Hanım?

Altı Ok, değil mi?

Burada da iş gelir bu oklardan ne anladığımıza dayanır. Onlara nasıl bir muhteva yüklediğimize dayanır. Yoksa onları hafızın duası ya da zikri gibi tekrarlamak hiçbir derde deva olmaz.

Kıvılcımlı, Altı Ok’un altını devrimci içerikle doldurur

CHP’nin Altı Ok’u 83 yıldan bu yana parti programında vardır. Ama bunların orada olması, onların hayata geçmesini sağlayamamış ve CHP’nin bugünkü durumlara düşmesini engelleyememiş.

Öyleyse bu konuda da yapılması gereken; ilkin onların içini, ülkemizin geçmişi ve bugünü değerlendirilerek, var olan sorunlarına gerçek anlamda çözüm getirecek bir içerikle doldurmaktır. Yani onları ülkenin maddi gerçeklerinden kaynaklanan ve onlara çözüm üreten bir anlayışla tanımlamaktır.

Bunu, Hikmet Kıvılcımlı 1954 Vatan Partisi Program ve Tüzüğü’nde yapmıştır. Yani aramaya da gerek yok, hazır reçete eldedir. Görelim:

“Kuvayimilliye Milliyetçisiyiz: Mukadderatımıza tek yabancı karıştırmayacağız.

“Kuvayimilliye Devletçisiyiz: Pahalı ve hazır yeyici devletin yerine, vatandaşa iş bulmayı birinci görev bilen ucuz ve üretmen devleti geçireceğiz.

“Kuvayimilliye Devrimcisiyiz: Her türlü maddi sömürüyü kaldıracağız.

“Kuvayimilliye Lâikiyiz: Her türlü manevi sömürüyü kaldıracağız.

“Kuvayimilliye Halkçısıyız: Osmanlı artığı bezirgân ve hacıağa oligarşisinin önderliği yerine, çalışan çoğunluğumuzun önderliğini tutacağız.

“Kuvayimilliye Cumhuriyetçisiyiz: Halk tarafından, halk için idare, Adalet ve Kültür sistemleri kuracağız.

“Parolamız: Hür, kuvvetli, bahtiyar Türkiye’dir.”

Kıvılcımlı, Milliyetçilik kavramını 1967’de şöyle açar:

“Milliyetçiliklerini yabancı sermayeye maske yapmak istemediler mi, konkret [somut] konularda sosyalistlerle yol arkadaşlığı etmek zorundadırlar.

“(…) Türkiye’de olsa olsa ancak 1000 kişide 1 kişi gerçekten EMPERYALİZM ve KAPİTALİZM çıkarlarıyla kendi çıkarlarını paralel sayabilir.

“(…) Türkiye’nin en az 40 yıllık yanılgısı ve yenilgisi, MİLLİYETÇİLİK sözcüğünün SOSYALİZM’den başka hiçbir anlama gelemeyeceğinin bir türlü kavranılmak istemeyişinden doğmuştur. Bu denklemi tersine çevirince de aynı sonucu buluruz.” (Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Sosyalist Konferansı İçin Çağrı, Sosyalist Gazetesi, Sayı 1, 20 Ocak 1967)

Kıvılcımlı, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin hemen ertesinde devrimci askerlere-Milli Birlik Komitesi’ne gönderdiği İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz adlı açık mektubundaysa, CHP’nin bu Altı Ok olarak belirlediği temel prensiplerinin aslında o güne dek CHP yöneticileri tarafından içi boş birer kavram olarak kullanıldığını ve onlara hayatın dayattığı gerçeklerin yüklenmediğini, yüklendiği kadarının bile uygulanmadığını şöyle anlatır:

“Milliyetçiyiz, dedik: Ekonomimizin temelleri yabancı firmaların yerli levanten temsilcileri elinde: (mesela, Fransa ile dış ticaretimizdeki temsilcilerin 103 tanesinden 97’si Hayım, Krikor, Kosti; toptancılar öyle, sanayiciler öyle, bankalar hepsinden beter öyle) kaldıkça sözde kalmış olmadık mı?

“Devrimciyiz, dedik. Köyde toprak reformu isteyen İnönü’yü bile taşa tuttukça, şehirde işsizliği kaldıracak sanayiyi kurmadıkça, sözde kalmış olmadık mı?

“Devletçiyiz, dedik. Devlet fabrikalarını kendilerine satmayı teklif ettiğimiz işverenler, personelin üçte ikisini taburcu edeceğiz deyince, bu iktisadi devlet teşekkülleri fiyat arttırmada öncü kesilince, sözde kalmış olmadık mı?

“Halkçıyız, dedik. Her karakola düşen iki kişiden biri rüşvet vermeye, ötekisi dayak yemeye katlanınca, sözde kalmış olmadık mı?

“Cumhuriyetçiyiz, dedik. Yukarıdan tayin edilip bezirgân ilanlarıyla reklam edilmiş, tanımadığımız listelere toptan oy vermekten ve dört yıl kadere boyun bükmekten başka bir şey elimizden gelmedikçe, sözde kalmış olmadık mı?

“Nihayet, bütün bu eksikliklerin üzerine tüy dikercesine, bir yandan ‘Laikiz’ derken, ötede bütün partiler, hükümetleri ve basın batıl itikat [boş inanç] demagojisi yaparak efkârı [kamuoyunu, düşünceleri] morfinlemeye çalıştıkça sözde kalmış olmadık mı?” (Hikmet Kıvılcımlı, İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz, Derleniş Yayınları, İkinci Baskı, Mart 2008, s. 36-37)

Kıvılcımlı Usta, CHP’nin 1960 öncesi, 1970 öncesi Altı Ok’un içeriğini sosyal gerçeklerimizin emrettiği doğrultuda asla doldurmadığını, yalan yanlış oluşturulan ideolojinin de doğru dürüst uygulanmadığını elli küsur yıl önce işte böyle netçe ortaya koyuyordu.

1954 Vatan Partisi Programı (onun günümüz Türkiyesi’nin şartlarına uyarlanmış biçimi olan) bizim 2005’te hazırladığımız Kurtuluş Partisi Programı Altı Ok’un ülkemizin ve halklarımızın çıkarı doğrultusunda nasıl anlamlandırılacağını, hayata geçirileceğini çok açık, anlaşılır bir biçimde ortaya koymaktadır.

Bugünün CHP’si ne yazık ki Kıvılcımlı’nın deyişiyle halkımızın 1000’de 999’unun değil, sadece 1000’de 1’inin çıkarlarını savunan bir politika sürdürmektedir. Meclisteki diğer üç burjuva partisi gibi ABD ve AB Emperyalistlerinin yandaşlığını yapan bir siyaset izlemektedir, muhalefetiyle, yönetimiyle.

O bakımdan, CHP’nin şu anki yapısıyla ortaya çıkan muhalefet önderlerinin yönetime gelmeleri bile CHP’de pek bir şey değiştirmez ve CHP’nin geriye gidişini durdurmaz.

Aslında CHP geçen yerel seçimlerde aldığı yüzde 26’lık oy oranını bile alamazdı. Fakat, Tayyipgiller, Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayimilliyecilerin kurduğu Birinci Cumhuriyet’in son kalan kalelerine öyle azgınca saldırmaktadırlar ki tabandaki içtenlikli yurtsever, laik, Mustafa Kemalci ve tam bağımsızlıkçı kitleler can havliyle CHP’ye sarılmaktadırlar son bir umut beklentisiyle. Beklentilerini bulamadıkları oranda da düş kırıklığına uğramakta ve CHP yöneticilerine lanetler okumaktadırlar.

