Bir narsisti, bir mitomanı, bir kriminal psikopatı “Sayın Cumhurbaşkanı”, “Sayın Erdoğan” diye kutsayacaksın, sonra da ondan akla, mantığa, bilime, ahlâka, hukuka uygun davranışlar bekleyeceksin, öyle mi? Hadi ülen! Sahtekârlık yapmayın!

Evet, büyük depremi ABD Emperyalist Çakalı yaptı. Fakat 6 Şubat’ta değil; 3 Kasım 2002’de…

Bir Caligula’yı, bir Neron’u, bir Kriminal Psikopatı, bir Narsisistik Kişilik Bozukluğu ve Mitomanik Kişilik Bozukluğu hastasını kendisiyle aynı kategoride olan avanesiyle birlikte Türkiye’nin başına çöktürttü. Üstelik bu kişi Türkiye Halkına da düşmandır. Hem de en azgın biçimde…

Çok akıllı ve bilinçli bir sosyal medya kullanıcısı kardeşimizin dediği gibi, bu büyük depremin yanında 6 Şubat Pazarcık ve Elbistan Depremleri, sadece daha düşük büyüklükteki artçılar sayılabilir.

Şu felakete bakar mısınız bir?

Hulusi, Soylu ve Mehmet Ersoy, depremden anında (04.17’nin hemen sonrasında) haberdar oluyorlar; Orduya, felaket yaşayan şehirlerin belediyelerine ve diğer ilgili kamu kurumlarına hemen hazırlıklarını tamamlayıp olaya müdahalede bulunmalarını emrediyorlar. Nitekim az sayıda asker de teçhizatlarıyla yani ekipmanlarıyla birlikte bölgeye intikal edip arama-kurtarma çalışmalarına başlıyor.

Saat 07.00 gibi Tayyip’in sabah namazına kalkacağı varsayılarak Kaçak Saray’daki makamına bildirimde bulunuyorlar, yaptıklarına dair. Tayyip küplere biniyor; “Benden habersiz ve izinsiz nasıl böyle bir karar alıp uygulamaya koyabilirsiniz!”, diye. Ve bu işin müsebbibi olarak gördüğü Süleyman Soylu’ya da; “ortalıkta görünme”, buyruğunu veriyor. Haftalar sonrasında da bölgeye Bohçalı, Milyar Ali, Nebati ve Tayyip’le gittiklerinde de Tayyip onu yok sayarak davrandı. Ve devlete bağlı tüm yardım kurumlarının, kuruluşlarının kendinden emir gelinceye kadar harekete geçmemelerini emretmiş. İşte 2 gün boyunca da devlet kılını kıpırdatamamış faciaya müdahale anlamında. Tabiî bu arada gönüllülerden oluşan sivil yardım kuruluşlarının da bölgeye gidip kendi inisiyatifleriyle çalışma yapması engellenmiş.

Yine şuraya bir bakar mısınız, arkadaşlar?..

Sorosdaroğlu Kemal’in Yeni CHP’sinin bir elin parmaklarını aşmayan namuslu milletvekillerinden biri olan Deniz Yavuzyılmaz aynen şunları anlatıyor, depremin ikinci günü (7 Şubat’ta):

***

Videonun Tapesi

Türkiye’nin deprem arama kurtarma konularında en tecrübeli uzman ekipleri, Türkiye Taş Kömürü Kurumunun madencileri. Onlar ayrıca bu göçük ve arama kurtarma konusunda eğitim alıyorlar ve doğal olarak da zaten yaptıkları iş gereği de bu yetenekleri Türkiye’de en üst düzeyde, hatta dünya sıralamasında da en önde yer alıyor.

Şimdi 500 hazır arama kurtarmacı var, madenci var. Sabahtan beri sürekli bir mücadele içindeyim, bir an önce bu madencilerin deprem bölgesine iletilmeleri için, sevk edilmeleri için. Ancak şu ana kadar bütün çabalara rağmen 85 madenci yola çıkarıldı ve bunlar da karayoluyla çıkarıldı Zonguldak’tan. Yani bu karda, tipide karayoluyla nasıl ulaşacaklar; büyük soru işareti. Hâlbuki uçakla, sivil veya askeri uçaklarla, bu 500 arama kurtarmacı, hazırda bekleyen madenci bu bölgeye intikal ettirilmiş olsaydı, şu ana kadar, binlerce enkazın başında hiç kimse yok, arama kurtarma ekipleri yok, buralara en profesyonel bu uzman ekipler gelmiş olacaktı. Şu ana kadar 85’i yola çıktı. Düşünün ki 415 arama kurtarmacı uzman madenci şu anda Zonguldak’ta bekliyor.[1]

 ***

Tayyip’in tepeden tırnağa imamlardan ya da tarikat-cemaat ehlinden oluşturduğu, kendi Faşist Din Devleti’nin bir kurumu niteliğinde olan AFAD’ı, gerçekten de ismiyle müsemma bir afete dönüşmüş halkımız için. O da tıpkı Kaçak Saray Reisi gibi halka dost değil düşman muamelesi yapıyor. Tabiî Tayyip’in valileri de kaymakamları da hep aynı konumda.

Sağlıklı ve akıl, vicdan sahibi bir insanın şunu kabul etmesine imkan var mı ya?

Yüz binlerce insan enkaz altında, can derdinde ölümle pençeleşiyor, bunlarsa can kurtarmada en deneyimli, en bilimli, en bilinçli, en disiplinli Ordunun ve Maden İşçilerinin sahaya çıkmasını, yardıma koşmasını engelliyor.

Ne diyor Deniz Yavuzyılmaz?

