Bunların ruh dünyasını oluşturan dört bileşen şudur:
1- Kamu malı hırsızlığı
2- ABD uşaklığı
3- Muaviye-Yezid-CIA-Pentagon Dinciliği ya da İslamı
4- Acımasızlık, sınırsız zalimlik…
Kaçak Saraylı Reis’in, bir önceki Cumhurbaşkanlığı makamı işgalcisi, İngiliz ajan üniversitesi Exeter yetiştirmesi Gül’ün, AKP’giller’in en önde gelen sözde Müslüman dış dostu kimdir?
Tartışmasız, Suudi Krallığı, değil mi?
Hani birkaç yıl önce bir Suudi Kralı gelmişti Türkiye’ye. Bunlar, protokol kurallarını hiçe sayarak uçağın merdiveninde karşılamışlardı, aşağılık Amerikan işbirlikçisini. Bu düzenbaz Kral, Anıtkabir’e filan gitmedi, bilindiği gibi. Yani o da protokolü filan hiçe saydı.
Üstelik bunların makamlarına filan da gitmedi.
Ya ne yaptı?
Lüks otelin bir katını kendine ve avanesine ayırttı. Oranın “kral dairesi”nin lüksüyle bile yetinmeyip daha da lüks olarak olarak döşetti. Bunları ayağına çağırdı. Kaçak Saraylı da, “Kraliçe’nin Gülü” de, koşarak gittiler oraya. Artık ne konuştularsa… Orada yaptılar görüşmelerini.
Yani bizimkilerin böylesine itibarlı dostudur, Suudi Krallığı Hanedanı. Üstelik de, bunları aşağılamasına, adam yerine koymamasına rağmen…
Hani bu Kral, her yıl yeniler ya Kâbe’nin 120 kilogram altınla işlenmiş örtüsünü… Sadece bu kadar da değil: Bakın ne menem şeymiş bu örtü:
“ÖRTÜ NİYE SİYAH?
“Kâbe’yi örten Kisve dünyanın en pahalı örtüsü… Bizim eski parayla 8 trilyona yani 8 milyona denk düşen 20 milyon riyale mal oluyormuş. Yetkililere başka şeyler de sordum, şaşırtıcı yanıtlar aldım.
“Bu koca fabrikada sadece Kisve diktiğiniz doğru mu?
“- Evet, bu fabrika zaten bu iş için kuruldu. Dünyanın en yetenekli hattatları, dokuma ustaları, boyacıları senede 3 ay çalışır ve sadece Kisve örtüsünü hazırlar.
“Neden bu kadar pahalı?
“- Çünkü malzemeler çok kıymetli. Saf ipek kumaş üzerine, ortalama 120 kilo saf altın, 50 kilo gümüş, 670 kilo siyah gümüşe boyanmış örtü ilavesi kullanırız.
“Ne kadar ki yüzölçümü?
“- 658 metrekare. 14 metre uzunluğunda, 101 santimetre genişliğinde, 47 parçadan oluşur. Her yıl yenisi ile değiştiririz. Eski örtüyü müzede ziyarete açarız. Sonra da devletimiz kıymetli kişilere parça parça hediye eder.” (http://www.sabah.com.tr/yasam/2010/11/10/dunyadaki_en_pahali_ortu_kbenin_ustunde)
İşte, haberde de bu işle ilgili kişinin açıklamasında apaçık biçimde görüldüğü gibi, her yıl sonunda bu örtüyü parçalar ve kendisine en yakın bulduğu, bizimkiler gibi uydularına verirmiş Kral, birer parçasını. Böylece de güya, ödüllendirmiş olur bunları.
Hatırlatalım; Hz. Muhammed döneminde Kâbe’nin yüksekliği hemen hemen bir adam boyudur. Üzeri de kurumuş ağaç dal ve yapraklarıyla örtülüdür. Örtüsü mörtüsü de yoktur.
Bu konuda bile işin nasıl Gerçek İslam’ın ruhundan uzaklaşılıp şirazeden çıkarılmış bulunduğunu görüyorsunuz, değil mi arkadaşlar?..
Böylesi bir israf, sanırız, Papa’nın Vatikan’daki kilisesinde bile yoktur…
Hani Kaçak Saraylı, Muhammed Ali’nin cenazesine katıldı ya; amacı, her işinde olduğu gibi, siyasi rant devşirmekti. Orada bir konuşma yapmak istemiş. Ayrıca da, bu Suudi Kralı’nın kendisine verdiği Kâbe örtüsü parçasını, tabutun üzerine örtmek istemiş. Böylece gündem olacak. Medyada yer bulacak. Herkes; “Türkiye Cumhurbaşkanı da Muhammed Ali’nin tabutunun üzerine Kâbe örtüsü parçası örttü.”, diyecek. Mezara da, o örtü cenazenin üzerine konmuş olarak koyuldu, diyecekler.
Aile hiç prim vermedi, Kaçak Saraylı’ya. “Yabancı katılımcılara konuşma yaptırtmıyoruz. Kâbe örtüsü parçasını da bize verin, biz gerekli biçimde değerlendiririz.”, dedi. Tabiî düş kırıklığına uğradı bizimki. Umduğunu bulamadı. Bilmiyor ki, dışarıdaki itibarı ne durumda… Herkesi kendi zavallı hüloogg’cuları gibi sanıyor.