Sorosçu yönetim, bırakın ileriye gitmeyi, sağa savrulmakta, AB-D uşaklığına hız vermektedir

CHP’deki bugünkü Sorosçu yönetim, tabanın bu tepkisini hiç görüp kavrayamadığı gibi, gericiliğine ve ABD uşaklığına gittikçe biraz daha hız vermektedir. 40 yılın ölüsü kokmuş Ortaçağcısı, ömür boyu CHP düşmanlığı, Mustafa Kemal düşmanlığı etmiş olan Molla Necmettin’in çömezlerinden Mehmet Bekaroğlu’nu CHP’nin parti yönetimine davet etmektedir. Bu manyakça gericiliği yapmayı sürdürürse ve bunda başarılı olursa Sorosçu Kemal, işte o zaman önümüzdeki seçimlerde CHP’nin oyu yüzde 20’lerin bile altına düşebilir. Zavallı Kemal bu gericiliğini 4 yıl önce CHP Grup Başkanvekili iken şöyle savunmuştu:

“Türkiye’de CHP dışındaki sol öldü. Sol yok, sağımız güçlü bu yüzden sağa doğru gidiyoruz. Çünkü oy alacağız, kimden alacağız?” (Milliyet, 30.01.2010)

Zavallı, siyasi bilinçten o denli yoksun ki sağ partilere oy veren yani Parababaları partilerinin kandırdığı kitlelerden oy alabilmek için partinin sağa kayması gerektiğini sanıyor. Oysa, devrimci anlayış neyi gerektirir?

Kendi devrimci siyasetini yani programını, projelerini açıkça, netçe, halkın anlayacağı dilden ortaya koymayı. Yani partiyi sağa götürmeyi değil… Kandırılmış, bilinçsiz halk kitlelerini solculaştırmayı, devrimcileştirmeyi…

Ama neylersiniz, bunların solculuğu da zaten çok tartışılır. İçtenliksiz ve tutarsız olmasının yanında. M. Bekaroğlu denen Ortaçağcı ne diyor Mustafa Kemal için?

“Kefere Kemal.”

Ne demektir kefere?

“Müslüman olmayanlar, kâfirler” (Türk Dil Kurumu)

Tarikat ve cemaatlerin tamamına yakını Mustafa Kemal için 90 yıldan bu yana hep benzer hakaretlerde bulunmaktadır. Daha başka yığınla galiz hakaretler de ederler. Çünkü onlar ümmetçidir, hilafetçidir, saltanatçıdır, velhasıl Ortaçağcıdır. Laik Cumhuriyet’e de, millete de, milli değerlere de düşmandır. İşte onların günümüzdeki en moda son iki versiyonu Tayyipgiller ve Pensilvanyalı İmam’ın cemaatidir.

Bunlar şimdi “Yeni Türkiye” diye bir deyim doladılar ya dillerine, bunu şu anlamda kullanmaktadırlar: Mustafa Kemal’in ve Kuvayimilliyecilerin kurduğu Laik Cumhuriyet’in son kalelerini de yerle bir edip onun izini tozunu sileceğiz. Yerine de Sevr’de öngörüldüğü gibi bir İslam Devleti kuracağız. Bu bizim davamızdır. Tabiî bunu da Amerika’yla, Avrupa Birliği’yle omuz omuza çalışarak gerçekleştireceğiz. Onların da amacı bu. O bakımdan ortak hedefe sahibiz.

Wikileaks belgelerinde dönemin ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey 26 Ocak 2010’da “yeni başbakan” Davutoğlu için “gönüllü acente” yani bizim gönüllü ajanımız diyor ya; işte bu sebepten.

Onların “dava” dedikleri işte bu. ABD’nin kucağında İslamcılık oynamak. O kalitedeki insanlara da daha değerli bir dava yaraşmaz tabiî.

Kılıçdaroğlu’nda zerre içtenlik olsa, Mustafa Kemal’e kefere diyen birini partisinin yönetimine davet etmez. Neyse, geçelim…

Gerçi onda şöyle bir kişilik zafiyeti de var: Tayyip ne demişti bunun için?

Her ağzını açtı mı herkese patlamış gerizden yayılan sıçrantılar gibi verir veriştirir ya, işte onlardan birinde “adam değil”, dedi. “İnsan değil” de demiş olabilir, birkaç yıl önce Tayyip’in annesinin sağlığında. Kısa süre sonra Tayyip’in annesi öldü.

Bu ne yaptı?

Önce CHP olarak taziyede bulundular. Fakat, Kemal yetinmedi, eşini de yanına aldı, Tayyip’in evine gitti. Ayıp yahu! İnsanda onur olur…

Bizim anlayışımıza göre, bizim değerler sistemimize göre bize böyle bir hakarete yeltenen kişiye anında hakettiği karşılığı verir, yaptığına bin pişman ederiz. Sonrasında da onunla ömür boyu bir daha görüşmeyiz.

Kaldı ki, o kime saldıracağını bilir. Bize asla cesaret edemez böyle bir pislik yapmaya.

Ne yazık ki, 13 yıldan bu yana Tayyip ve şurekası Karagöz oyunundaki Çıfıt’ı, Baykal, Kılıkdaroğlu ve CHP yöneticileri de İbiş’i oynamışlardır.

Bu bakımdan, biz Kılıçdaroğlu gibileri siyasi olarak anlarız da insani olarak biraz anlaşılmazdırlar. Acırız onlara. Hep söylüyoruz ya; insanın çeşidi kuşlarınkinden, balıklarınkinden, böceklerinkinden, çiçeklerinkinden daha çok diye. İşte Kılıçdaroğlu da insan, Tayyip de Tayyipgiller de…

“Sosyal Demokrasinin evrensel kuralları” gerçekten halkın lehine midir?

Konuyu dağıtmayalım. Ne diyor E. Ü. Tarhan Hanım, ikinci ana kaynağı olarak?

“Sosyal demokrasinin evrensel kuralları”

Soralım Hanımefendiye: Neymiş bunlar ya da nerede görülmüş bunlar? Tony Blair’in İngilteresi’nde mi? Gerhard Schröder’in Almanyası’nda mı? François Hollande’ın Fransası’nda mı ya da Felipe González Márquez‘in, José María Aznar López‘in, José Luis Rodríguez Zapatero’nun İspanyası’nda mı?

Yaşanan gerçeklik, bütün bunların Reagancılıktan, Thatchercılıktan, Bushculuktan bir farklarının olmadığını ortaya koydu. Bunların tamamı ABD uşağıdır, ABD’nin Birinci, İkinci Körfez Savaşlarının ve işgallerinin, Libya, Suriye saldırılarının ve katliamlarının suç ortakları olan aşağılık, halk düşmanı, düzenbaz, namussuzlar sürüsüdür.

E. Ü. Tarhan Hanım, Sosyal Demokrasinin olumlu anlamda evrensel ilkeleri filan yoktur. O, piç edilmiş bir ideolojidir. Döneklerin, hainlerin, Karl Kautsky ve zamanın İkinci l alçak dönekler şürekâsının elinde Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın patlaması anında tersine çevrilmiş bir ideolojidir. Emperyalist yağmacılara, dünyayı talan etmeye çıkmış, milyonlarca masum insanın kanına girmiş alçaklara yardakçılık yapmayı kendine şiar edinmiş bir ideolojidir.

İşte bu sebepten, Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın en büyük müttefiki olan Sovyetler ülkesinin önderi Lenin; o ideolojiyle devrimcilerin tüm bağlarını kesmiş ve o günden sonra devrimciler kendilerini “komünist” olarak adlandırmaya başlamışlardır. Yani gerçek devrimciler kendilerini yeni bir adla tanımlamaya, anlamlandırmaya başlamışlardır, tabiî çok haklı olarak.

Kulaktan dolma bilgilerle yetinen pek çok aydının yanıldığı bir nokta vardır:

Sovyetler Birliği’nin ve Sosyalist Kamp’ın varlığında sağ iktidarlar tutunamamıştır Avrupa’da uzun süre. Oralardaki halk isyanlarının önünü kesmek, kitlelerdeki devrimci tepkileri, ayaklanmaları yatıştırmak için “Sosyal Demokrat Partileri” iktidarlara getirmiştir Parababaları. Ve bu iktidarlar komünizme taşmayı önlemek için başta İşçi Sınıfı gelmek üzere halk kitlelerine yaratılan değerden az çok bir şeyler vermiştir. Yani, emperyalist Parababaları ülkelerindeki bu partileri ve iktidarlarını Komünizme karşı bir “bent” olarak kullanmışlardır.

İşte bu kullanılış, bizdeki çeyrek aydınlarda Sosyal Demokrasiyi İşçi Sınıfının, köylülüğün, ezilen halk kitlelerinin dostu sanmak gibi bir yanılgı doğurmuştur. Oralardaki Parababalarının aldatmacasına kanmış, onu sahici sanmıştır bizimkiler.