Bütün uğraşlarıma karşın 500 madencinin ancak 85’inin bölgeye gitmesine izin çıkarabildim. Onların da karayoluyla gitmesine izin verdiler. Geriye kalan, bütün hazırlıklarını yapmış 415 madenci ise Zonguldak’ta bekletiliyor.

Neden?

Şundan:

Kaçak Saraylı Psikozlu Despot’un yıkımlar, ölümler kalımlar, acılar, felaketler zerrece umurunda değil. O hâlâ kendinden habersiz Soylu, Hulusi ve Ersoy’un aldığı karara ve yaptıkları uygulamaya öfkeli. O öfke patlamasının atmosferi içinde. Malûm ya; bu Caligula, kendinden habersiz bir yangına itfaiyenin müdahalesine bile izin vermiyor.

Birkaç ay önce Balıklı Rum Hastanesinde çıkan bir yangının İstanbul Belediyesinin İtfaiyesi tarafından söndürülme çalışmaları sırasında ne demişti Tayyip’in Saray Sözcüsü İbrahim Kalın?

Aynen şunu:

“Sebebi henüz tespit edilemeyen nedenden dolayı Zeytinburnu Balıklı Rum Hastanesi’nde yangın meydana geldi. Cumhurbaşkanımızın talimatıyla olaya müdahale edildi.”[2]

İşte içler acısı durum bu, arkadaşlar…

85 milyon nüfusa 780 bin kilometrekare yüzölçümüne sahip bir ülkede her şey, akla gelebilecek her şey bir tek kişiye bağlı olursa ve onun emri olmadan hareket edemez hale getirilirse ve üstüne üstlük o kişi de birbirinden ağır, yukarıda andığımız üç mental hastalığa sahipse; bu ülkenin felaketten felakete koşması tabiî ki kaçınılmaz hale gelir…

Ancak üçüncü gün tüm Türkiye’yi kaplayan feryat figan haykırışların, tepkilerin, isyanların başlamasıyla birlikte, Kaçak Saraylı Despot, azıcık da olsa yol açtığı felaketin farkına varıyor ve bir miktar askerin bölgeye inmesine ve arama kurtarma çalışmalarına başlamasına müsaade veriyor. Onun da bugün bile sayısı 26 bin civarındadır.

Daha önce de defalarca belirttik, arkadaşlar. Askere düşman bunlar. Sadece Kaçak Saray avanesi değil, bütün tarikat ve cemaatler denen tekke ve zaviyeler yani Ortaçağ kalıntısı Din Derebeylikleri Türk Ordusu’na düşman. Binlerce İmam Hatipte yetiştirilen çocuklar, İlahiyat Fakültelerinde okutulan öğrenciler ve 145 bin kişilik Diyanet personeli Türk Ordusu’na düşman.

Neden?

Çünkü Osmanlı’nın kayıtsız şartsız emperyalistlerine teslimiyetini belgeleyen Mondros Mütarekesi’yle dağıtılmış-lağvedilmiş olan Türk Ordusu’nu yeniden yani 1919’dan itibaren Mustafa Kemal, İnönü ve Silah Arkadaşları kurdu, teşkilatlandırdı, eğitti, silahlandırdı ve onunla Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı zafere taşıdı. Ve o zaferin üzerine de kısmen de Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.

Bunlarsa “Üstad” dedikleri, “Hocam” dedikleri Fesli Deli Kadir’in söyleyişiyle; “Keşke Yunan galip gelseydi”, diyenler güruhudur. Mustafa Kemal’lerin, İnönü’lerin yönettiği, komuta ettiği Türk Ordusu, oluşmamış olsaydı ve Yunan kan dökerek, ırza geçerek ülkemizin tamamını işgali altına almış olsaydı hoşlarına giderdi bunların. İşte o yüzden bunlar, daha önce de defalarca belirttiğimiz gibi, FETÖ’yle birlikte Türk Ordusu’na, Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy vb. adlı operasyonlar çektiler.

15 Temmuz 2016 sonrasındaysa Tayyipgiller art arda darbeler indirdiler Türk Ordusu’na. Askeri okullarını ve hastanelerini imha ettiler. Kuvvet Komutanlıklarını Genelkurmay’dan alıp Tayyip’in bakanlıklarına bağlı hale getirdiler. Jandarmayı Süleyman Soylu’nun bakanlığına bağladılar. Böylece Ordunun bütünlüğünü ve aynı anda yapabileceği vuruş gücünü parça parça etmiş oldular.

Hep söyleyegeldiğimiz gibi Tayyip ve avanesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumlarına düşmandır ve onları 21 seneden bu yana kerte kerte imha etmeye uğraşmaktadır. Nihai amacı bu Cumhuriyet’i bütünüyle ortadan kaldırıp yerine Tayyipgiller Ortaçağcı Faşist Din Devleti’ni ikame etmektir.

Türk Ordusu, Tayyipgiller’in bu darbeleri öncesi günlerdeki gibi eğer deprem anından itibaren hemen harekete geçip alana intikal etmiş olsaydı, on binlerce canı kaybetmiş olmazdık bugün. O canlar şu an aramızda olurlardı. Bu gerçeği bakın AKUT Kurucu eski Başkanı, bugününse AKUT Vakfı Başkanı Nasuh Mahruki, bu işleri de çok iyi bilen bir uzman olarak, nasıl ortaya koyuyor:

***

Videonun Tapesi

Nasuh Mahruki: Şimdi 99 Depremindeki en büyük fark bu depremle aramızda müdahale konusunda; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin doğrudan, birinci derecede görevli, sorumlu kurum olarak sahaya çıkmaması ve bu işin komuta, kontrol ve koordinasyonunu üzerine almamış olması. Bu koordinasyonun da AFAD gibi böylesi bir afet karşısında yani böylesi olmasına da gerek yok, normal bir afet karşısında da başarılı olma şansının sıfır olduğu bir yapıyı bu işin başına getirmek. Dünyada her zaman her yerde, bütün ülkelerde afetlerle, doğal afetlerle ordular mücadele eder. Çünkü bu savaş koşulları gibidir, savaş koşullarına da en iyi hazırlıklı olan kurum ordudur, dolayısıyla ordu müdahale eder.