Yine, hatırlayacaktır bazı arkadaşlar. Her yıl bir uçak dolusu, AKP’giller başta olmak üzere, Türkiye din tüccarını, Suudi Ailesi, davetlisi olarak götürüp getirir Hac’ca. Yani onlar, ceplerinden para ödemezler. Tabiî bu da, Hac farizesinin ruhuna aykırıdır. Hac’ca ancak alınteri ürünü, haram karıştırılmamış, helal kazançla gidilir. Ama bunların neresi doğru ki… Hangi işleri Gerçek İslam’a, adalete, hakkaniyete, ahlâka uygun ki…
Yine hatırlanacaktır; bunların yetiştiricisi, Piri Molla Necmettin de Suudi Krallığı kontenjanından Hac tutkunuydu. Ve utanmadan da, övünüyordu, “Bu 26’ncı Hac’cım”, diye.
Bunların kaçıncı oldu, bilmiyoruz. Belki araştırmacı gazeteciler araştırıp bilgilendirirler bizi.
İnsan, ister istemez, ünlü Arap atasözünü hatırlıyor, değil mi?
Önce aktarmıştık. Ama böyle özlü ve derinlikli sözlerin tekrarında fayda var.
Ne diyordu o özlü söz?
“Komşun bir kez Hacca gitmişse ona dikkat et, iki kez gitmişse ondan uzak dur, üç kez gitmişse başka bir sokağa taşın.”
Ne kadar da derin anlamlara sahip bir söz, değil mi?
Tam da bunlar gibi din alıp satanları, her türden ahlâksızlığı din kisvesi altında gizleyenleri teşhir ediyor. Tabiî böyleleri, Muaviye-Yezid çağından beri bol miktarda mevcuttur, İslam Dünyasında.
Bu Suudi Krallarının İspanya’da yazlıkları var, değil mi?
Her yıl, uçaklar dolusu avaneleri ve takım taklavatlarıyla oralara gidip tatil yaparlar. İşte bu tatillerine ilişkin bir haber aktaralım bunların. Hani her seferinde de haber olur, bunların tatilleri. Çünkü sıradan olmaz. Bakalım şimdi, sıradışılıkları neymiş:
“Ölümüne en çok İspanya üzüldü
“Kral Fahd’ın yaz tatilini geçirdiği günde 3 milyon Euro harcadığı İspanyol kasabası Marbella’da 3 günlük yas ilan edildi ve bayraklar yarıya indi
“S. Arabistan Kralı Fahd’ın ölümüne en çok İspanya’nın güneyindeki Marbella kasabasında yaşayanlar üzüldü. Kral Fahd’ın son 20 yıldır tatilini geçirdiği Marbella’nın Belediye Başkanı Marisol Yague, “Onu burada ağırlamak bizim için şanstı” dediği kralın ölümü nedeniyle 3 gün resmi yas ilan ederken kentte bayraklar da yarıya indirildi. Bölge turizmine büyük katkısı olan Fahd, Marbella’nın reklamını yaparken, saat ve mücevher başta olmak üzere yaptığı alışverişlerle kent ekonomisine de büyük katkı sağlıyordu. Marbella’da 250 bin metrekarelik alanda büyük bir saray inşa ettiren Kral Fahd’ın ailesiyle buraya tatile geldiği her Ağustos, 800’e yakın kişi sarayda iş imkanı buluyordu. Fahd’ın sarayında çalışan şoförlere 5 bin dolar, temizlikçilere ise 3 bin dolar maaş veriliyordu. İspanya’da kaldığı sürede günde 3 milyon euro harcayan Suudi Kralı, Marbella’ya son gelişinde 4 uçak, 600 Mercedes otomobil, 50 limuzin, lüks otellerde 300 süit oda ve aylığı 180 bin euroluk villalar kiralamıştı.” (http://www.gazetevatan.com/olumune-en-cok-ispanya-uzuldu-58084-dunya/)
Ölen Kral öyle de, yenisi farklı mı?
O da aynı. Bu, geçen Nisan’da Türkiye’ye geldi. Bakın, nasıl gelmiş, nasıl yaşamış:
“Suudi Kral için 500 Mercedes
“Suudi Kralı Selman bin Abdülaziz’in Türkiye ziyareti için hazırlıklar tamamlandı. Kral ve heyeti için 500 Mercedes hazırlandı.
“Suudi Arabistan Kralı Selman bin Abdülaziz, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetlisi olarak bugün Ankara’ya geliyor. Suudi Kral 2 gün kalacağı Ankara’nın ardından İslam İşbirliği Teşkilatı 13. İslam Zirvesi’ne katılmak üzere İstanbul’a gelecek. Suudi Kral’ın Ankara ve İstanbul’da kalacağı otellerde bir ay öncesinden hazırlıkların başladığı sadece otellerde 10 milyon dolarlık harcama yapıldığı öğrenildi. Kral ve heyeti için 500 lüks araç kiralandığı Ankara’da yeterli sayıda araç bulunamaması üzerine İstanbul, Antalya gibi farklı illerden de kiralık Mercedes’ler getirildiği öğrenildi. Suudi Arabistan’ın ekonomik olarak zor günlerden geçtiği bir dönemdeki şaşalı ziyaret dikkat çekti.
“KİŞİYE ÖZEL OTEL DÜZENLEMESİ
“Suudi Kralı Abdülaziz için otellerde, “kişiye özel” düzenlemelerin yapıldığı öğrenildi. Suudi Kral’ın heyetiyle birlikte kalacağı otelleri tamamen kapattığı, klozetten yiyeceklerine kadar pek çok ihtiyaç malzemesini de beraberinde getirdiği ortaya çıktı.
“10 MİLYON DOLAR HARCANDI!