Sosyalist Kamp’ın yıkılmasıyla birlikte de bu partilerin ve iktidarlarının iç ve dış politikada sağ denen partilerden hiçbir farklarının olmadığı kabak gibi ortaya çıkıvermiştir. Neyse, geçelim bunu da…

Üçüncü kaynağı neydi Emine Hanım’ın?

Anadolu ile Trakya’nın tarihsel-felsefi birikimi.

 

Anadolu-Trakya’da sınıfların kökeni

Bu cümleyi okuyunca, insan “breh breh breh” demekten kendini alamıyor. Ne kadar parlak, cilalı, göz alıcı cümleler… İçinde Anadolu var, Trakya var, tarihsellik var ve dahi felsefe var. Üstelik birikim de var. Belki bize kızabilir Emine Hanım, daha ne istersiniz, diye.

İyi de Emine Hanım, bunların hepsi var da ama bunlardan çıkan, bunlardan çıkabilecek zerrece bir anlam yok. Emine Hanım, takdir edelim ki güzel ve bakımlı bir hanım. Makyajına, saçına, giysilerine son derece özen gösteren ve bunu kendisine yakıştıran, göz alıcı bir görünüme sahip olan bir hanım. Ama ne yazık ki kişicil bakımla ideolojik alan apayrı şeyler. Kişisel hayatta bunlar değer taşır da siyasi mücadelede böyle boyalı, cilalı, parlak cümleler hiçbir anlam ve değere sahip olmazlar, hiçbir derde de deva olmazlar.

Madem tarihten söz etti Emine Hanım, biz de Anadolu ile Trakya’nın tarihine özetçe değinelim:

Ne yazık ki bu topraklara ilk Sümer, Babil Kervanlarının Kayseri’ye kadar uzanmasıyla birlikte insanlığın başbelası, halkların boğazına dolanan lanet halkası Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı denen bir sömürgen, vurguncu, asalak sınıf ilişkileri gelmiştir. Ve burada da yani bu topraklarda da bir kanserin metastaz hücreleri gibi kendi benzerlerini yaratmışlardır. Bu sınıf üretimle hiç ilgilenmez, üreticilerle tüketiciler arasında aracılık yapar, fahiş kâr elde eder böylelikle. Hem üreticileri hem tüketicileri borçlandırarak, onlardan fahiş faizler alır. Sonunda bir bölümünü borcunu ödeyemez duruma düşürerek köleleştirir.

Köleci Toplumu var eder.

Tabiî bu aşağılık işlerini çevirebilmek için hem toplum şeflerine hem de tapınak yöneticisi durumundaki din adamlarına çeşitli kılıflar altında rüşvetler vererek onları da bozar, çürütür, sonunda kendisinin işbirlikçileri haline getirir.

Bu süreç sonunda toplum o zamana kadar hiç tanık olmadığı biçimde ikiye bölünür, birbirine düşman, çıkarları ve durumları birbirinin 180 derece karşıtı düşman sınıflar ortaya çıkar en sonunda. Altta ezilip sömürülenler, üstte zalimler, yöneticiler, din adamları ve Tefeci-Bezirgânlardan müteşekkil hâkim sınıflar.

Bundan öncesine kadar toplumu sadece gelenek görenekler yani İlkel Komünal Toplumun töreleri, değerleri yönetmeye yetip artmıştı. Ama artık o toplum hem kendisi, hem değerleri ile birlikte ortadan kalkmıştır. Toplumun içine bir kurt düşmüştür artık. Alt ve üst sınıflar birbirine düşman gözüyle bakmaktadır, ekonomideki durumları ve çıkarlarının dayattığı mecburiyetten dolayı. Bu toplumda huzur olabilir mi?

Olmaz tabiî. İç karışıklıklar, çatışmalar alıp başını gider. İşte bunları engellemek için de toplumda o sömürü düzenini korumakla görevli bir grup özel silahlı adamlar oluşturulur. Buna “ordu” denir. Halkın diğer bölümünün silahları ellerinden alınır, ordunun görevini rahatça yapabilmesi için.

Hukuk ortaya çıkar ilk kez, sömürücülerin durumlarını meşru kılabilmek için. Ağır yaptırımlı yasalarla korunmaya çalışılır vurgun, soygun düzeni. O yasaları uygulayacak hukuk adamları ve mahkemeler oluşturulur. Tabiî bunların olduğu yerde kaçınılmaz biçimde “cezaevleri” de ortaya çıkmış olur.

“Para” ortaya çıkar bu düzeni sürdürebilmek için; altın, gümüş ve arpa gibi değerli maden ve gıda maddelerinden oluşan. Toplumda yalan, hile, düzen de ortaya çıkıp yaygınlaştığı için söz, değerini yitirir. Bu sebeple de “yazı” ortaya çıkar, yapılan alışverişlerin ve anlaşmaların resmi belgeye dayanması için.

Topluma hiçbir olumlu katkısı olmayan bu asalak ve vurguncu takımının düzeni en sonunda tüm insanları bozar, çamurlara bular, çürütür. Toplum, iç çatışmalardan başını alamaz hale gelir. İşte o anlarda dışarıdan yani Sınıflı Topluma geçmemiş İlkel Sosyalist Toplumu yaşayan kavimlerden akınlar olur, bu “Medeni” denen Sınıflı Toplumlara. O akınlar Sınıflı Toplum içten içe çürüdüğü için bir vuruşta kumdan kaleler gibi yerle bir eder koca medeniyetleri, devletleri, imparatorlukları.

Sözü uzatmayalım; Tarihte görülen ve birkaç yüzyıl Tarih sahnesinde var olduktan sonra yıkılıp darmadağın olup sahneden silinen devletler hep bu acı süreci ve sonu yaşamış olur. Hani övünüyoruz ya şu kadar devlet kurduk, diye; işte kurduğumuz ve kaybettiğimiz o devletlerin de tümü hep bu süreci yaşadıkları için yok olup gitmişlerdir. En son Selçuklular ve Osmanlılar’ın başına da yıkılış felaketini getiren hep bu insan düşmanı, asalak, vurguncu Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıdır.

Asya’da ve tabiî Ortadoğu ve Türkiye’de de onca devlet, imparatorluk yıkılıp gitmesine rağmen altta yatan bu Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı, hiçbir şey olmamış gibi canlılığını korumuş ve dipdiri kalmıştır. Evet, bugün de aynen böyledir. İşte Tayyipgiller’in de hatta ondan öncekilerin; Bayar-Menderes’lerin, Demirel’lerin, Özal’ların da partilerini kurar kurmaz 3, 5, ya da 10, 14 ay sonra onları iktidara zıplatıveren hep bu “Anadolu ve Trakya’nın” kasaba ve köylerine kadar örgütlü bir yapıyla varlığını sürdürmekte olan Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıdır.

Tefeci-Bezirgân sınıfının Kuvayimilliye’ye ve önderlerine karşı tutumu

Bu sınıf, daha Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız sırasında ilk namussuzca saldırısını yapmış, Meclisin üçte birinden fazlasına sahip olan Bolşevizm sempatizanı milletvekillerini binbir hileyle tasfiye etmiş ve Mustafa Suphi ve Onbeşler’i alçakça ve namussuzca Karadeniz’de boğdurmuştur.

Bu sınıf başlangıçta Birinci Kuvayimilliye’ye karşıydı. Hatta emperyalistlerin her türden desteğiyle İzmir’e çıkartılıp oradan Anadolu içlerine doğru kan dökerek, ırza geçerek ilerleyen Yunan Ordusu’na “O gelen düşman ordusu değil, Halife’yi destekleyen ordudur”, diyerek alkış tutuyor ve halkın bu işgal ordusuna karşı savaşan yerel Kuvayimilliyecilere destek vermemesini, onlara katılmamasını sağlamaya çalışıyordu. Çıkardığı onca gerici isyanla Birinci Kuvayimilliye’yi arkadan vurmaya çabalıyordu.

Sonradan bunun olmayacağını görünce, kaleyi içten fethetmeye giriştiler. Bağnaz, dinci düşünceye sahip Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak gibi Ortaçağcı paşalarla ve Rauf Orbay gibi Saltanatçı, Hilafetçi paşalarla işbirliğine girdiler. Bunlara katlettirdiler Mustafa Suphi ve Onbeşler’i, tabiî Erzurum ve Trabzon başta gelmek üzere Anadolu’daki yerel örgütleri ve güçleriyle birlikte. Sonra da Meclisteki Lenin ve Ekim Devrimi sempatizanı milletvekillerini harcadılar.