Veysi Dündar: İnsicamınızı bozmayayım… 14 Eylül 2022’de afet durumunda hazırlanan yönetmelikte asker yok, ordu yok. Buyurun.

Nasuh Mahruki: Sorun bu zaten, kök sorun bu. Bundan dolayı maalesef bu kadar sıkıntı yaşandı, sıkıntımız arttı daha doğrusu. Bu tabiî ki 500 yılda bir meydana gelen bir afet. 17 Ağustos filan bunun yanında çocuk oyuncağı kalacak bir şey. Bu 17 Ağustos’tan daha büyük iki tane depremin, Türkiye’nin 2’nci ve 3’üncü en büyük depremlerinin aynı bölgede 8-10 saat arayla meydana geldiği bir deprem. Üstüne 5 bin tane, 6 bin tane de deprem fırtınasıyla, bazıları 6’dan büyük binlerce depremin de üst üste yaşandığı bir olay. Bu gerçekten bu coğrafyanın belki de son 500 yılda yaşadığı en büyük deprem, depremler. O yüzden burada çok büyük yıkımların olması, çok zor olması filan, bunların hepsi çok normal ve doğal.

Ama günün sonunda siz şöyle bakarsınız bu olaya; günün sonunda siz arama ve kurtarma kapasitenizi ne kadar etkin kullanabildiniz ve ne kadar insan kurtarabildiniz?

Benim bütün bu olan bitendeki en büyük üzüntüm, Türkiye’nin enkaz arama ve kurtarma konusundaki, afet müdahalesi konusundaki tecrübesi, kapasitesi, birikimi, bütün işte her şeyiyle beraber üst üste koyduğunuzda, burada kurtardığımızdan daha çok insanı kurtarabilmeliydik. Bu kapasite bizde vardı. Maalesef bunu kullanamadık. Çeşitli sebepleri var, işte bir tanesi bu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sistemin dışına çıkartılmış olması. Yerine AFAD gibi asla öyle bir ne lojistiği var, ne insan kaynağı var, ne tecrübesi var, ne emir komuta zinciri içerisinde bir hani korkunç bir gücü harekete geçirebilecek kabiliyeti var, ne planları var böylesi bir şey için…

O plan askerde vardır, doğal afet yardım planları. Ona göre çıkardı zaten, önceden hazırlığını yapardı. Türkiye 17 bölgeye bölünmüş durumdaydı, her bölgedeki afet riskini ve çeşitli risklere göre emniyet asayişle yardımlaşma protokolü vardı ve onların altında da doğal afet yardım planları vardı. Ama maalesef bunlar iptal edilince o kadar tecrübe, eğitim, deneyim, birikim, görevlendirme, tatbikat filan ortadan kalkınca tabiî ki o anlamda hazırlıksız yakalanmış olduk.

Arkasından gelen, işte kurtarma ekipleri olsun, bölgeye ulaşmaya çalışan insani yardım ekipleri olsun, yurt dışından gelen kurtarma ekipleri olsun tamamının bölgeye intikal etmesinde sorunlar yaşandı, gecikmeler yaşandı. E, bu da sonuçta vatandaşı etkiledi yani bölgedeki insan bunun bedelini ödedi ne yazık ki. Enkaz altında kurtarılmayı bekleyen insanların bir kısmına ulaşılamadı. Aslında bizim mevcut kapasitemizle bir kısmına daha ulaşabilmemiz gerekirdi. Çünkü günün sonunda, bu iş sayılar oyunu. Kaç kişiyi kurtarabildiniz, kaç kişiyi kurtaramadınız? Bizim kapasitemizle daha iyi bir fotoğraf olmalıydı bu.[3]

***

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kaçak Saraylı Despot başka alemde. Onun derdi, saltanatım sarsılmadan sürsün, sultanlığım devam edip gitsin…

Bu öfke nöbetlerinden, depremden iki gün sonra ortaya çıkıp AFAD’ın Genel Merkezinde göründüğü zamanda da çıkamamış olduğunu izliyoruz. Yine derdi, kaybolan canlar, acı çeken insanlar değil; kendi iktidarının deprem karşısında hiçbir varlık gösterememesi üzerine tepki gösteren insanlarımızı tehdit etmek…

Ne diyor?

“Bizi eleştirenleri deftere yazıyoruz. Günü geldiğinde tuttuğumuz defteri açacağız.”

Adamın başka bir dünyası, başka bir meşguliyeti yok ki. Ölünceye kadar Kaçak Saray’ında saltanat sürsün, küp doldurmaya, ABD hizmetkârlığına devam etsin, hanedanlık oluştursun…

On binlerce insanımızın kaybı ve milyonlarca insanımızın yaşadığı acılar halkımızı isyan noktasına getirdiği için Kaçak Saraylı Hafız’ın bu tehditleri hiçbir işe yaramıyor. Tam tersine, halkımızın daha da öfkelenip daha da isyankârlaşmasına yol açıyor. Bunun üzerine Hafız da klasiğine dönerek küfür ve hakaretler yağdırmaya başlıyor depremzede insanlarımıza.