“Kralın kalacağı otelde yaklaşık 10 milyon dolarlık masraf yapıldığı son bir aydır sessiz bir şekilde yürütülen ‘özel hazırlığın’ Kral’a özel olduğu daha sonra otel katlarının eski haline dönüştürüleceği bildirildi.” (http://www.sozcu.com.tr/2016/gundem/suudi-kral-icin-10-milyonluk-hazirlik-1177055/)
Bunlar böyle işte, arkadaşlar…
Tayyip de bunlara özenir hep. Önderi bunlardır. İşte o sebepten, Atatürk Orman Çiftliği’ni talan ederek oraya bir buçuk milyar lira harcayarak, 1165 odalı Kaçak ve de Haram Saray’ını kondurdu. İşte yine aynı sebepten, Tayyip’in de özel uçaklara, helikopterlere, milyon dolarlık zırhlı Mercedeslere gözü doymuyor hiç. Aldıkça alıyor. Dolmabahçe Sarayı yetmiyor İstanbul’da da gözünü doyurmaya. Yıldız Sarayı’na gidiyor. Vahdeddin’in Çengelköy’deki Av Köşkü’nü yeniden düzenletip yaptırtıyor.
Hep deriz ya; bunların gözünü ancak toprak doyurur ve ancak toprak ıslah eder bunları, diye… Öyledir işte. Aynı çamurdan yoğrulmadır bunlar. Aynı Sahte İslam’a inanırlar. Gerçek Kâbeleri de aynıdır: Washington-White House.
Bunlar o denli kankidirler ki, Tayyip, yine, imar planlarını, Boğaziçi Koruma Kanununu filan hiçe sayıp “Sevda Tepesi”ne de Suudi Kral’ın bir saray kondurmasının önünü açtı. İznini verdi. Hep deriz ya yine, bunların kanun, hukuk hiç umurlarında olmaz, diye… Bunlar asla kamu yararı nedir, diye düşünmezler. Tam tersine; nasıl kamu malı hırsızlaması yaparız, nasıl vururuz, aşırırız, lüpleriz, küpleriz, diye düşünür.
Yeri gelmişken, bu Sevda Tepesi kanunsuzluğuna ilişkin 17 Haziran 2012 tarihli haberi de okuyup belleğimizi tazeleyiverelim, isterseniz:
“Suudi Kral ‘Sevda’sına tam 28 yıl sonra kavuştu
“Merhum Turgut Özal döneminde Sevda Tepesi Suudi Veliaht Prens Abdullah Bin Abdülaziz’e 27 milyon dolar karşılığında satıldığında sene 1984’tü. Özal imar sözü vermişti ancak beklenen izin bir türlü çıkmadı. Yıllar geçti, prens kral oldu. Hatta bir ara Sevda Tepesi’ni satışa da çıkardı. Büyükşehir Belediyesi Meclisi satıştan tam 28 yıl sonra dün tepeyi turizm konaklama alanı olarak imara açtı
“Süvari teğmen Vahit Bey ile Belkıs Hanım’ın buluşma noktalarıydı Kandilli’deki tepe. O zaman bu tepenin bir adı yoktu. Ne zaman Vahit Bey ile Belkıs Hanım’ın aşklarına aileleri engel oldu, onlar da intihar yolunu seçti; bu tepenin adına ‘Sevda Tepesi’ dendi. Yıllarca İstanbullu aşıklara ev sahipliği yaptı bu tepe…
“1984’te ise Suudi Veliaht Prens Abdullah bin Abdülaziz’e 27 milyon dolar karşılığında, Turgut Özal’ın devreye girmesiyle satıldı. 57 bin metrekare alana sahip tepenin imara açılacağı sözü verilmişti. Ancak yıllar içinde tepe imara açılmadı. İşte dün bu söz, 28 yıllık aranın ardından tutuldu ve Sevda Tepesi, turizm-konaklama tesisi olarak imara açıldı. Dönemin veliaht prensi şimdinin Suudi Kralı Abdullah Bin Abdülaziz Sevda Tepesi’ne turizm tesisi yapma hakkını kazanmış oldu.
“İspanya’ya gitmeyin
“Suudi Kral Fahd’ın tatil için İspanya Marbella’ya gitmesi ve geniş ailesi ile orada büyük harcama yapması, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın dikkatini çekmişti. Suudi Kraliyet Ailesi’nin tatil yapabileceği bir yer olarak düşünüldü Sevda Tepesi. Yabancılara toprak satışının ilk örneğini oluşturan Sevda Tepesi, Bakanlar Kurulu kararı ve özel çıkartılan bir yasayla gerçekleşti. Suudi Prens’in teklifi üzerine 57 bin 470 metrekarelik tepeyi Kıbrıslı Mehmet Paşa’nın torunları Emine Nazlı Başar, Ahmet Nahit Dirvana, Mehmet Emin Dirvana, Mustafa Selim Dirvana, Süleyman Sadrettin Dirvana, Yusuf Cemil Şensoy, Sakibe Akyol, Osman Gündüz Delitaş, Necla Koskosoğlu, Necdet Semizoğlu, Rüştan Balkar, Ercan Balkar, Kemal Galip Balkar ve Hüseyin Balkar 27 milyon dolar gibi astronomik bir rakama sattı. Satış sırasında veliaht prense imar için de söz verildi. Ancak söz yerine getirilemeyince Suudi Kraliyet Ailesi de tatil için Sevda Tepesi’ne gelemedi. Aradan yıllar geçti. Tepenin imara açılma fikri 2006 yılında tekrar gündeme geldi. Hatta prensin araziyi satılığa çıkardığı bile söylendi. Sonunda yıllar önce verilen söz, dün İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde oy çokluğu ile kabul edildi. Üsküdar, Kandilli Mahallesi’ndeki 945 ada, 12 parselde bulunan 57 bin 470 metrekarelik alanın, CHP’li üyelerin muhalefetine rağmen, turizm konaklama tesisine dönüştürülmesine izin çıkmış oldu.