Hatırlayalım; Mustafa Kemal ve en azından bildiğimiz yakın dostlarından Hüsrev Gerede Samsun-Havza-Amasya aşamasında Bolşevizme de sıcak bakıyorlar, Kurtuluşa giden önemli seçeneklerden biri olarak görüyorlardı onu. Hatta Mustafa Kemal, Kazım Karabekir’e yazdığı bir mektupta, o günlerde 190 bin kişilik silahlı, donanımlı ve deneyimli bir orduya sahip olan Ermenilerin katliam ve işgallerine son verebilmek için derhal Bolşeviklerle görüşelim ve Anadolu’da Bolşevizmi kurmak için birlikte yapmamız gerekenleri hemen planlayalım, diyordu. Kazım Karabekir fanatik bir Antikomünist olduğu için Başkumandan Mustafa Kemal’in bu ivedilik taşıyan önerisini ustaca bir manevrayla savuşturur: “Şu anda kış şartları çok yoğun. Bir askeri harekât yapabilmemiz zaten mümkün görünmüyor. En azından bahara kadar bekleyelim”, diyerek işi savsaklamayı başarır. Yani atlatmış olur Mustafa Kemal’i. Hüsrev Gerede de Bolşevikliği benimseyebilecekleri şeklinde bir öneride bulunur Kazım Karabekir’e yine bir mektupta.

Kazım Karabekir, anılarını anlattığı kitaplarında bu mektup metinlerini yayımlar ve “Eğer engellemeseydik bunlar Bolşevizmi benimseyeceklerdi ve uygulamaya kalkacaklardı”, diyerek eleştirir Mustafa Kemal ve onu en iyi anlayan yoldaşlarını.

Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının geçen yüzyıldaki en önemli karşıdevrimidir bu ve başarılarıdır.

Bazı arkadaşlar unutmuş olabilir; o günlerde Ankara’daki milletvekillerinin yüzde kırk civarındaki bir grubu kalpaklarına Bolşevizmin simgesi kırmızı şeritler takıyor ve birbirlerine “yoldaş” diye hitap ediyorlardı. “Nasıl olsa sonunda dünya Bolşevizmi benimseyecek. Biz, bir an önce onu Türkiye’de kurarak öncülük etmiş olalım”, diye de tutumlarını savunuyorlardı. O günleri Mustafa Kemal’in yanı başında yaşayarak izleyen Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”sında çok canlı olarak anlatır.

Eğer bu karşıdevrim olmasaydı belki de şu anda dünyada Sosyalizmin sağlam kalesi, en azından sağlam kalelerinden biri biz olacaktık. Ve belki de Sosyalist Kamp yıkılmayacaktı. Üstelik de dünyanın belki yarıdan fazlası Sosyalizme geçmiş olacaktı. Ülkemiz de ekonomice, siyasetçe ve saygınlıkça dünyanın önde gelen birkaç ülkesinden biri olacaktı.

O günlerde sadece Mustafa Kemal, arkadaşları ve milletvekilleri değil; Anadolu ve İstanbul’daki İşçi Sınıfımızın da çok önemli bir bölümü Bolşevizme sempatizandı. Bu gerçeği de Yavuz Aslan, TTK Yayınları’ndan çıkan “Türkiye Komünist Fırkası ve Mustafa Suphi Olayı” adlı eserinde açıkça anlatır. Yavuz Aslan yine aynı eserinde, Mustafa Suphi’nin Sovyetler’deki Çarlık döneminde esir düşmüş Türk askerleri arasından oluşturduğu 700 kişilik Müslüman Kızıl Ordu’yu Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye geçip Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere yola çıkardığını, fakat bu ordunun önünün Ermeni Ordusunca kesildiğini, çatışmaya girildiğini ve Müslüman Kızıl Ordu’nun kayıplar vererek geçici süreliğine geri çekildiğini de anlatır. Neylersin…

Yine bu asalak, sömürgen sınıf, zaferin kazanılıp Cumhuriyet’in kurulmasından sonra Sovyetler’le dost kalan Mustafa Kemal ve yoldaşlarını iktidardan alaşağı etmek için kolları sıvar.

1924’te kurulan, Rauf Orbay, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Adnan Adıvar’ın önderliğindeki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile bu işi yapmak ister ilkin. Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye, yaygın örgütlü gücüyle kitleleri öylesine bu partiye yönlendirdi ki eğer çalışmasına göz yumulsaydı Mustafa Kemal ve yoldaşlarının daha o yıllarda iktidardan tekerlenip gitmesi işten bile olmayacaktı. Bunu gören Mustafa Kemal kapatır bu din tüccarı Ortaçağcı partiyi 5 Haziran 1925’te. Bu parti bir yandan da Şeyh Sait’le mektuplaşarak bu isyana hayırhah bir tutumla yaklaştığını ortaya koyar. Ve bundan alınan cesaretle Şeyh Sait İsyanı başlatılır.

Şeyh Sait, hatırlanacağı gibi “Ankara’daki kâfir hükümeti devireceğiz ve şeriatın yeşil bayrağını kale burcuna dikeceğiz”, der.

İncelenirse bu parti de tıpkı Menderes’lerin, Demirel’lerin, Özal’ların, Tayyipgiller’in partileri gibi din alıp satmaya ve İngiliz Emperyalizmi yandaşlığı yapmaya hız verir. O zamanlar ABD Emperyalistleri, İngilizlerin gerisindeydi, bilindiği gibi.

12 Ağustos 1930’da kurulan yabancı sermaye ve Kapitalizm yanlısı Serbest Cumhuriyet Fırkası da yine bu asalak, sömürgen sınıfın teşviki ve desteğiyle birkaç ay içinde büyük bir kitle gücüne ulaşır. Mustafa Kemal ve arkadaşları yine durumu görerek parti lideri Ali Fethi Bey’i uyarırlar ve ona partiyi kapattırırlar (17 Kasım 1930).

M. Kemal’in gerçek Kuvayimilliyecilere sırtını dönmesi ve Çankaya’da Yeni M. Kemal

Tabiî bu arada 1926’da Mustafa Kemal’e “İzmir Suikastı” adıyla anılan bir suikast girişiminde bulunulur. Bu suikastı Mustafa Kemal’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda yer alan eski silah arkadaşları önceden haber alırlar. Fakat başarılırsa iyi olur bizce de, diye düşünerek Mustafa kemal’e hiç haber vermezler. Yine bilindiği gibi suikast, tetiği çektikten sonra katili Yunan Adaları’na kaçırmakla görevli kılınan Kalıpçı Şevki’nin son anda panikleyip tuzağı İzmir Valisi Kazım Dirik’e haber vermesiyle başarısız olur. Kalıpçı paniklemese Mustafa Kemal daha 1926’da vurulup gidecek. Ve 1950’de tamamlanan karşıdevrim, 1926’da başarıya ulaşıp iktidarı ele geçirmiş olacak.

Mustafa Kemal, Kazım Karabekir dahil olmak üzere kendisini satan bu hain silah arkadaşlarını İstiklal Mahkemesinde yargılatır. Ama, orduda yaratacağı olumsuz tepkiden dolayı onları idam sehpasına çıkaramaz. Ancak alt düzeydekileri cezalandırır, İzmir ve Ankara’da. Onlar da gerekli gözdağını aldıkları için Mustafa Kemal’in sağlığında bir daha böyle alçakça işlere girişme cesaretini gösteremezler.