Depremin üçüncü gününde ise, durumun iktidarı açısından da çok hızlı bir baş aşağı gidiş olduğunu kavrayan Despot, nihayet yerinden kımıldayıp Hatay’a gidiyor. Tabiî koruma ordusuyla birlikte, yolları tıkayarak, yardım konvoylarının menzillerine ulaşmalarını engelleyerek, onları saatler boyu bekleterek. Malûm ya, Hafız gölgesinden bile korkar bir ruh halindedir. Orada da yanına iki jandarma eri alarak şu küfürleri savuruyor, depremzede insanlarımıza ve onların içtenlikli dostlarına:

***

Videonun Tapesi

Bazı haysiyetsiz, açık konuşuyorum, namussuz kişiler kampanya yaparak “Hatay’da biz asker göremedik, biz jandarma göremedik, polis göremedik” gibi yalan yanlış iftiralar atıyorlar. Bizim askerimiz şereflidir. Jandarmamız şereflidir. Polisimiz şereflidir. Ama bu şerefsizlerin ağzına biz onları meze yaptırmayız. Bunu da herkesin bilmesi lazım.[4]

***

Hafız, bundan sonra artık uzun günler aynı öfke nöbetleri geçirip ekrana her çıkışında da benzer küfürleri savurmaya devam ediyor. İşte bir örneği daha:

***

Videonun Tapesi

Terbiyesiz terbiyesizliğini bırakmaz. İşte çıkmış bir tanesi, “Kızılay nerede?” diyor. “Ne çadırını ne yemeğini görmedik”, diyor. Be ahlâksız! Be namussuz! Be adi! Günde yaklaşık 2 buçuk milyon insana bu Kızılay, yemeğini ulaştırıyor. Böyle vicdansızlık olur mu? Yani bir ülkede kendi kurum ve kuruluşuna bu denli ahlâksızca yaklaşmak, yenilir yutulur bir şey değildir.[5]

***

“Can çıkar huy çıkmaz” der bir atasözümüz, değil mi arkadaşlar?

İşte böyleleri de son soluklarına kadar kin, nefret, hakaret ve küfür saçmaya devam ederler. Çünkü ahlâk gibi, vicdan gibi, insanlık gibi bir değer taşımazlar ki…

“Kızılay, devletin kurumu”, diyor Tayyip, değil mi?

Eskiden öyleydi. Biz de ilkokula adım atıp okuma yazma öğrendiğimiz günlerden itibaren Kızılay’ı halkın en yakınındaki dost bir örgüt olarak bildik, sevdik. Afetlerde, felaketlerde halkımızın ilk yardımına koşan kamu kurumu olarak bildik, öyle olduğuna inandık. Ve öğretmenlerimizin dağıttığı yardım zarflarının içine harçlıklarımızı koyarak bağışta bulunduk Kızılay’a.

Ve ben, şahsen, daha önce de birkaç kez dile getirdiğim gibi 26 Mart 1970 Gediz Depreminin ilk günü İstanbul Üniversitesi Merkez Kampusunda Kızılay ekibine yaptığım kan bağışıyla başlamak üzere 65 yaşımı dolduruncaya kadar ortalama her 6 ayda bir Kızılay’a kan bağışında bulundum. Kızılay’ın eskiden de gerici yönetimler elinde kaldığı yıllar oldu. Benimsemediğim, Türkiye Halkıyla ilgisi olmayan, yurtdışındaki bazı olaylara sempati gösterdiğini, oralarda halkımızın birikimlerini heba ettiğini görünce kan bağışı yapmaya ara verdiğimiz yıllar oldu. O zamanlarda da devlet hastanelerinin kan bankalarına bağışta bulunuyorduk. Fakat bir süre sonra öfkemiz yatışıp yeniden Kızılay’a bağışta bulunmaya başlıyorduk.

Bu kan bağışını dört aylık periyotlarla yapmaya başladım bir ara. Fakat hep diyetli yaşayıp az yemek yediğim için bedenim bu periyodu kaldırmadı. Alt ve üst dudaklarımın ortalarında, ağız kenarlarımda ve göz kapaklarımın yan taraflarında yarılmalar, kanamalar oluşmaya başladı. Araştırmalarım sonunda bu rahatsızlığımın kansızlıktan kaynaklandığını öğrendim ve periyodu yeniden 6 aylığa çıkardım. O zaman bu şikayetlerim bir anda ortadan kalktı. Bu bağışlarım karşılığında da biri Genel Merkezden biri de İstanbul Çapa Kızılay Kan Merkezinden olmak üzere iki tane takdirnamem, bir de yine Çapa Kan Merkezinin verdiği rozetim vardır.

Fakat Tayyip, hep belirtegeldiğimiz gibi devletin tüm kurumlarını çökertip ya da dönüştürüp kendi Ortaçağcı Faşist Din Devleti’nin kurumları haline getirmektedir. Şu anda da yine defaatle dikkat çektiğimiz gibi Türkiye’de “İkili” bir devlet vardır. Kızılay’ı da ne yazık ki Tayyip, kendi devletinin kurumu haline döndürmüştür. İBB Başkanlığından bu yana yanı başından ayırmadığı Milyar Ali’nin sülalesinin ve yakınlarının arpalığı haline getirmiştir Kızılay’ı. Burada çalışan yöneticiler, milletvekilinden bile daha yüksek maaş alıyorlarmış. Milyar Ali aracılığıyla da Kızılay, Tayyip’e bağlanmış olmaktadır. Kızılay’ın bu depremde ne gibi utanç verici işlere giriştiğini artık dünya alem bilmektedir. Haluk Levent’in AHBAP’ına 46 milyona, tanesi 23 bin liradan 2050 çadır satmak mı dersiniz, hatta Tayyipgiller’in AFAD’ına bile parayla satmak mı dersiniz, halkımızın bağışladığı kanları yurtdışı şirketlere parayla satmak mı dersiniz… Ve bütün bunlara ilaveten, halkımızın bağışladığı birinci ve ikinci el giyim eşyalarını yine yurtdışı şirketlere hurda fiyatına, kilosu 48 cente satmak mı dersiniz, gıda maddelerine varıncaya kadar satmak mı dersiniz… Utanç verici ne varsa yapmış adamlar…