“İmara açılma teklifi Bakanlık’tan geldi
“Suudi Kralı’na ait olan arazinin imar plan değişikliği teklifinin arsa sahiplerinden gelmemesi dikkat çekti. İmar değişikliği için plan teklifinin sahibi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Mekânsal Planlama Genel Müdürlüğü oldu. Genel Müdürlük tarafından imar planı değişiklik talebi için dosya hazırlandı ve 31 Mayıs 2012 tarihli yazı ile dosyanın İBB Meclisi’ne gönderildiği tutanaklarda yer aldı. Ayrıca arsa sahibinin de 28 Mayıs 2012 tarihinde İBB’ye dilekçe gönderdiği ortaya çıktı. Arsa sahibinin dilekçesinde ise şu ifadeler kullanıldı: “1984 yılından beri maliki bulunduğu parselde mağduriyetin giderilmesi amacıyla…” (http://www.gazetevatan.com/suudi-kral–sevda-sina-tam-28-yil-sonra-kavustu-458162-siyaset/)
Bildiğimiz gibi, Sevda Tepesi’ni alan bu kral da ölmüştür. Bugünkü kral onun yerine geçmiştir.
Bizim futbol adamlarından biri, bir tarihte, Suudi Arabistan Ulusal Takımını çalıştırmak üzere oraya gitmişti. Anlaşmıştı yani onlarla. Bizim teknik adamı Kral çağırır Sarayına, bir seferinde. Ve açar büyük bir dolabın kapaklarını. İçinde her çeşitten içki mevcuttur. “Ne içelim?”, der. Anlaşırlar biri üzerinde. Açarlar şişeyi ve birlikte çekerler kafayı. Yani Kur’an’daki içki yasağı filan umurlarında olmaz bunların hiç. O, sadece halka uygulanan bir yasaktır. Kendileri her türden yasaktan azadedirler. Kafalarına ve zevklerine göre takılırlar hep. Ülkenin büyük petrol zenginlikleri, petrodolarlar olarak Amerikan petrol şirketlerinin ve bunların Amerika’daki banka hesaplarının ve de Amerikan silah tekellerinin kasalarına akar. Ve tabiî bir de lüks saray giderlerinin, Hanedan giderlerinin karşılanmasına akar. Onlar için harcanır, israf edilir. Kuru kemik kabilinden, çok az miktardaki kısmı da, halka verilir. O da, herhangi bir tepkiyi, halk isyanını engellemek, nötralize etmek amacıyla…
İşleri güçleri, kamu malı aşırmaktır, vurgundur, israftır, çılgınlıktır bunların, arkadaşlar. Firavun’un Sarayı bile, bunlarınkinin yanında gecekondu gibi kalır. Firavunun yaşayışı bile, bunlarınkiyle kıyaslandığında, bizim asgari ücretlilerimizin ya da gariban emeklilerimizinki kadar mütevazı kalır. Küçük kalır. Önemsiz kalır…
Hatta, Amerikan Başkanları bile bunlarla kıyaslandığında, milyarlarca kez daha mütevazı bir hayat sürüyor kalır. Bunlarınki, her türden sınırı yıkıp geçmiştir. Ar, haya, utanma arlanma bırakmamıştır.
Yakın zamanın, bir iki ay öncesinin haberidir. Bunların bir de ileride Kral olacak “Prens”leri var, değil mi?
İşte onlar da Kralınki kadar olmasa da, oldukça lüks hayat sürerler. İşte haberi:
“Suudi Prens 10 mankenle Bodrum’da alem yaptı
“4 gün önce Bodrum’a gelen İngiliz bayraklı lüks yat ‘Solandge’nin sırrı ortaya çıktı. Yatta, Suudi Arabistan Prensi Nawaf Al Saud, yakınları ve konukları vardı. Dünyanın en pahalı yatlarından birisi olan ‘Solandge’de Prens ve beraberindekiler 4 gün boyunca 10 mankenle birlikte alem yaptı.
“Gökova cennet koylarına açılan ‘Solandge’ Orak Adası yakınlarındaki Hacımehlem Koyu’na demirlendi. Geniş güvenlik önlemlerinin alındığı yata 302 nolu Sahil Güvenlik botu eşlik etti. Basına yansıyan fotoğraflarda yatın güvertesinde gün boyu bikinileri ile gezen 10 manken dikkati çekti. Mankenler, çalan şarkılar eşliğinde yatta sık sık prens ve şeyhlerle dans edip, eğlendi.
“Prens Nawaf Al Saud, iki oğlu ve Savunma Bakanı Prens Muhammet Bin Salman bol bol su sporları yapıp, jetski, su jeti ve bananaya bindi. Korumalar, Prens su sporları yaparken çevrede adeta kuş uçurtmayarak, geniş güvenlik önlemi aldı. Prens akşam yemeğini ise ailesi ve konuklarıyla Yalıkavak Mahallesi’ndeki lüks bir restoranda yedi.
“Deniz ürünlerinden karides, kalamar, ahtapot salatası ile 18 kiloluk lagos balığından oluşan mönüden yiyen kraliyet ailesi üyeleri 4 bin 500 euro hesap öderken, bin euro da bahşiş bıraktı.