Tefeci-Bezirgân Sermaye Mustafa Kemal’i ortadan kaldıramadığını görünce, onu içten, kalesinden kuşatmak girişimlerine ağırlık verir. En ateşli dost görünümünde Çankaya sofralarına usta temsilcilerini gönderir, sofranın değişmez müdavimleri kılığında. Bu Antika ve 1924’te İş Bankası’nın kuruluşuyla birlikte ortaya çıkan Finans-Kapitalistler Sınıfının temsilcileri Mustafa Kemal’e öyle düzenbazca övgüler sunarlar ki Mustafa Kemal’in gerçek dostları bunların yanında gölgede kalır. Tabiî bunlar bir yandan da bugün Tayyipgiller’in yaptığı gibi memleketin maddi varlıklarını, zenginliklerini yiyip yutmaya ağırlık verirler. Çankaya’da ve devlet yönetiminde giderek bunlar ağır basmaya başlar. 1932’de önderleri Celal Bayar’ı İktisat Vekilliğine atatarak Türkiye ekonomisinin yönetiminin ellerine geçmesini sağlamış olurlar. Tabiî bundan sonra vurgun ve soygunları daha da hızlanır. Bu arada Mustafa Kemal’i eski gerçek dostlarından ve Kuvayimilliyeciler’den uzaklaştırmayı başarırlar. Aynı zamanda da Mustafa Kemal’i Çankaya’ya hapsederek “Aman paşam, bir yığın düşmanın sana suikast yapmak için planlar hazırlıyor, mecbur olmadıkça ortalıkta görünmeyelim”, diyerek onun halktan ve ülke gerçeklerinden kopmasına yol açarlar.

Mustafa Kemal’i en iyi anlayan ve onun en yakını olan İsmet Paşa, bu durumu giderek artan bir öfke içinde izlemektedir. Bir süre sonra sabrı taşar. Mustafa Kemal’e “Bunlar senden yüz bularak bu vurgun ve soygunları yapıyorlar, buna göz yummayalım”, der.

İsmet Paşa bütün bu olumsuz gidişi, bu aşağılık vurguncuların sınıf temellerini bir ölçüde de olsa zayıflatarak durdurabilmeyi dener. Toprak reformu planları hazırlar. Ve bunları Meclisten yasalaştırarak geçirip uygulatmayı düşünür. Yine bilindiği gibi Tefeci-Bezirgânlar halk arasında “eşraf, ayan, ağa” olarak da anılır. Bunların çok önemli bir kısmı köylünün topraklarını borçlandırarak gasp etmiş toprak ağasıdırlar, köy ağasıdırlar aynı zamanda da.

İsmet Paşa’nın bu girişimi Tefeci-Bezirgân ve Finans-Kapitalistlerin ellerini çabuk tutmalarına yol açar. İsmet Paşa’ya karşı öylesine bir dedikodu, fitne kazanı kaynatırlar ki Çankaya’da, Mustafa Kemal kendisini en iyi anlayan, en sadık dostunu harcar. Onu başbakanlıktan indirir, yerine Osmanlı dönemindeki Deutche Bank memuru, İş Bankası kurucusu, yerli yabancı Finans-Kapitalin ajanı Celal Bayar’ı getirir. Bu süreçte İsmet Paşa’ya karşı hayli hakaretamiz söz ve davranışlarda bulunur, onu çok incitir.

1938’de Dolmabahçe’de ölüm döşeğinde iken bile ismet Paşa’ya olan öfkesi bitmek bilmez. Öylesine oyuna getirip doldurmuşlardır Mustafa Kemal’i sadık dostuna karşı. Yaveri Cevat Abbas Gürer’e bulunduğu vasiyette; kendisinden sonra yerine İsmet Paşa’nın değil de Fevzi Çakmak’ın getirilmesini ister. İsmet Paşa iyidir ama serttir, o yüzden dağıtıcıdır. Fevzi Çakmak yumuşak başlıdır, birleştiricidir, gibi gerekçeler ortaya sürer. Düşünebiliyor musunuz; Kuvayimilliye’nin ilk günlerinde İstanbul Hükümetinin ve Saltanatının memuru olarak kendini tutuklayıp İstanbul’a götürerek İngilizlere teslim etmek üzere Anadolu’ya gelen Fevzi Çakmak’ı kendinden sonraki devlet başkanı yapmak ister. Yine hatırlanacağı gibi Fevzi Çakmak’ı o zamanki bu hainane girişiminden Kazım Karabekir vazgeçirir, o engeller.

Mustafa Kemal, daha doğrusu artık Atatürk olmuştur o süreçte, biz de öyle diyelim; Atatürk gerçek Kuvayimilliyeci sadık dostlarına karşı Antika ve Modern Parababalarının safına geçmiştir artık. Yani Atatürk eğer yaşasaydı, 1950’de tamamlanacak olan karşıdevrimi daha 1938’lerde tamamlatacaktı. Başka türlü ifadelendirirsek; 14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Bayar-Menderes Hükümeti 12 yıl önce iktidarı ele geçirmiş olacaktı. Giderek de CHP Demokrat Parti’ye dönüşmüş olacaktı tabiî. Ayrıca, 7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti gibi bir Amerikancı Parababaları partisinin kurulmasına ihtiyaç kalmayacaktı onlar açısından.

Atatürk’ün ölümünden sonra CHP yönetimi ve ordu İsmet İnönü ve arkadaşlarına sahip çıkar. Atatürk’ün getirdiği Bayar ve ekibini ise iktidardan indirir. Ve Atatürk’ün yerine İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olur.

Düşünebiliyor musunuz; Atatürk son yıllarında o denli kuşatılmış, sağlıklı düşünmekten alıkonulmuş ki CHP kadrolarının ve ordunun bile gerisine düşmüştür.

Ve işte bu sebepten biz “Atatürk” demiyoruz. “Mustafa Kemal” diyoruz. Mustafa Kemal, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın önderi ve Laik Cumhuriyet’in kurucusudur. Antiemperyalisttir, Yurtseverdir, Tam Bağımsızlıkçıdır, Laiktir.

Atatürk ise Çankaya’da Antika ve Modern Parababalarının eline tutsak düşmüş çaresiz, kafası karışık, düşünceleri bulanık, Kuvayimilliyeci gerçek dostlarına cephe almış; özetçe kandırılmış bir kişidir.

İşte o bakımdan biz Mustafa Kemal’in devamcısıyız, meşru mirasçısıyız. Onun başlattığı devrimi mantıki sonucuna ulaştırmak için savaşıyoruz. O sonuç önce Demokratik Halk Devrimi, sonra da onu takip edecek olan Sosyalist Devrimdir.

1950’den bugüne-Tayyipgiller’e uzanan karşıdevrim süreci

14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’yle birlikte Türkiye, Birinci Kuvayimilliye’nin ve Demokratik Cumhuriyet’in bütün değer ve kazanımlarını kerte kerte kaybeder. Birinci Kurtuluş’umuz neredeyse olmamışa çevrilir.

Türkiye yeniden ekonomisiyle, siyasetiyle, ordusuyla tıpkı Osmanlı’nın son döneminde olduğu gibi emperyalistlerin yönetimine girer. NATO’cu olur, Kontrgerilla’cı olur, Sovyetler düşmanı olur, IMF’ci olur, Dünya Banka’cı olur, Dünya Ticaret Örgüt’çü olur.

Bu hazin kaybediş ve geriye düşüş sürecini Hikmet Kıvılcımlı “Cumhuriyet Bayramı Nedir?” makalesinde veciz bir şekilde özetler. Yerimizin darlığı sebebiyle bu makalenin ilk ve son bölümünden satırlar aktaralım:

1- İlk bölümünden:

“Cumhuriyet Bayramı Nedir?

“Bunu, bize en iyi özetleyen kişi, Cumhuriyet’in ölümsüz kurucusudur.

“Mustafa Kemal, Türkiye’nin yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücü, iki büyük lanetleme gücü ezdiğini haykırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisinin gönderine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti.

“Bu iki kahredici, lanetleme, baş belası güç neydi?

“Mustafa Kemal’e göre; birisi Emperyalizm, öteki Saltanat’tı.”

2- Son bölümden:

“Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.

“İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayimilliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.” (Hikmet Kıvılcımlı, Cumhuriyet Bayramı Nedir, 29 Ekim 1968)

Gördüğünüz gibi Kıvılcımlı Usta, 1969’da da netçe bir kere daha tutulacak yolu ve savaşılacak düşmanı gösteriyor. 1954 Vatan Partisi Tüzük ve Programında ve 1960’ta 27 Mayıs Devrimcilerine yazdığı uyarılar ve öneriler bütünü mahiyetindeki Açık Mektuplarında olduğu gibi.