Yardım kuruluşu, olmuş halktan toplanan yardımları nakde çevirip küpleyen bir şirket…

Hep söyledik ya arkadaşlar; bu AKP’giller iktidarı mafyatik, çıkar amaçlı bir suç örgütünden başka hiçbir şey değildir. Böyle olunca da halkımız için bu durup dinlenmeden başına bela yağdıran bir kötülükler imparatorluğudur. Bunlardan halkımıza zerre miktarda olsun faydalı bir hareket, bir davranış gelmez. Ancak kötülük gelir, şer gelir, zarar ziyan gelir, zulüm gelir, yıkım gelir, acı gelir, felaket gelir…

Tabiî yapıp ettiklerine karşı en nazikane şekilde bir eleştiride bulunanları bile hemen kendilerine karşı affedilmez bir suç işlemiş düşman olarak görür bunlar. Bu sebeple anında onların ortadan kaldırılmasını ister aslında, başta Tayyip olmak üzere avanesi. Ama şimdilik işte o kadarını yapamadıkları için mahkemelere çıkarıyorlar ikide bir, şafak baskınlarıyla gözaltına aldırıyorlar ve cezaevlerine attırıyorlar. Muhaliflerinin imhasına asıl 2023 Seçimlerini kazandıktan sonra girişeceklerini ihsas ediyorlar.

Ne diyor yine başta Tayyip gelmek üzere avanesi?

“Şimdilik deftere not edip kayda alıyoruz. Günü gelince hesap sormaya başlayacağız.”

Yönettiği ülkenin halkına bu kadar düşman olan, kötülük eden iktidarlar çok az bulunur. 1933-1945 yılları arasında Almanya’yı ele geçirmiş olan, liderleri Hitler de dahil olmak üzere Naziler, kıyaslanınca Tayyipgiller iktidarıyla, çok daha kaliteli kalırlar bunlardan. Naziler kendi ordularına ve Alman Halkına bunlar gibi düşman değildi. Naziler hırsız da değildi. Mal mülk peşinde de koşmadılar. Başta Berlin olmak üzere şehirlerini mahvetmediler.

Diyor ki Hitler’in Mimarı Albert Speer;

“Mimari ve şehircilik Hitler’in hobisi, benimse mesleğimdi. Hitler başta Berlin olmak üzere şehirlerimizi nasıl güzelleştireceği konusunda bazı tasarımlarda bulunur ve bunu sorarmış yakınındaki mimar ve şehir bilimcilerine. Onlar bunların çoğuna ‘olmaz, mümkün değil’ diye yanıt verirlermiş. Karşılaştığımızda bana da söz etti bu tasarımlarından. Ben ‘olabilir, yapabilirim bunu’ diye cevap verince heyecanlandı ve beni yanına aldı. Sonrasında da hiç ayrılmadık.”

Hitler ve Naziler, Alman Milletinin bütün dünyaya “bin yıl” hükmedebilecek kabiliyete sahip üstün bir ırktan olduğuna inanıyordu. Ve onu gerçekleştirmek için İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı başlattı. Tabiî bu, hoş görülebilecek bir anlayış, ideoloji olamaz. Bu apaçık bir biçimde saldırgan, faşist bir ideolojinin iktidar olması ve dünyayı kana, ateşe boğmaya girişmesidir.

İdeolojileri insanlık dışıdır. Fakat Nazi önderlerinin insan kaliteleri, AKP’giller kadrosuyla kıyasladığımız zaman çok üstün kalır. İşte o yüzden biz Tayyip’i Neron’la, Caligula’yla kıyaslayıp onlarla benzeştiriyoruz. Tayyip de aynen onlar gibi acımasız, vicdana, merhamete sahip olmayan, halk düşmanı bir despottur. Üstelik de yukarıda andığımız üç ağır mental hastalık taşımaktadır ki sadece bu psikiyatrik sorunlarından dolayı bir tek gün bile kamu görevi yaptırılmaması gereken bir şahıstır. Bırakalım devlet başkanlığını, en sıradan kamu görevini bile yapmaya ehil değildir bu tür hastalık taşıyan kişiler. Bunların derhal görevden uzaklaştırılıp psikiyatrik, psikolojik tedaviye alınması gerekmektedir. Ki biz bu tespitlerimizi İstanbul Üniversitesi Felsefe, Sosyoloji, Psikoloji bölümlerinde eğitim almış bir Sosyal Bilimci olarak söylüyoruz. Onca devrimci faaliyetimize ve gece gündüz o eylemler içinde olmamıza rağmen, Psikoloji sınavlarımızın da tamamından 100 tam puan alarak mezun olmuşuzdur.

Biz bu teşhisimizi ve tespitimizi yıllardan beri, belki onlarca kez söyleyip yazmışızdır; hatta Tayyip’in bizi TCK 299’dan yargılatmaya kalktığı mahkemelerinde bile. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu konuda Türkiye Psikiyatri Derneği’ne de başvuruda bulunmuşuzdur; “bu hastalıklara sahip olduğunu siz de adınız gibi bilmektesiniz, dolayısıyla da kamu görevi yapmaya ehil olmadığını belirten bir rapor yazıp açıklayınız”, diye. Tabiî hiçbir ses çıkmamıştır bu dernekten. Çünkü korku içindedir insanlarımız, bilim insanlarımız da dahil olmak üzere.

Tayyip’in “Narsisistik Kişilik Bozukluğu hastalığına sahip olduğunu ilk teşhis eden kişi, hep söyleyegeldiğimiz gibi, hemşehrimiz Dr. Mustafa Altıoklar’dır.