“Saat 23.00’de yata dönen Kraliyet ailesi bu sabah ise Göltürkbükü açıklarına demirledi. Aile tatillerini Bodrum’dan sonra Yunanistan’ın Mikonos, Tilos ve Patmos adalarında sürdürecek.” (http://www.mynet.com/magazin/detay/guncel/suudi-prens-10-mankenle-bodrumda-alem-yapti/86843/)
Evet, arkadaşlar. Suudi Arabistan, dünyanın en önde gelen ülkelerinden biridir, sahip olduğu petrol rezervlerinin zenginliği açısından. Ve de petrolünün kolay çıkarılabilirliği ve kalitesi açısından. İşte bütün o zenginlikler, bu aşağılık insan sefaletlerinin çılgın sefahatine gidiyor. Tabiî, her zaman olduğu gibi, aslan payını da hep ABD Emperyalist haydutları kapıyor, petrol şirketleriyle, bankalarıyla ve silah tekelleriyle. Kırışıyorlar yani, kamunun malını.
Dedik ya, bunlar her türden ahlâki değeri de sıyırmış durumdadırlar. Her alanda ahlâksızdırlar, namussuzdurlar, alçaktırlar.
Şimdi burada, günün hızlı Tayyipçilerinden ve azgın Mustafa Kemal düşmanı, laiklik düşmanı bir şahsın anlattıklarını gösterelim. Bu şahıs, Kadir Mısıroğlu’dur. Hani sözde Osmanlı hayranlığından dolayı hep kafasında fesle dolaşır ya… İşte o. Bu da aynı kategoridendir. Ondandır Suudi hayranlığı ve Tayyipçiliği.
Bu kişinin “Gurbet İçinde Gurbet” adlı bir kitabı vardır. Bakın orada nasıl anlatır, Suudi Prensleriyle ahlâk dışı iş tuttuğunu ve vurguna giriştiğini:
***
“B- BİRİNCİ ALMANYA İKAMETİM
Bütün bu araştırmaların sebebi, bu sırada Almanya’ya yerleşmeyi düşünmüş olmamdı. Bununsa sebebi gayet basitti. Orada 1978 yılında “Sebil” Dergimizin bir şubesini açmıştık. Buna istinaden de oturma hakkı elde etmiştim. Çoluk çocuğumu getirtip Almanya’da oturabileceğimi ümid ediyordum. Lakin biraz aşağıda izah edileceği üzere bu mümkün olmadı. Almanlar benim oturmamı kabul ediyor, çoluk çocuğumun ise üç ay zarfında Almanya’yı terk etmesini şart koşuyorlardı. Bu keyfiyet henüz belli olmadığı günlerde geçim için bir çok düşünceler aklıma geliyordu ki, bunlar hep Almanya’da ikamet esasına dayanıyordu. Bu inşaat işi de onlardan biriydi. Lakin bu uzun vadeli iş, Almanların zikri geçen engeli çıkarmaları sebebiyle başlamadan bitmiş oldu. Ancak bu arada başka ticari teşebbüsler de oldu ki; bunların en ehemmiyetlisi Suud Kral Ailesi’yle irtibata geçilerek OPEK fiyatının altında bir fiyatla petrol satmaktı. Gerçekten ticaretin “cehd”den ziyade bir “baht” işi olduğunu inkarı gayr-ı kaabil bir surette ortaya koyan bu petrol pazarlama faaliyeti hayatımda hiç unutamayacağım bir macera olmuştu.
a- Petrol Macerası
Cenevre’den Frankfurt’a döndükten sonra, inşaat mevzuunda ne yapabileceğim hususunda araştırmalara koyuldum; bazı Türk ve Alman firmaları ile görüştüm. Fakat işe başlamadan önce İsviçre’nin Zürih Şehri’nden bir telefon geldi. Beni arayan İstanbul’dan tanıdığım Halid Abdullahoğlu idi. Bu arkadaş yurtdışına kaçabilmemde emeği sebkat etmiş (geçmiş) olan Asım Mâilmâil isimli avukat arkadaşımızın eniştesiydi. Önce Suudi Arabistan’a gitmiş orada bir iş yapmaya muvaffak olamamış ve Avrupa’ya dönmüştü. Kendisi:
“-Un ambarına düştük, fakat unlanmadan dışarı çıktık!..” diyerek oradan muvaffakiyetsiz dönüşünü hulasa ediyordu.
İsviçre’de benim en aziz dostlarımdan Aslan Tok Hocaefendi’nin yanında kalıyor ve Almanya’ya intikal etmek istiyordu.
Talebi üzerine İsviçre’ye gidip O’nu Frankfurt’a getirdim. O zamanlar Türkler için İsviçre vizesizdi. Bundan dolayı ancak oraya kadar gelebilmişti. Almanlar ise, Alman plakalı arabalara gümrüklerde pek bakmazlardı. Hâlid Abdullahoğlu’nun da bu seyahatleri ciddi bir iş yapmak arzusundan doğduğu için, ne yapacağımızı birlikte düşünmeye başladık. Onun Cidde’de teşrik-i mesai ettiği “Celesi” isimli şirketi vardı. Onlara Suudi Arabistan’ın ihtiyacı olan bazı malları gönderebileceğimiz düşüncesiyle büroya bir teleks aldık. O zamanlar henüz faks icad edilmemişti. Teleksle mesajı daktiloda yazar gibi yazıyordunuz, aynı anda muhatab makina da otomatik olarak bu yazıyı tekrarlayıp kağıda geçiriyordu. Bu suretle birkaç ay muhabere ettik. Orada bir Türk arkadaş çalışıyordu: Ebuzer Bozkurt. Bu arkadaş, Güneydoğu Anadolu’lu idi. Uzun zamandır Cidde’de yaşıyordu. Değerli bir hocaefendi olmasına rağmen ahlâken adeta araplaşmıştı. Bize bu müddet zarfında iki yüze yakın mal aratmış, fiyat tesbiti yaptırmış ve hiçbirinden bir netice hasıl olmamıştı. Tam netice alınacağı sırada talep sahibinin hastahaneye yattığı veya seyahate çıktığı gibi asılsız bahanelerle talebini neticesiz bırakıyor, başka bir mevzua geçiyordu. Öyle ki, artık bize gına gelmişti. Ayda takriben 15-20 bin marklık teleks ve telefon masrafı yapıyorduk. Tam ondan ümid kestiğimiz bir anda, bize calib-i dikkat bir teklif yaptı. Bu teklif, herhangi bir ülkeye Suud petrolü satmak mahiyetinde idi. Bu da şöyle olacaktı. O zaman petrolün Dünya’daki fiyatı, varil başına 32 dolardı. Bu OPEK (Petrol Üreten Ülkeler Birliği) fiyatıydı. Eğer Kral Ailesi’nden nüfuzlu bir kimseye ulaşılabilir ve ona varil başına bir dolar rüşvet verilirse, Suud petrolünü çok daha düşük fiyatlara satın almak mümkündü. Araplar bu rüşvete “bahşiş” diyorlardı. Bizim temasta olduğumuz Celesi Şirketi’nden aslen Sudanlı, Hamdun adında bir arap çalışıyordu. O’nun dayısı, Binbaşı rütbesiyle “Hâil” valisi Mukrim bin Abdülaziz’in maiyetindeydi. O’nunla Mukrim bin Abdülaziz’e ulaşıp bu işi gerçekleştirmek mümkün görünüyordu.