Emine Hanım’ın tarihsel birikim safsatasına dönersek ne yazık ki işte Anadolu ve Rumeli’nin bağrına çöreklenmiş ve beş altı bin yıldan bu yana topraklarına konan her kavimi bozup, çürütüp devletini yıkmış olan Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının varlığı ve onun olumsuz, zehirleyici dünya görüşü, ahlâk anlayışı, din anlayışı gibi bir “tarihsel birikimi’’ vardır. Din bunun siyasi ideolojisidir. Bu ortaçağcı ümmetçi olduğu için yukarıda da dediğimiz gibi; Laikliğe, ulusal değerlere, özgürlüğe, insan haklarına düşmandır. Tabiî bunun savunduğu din Kur’an ve Hz. Muhammed’in ortaya koyduğu gerçek İslam değildir. Muaviye-Yezid İslamıdır. Bugünün deyişiyle; CIA, Pentagon, Washington İslamıdır. Bunların tarikatlarında, cemaatlerinde, Kur’an kurslarında, imam hatip liselerinde, ilahiyat fakültelerinde öğretilen İslam da, camilerinde anlatılan İslam da gerçek İslam değil, Muaviye-Yezid ve Amerikan İslamıdır. İşte bu sebepten Tayyipgiller durup dinlenmeden camii yapmak, imam hatip okulu açmak istemektedirler. Son üç yılda imam hatiplerin sayısı yüzde 73 artmıştır. Bu artış giderek de hızlanacaktır bunların iktidarı süresince.

Tayyipgiller’in bütün derdi küp doldurmak (vurgun vurarak, kamu malı aşırarak) ve koltuk sahibi olmaktır. Ün, fors, şöhrettir. Sahte İslam da onların bu hayâsızca soygunlarının peçesi, maskesidir. Kurdun içine girdiği koyun postudur. O yüzden bu ikisine her geçen gün artan bir hırs ve iştahla hız vermektedirler. Başka hiçbir şey bunların umurlarında değildir. Bunlar hem asalak hem soyguncu hem düzenbaz hem yalancı oldukları için doğaları gereği insan düşmanıdırlar. Hayvan düşmanıdırlar, doğa düşmanıdırlar. İşte bu sebepten Tayyip ağzını her açışta patlamış gerizden çıkan sıçrantılar gibi hakaretler yağdırmaktadır kendisine oy vermeyen, karşı olan insanlarımıza ve siyasi hareketlere. Kamu mallarını yine durup dinlenmeden yerli ve yabancı Parababalarına yok fiyatına satıp parasını paylaşmaları bundandır. Şehirleri, dağları, ovaları, limanları, madenleri satmaları, yağmalamaları bundandır.

Tabiî bunların en düzenbazları, en bilgilileri, en ahlâksızları yönetmektedir bu vurgun ve soygun işini. O yüzden bunlar AB-D Emperyalistlerinin bizim gibi geri ülkelerin yönetimlerini ellerinde tuttuklarını çok iyi bilirler. O bakımdan bunlar aslında Allah yerine AB-D Emperyalistlerinin başkanına tapıyorlar. Bunların Kabesi Washington’dur. İktidarlarını ve vurgunlarını sürdürebilmek için AB-D’nin her emrini tereddütsüz yerine getirmeleri bundandır.

Ne istiyor AB-D Emperyalistleri?

Bunu ABD’nin Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice yıllar önce açıkladı. Asya, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki yirmi dört ülkenin sınırları yeniden çizilecek. İşte BOP dediler ya buna daha sonra. Bu proje içinde Türkiye’de var tabiî.

Haritasını da aleni bir şekilde açıklamadılar mı sınırları değiştirilmiş ülkelerin?

Açıkladılar hem de kaç yerde. Yani işin gizlisi saklısı kalmadı.

Elli sonrası iş başına gelen Amerikancı Parababaları iktidarlarının liderlerinin en zekisi açık ara farkla Süleyman Demirel’dir. Çankaya’da iken aralarında Hasan Pulur’un da bulunduğu gazetecileri davet edip onlarla konuşur. Bu sohbette Batı yani AB-D Emperyalistleri Türkiye’den ne istiyor? sorusu gündeme gelir. Demirel hiç duraksamadan şöyle cevaplar:

“Batı Sevr İstiyor.”

Bütün siyasi ömrünü AB-D Emperyalistlerinin uşaklığında geçiren Süleyman Demirel bile bu gerçeği işte böyle netçe dile getirmekten hiç çekinmez. Burada denebilir ki iyi de Demirel bunu bilmesine rağmen neden uşaklığa hiç ara vermedi?

Onu da biz duraksamadan yanıtlayalım; İktidarda kalabilmek için.

İnönü dedi ya; Amerikalılar benim yerime Ankara’da bir Başbakan arayıp Süleyman Demirel’i buldular diye ta 1965’te. Bayar-Menderes’ler gibi Özal-Çiller’ler gibi Tayyipgiller gibi Demirel de Türkiye’de siyasi partileri iktidara getirenin de, oradan indirenin de Amerika olduğunu adı gibi bilir. O yüzden uşaklığa devam etti.

Hani denir ya bilmek ayrı yapmak ayrı diye. Doğru bildiğini yapmak için öncelikle namus lazım, ahlâk lazım; sonra da cesaret ve bilgi, bilinç. Demirel’de olmayan namus, ahlâk ve cesaretti…

AB-D Emperyalistleri bundan öncekileri yani 1950 sonrası işbaşına gelenleri olduğu gibi Tayyipgiller’i de aynı görevle görevlendirmişlerdir. Türkiye’yi Yeni Sevr’e götürmekle.

Adım adım, gün be gün Türkiye oraya sürükleniyor. BOP Haritasında ortaya konan bataklığa doğru sürükleniyor. Tayyipgiller bundan hiç rahatsız değil. Böyle bir durum ortaya çıkmış olsa da bundan zerrece üzüntü duymazlar. Dedik ya onlar Ortaçağcı, ümmetçi oldukları için doğaları gereği ulusa ve ulusal değerlere düşmandırlar diye.

İşte “Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Oda TV” davaları adıyla anılan CIA operasyonları hep Türkiye’nin o bataklığa sürüklenebilmesi için yapıldı. Türkiye oraya götürülürken o gidişe engel oluşturacak Birinci Kuvayimilliye gelenekli Mustafa Kemalci Laik güçler ortadan kaldırılsın, sindirilsin, korkutulsun, ezilsin, saf dışı edilsin diye planlandı ve yapıldı.

Bu operasyonların planlayıcısı CIA-Pentagon-Washington’dur. Yerli uygulayıcıları ise Pensilvanyalı imamın cemaati ve Tayyipgiller iktidarı oldu. Demek ki bu operasyonlar üç ayak üzerine otutturulmuştur.

Anadolu ve Rumeli’nin bir de olumlu, ilerici, devrimci tarihsel geleneği vardır. O geleneği de ordu gençliğimiz ve bilim insanlarımız temsil etmektedir. Osmanlı’yı yöneten dört devlet sınıfından ikisini oluşturan Seyfiye (Kılıçlılar yani Ordu) ve İlmiye (Bilim insanlarımız, Aydınlar) Osmanlı’nın ilk kuruluş yıllarından kaynak alan bu devrimci geleneği bugün de temsil etmektedirler. Bu iki sınıf, Türkiye’nin yakın zamandaki bütün devrimlerinde (Birinci Kuvayimilliye ve 27 Mayıs da buna dahildir) vurucu güç olmuşlardır. Onlardaki bu devrimci gelenek bugün de varlığını korumakta ve sürdürmektedir. İşte o geleneğin düşürdüğü ışıkla, oluşturduğu bilinçle bu askerler ve aydınlar AB-D Emperyalistlerinin Türkiye hakkındaki niyetlerini ve planlarını sezmişlerdir. Ona karşı çıkmaya ve tepki koymaya başlamışlardır. Ve işte bu tutumları nedeniyle de söz konusu operasyonun hedefi olmuşlar Silivri, Hasdal, Sincan zindanlarına tıkılmışlardır. Eşşeklerin bile inanmayacağı iddialarla, iftiralarla suçlanmışlar, yıllarını zindanlarda geçirmeye, sağlıklarını ve hayatlarını kaybetmeye mahkûm olmuşlardır.