Ayrıca Tayyip’in yüksekokul mezunu olduğunu belirten bir diploması da yoktur. İstanbul İmam Hatip Lisesi dışında hiçbir okula gitmemiş ve hiçbir okulu bitirmemiştir. Anayasanın 101’inci maddesine göre Cumhurbaşkanı adayı olması mümkün değildir. Çünkü şu anki Anayasaya göre bir TC vatandaşının Cumhurbaşkanı olabilmesi için yüksekokul mezunu olması gerekir. Tayyip’in gösterdiği iki diploma da sahte çıkmıştır. Ve o, bu işiyle hem “resmi evrakta sahtecilik” hem de “nitelikli dolandırıcılık” suçu işlemiştir. Yani ortada yasal, meşru bir Cumhurbaşkanı filan yoktur. Bir suç makinesi, ABD eliyle Türkiye’nin tepesine takım taklavatıyla birlikte çöktürülmüş ve kabul ettirilmiştir insanlarımıza.

Bu konuda Barolara da başvurduk, daha önce de yazdığımız gibi; “Tayyip’in Cumhurbaşkanlığı yoktur, diploması sahtedir, hukuk insanı olarak Anayasanın ilgili maddesini savunun ve Tayyip’in meşru, Anayasaya uygun bir Cumhurbaşkanı olmadığını, zincirleme sahtecilik olduğunu belirtin, açıklayın”, dedik. Onlardan da bir ses çıkmadı…

Daha önce de belirttiğimiz gibi bu konuda da yani Tayyip’in Diplomasızlığı konusunda da bir biz kaldık, bir saygıdeğer hukukçumuz, YARSAV Kurucu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu kaldı, bir de yazar Ergun Poyraz…

Arkadaşlar; kötülük, kötülük üretir. Hem de çok yönlü kötülük üretir. Eğer bizim önerimize uyulsaydı, bu bilim insanları ve hukukçular biraz cesaret toplayıp aslında mesleklerinin kendilerine yüklediği sorumluluğun gereğini yerine getirebilmiş olsalardı, Tayyipgiller iktidarı çatırdar, çok zor durumlara düşer, belki de devrilirdi. Ama o kurumlar bu cesareti gösteremediler.

Burada medyaya, aydınlarımıza, bilim insanlarımıza da bakmamız gerekir. Onların bu hal ve vaziyet karşısında ne gibi bir tutum sergilediklerine de bir göz atalım, isterseniz.

Tayyipgiller medyası, tabiî görevleri gereği, oradan yemlendikleri için, şakşak yapacaklardır, AKP iktidarının her yaptığına. Onlara verilen görev odur. Ve onu yapmaları için beslenmektedirler. Tayyipgiller’in sözde bilim adamları için de durum aynı kapsam içine girer. Bu iktidar, üniversiteleri de bilim yuvaları olmaktan çıkarıp Tayyipgiller tarikatının tekkeleri haline getirmiştir önemli oranda. Yargı deseniz, o da aynı içler acısı bir durum sergiler. Yandaşlarla doldurarak, eksik kaldığı yerde de sindirip korkutarak emri altına almıştır Yargıyı, mahkemeleri, savcıları, yargıçları. Tayyipgiller’in işlediği suçlara dair 400’ü aşkın suç duyurusunda bulunmuşuzdur şimdiye kadar. Hem de bu dosyalarımızın içi dopdoludur. Yani hepsinde de Tayyipgiller avanesinin işlemiş olduğu suçlar, tüm unsurlarıyla teşekkül etmiştir. Fakat tabiî bu dosyalarımızı da işleme koymak bile savcılar için mesleklerinden olmayı göze almayı gerektirir bir hal almıştır. Böyle olunca da bir iki istisna dışında, savcılar bu suç dosyalarını işleme koyma cesaretini gösterememişlerdir.

Fakat Tayyipgiller avukatlarının bizim eleştirilerimiz üzerine “vay sen Reisimize hakaret ediyorsun” nidalarıyla başvurdukları her savcı, hakkımızda hemen TCK 299’dan hakaret davaları açmış, her mahkeme de Tayyipgiller avukatlarının iddialarını karara dönüştürüp cezalar vermişlerdir bize. Bugüne dek almış olduğumuz cezalar 11 yıl 8 ayı geçmiştir.

İşte bugün, biz bu yazıyı yazarken, UYAP’tan telefonumuza düşen bir mesajla, Çağlayan Adliyesi 52. Asliye Ceza Mahkemesinde hakkımızda bir ceza davası daha açılmış olduğunu öğrendik. Tabiî hakkımızda süren, sayısını şu an bilemediğimiz kadar ceza davası vardır.

Ne yazık ki medyada akıldanelik eden, laf cambazlığı eden, fetva veren, kallavi analizler yapan ve muhalifi oynayan pek çok bilim insanı, gazeteci, televizyoncu, yazarçizer kimlikli aydınlar ve Meclisteki muhalifi oynayan Amerikancı sermaye partilerinin tüm temsilcileri, sözcüleri de mesleklerinin ve insanlıklarının kendilerine yüklediği sorumluluğun hakkını verememişlerdir. Yandaşıyla, muhalifiyle Amerikancı satılmışlar medyası hepsini hemen her gün, her saat izletiyor, halkımıza.

Ne derler bunların icabında komünist geçinip en keskin muhalifi oynayanları bile?

Tayyip’in oturduğu, 1165 odalı, 600 metrekare mutfaklı, 35 aşçı ve 110 garsonun çalıştırıldığı, günlük 18 milyonluk masrafa sahip Kaçak ve de Haram Saray’ına “Kaçak Saray” diyemez.

Ya ne der?

Tayyipgiller’in ağzıyla ya “Külliye” der ya da “Beştepe” der.

Utanmaz adamlar!

Bu Saray, bir SİT alanı olup yapılaşmaya asla izin verilemeyecek olan Atatürk Orman Çiftliği’nin ortasına, onca mahkeme kararına rağmen, o kararlar hiçe sayılarak getirtilip oturtulmuştur. En son Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun oybirliğiyle bu yönde aldığı bir karar vardır.

Fakat Tayyipgiller, haklarında yazdığımız üç ciltlik kitapta da ayrıntılıca anlattığımız gibi “Kanunsuzlar”dır. Anayasa ve kanunlar dışına düşmüş mücrimler topluluğudur bunlar. Onca Yargı kararı diyor ki bu saray kaçaktır. Bir SİT alanına yapılmıştır. Yıkılıp alanın eski haline döndürülmesi gerekir…

Ama bizim keskin muhalif kardeşler, ona “kaçak” deme cesaretini gösteremezler. Haramdır; hem 5 milyar TL gibi fahiş bir paraya mal olmuştur, hem de günlük 18 milyon gideri vardır. Tüm bu paralar halkımızın alınterinden zorla gasp edilen, maddeleşmiş emektir. Bu sebeple de haramdır. “İsraf haramdır” diyor, Hz. Muhammed. Bu muhalif aydınlarımız “kaçak” diyemedikleri gibi “haram” nitelemesini de hiç diyemezler.

Sonra bu kardeşler, Tayyip nam despot için durup dinlenmeden ya “Sayın Cumhurbaşkanı” derler, ya “Cumhurbaşkanı” derler ya da “Sayın Erdoğan” derler. Böylece onun hem Cumhurbaşkanlığının diplomasızlığından dolayı gayrimeşru olduğunu gizlemiş olurlar, hem de onu meşru sayıp temize çıkarırlar.

Bre utanmazlar, yüreksizler!

Ortada kanunlara uygun, Anayasaya uygun meşru bir Cumhurbaşkanı mı vardır da siz “Cumhurbaşkanı” diyorsunuz. Hiç utanmıyor musunuz?..

Bir de “Sayın Erdoğan” derler. Ne demektir “sayın”?

Bakın bakalım:

“Saygı belirtisi olarak konuşma ve yazışmalarda kişi adlarının önüne getirilen san, saygıdeğer, muhterem.” (Dil Derneği Sözlüğü)

İşte siz böylesiniz Tayyip’i böyle kutsuyorsunuz. Bütün bu olumlu sıfatları Tayyip’e layık görüyorsunuz. Neredeyse korkudan titreyip duruyorsunuz karşısında…

Kendi kendinize kaldığınızda ve aynaya baktığınızda sorun kendinize be utanmazlar!

Tayyip saygı duyduğunuz bir insan mıdır? Saygı duyulacak bir kişi midir? Yoksa o, tepeden tırnağa suça batmış bir mücrim midir?

Aynadaki suretiniz, bakın bakalım size ne diyecek? Tabiî o surete bakma cesaretiniz varsa.

Yine sorun suretinize:

Tayyip meşru bir Cumhurbaşkanı mıdır? Anayasa ve kanunlara uygun şekilde mi seçilmiştir?

Ve yine sorun bakalım; o Kaçak Saray yasaya uygun bir yapı mıdır yoksa bir yığın kanun katledilerek, hiçe sayılarak yapılmış bir Kaçak Saray mıdır?

Yahu gerçeği söylemeye cesaretiniz yetmiyorsa hiç değilse susun. Hiç değilse o kadarcık olsun erdem gösterin. Aydın namusuna sahip olun. Ama yok, onu da yapmazsınız. Hem ucuz muhalifi oynayıp laf ebeliği edeceksiniz hem de Tayyip’e “sayın”dır, “Cumhurbaşkanı”dır diyerek cila geçeceksiniz, onu meşru sayacaksınız, meşru göstereceksiniz…

Hemen her akşam patronu olduğu televizyonda dilli düdük gibi ötüp keskin muhalifi oynayan insan sefaleti bile diyor ki emri altında olan, çalıştırdığı medya emekçilerine; “HKP haberlerini girmeyeceksiniz. Sebebini ben sonra size söylerim.”

Acınacak durumda bunlar ya…

ABD Emperyalist Çakalına ve onun Türkiye’deki yerli işbirlikçilerine, piyonlarına, kuklalarına amansız biçimde düşman olduğumuz ve onlara karşı mücadeleyi en öncelikli devrimci görev saydığımız için, herkes gibi bu medya patronu da düşman bize. Çünkü kendisi, Sorosçu Kemal’in Yeni CHP’siyle Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin siyasi plandaki temsilcisi HDP arasında salıncak siyaseti izliyor. Yani bizim düşman olduğumuz ABD kuklası, CIA tarafından oynatılan sermaye partilerini dost görüyor, müttefik görüyor.

Tabiî herkes her şeyi nasıl görmek istiyorsa görür. Sınıf karakterine, cibilliyetine ne uygunsa onu dost görür, ona yakın olur. Biz buna bir şey yapamayız. Fakat hem muhalifi oynayıp hem de Tayyip’e, onun sarayına bu şekilde hitap ederek o kanunsuzlukları yok sayıp meşru gösterenler ve Tayyip’in ve avanesinin yani “AKP” adlı çıkar amaçlı, ABD hizmetindeki bir suç örgütünün legalize edilmesinde rol oynamış olanlar; bu suç örgütünün işlemiş olduğu suçlara dolaylı biçimde bulaşmış durumdadırlar. Yani meşru olmayanı, kanunsuzluğu, Anayasa dışılığı hukuksuzluğu yok sayanlar, o suçu işleyenlerin dolaylı olarak suç ortakları durumuna girmiş olurlar. Suçu ve suçluyu “sayın” diyerek, “Cumhurbaşkanı” diyerek örtmüş, gizlemiş, dolayısıyla da savunmuş olurlar.

Ve böylece de bu cürüm örgütünün, bu mafyatik örgütün sürüp gitmesinde pay sahibi olmuş olurlar. O suç örgütüne yandan çarklı destek atmış olurlar.

Bu mafyatik yapı, bildiğimiz gibi aynı zamanda Ortaçağcıdır, arkadaşlar. Ve en önemli özelliklerinden biri de insanları “Allah’la Aldatma” ahlâksızlığını çok iyi beceriyor olmasıdır. Ortaçağcı olunca tabiî, doğal olarak her türlü doğa ve toplum bilimine de karşı olacaktır bu mafyatik yapı. Yani bilim düşmanı olacaktır. Bilim düşmanı olmak, Ortaçağda, 1400 yıl, 2000 yıl öncesindeki toplumlarda çok büyük kayıplara yol açmazdı, bugünkü gibi. Çünkü doğa bilimleri başta gelmek üzere gerçek bilim henüz doğmamıştı. Fakat bugün, bilim doğa ve toplum hakkında dağlar gibi bilgiler keşfetti, ortaya koydu. Yerbilimleri de yerleşim bilimleri de bu doğa bilimlerine dahildir tabiî.

Şimdi siz, Ortaçağ kafasıyla düşünüp toplumu yönetmeye kalktınız mıydı, bilimin tüm veri ve uyarılarını hiçe saydınız mıydı; işte 6 Şubat felaketi benzeri trajediler yaşatırsınız topluma. Ve on binlerce hatta yüz bini aşkın insanımız hayattan koparılıp gömülür kara toprağa. Hem de bir bölümü toplu mezarlar halinde…

Bu facianın yaşanmasında, birincil planda, en etkin rolü oynamıştır bu iktidar. Bilim insanlarının çığlık çığlığa haykırarak yıllar yılı depremle ilgili yaptıkları uyarıları hiçe saydığı gibi hırsız müteahhitlerle de ortaklık ederek ve hatta “İmar Barışı” adı altındaki caniyane işleriyle onları daha da cesaretlendirerek depremin kucağına atmıştır insanlarımızı. Deprem sonrasındaysa askeri, maden işçilerimizi 48 saat deprem alanından uzak tutarak on binlerce insanımızın soğuktan, açlıktan, susuzluktan can vermesine sebep olmuştur. Üstelik sivil yardım ekiplerinin de bölgeye girip çalışmasına set çekmiştir, bu süre boyunca.

Yani yıkıntılar altındaki yüz binlerce insanımız hiç umurlarında olmamıştır bunların. Onlar için zerre miktarda olsun üzülmemişler, empati kurmaya çalışmamışlardır. İşte Kaçak Saraylı Tayyip’in durumunu gösterdik. Avanesinden, Kurtulmuş Numan ve avanesinin durumu da yansıdı medyaya, bildiğimiz gibi, arkadaşlar. Deprem alanında insanlar can verirken bunlar ilkbaharda bir kır gezisindeymiş gibi ağızları kulaklarında dolaşıyorlar meydanda.

Özetçe, arkadaşlar; bu kötülükler imparatorluğu, bu Ortaçağcı Faşist Din Devleti’nin sultanı ve avanesi, bugüne kadar sayısız felaket getirmiştir, ülkemizin, halkımızın başına. 6 Şubat Depremi öncesi ve sonrası yaptıklarıyla ve yapmadıklarıyla yine bu felaketlerin ağırlarından birini yaşatmışlardır Türkiye Halkına.

Bunlarda kötülük bitmez. İktidarlarını sürdürdükleri sürece felaketten felakete sürükleyeceklerdir ülkemizi ve insanlarımızı. İşte bu sebepten dedik ki biz yazımızın başında; Türkiye’nin başına Amerika tarafından getirilmiş en büyük deprem felaketi, Tayyipgiller iktidarının oluşturulmasıyla meydana gelmiştir. 6 Şubat Felaketi, onun artçılarından biridir sadece. Ve onlar durduğu sürece de bu artçılar devam edip gidecektir.

İşte bu sebeple namusa, vicdana, ahlâka zerre miktarda da olsa sahip olan herkes, bu felaketler iktidarının, bu ihanetler, hırsızlıklar iktidarının bir an önce sonlandırılması için bütün gücüyle mücadele etmelidir. Hem muhalifi oynayıp hem de Tayyip’e “Cumhurbaşkanı”, “Sayın Cumhurbaşkanı”, “Sayın Erdoğan” diye hitap eden yüreksizler de ya susmalıdırlar ya da eğer bir miktar namusları varsa cesaretlerini toplayıp en azından bizleri taklit etmelidirler. Onların iktidarlarına dolaylı biçimde de olsa katkı sunmaktan, destek atmaktan vazgeçmelidirler.

Bizse, arkadaşlar; pek çok kez dile getirdiğimiz gibi, halkımızın, ülkemizin, vatanımızın çıkarları söz konusu olduğunda gözümüzü kırpmadan “Belaya atlar gideriz!” Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da hep böyle olacaktır davranışımız…

Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!

3 Mart 2023

Nurullah Efe Ankut
HKP Genel Başkanı

[1] https://www.youtube.com/watch?v=aqv3FPUjBAg&t=194s&ab_channel=Halktv

[2] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/haftanin-sozu-ibrahim-kalindan-geldi-balikli-rum-hastanesindeki-yangin-cumhurbaskanimizin-talimatlariyla-sonduruldu-567645h.htm

[3] https://www.youtube.com/watch?v=GwzEpJXRJJ0&ab_channel=FlashHaberTV

[4] https://dai.ly/x8i3tjv

[5] https://www.youtube.com/shorts/f3OqfAV69V8