Mukrim bin Abdülaziz, bugünkü Kralın kardeşidir ve halen de Hâil valisi bulunmaktadır.
Suud Kral Ailesi’ne mensub kimseler bu işi yaparlar, lakin duyulduğu takdirde kabahati yanlarındaki bir yabancıya yıkmak düşüncesiyle hareket ederlerdi. Bu bakımdan Hamdun’un dayısından bu sebeple istifade etmek mümkün görünüyordu. Galiba bu teklif Hamdun’a O’ndan aksetmişti.
Uzun çalışmalardan sonra Newyork Noterliği’nden bir Amerikan firmasına günde beş yüz bin varil petrol satılması hususunda bir mukaveleyi gerçekleştirdik. Mukavelenin tarafeyn için pek çok şartları vardı. Yükleme zamanı, yüklemeyi yapacak gemi, bu geminin hiçbir Yahudi limanına uğramamış olması ve bedelin banka te’minat mektubuna bağlanması gibi çeşitli hususları yerine getirdik. Tarafları varil başına yirmi altı dolar bir fiyatta anlaştırdık. Alıcı firma, Mukrim bin Abdülaziz’e varil başına bir dolar bahşiş (!) veriyordu. Mukavele üç senelikti. Fiyat garantisi altı ay için geçerliydi. Altı ayın bahşişi, elli dört milyon dolar tutuyordu. Fiyat değişmediği takdirde bu meblağ altı kere verilecekti.
Bizim komisyonumuz da varil başına bir dolardı. Bu durumda biz de altı ayda bir elli dört milyon dolar komisyon alacaktık. Bu da altı kere tekrarlanacaktı. Şirketin bir adamı, Cidde’deki Meridyen otelinde bekliyordu. Bizse bu işi iki ayrı grup halinde yapıyorduk. Bir grupu Sudan’lı Hamdun, dayısı ve Cidde’deki Celesi Şirketi teşkil ediyordu. İkinci grupsa bizdik. Bizim grupta bir Hollandalı ve iki de alman vardı. Mutemed adamımız ise Marks adındaki Hollandalıydı. O da Meridyen otelinde bekliyordu.
İnşaat işini gerçekleştirmek için Zeki Bilge’den aldığım yüz bin mark bu uğurda harcanmış, fazladan olarak Sebil abonelerinden toplanmış olan yüz bin mark civarındaki para da sarf edilmişti. Cem’an iki yüz bin mark masrafımız olmuştu. Bu ikinci grupun başı bendim. Mukavele tasdik edilip Mükrim bin Abdülaziz tarafından bahsi geçen şirkete günde beş yüz bin varil petrolün, varil başına yirmi altı dolardan satışı için emir verilince, şirket temsilcisi hem Mükrim bin Abdülaziz’in ve hem de bizim çekimizi yazıp Hollandalı Marks’a teslim etmişti. Telefonla haberi aldık. Derhal İsviçre’de bir banka ile irtibata geçerek elli dört milyon dolar yatırmak istediğimizi bildirerek şartlarını sorduk. Zira bu kadar paranın Almanya’ya girişi, hakkımızda şüphe doğurur ve başımızı ağrıtabilirdi. Gelen cevapta yüzde bir “muhafaza ücreti” taleb ediliyordu.
Tam bu sırada Almanya’daki Stern dergisinde uzun bir makale yayınlandı. Bunda Avrupa Devletleri’nin resmi temas suretiyle Suudi Arabistan’dan OPEK fiyatından petrol almalarının, bir nevi enayilik olduğu anlatılıyor ve bu görüşü isbat için de müdellel bir surette bir vak’a hikaye ediliyordu.
Münih’te bir grup Alman, aynen bizim yaptığımız gibi, o zaman da, halen de Suud Milli Savunma Bakanı olan Kralın diğer bir kardeşi Sultan bin Abdülaziz’e ulaşmış ve kendisine varil başına bir dolar rüşvet vermek suretiyle bir İsviçre firması olan “Avia” firmasına yirmi altı dolardan, bilmem ne miktar petrol verilmesini temin etmişlermiş. Bu işi yapanlar arasında, paranın taksiminden dolayı kavga çıkmış ve içlerinden biri mağdur edilmiş olacak ki, elindeki bütün evrakı, Stern dergisine vererek bu aleyhte neşriyatı yaptırmıştı.