Ne yazık ki bu operasyonlar sonucunda Ordu hizaya getirilmiş, topukçu gebeş paşa gibi, askerden başka her şey olabilecek sefaletlere teslim edilmiştir. Üniversitelerimiz, bilim insanlarımız sindirilmiş, susturulmuş, ülkemizin ve halklarımızın içine düşürüldüğü hazin durum karşısında sesini çıkaramaz, fikir beyan edemez hale getirilmiştir.

E. Ü Tarhan Hanım AB-D Emperyalistlerinin niyetleri, planları, haritaları ve uygulamaları operasyonları hakkında ne düşünmektedir? Bilen var mı?

CHP yöneticileri içi boş laf kalabalığından başka bir şey söylememektedir

Bir de felsefe diyordu Emine Hanım. Felsefenin pek çok farklı tanımı yapılır. Bizim beğendiklerimiz şöyle özetlenebilir:

1- Aydınlık düşünmek demektir. Yani her türlü önyargıdan, dogmadan, soyut, metafizik anlayıştan uzak olarak özgürce düşünebilmek.

2- Ussal varsayımda bulunma sanatı. Yani meseleleri kavramak ve onlara çözüm getirmek için aydınlık bir düşüncenin rehberliğinde olayları tahlil etmek, kavramak, çözümlemek ve belli sonuçlara vararak, belli gidiş yolları ortaya koyma sanatıdır felsefe.

3- Marksizmin önerdiği tanımdır. Diyalektik maddecilik denir bu tanıma ya da felsefeye. Diyalektik Maddecilik dersek bir cümleyle; olanı olduğu gibi görmektir. Yani olayı, problemi doğada ve toplumda olduğu gibi, nasılsa öylece görmektir. Sebep-Sonuç ilişkileri ile birlikte görmektir. Ve bağlamından, olaylar bütününden koparmadan görmektir. Tabiî böyle görünce olayı çıkış yolunu da yani problemin çıkış yolunu da hemen görüp kavrarsınız.

Bizce felsefenin en doğru tanımı budur. Diyalektik maddecilik bir mantık yani düşünüş yöntemi ve olayları çözüş metodudur.

Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler yine Hikmet Kıvılcımlı’nın: “Diyalektik Materyalizm Nedir? Ne Değildir? Nasıl Kullanılır?” adlı, bir eşi benzeri daha bulunmayan, anıt eserine başvurabilirler.

Emine Hanım, bu tanımların yol göstericiliğinde olaylara bakıp onları kavrayabiliyor mu? Ve çıkış yolları önerebiliyor mu?

Biz hiç tanık olmadık böyle bir şey yaptığına.

O da ne yazık ki tüm diğer CHP yöneticileri gibi içi boş laf kalabalığından başka bir şey söylemiş olmadı bugüne kadar. Bu anlayışlarla CHP’nin varabileceği hiçbir yer yoktur. Tabiî olumlu manada. Yoksa bu anlayışlar partiyi yönetmeye devam ederse CHP’nin giderek erime sürecine girmesi kaçınılmazdır.

CHP’nin şu haliyle Cumhuriyetçiliği de, Mustafa Kemalciliği de, Halkçılığı da sahtedir. Hiçbir gerçekliği ve inandırıcılığı yoktur.

CHP yöneticileri iktidarı, muhalefetiyle o denli ilgisiz, sığ, bilinçsiz ve zavallıdırlar ki, Türkiye’nin hiçbir temel sorununu doğru görüp, doğru çözümleyememektedirler. Boş laflarla bir şey söylediklerini ya da muhalefet yaptıklarını sanmaktadırlar. Bir tek doğru teşhisleri var mı meselelerimiz hakkında? Bir tek olumlu yol göstericilikleri olmuş mu?

Bir kısmı türban, çarşaf savunuculuğu yaparak iblislerin Allah’la aldattıkları bilinçsiz, cahil kara halk yığınlarından oy alabileceklerini sanmaktadırlar. Oysa bilmemektedirler ki, bunlar kara çarşafı, sarığı, cüppeyi, Meclis ve mahkemeler dahil, Türkiye’nin bütün kurumlarında serbest bırakalım, bütün okullarımız imam hatip olsun deseler bile o kitlelerden bir tek oy alamazlar.

Zaten Tayyipgiller’le din alıp satmada yarışabilmeleri asla mümkün değildir. Adamlar her cümlelerinde, her adım atışlarında din sömürüsü yapmaktadırlar.

Kaldı ki yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı, doksan yıldan bu yana hiç ara vermeden-durup dinlenmeden Mustafa Kemal, Laiklik, Cumhuriyet ve Kuvayimilliye düşmanlığı yapmaktadır. Okullarında, tarikatlarında, cemaat yurtlarında, evlerinde hep bunları anlatmakta, bunları öğretmektedir zavallı, bilinçsiz insanlarımıza. Mustafa Kemal’e “Kefere Kemal”, Cumhuriyet’e “dinsiz devlet” diyerek saldırmaktadır. CHP’ye de “Din Düşmanı Parti” demektedir.

Kemal Bey, Ekmel Bey’ini aday gösterince ne dedi bu Allah’la aldatılmış kitleler? Olumlu mu baktı, CHP’nin adayına? Oy mu verdi?

Hayır. Onların tutumunu kaşar Ortaçağcı, Mustafa Kemal ve Laik Cumhuriyet düşmanı Kadir Mısıroğlu internet ortamında da dolaşan videosunda hönkürerek anlatmaktadır. İsteyen izleyebilir.

Tek cümle ile özetlersek dediğini: “Ekmeleddin İhsanoğlu denen bu adam eğer iyi bir insan olsaydı CHP gibi din düşmanı bir parti onu aday göstermezdi”.

Bu cümlesiyle o Ortaçağcı, Tayyipgiller’in kandırdığı insanların hepsinin fikrine tercüman olmaktadır.

Demek ki gericileşerek, kandırılmış insanlardan oy alınmaz. Onlar ne kadar cahil ve bilinçsiz de olsalar kimin orijinal din tüccarı, kimin taklitçi olduğunu bilirler. Kaldı ki dediğimiz gibi CHP düşmanlığı neredeyse onların genlerine kodlanmıştır.

Sorosçu yönetimin Kürt illerinden oy alma hevesi boşunadır

Yönetimdeki Sorosçu ekip, yine bir CIA projesi olan Kürt Meselesi’nin Amerikancı Çözüme yani Tayyipgiller’in “Açılım Süreci” diye adlandırdıkları çözüme biz de dahil olursak Kürt illerinden ve Kürt insanlarımızdan oy alabiliriz diye düşünmektedirler. Bu da bir yanılgıdır. Sorosçu yönetim kaç yıldan beri bu konuda Tayyipgiller’le aynı söylem ve davranış birliği içindedir. Son seçimlerin ortaya çıkardığı gerçek nedir?

CHP Kürt illerinde bitmiştir. Bunun geriye dönüşü yoktur. Çünkü PKK de Kürt Meselesi’nin Amerikancı çözümünü savunduğu için otuz beş yıldan bu yana halkların kardeşliği üzerine inşa edilen bir politika yapmamıştır. Tam tersine Türk Halkına, Tarihine, Mustafa Kemal’e, Laik Cumhuriyete düşmanlığı esas alan bir siyasi kimlik oluşturmuş ve bunu öğretmiştir etkilediği kitlelerin ezici çoğunluğuna. Yani artık PKK’li insanların bu çerçevede netçe belirlenmiş bir ulusal ve siyasi kimlikleri vardır. Ve bu kimlikte Cumhuriyet’e, Mustafa Kemal’e kesinlikle yer yoktur. Amerika’nın öngördüğü ve yönettiği çözüm başarıya ulaşırsa -ki öyle de görünüyor- bu kimlik iyice pekişecek ve değişmesi çok uzun yıllar alacaktır.

Bu bakımdan Tayyipgiller’in ve PKK’nin yürüttüğü, Amerika’nın projelendirdiği ve çerçevesini oluşturduğu çözümü savunursam bende oralardan oy alırımı düşünmek, boş bir hayaldir.

Tabiî Kürt Meselesi vardır, çok önemlidir. Hem Türkler hem Kürtler için çözülmesi de çok önemlidir ve gereklidir aynı oranda.

Fakat her meselede olduğu gibi bu meselede de birbirine zıt, tamı tamına karşı iki çözüm vardır.

1- Burjuva çözüm. Yani bugünün diliyle Amerikancı çözüm. Tayyipgiller ve PKK bunu savunmakta ve yürütmektedir. Bu çözüm BOP haritasını esas alan bir çözümdür.

2- Kürt Meselesinin Devrimci Çözümüdür. Bunu Önderimiz Kıvılcımlı 1933’te “Yedek Güç-Ulus Doğu” adlı eserinde tüm yönleriyle ortaya koymuştur çok açık bir şekilde. İşte biz de o zamandan bu yana, bu çözümü savunuyoruz. Bu çözüm; iki halkın, lafta değil gerçek anlamda, kardeşliğini, eşitliğini esas alan, her iki milletin de yararına olan en hakkaniyetli ve devrimci bir çözümdür.

Yani bu çözüm AB-D Emperyalistlerine bölgemizdeki, ülkemizdeki yerli işbirlikçilerine karşı verilecek bir savaş sonrasında ulaşılacak bir zaferle kurulacak olan Demokratik Halk İktidarında gerçekleşecektir. O amaca ulaşmak için her iki halkın da bu ortak düşmana karşı Che’nin deyişiyle; İnsan soyunun baş düşmanı olan AB-D Emperyalistlerine ve onların her türden işbirlikçilerine, uşaklarına karşı ortak bir mücadele vermeyi öngörür. Biz onu yapıyoruz. Partimizin saflarında Türk ve Kürt Yoldaşlar omuz omuza mücadele etmektedirler. Tam bir kardeşlik içinde.

Ve hep şunu da diyoruz ki; Kürt Komünistler, yalnızca bizim partideki yoldaşlardır.

Sorosçu yönetim bir de AB-D’nin Ortadoğu’daki politikalarına Libya ve Suriye saldırılarına, katliamlarına destek vererek Amerikalara, Avrupalara gidip o politikaları kendilerinin de beğenip savunduklarını anlatarak onların gözüne girebileceğini, kendilerine iktidar yolunun açılabileceğini sanmaktadırlar. Bunda da yanılgı içindeler. Çünkü AB-D Emperyalistleri her zaman en uşak olanı, en satılmış olanı, en hain olanı, en hırsız olanı tercih eder. Bunlarda ılımlılık göstereni tutmaz. Tabiî mecbur kalmadıkça.

CHP’nin tepesi Amerikancılarca tutulmuştur. Bu tamam… doğru da ama tabanı böyle değildir. Taban hâlâ Birinci Kuvayimilliye’den, Mustafa Kemal’den, Laik Cumhuriyet’ten kopmamıştır. AB-D işte bu durumu sevmez. AKP ise böyle değildir. Onun tabanını oluşturan kandırılmış, cahil insanlarda yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi CIA Diniyle afyonlanıp, uyuşturulmuşlar ve Laik Cumhuriyet düşmanı haline getirilmişlerdir. AB-D için bu da AKP’yi ve benzer partileri tercihi için ikinci önemli bir nedenidir.

Gelelim CHP’deki muhalif kanadın söylemine. Yukarıda da uzun uzun anlattığımız gibi bunlar da içi boşaltılmış, gerçek anlamından arındırılmış boş bir Ulusalcılık ve Mustafa Kemalcilik söylemi içindedirler. Bunların yolundan gidilse de varılacak olumlu bir yer yoktur. Yukarıda da belirttiğimiz gibi onlar da Amerikacıdır, NATO’cudur. Yani bunların yapıp ettiği de bir kuru gürültü çıkarmanın ötesinde, boş yaygara koparmanın ötesinde bir şey değildir.

Tutulacak net yol:İkinci Kuvayimilliyeciliktir

Öyleyse yapılacak şey, tutulacak yol altmış yıl önce Hikmet Kıvılcımlı tarafından netçe ortaya konmuştur Vatan Partisi Program ve Tüzüğü’nde. 1954’te. Kıvılcımlı bunu “İkinci Kuvvayimilliyeciliğimiz” diye adlandırıyor. Kıvılcımlı bu yolu 27 Mayıs devrimcilerine gönderdiği “Açık Mektup”larında bir kez daha etraflıca anlatır. Yapılması gerekenleri hiç lafı dolandırmadan, en cahil insanımızın bile anlayacağı açıklıkla ortaya koyar.

Yukarıda söz ettiğimiz gibi, makalelerinde ve 1960 sonrası yazdığı kitaplarında ortaya koyar. Mesela; Bu konuda Kıvılcımlı’nın “Oportünizm Nedir? Halk Savaşının Planları, Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama” adını taşıyan kitabı çok önem taşır. En ince ayrıntısına kadar İkinci Kuvayimilliyeciliğimizin nasıl zafere ulaştırılacağını anlatır Usta bu kitabında. Sözü yine fazla uzattık herhalde, bağlayalım artık. Yine Kıvılcımlı’nın yukarıda aktardığımız paragrafıyla. Tekrardan kaçınmayalım burada. Öğrenme psikolojisinde tekrarlar olumlu etkiler öğrenme sürecini. Ne diyordu Kıvılcımlı o son bölümde:

“İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayimilliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.” (Hikmet Kıvılcımlı, Cumhuriyet Bayramı Nedir, 29 Ekim 1968)

Eğer CHP’nin şu an sahip olduğu kitle gücünün yüzde birine bile sahip olsaydık Tayyipgiller’i çoktan Tarihin çöplüğüne süpürüp atardık. Hırsızlar, katiller, hainler ve Amerikan uşakları diye yazdırırdık bir bir Tarih sayfalarına. Onların vurgun, katliam yaptıkları her yere binleri, on binleri yığardık. Haykırırdık onların yüzlerine karşı hırsızlıklarını, hainliklerini ve uşaklıklarını. İnsan içine çıkamaz hale getirirdik onları, kaçacak delik arar duruma getirirdik. Tüm bunları yaparken de onların aldattıkları, uyuttukları insanları uyandırırdık yavaş yavaş. Bilinçlendirirdik. Gezi İsyanı’mızı çok daha büyütürdük, önüne geçilmez bir sel haline getirirdik. 1 Mayıs’lara yığardık milyonları. Darma duman ederdik Tayyipgiller’in yasaklarını, engellerini. Soma’lara yığardık yüz binleri, Yatağan’lara. Üçüncü Köprü’nün ayaklarına, üçüncü havalimanının katlettiği milyonlarca ağacın yanına. Maden bulacağız diye dağları, ovaları mahvedilen Ege’nin, Akdeniz’in, Karadeniz’in direnen köylülerinin yanına. HES’lerle ırmakları kurutulan, yeşillikleri gazele döndürülen ve açlığa mahkum edilen köylülerin yanına. Durdururduk onların vurgun ve talan projelerini. Onların işbirlikçisi olan hain suç ortaklarını. Millete küfürler sallayan Mehmet Cengiz ve benzerlerinin şirketlerini başlarına yıkardık. Onlar da kaçacak delik arardı.

Yığardık yüz binleri Asgari Ücret Belirleme Komisyonlarının kapısına. Sefalet ücreti değil, insanca yaşanacak bir ücretin belirlenmesini sağlardık. Velhasıl tüm grev ve direniş yerlerinde yoldaşlarımız, halkın umudu, güvencesi, yol göstericisi olurdu.

Sendikalaşmanın Grev ve Toplu Sözleşme yapmanın önündeki tüm 12 Eylül yasaklarının kaldırılması için işgal ederdik, sonuç alıncaya kadar Çalışma Bakanlığını yine yüz binlerle.

Atanamayan üç yüz bin öğretmenle birlikte yine işgal ederdik Milli Eğitim Bakanlığını. Ve o öğretmenler, öğrencilerine kavuşuncaya kadar kaldırmazdık işgali. vb. vb…

Şimdi ne yazık ki yoldaşlarımızın sayısı bunları yapmamıza, bu eylemleri başarmamıza olanak vermiyor. Ama bugünler de geçecek. Gelişip güçleneceğiz elbet. Zor, zahmetli, çileli de olsa o devrim yolunu yürüyüp sonuca ulaşacağız. Zaferi kazanacağız. Halklarımızı kurtaracağız.

Halkız Haklıyız Yeneceğiz!

(30.08.2014)