Bizim Hollandalı adamımız, biz kendisinin Kralın kardeşi Mukrim bin Abdülaziz’le görüşmesini sağlayınca, bize karşı bir hile yoluna sapmış ve bizden habersiz olarak, O’na bir de bu Avia Şirketi’nin bir teklifini götürmüş imiş. Biz bunu sonradan öğrendik. Stern Mecmuası’ndaki bu haber, Mukrim bin Abdülaziz’e bildirilince, O, kardeşi Sultan bin Abdülaziz’in rüşvet aldığı yolundaki haberlerle kötülenmesine sebep olan bu firmanın işini yapmış olmaktan dolayı pişmanlık duymuş ve bunu, kendisi için de bir tuzak sanarak öfkelenmişti. Suud Kral Ailesi mensupları böyle işleri daimi bir surette yapmaktalarsa da bunun dahilde duyulmasını asla arzu etmezler. Bu sebeple mahud derginin Suud Ülkesi’ne girmesini yasakladığı gibi, hususi uçağını göndererek Cidde’den bizim adamımız hollandalı Marks’ı “Hail”e getirtmişti. Üzerini aratmış, benim adıma yazılı elli dört milyon dolarlık çeki, kendisine verilmiş olan aynı miktardaki çekle birlikte yırtıp suratına atmış ve:
“- Ulan, kardeşime yaptığınız komployu bana da mı yapacaktınız?” diye bağırmıştır.
Marks’ın masumiyetini isbat için konuşmasına meydan vermeyerek, O’nu aynı uçakla Cidde’ye göndermişti. Marks, zaten ertesi günü Frankfurt’a uçacaktı. O, Frankfurt’a geldiğinde, bize işi doğru olarak anlatmamıştı. Çünkü Avia firmasının işini bizden gizli olarak tezgahlamıştı.
Bu sırada petrol mes’elesiyle ilgili olarak Âsım Mâilmâil de Frankfurt’a gelmişti. Bu muvaffakiyetsiz teşebbüsten sonra, o, bu işi başka kanallarla gerçekleştirmek için iki üç ay daha uğraştıysa da bir netice hasıl olmadığından, Halid Abdullahoğlu’nu alıp Türkiye’ye dönmüştü.
Bu muvaffakiyetsizliğin zahirdeki sebebi, güya Stern’de çıkan makaleydi. Hakikatte ise, kader planına bağlı ve benim iddialı bir sözümün neticesiydi. Çünkü ben, bu petrol işini gerçekleştirmeye çalışırken:
“- Zekamı ilk defa ticaret için kullanıyorum.” demiş ve neticeyi aklımın ve irademin mahsulü olacak sanarak iddialı konuşmuştum. Şimdi anlıyordum ki, -yukarıda da söylediğim gibi- servet cehd işi değil, baht işidir. Hatta siyaset de öyledir.
Daha doğrusu, bahtın rolü, cehdin rolüne galibdir. Bunun aksi, sırf ilim elde etmede mevzubahistir. Böyle olmasa aptallar açlıktan ölürlerdi. Halbuki parasının sayısını bilmeyen nice aptallar vardır. Hatta bunlardan bazıları para ile sağlanan bu refaha ulaşmak için denize taş atmak kabilinden bile yorulmuş değillerdir.
Diğer taraftan Cenab-ı Hakk iddianın karşısındadır. İddialı kulunu -o nezd-i ilahiyesinde makbul ise- onu iddiasızlaştıracak esbab halkeder. Ne tedbir alırsanız alınız, o tedbiri mağlub edecek maniler zuhur edebilir. Bereket ve muvaffakiyet, tedbirin takdire tevafuku nisbetindedir.
Bu gerçeklere vakıf olunca kaleme aldığım bir şiirde:
“İddia diye vücud
Ondan istiğfar sücud”
beytine yer vermiştim.” (Kadir Mısıroğlu, Gurbet İçinde Gurbet, Sebil Yayınları, 1’inci Basım, 2004, s. 35-41)
***
Gördüğümüz gibi, arkadaşlar; 6 kere 54 milyon doları (324 milyon doları) kıl payı bir tesadüf sonucu kaçırmış, azgın gerici. Bunlara sorsanız, kendilerinin en hakikisinden Müslüman olduklarını iddia ederler.
Bre düzenbazlar!
Oyun, düzen, hırsızlık, namussuzluk, vurgunculuk nasıl bir ahlâktır ki, nasıl bir sefilliktir ki, Kur’an İslamı’yla ve Hz. Muhammed Sünnetiyle herhangi bir ilişkisi olsun, ilgisi olsun?..
Sizler, Muaviye ve Yezid’in soyundansınız. Onların yolundan gidiyorsunuz. Kâbeniz Washington sizin.
Yine hep söyleriz ya; AKP kurucusu ve program yazarı, ekonomi profesörü Abdüllatif Şener aynen şöyle diyordu:
“Tayyip Erdoğan ve ailesinin kamu malı hırsızlığı ile edindiği servetin miktarı, 100 ila 120 milyar dolar arasındadır. Hiçbir şekilde, onların serveti 80 milyarın altına düşmez.”
“AKP çevresinin yaptığı hırsızlıklarla beraber, bunların vurgunları 2 trilyon dolardan aşağı değildir.”
Abdüllatif Şener, hatırlayacağımız gibi, AKP’nin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığını da yaptı bir dönem. Ve o, bu sözleri 2013’teki 17-25 Aralık geriz patlaması günlerinde söylemişti. AKP’giller, o günden bu yana da, daha azgın bir biçimde vurmaktadırlar, bildiğimiz gibi. Vurgunlarının ulaştığı boyutu artık varın siz düşünün.
Yani arkadaşlar, AKP’giller de, Suudi Hanedanı’nın ruh ikizidir. Vurgunculukta sınır tanımamakta bunlar da Suudi Krallığı gibidir.
Bunların ikinci özellikleri nedir demiştik, arkadaşlar?
ABD uşaklığı…
Suudi Hanedanı’nı İngiliz Emperyalistleri getirmişti iktidara. 1945’ten bu yana da ABD Emperyalistleri iktidarda tutmaktadır.
AKP’giller’se, zaten hep söylediğimiz gibi, ABD, İngiltere ve İsrail yapımıdır. Bunları da iktidarda tutan ABD Emperyalistleridir. Ve 15 Temmuz Kapışmasında Pensilvanyalı’ya karşı bunları galip getirten de ABD Emperyalistleri olmuştur.
İşte bu sebepten, Suudi Krallığı da, AKP’giller de ABD Emperyalist Haydut Devletine sadakatte ve hizmette asla kusur etmezler.
Dikkat edelim: ABD Emperyalistleri, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İslam ülkelerini cehenneme çevirirken, onların bölgedeki en büyük destekçisi, işbirlikçisi ve de suç ortağı kim olmuştur?
Suudi Arabistan, AKP’giller, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri.
10 milyon Müslümanın canının yok yere alınmasında suç ortaklığı etmiştir bunlar, o Batılı Emperyalist Haydutlarla. Dolayısıyla da bunlar, Müslüman düşmanıdır, halk düşmanıdır, insanlık düşmanıdır. İnsanlığın kanserleşmiş bir türüdür bunlar.
Üçüncü özellikleri ne demiştik arkadaşlar?
Muaviye-Yezid-CIA-Pentagon Dincisi olmaları, İslamcısı olmaları.
Kur’an ve Hz. Muhammed İslamı’yla zerre ilgisi yoktur bunların.
Ne diyor Hz. Muhammed?
“İslam güzel ahlâktan ibarettir.”
Ve ne diyor?
“Kamu malı yiyenin cenaze namazı bile Müslüman sıfatıyla kılınmaz.”
Bunlarsa, durup dinlenmeden ahlâksızlık yapıyor. Hem de her türden. Ve de kamu malı aşırıyor, gözleri doymamacasına.
Dördüncü özellikleri neydi bunların?
Acımasızlık ve sınırsız zalimlikleri.
Suudi Krallığı da insan kafası keser durmadan, değil mi arkadaşlar?
Bu yılın ilk günü, aralarında Şii bir din adamının da olduğu 47 insanın kafasını kestirmişti, Suudi Krallığı, hatırlayacağımız gibi. Böylesine zalim ve acımasızdır bunlar. Vicdan teşekkül etmemiştir bunlarda. Acıma hissi, empati yapabilme duygusu zinhar bulunmaz bunlarda. Buzdan ya da taştandır bunların kalpleri. His yoksunudurlar.
AKP’giller de aynısıdır, arkadaşlar.
15 Temmuz gecesini hatırlarsınız. İstanbul Atatürk Havaalanı’nda ne demişti Tayyip?
“Bu, bize Allah’ın bir lütfudur.”
400 civarında insan ölmüş, bu, “lüfuf”tan bahsediyor. Zerre acıma yok. Ve gülüyor da bazen, değil mi?
Damat Berat Albayrak desen, zaten zevkten dört köşe. Ağzı hep kulaklarında.
O gece, Pensilvanyalı İmam’la bunların arasında geçen, enkaza çevirdikleri Laik Cumhuriyet’in mirasını paylaşım savaşında hayatını kaybeden her iki tarafa mensup 400 civarında kandırılmış insana en çok biz acıdık, belki de. Bunların zerre umurunda olmadı, yitirilen o hayatlar, çekilen o acılar… Geride bırakılan gözü yaşlı, acılara gark olmuş analar, babalar, kardeşler, eşler, çocuklar…
Yine hatırlanacaktır; 2013 Gezi İsyanı’mız sürecinde, Antep’te, tertiplediği bir mitingde, Gezi Şehitlerimizden Berkin’in Annesine yuh çektirtmişti, hüloogg’cularına Tayyip. 15’indeki evladını yitirttiği bir acılı anneyi yuhalatabiliyor. Görebiliyor musunuz; acımadan, histen, vicdandan ve empati yapabilme özelliğinden ne kadar yoksun bulunduğunu…
Bir acılı anneye, evlat acısıyla yüreği yanan bir anneye “insanım” diyen biri nasıl yapabilir bunu?
Anneler ki, bırakalım kadın olmayı, hayvanlar aleminde bile yavrularının güvenliği için, onları korumak için gözlerini kırpmadan hayatlarını tehlikeye atıp feda edebilirler. Böylesine güçlü bir duydur, sevgidir, bağlılıktır ve içgüdüdür, annelik duygusu ve içgüdüsü.
Ve Tayyip, evladını elinden aldığı bir anneyi yuhalatabiliyor hüloogg’cularına. Kim olduğuna, ne olduğuna varın siz karar verin artık… Hani denir ya “sözün bitti yer”, diye. Bizim için durum işte orasıdır.
Muhakkak dünya ne Suudi Krallığı’na kalacak, ne AKP’giller’e kalacak, ne de ABD-AB vb. emperyalist haydutlarına kalacak. Hepsi yaptığının hesabını verecek. İnsan soyu hayvan sürüsü değil. Belleği var, Tarihi var. Sürgit de aldatılamaz…
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
16 Eylül 2016
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı