Behey Bin Kalıplı! Bir yandan “Arkadaşım Deniz Gezmiş” diye kitap yazacaksın, diğer yandan da Denizler’in, Mahirler’in cellâtlarıyla “Millî Güç Birliği” zırvalaması altında ittifaka gireceksin, öyle mi?
Evet, aynen de öyle yoldaşlar. Bu adamın ve Avanesinin, bu sınıflarüstü karşıdevrimci bir CIA projesi olan “Millî Güç Birliği”, “Millî Güçler”, “Millî Merkez” gibi saçmalamaları sadece bugüne özgü bir şey değildir. 40 yıldan bu yana bunlar aynı düzenbazlığın, aynı kandırmacanın içindedirler.
Sözü uzatmadan bu hareketin yani PDA Hareketinin D. P.’den sonra gelen ikinci adamı ve D. P.’nin kız kardeşinin eşiGün Zileli’ye bırakalım sözü. Daha önce de sözünü edip aktarmalar yaptığımız 4 ciltlik anılarının yine “Havariler” adlı (1972-1983) 2. cildinden şu bölümü aktaralım. Biraz uzun olacak aktarmamız ama aydınlatıcı da olacağı için okuyucu arkadaşların sabrını rica ediyorum:
“Savcı Doğan Öz, yazar Ümit Kaftancıoğlu, gazeteci Abdi İpekçi, Bedrettin Cömert, DİSK Başkanı, sendikacı Kemal Türkler vb. cinayetleri, bu planın kilometre taşlarını oluşturuyordu. Artık işler öyle bir noktaya gelmişti ki, 1980 yazında, işimiz gücümüz, şu cenaze töreninden, bu cenaze törenine koşturmak olmuştu neredeyse. Ankara’dayken, parti genel merkezinde, mutfakta çıkan küçük bir yangını söndüreyim derken paçası yanan bir takım elbisem vardı. ‘Büyük güçler platformu’ndaki bir partinin yöneticisi olarak, cenazelere bu takım elbiseyle katılmak zorundayım. Aynı takım elbiseyle bir cenazeden dönmüştüm, gazetede masanın çevresinde oturmuş çene çalıyorduk. O sırada, DİSK Başkanı Kemal Türkler’in MHP’lilerce öldürüldüğü haberi geldi. Yanımda oturan Muhittin Sirer’e, ‘bundan böyle şu üzerimdeki takım elbiseyi çıkartmak zahmetine katlanmasam iyi olacak galiba’, demiştim.
“Üstelik bizim işimiz iyice zordu. Çünkü yalnız soldan ya da sola yakın ılımlı aydınlardan öldürülenlerin cenazesine değil, aynı zamanda ‘ulusal güçlerin birliği’ adına, sağdan öldürülen önemli şahsiyetlerin cenazesine de katılmak zorundaydık. O günlerde, 12 Mart döneminin meşhur ve meşum Başbakanı Nihat Erim, kaldığı yazlıkta, solcu bir örgüt tarafından öldürülmüştü. MHP dışında tüm sağcı parti ve güçleri, ‘ulusal cephe’nin unsuru olarak görüyorduk. Nihat Erim de, resmen üyesi olmamakla birlikte, böyle ‘ulusal’ bir partinin, Güven Partisi’nin önde gelenlerinden biri olduğuna göre onun da cenazesine katılacaktık. Üzerimde ‘cenaze giysim’, İstanbul İl Başkanımız Halim Spatar’la birlikte, o öğle sıcağında, Şişli Camiinin yolunu tuttuk. Tüm devlet erkânı oradaydı. Biz de üzüntülü yüzlerle ‘ulusal erkân’ın bir yerlerine sıkışıverdik. Ne var ki, ‘ulusal güçlerin’ bizi yeterince görmemiş olacakları gibi bir endişemiz vardı. Gel, bu kadar zahmete katlan ve seni fark etmesinler, TKİP’nin ne kadar ‘ulusal’ bir güç olduğunu, 12 Mart’ın meşum başbakanının cenazesine bile katılacak kadar fedakârca davrandığını anlamasınlar. Yok yok, kendimizi mutlaka göstermeliydik. Bunun için fırsat kolluyordum. Cenaze namazından sonra, cenazenin arkasında yürünürken, Güven Partisi’nin Başkanı Turan Feyzioğlu’nun yanına yaklaştım ve (sanırım bu talimatı Doğu vermişti bana, yoksa bu kadar gayretkeş olmam imkânsızdı) ‘Sayın Feyzioğlu’ diye seslendim ona, sesime pürüzlü, üzüntülü bir ton kazandırmaya çalışarak, ‘Başkanımız Doğu Perinçek, size taziyetlerini bildirmemi istedi…’ Feyzioğlu, ağır oturaklı devlet adamı tarzını bozmadan, ama o kalıplar içinde olabilecek en sempatik havasıyla, ‘teşekkür ederim, başkanınıza selamlarımı iletin lütfen, gözlerinden öperim’, dedi. Şerefyab olmuştuk, partimiz ve parti başkanımız adına! Ne ‘hoş’ şeydi insanın şahsen ve kurumsal olarak ‘adam’ yerine konması, devlet güçleri tarafından! Şu ‘ulusal güçler’ gerçekten ‘hoş’ insanlarmış meğer. O anda, utanç yerine, gurur içinde olduğumu açıkça itiraf etsem iyi olacak!
“12 Eylül’e doğru hızla ilerlediğimiz günlerde, yeni bir askeri darbenin siyasal ve ideolojik zeminini hazırlayacak toplantılar düzenlenmişti Tarabya Otelinde. Bu toplantıların başını çeken üç ‘anayasacı’ydı: Orhan Aldıkaçtı, Adnan Başer Kafaoğlu ve Coşkun Kırca. Bir iki ay sonra, her zamanki gibi kendi oyunuyla kündeye gelecek AP de bu ‘anayasa değişikliği’ çalışmalarını destekliyordu. Tarabya Otelinde, üç gün boyunca sürecek toplantıları izlememiz, hatta toplantılarda tartışmacı olarak bulunmamız için Aydınlık gazetesine de iki davetiye gelmişti. Birini Oral kullanacaktı. İkinci davetiyeyi bana teklif etti. Kabul ettim. ‘Ulusal güçlerin’ üst düzeydeki temsilcileriyle böyle bir toplantıda bir araya gelmek iyi olurdu. Üstelik orada, anayasa değişikliği önerisine karşı çıkacak, ‘dar elbise’ dikme çabalarını eleştirip, ‘ulusal cephe’ çağrısında bulunacaktık. ‘Ulusal cephe’, Türkiye’ye ‘dar elbise’ dikerek kurulamazdı, tersine, emekçilerin hakları genişletilirse, ‘ulusal patronlarla’ işbirliğine daha gönüllü olurlardı. Orada savunacağımız siyaset buydu.
“Arnavutköy’de oturduğumuz yıllarda, dağlara tırmanma ve macera hevesim nedeniyle Robert Kolej sırtlarından ilerler, Maslak yoluna çıkar, oradan da Tarabya’ya inerdim (Yarılma, s. 36). Tarabya Otelini o zamandan bilirdim. Daha ilk bakışta, yanına bile yaklaşılmayacak bir zengin mekânı olduğu izlenimini verirdi. O zamanlar, günün birinde bu otele gireceğimi, yemek yiyeceğimi hayal bile edemezdim. İşte, ‘ulusal güçlerle’ yakınlığımız sayesinde bu da olmuştu. Şu anda, Tarabya Otelinin, insana bambaşka bir dünyada olduğu izlenimi veren atmosferinde, yumuşak halıların üzerinde ilerliyorduk. Yine de eski zengin akrabalarımızın evlerinde soluduğum, pek de yabancısı olmadığım bu atmosfer beni rahatsız etmişti. Tuhaf bir tedirginlik, hatta uyumsuzluk içindeydim. Oralara ait olmadığımı hissediyor, hatta yürüyüşümle, sağa sola bakışımla vb. biraz da hissettirmek istiyordum bunu.
“Neyse sonunda, konferans salonundaki yerimizi alıp tartışmaları izlemeye başladık. Yukarıda sözünü ettiğim üçlünün oldukça hazırlıklı olduğu anlaşılıyordu. Aslında, 12 Eylül darbesinden sonra, cuntanın zoruyla dayatılacak 1982 Anayasası’nın ana hatlarını koyuyorlardı ortaya. Orhan Apaydın vb. gibi aydınlar ise, bu ‘dar elbise’ye karşı çıkıyor ve 1961 Anayasasını savunuyorlardı. Bugün bana soracak olursanız, bir devrimci olarak, ne orada ne de bu tartışmada yerimiz vardı. Bu, egemenler arasındaki, kitlelere ‘kırk katır’ mı yoksa ‘kırk satır’ mı gerektiği konusunda yapılan bir tartışmaydı. Ne var ki, biz ‘dirayetli solcular’, biz ‘ulusal güçlerin’ akıldaneliğine adaylığını koymuş taktisyenler, Tarabya Otelinin rahat koltuklarında, egemenlerin platformunda kendimize ilk kez bir yer edinmiş olmanın keyfini çıkartmaktan başka bir şey düşünmüyorduk. ‘Ulusal güçler’in bir ‘kanadı’ yanlış bir ‘ulusal’ politika izliyordu, ne yazık ki! Öbür ‘kanat’ bize daha yakındı. Biz de her zamanki Stalinist ‘halk cephesi’ ya da ‘ulusal cephe’ taktiğinin gereği olarak, bize yakın olanıyla birleşir, daha uzak olanı da böylece yola getirirdik. Tabiî, aslında kimin kimi ‘yola getirdiği’ ortadaydı, ama artık bunu göremeyecek kadar miyoptuk, üstelik miyop gözlüğü takmamız gerektiğinin de farkında değildik.
“Coşkun Kırca’yı on beş yıl öncesinden tanıyordum. Aşağı yukarı o zamandan beri de doğrudan karşılaşmamıştım. Kuzenim Bilge Kırca’nın kocasıydı. Evinin, dört bir yanı kütüphaneyle çevrili salonunda, onunla az, sağ-sol tartışması yapmamıştık (Yarılma, s. 186). O zamanlar delifişek solcu bir gençtim. Tüm cehaletime rağmen cesaretim sonsuzdu. Taktikten ve sosyal statüden falan anlamadığım için, karşımdaki bilgili akademisyen ve politikacıyla kaş yararak, göz çıkararak tartışacak cesaretim vardı. Şimdi ise, otuz yaşının üzerinde, ‘bilgili’, ama cesaretten yoksun bir bürokrattım. Sosyal statüler, içinde hapsolan gençliğimin tüm isyanlarına rağmen, kafamda önemli bir ağırlık oluşturuyordu. Artık taktik incelikler benim için çok önemliydi. Yine de içimdeki genç isyancı, arada bir başını kaldırıp, ‘Gün, sonunda böylesine teslim olacak mıydın, Coşkun Kırca’lara’ diye sesleniyordu bana. Bu yüzden, Coşkun Kırca’ya tanışıklık verip vermemekte tereddüt içindeydim. Aslında, bu kibirli burjuvaya karşı, eskiden olduğu gibi büyük bir uzaklık içindeydim. Öte yandan, ‘ulusal güçler’ platformunda onunla eski tanışlığımın işe yarayacağını bildiğimden, bir selamlaşmanın hiç de fena olmayacağını düşünüyordum. Sonunda, işi doğal seyrine bırakmaya karar verdim. Kendiliğinden bir karşılaşma olursa ne âlâydı, yoksa, onun yanına gidip yalakalanacak falan değildim.
“Öğle arası verildi. Yemek salonuna alındık. Ömrümde tatmadığım güzellikte ve lezzette yemeklerle, tatlı ve dondurmalarla midemizi bir güzel doldurduk. Coşkun Kırca, biraz ilerimizdeki bir masada, ‘ulusal güçler’den diğer önemli şahsiyetlerle birlikte yemekleri mideye indiriyor ve o ince sesiyle her zamanki ahkâmlarını kesiyordu. Beni ya görmemişti ya da görmezlikten gelmişti. Görmemesine sevinmiş, görmezlikten gelmiş olması ihtimaline ise içten içe bozulmuştum.
“Öğleden sonra, tartışmalar aynı minvalde devam etti. Hatta bir ara Oral bile söz alıp, ‘dar elbise-bol elbise’ tartışmasına katıldı. İşin doğrusunu söylemem gerekirse, bu atmosfer ve tartışmalar beni oldukça sıkmış, başımı ağrıtmaya başlamıştı. Buradan bir an önce çekip gitsek iyi olacaktı. Bir ara tuvalete gitmek için dışarı çıktım. Geri dönerken, salonun kapısının önünde Coşkun Kırca’yla burun buruna geldim. Her zamanki kibirli tavrıyla, beni selamladı. Ben de selam verip geçecektim ki, beklenmedik bir şey oldu. Coşkun Kırca, adeta yolumu kesip ‘çok takdir ediliyorsunuz’ dedi bana. Önce tam algılayamadım. Kim, bizi neden ‘takdir’ ediyordu? ‘Kim takdir ediyor’, diye sordum. ‘Milliyetçi güçler’, dedi. İşte o anda başımdan aşağı bir kova kaynar su döküldü. ‘Öyle mi’ dedikten sonra yanından sıyrılıp salona girdim. Gözlerim buğulanmıştı, o yüzden Oral’la oturduğumuz yeri bile zor buldum. Yerime oturdum. ‘Milliyetçi güçler bizi takdir ediyordu’ ha! Vay canına, demek sağcı milliyetçiliğin, burjuva güçlerin esiri olmuştuk. Coşkun Kırca gibi bir şahsiyetin bu sözleri sarf etme ‘lütfunda’ bulunmasının başka bir anlamı olamazdı. O anda, Feyzioğlu’yla, Nihat Erim’in cenazesinde yaşadığımız ‘yakınlaşma’nın verdiği ‘hazzın’ tam tersi duygular içindeydim. Büyük bir acı duyuyordum. Ömrümün on beş yılı hızla geçti gözümün önünden ve o anda nasıl adım adım devrimcilikten teslimiyetçiliğe sürüklendiğimi idrak ettim. Sanki kafama ağır bir şey düşmüş ve birdenbire kaybettiğim hafızama yeniden kavuşmuştum. Bu, Coşkun Kırca’nın sayesinde olmuştu. Bundan on beş yıl önce bende bilmeden de olsa Mihri Belli’ye karşı bir merak uyanmasını sağlayan Coşkun Kırca, şimdi yine bilmeden, şu ‘ulusal güçler’ rezaletinden uyanmama yol açmıştı. Evet, kesin olarak söyleyebilirim ki, Coşkun Kırca’nın o birkaç sözcüğü, benim, 1975 yılından beri içine girdiğimiz ve 1980’de doruğuna ulaşan devlet işbirlikçisi, teslimiyetçi siyasetimizin yanlışlığını görmemi sağlamıştır. O andan itibaren, tedrici de olsa, bocalamalar da içerse, esas olarak ters yönde, akıntıya karşı yüzecektim. Bu, benim bireysel tarihimde, niteliksel bir dönüm noktasıydı.
“Ama gazete çevresindeki herkesin benim gibi ani bir dönüşüm geçirmediği muhakkaktı. Parti ve Aydınlık, aynı vahim yolda dört nala ilerlemekteydi.” (Gün Zileli, Havariler, s. 436-441)
Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin Denizler’e yaptığı bu ilk ihanet 22 Temmuz 1980 tarihindedir.
Mahirler’in ve Denizler’in katledilişinden 8 yıl sonra. İşte bunlar katillerle böyle yan yana geliyorlar, coşkuyla selamlaşıyorlar, taziyeleşiyorlar.
Nihat Erim, aktarmada da geçtiği gibi 12 Mart Faşist Diktatörlük döneminin başbakanıdır. Yani 12 Mart’ın Ziverbey işkenceleri, Selimiye ve Mamak Zindanlarına devrimcilerin tıkılması, yüzlerce aydının sorgusuz sualsiz bu zindanlara doldurulması ve 27 Mayıs Politik Devrimi’nin demokratik ve özgürlükçü esintiler taşıyan maddelerinin bir bölümünün budanması bunun başbakanlığı döneminde olmuştur. Yani tüm bu faşizan eylemleri ve katliamları organize eden hükümetin başıdır o. Yine 12 Mart’ın faşist askeri mahkemeleriyle uyum içinde çalışan odur.
Sıradan bir kişi değildir kendisi. Damadının anlatımına göre CIA’nın 30 yıl önceden devşirip kendine bağladığı hain işbirlikçi ajanlardan biridir. 12 Mart Faşist Diktatörlerinin başbakan yapmaları da bu sebeptendir. Yani CIA her şeyi önceden projelendirmiş, programlamıştır. O proje gereğidir başbakanlık koltuğuna oturtulması.
Nihat Erim’in kimliği konusunda biraz daha ayrıntılı bilgi edinmek için şimdi de damadının anlatımına kulak verelim ya da göz atalım:
“Erim’in ailesinden ilk kez birisi, damadı, 1971’deki askeri müdahaleyi Yeni Şafak’a anlattı. Prof. Önalp, ABD’nin Nihat Erim’i istihbarat elemanlarıyla 1940’lardan itibaren takibe aldığını söyledi. Ajanların evlerinin içine kadar girdiklerini anlatan Önalp, 1946’da aileye özel ders veren İngilizce öğretmeninin daha sonra İngiliz ajanı olduğunu tespit ettiklerini söyledi. Önalp’ın hâlâ birçok yönü aydınlatılmamış 12 Mart muhtırası ve döneme ilişkin tespitleri şöyle:
“CIA 30 YIL ÖNCE MARKAJA ALDI
“Amerikalıların akıllı bir tarafı var, gelişmemiş ülkelerde CIA aracılığı ile araştırma yapıp, ileride kendilerinin işlerine yarayacak kişileri tespit ediyorlar. Sonra işlerine yarıyorsan ‘bizim adamımız’ diyorlar. Ve ondan sonra sen kendini birden bire akıntının içinde buluyorsun. 1946’lı yıllarda Nihat Erim’e, benim eşime ve kardeşine eve gelip İngilizce dersi veren bir İngiliz vardı. Adam İngiltere’de bayağı meşhur bir gazeteci oldu sonra. Para da istemiyordu. Bu kişinin İngiliz ajanı olduğunu çok sonraları öğrendik. Bu da aldığı bilgileri Amerikalılara iletiyormuş. İşte o zaman CIA 1940’lı yıllarda Nihat Erim’i bizim adamımız diye mimlemiş.”
“ZORLA BAŞBAKAN YAPILDI
“Benim babam bir generaldi. Eski Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı Fuat Doğu Paşa ile çok yakındı. Gidişattan haberdar oluyorduk. 1970’lere gelindiğinde askerler hareketlenmeye başladı. CIA’yle ilişkisi olan Turgut Sunalp Paşa bizim eve gelip iletişimi o sağlıyor. Amerikan elçiliğinden de eve gelirlerdi. Sunalp ile kayınpederim Kıbrıs’tan tanışıyor. Turgut Sunalp ile birlikte Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Cihat Alpan da Ocak 1971’de eve geldi. Erim’e, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın ‘partiden istifa et’ mesajını getirdi. Erim de ‘Ben başbakan niye olayım, beni toplum Cumhurbaşkanı yapacak. Ben CHP’li bir milletvekiliyim. Başbakan olmam zor’ diyor. 11 Mart’a kadar öyle baskı geldi ki, ‘hayır’ diyemedi. Kabul etmesi büyük hata oldu. Metin Toker bana ‘Erim Başbakanlığı kabul etmeseydi onu ağlaya ağlaya, Cumhurbaşkanı yapacaklardı’ dedi. Başbakanlığı kabul etmeseydi, her şey daha farklı olacaktı, bu bir hataydı.”
“KABİNE ÜYELERİNİ BİLE TANIMIYORDU
“Nihat Erim ortanın soluydu ve onlara göre sağda kalıyordu. Bunun için Muhsin Batur, Erim’i istemiyordu. Asker, Başbakan yardımcısı olarak bir emekli albayı, Sadi Koçaş’ı Erim’in yanına yerleştirdi. Nihat Erim’in kabinede bazı kişileri tanımadığı ortaya çıktı daha sonra. O dönemin Kültür Bakanı olan Refik Erduran ile ilgili olarak Fuat Doğu bana komünistlerle teması olduğunu söyledi. Muhtıra sonrası Refik Erduran’lardan oluşan 11’ler, getirilen önlemlerin yeterince devrimci olmadığını ve kendilerinin tatmin olmadığını söyleyerek istifa etti. Erim bunun üzerine Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a ‘Ben bu işi yapamayacağım’ deyip bırakmak istiyor. Ama yakayı kaptırmıştı bir kere. Ona ‘Hayır, olmaz, istifa etmeyeceksin’ dediler.
“Demirel gitti, Nihat Erim geldi
“12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç, Kara Kuvvetleri komutanı Faruk Gürler, Deniz Kuvvetleri komutanı Celal Eyiceoğlu ve Hava Kuvvetleri komutanı Muhsin Batur imzasıyla Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bir muhtıra verilerek hükûmet istifaya zorlandı. Cuma günü saat 13.00’te TRT’den ilk haber olarak duyuruldu. 12 Mart 1971 Muhtırası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde başarılı olmuş ikinci; emir-komuta zinciri içerisinde yapılmış ilk askeri darbe teşebbüsü. Askeri müdahale iktidarda bulunan Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel’in koltuğu bırakıp gitmesine neden oldu. Tağmaç ve Sunay, partiler üstü bir hükümet kurdurarak başına da Nihat Erim’i Başbakan olarak atadı.” (Yeni Şafak, 13 Mart 2010)
Evet, yoldaşlar. İşte en yakınında bulunan birinin anlatımıyla Nihat Erim bu.
Peki, Doğu Perinçek ve PDA Avanesinin taziyede bulunduğu Profesör Turhan Feyzioğlu kim?
O da bir Finans-Kapital ajanı ve Amerikan uşağı. Faşist diktatörlüklerin destekçisi, Denizler’in idamının hararetli savunucusu ve Meclisteki idam oylamalarında hep “asılsınlar” yönünde oy veren azılı bir antikomünist alçak.
İşte Doğu Perincek ve PDA Avanesi, bu Amerikan ajanlarına, Amerikan işbirlikçilerine o günlerde de bugün MHP’ye yaptıkları gibi “milli güçler” diyerek el uzatıyorlar, dostluk tekliflerinde bulunuyorlar.
Karşılıksız da kalmıyor bu utanç verici alçaklaşmaları. 12 Eylül Faşizminin faşist anayasasının hazırlanma çalışmalarına davet ediliyorlar Tarabya Oteli’ne, bütün Finans-Kapital temsilcileriyle birlikte.
Ve ne diyor orada 12 Eylül Anayasasının 3 kişilik hazırlayıcılar ekibinin içinde yer alan yine MİT ajanı, Amerikan uşağı, faşist Coşkun Kırca bunlara?
“‘Milliyetçi güçler’ tarafından ‘çok takdir ediliyorsunuz’” (Gün Zileli, Havariler, s. 440)
Tabiî sen ABD işbirlikçilerinin, CIA ajanlarının, MİT ajanlarının, Finans-Kapital ajanlarının karşısında böyle siz “milli güçler”siniz diyerek övgü düzüp alçalırsanız, yaltaklanırsanız, onlar sizi takdir eder. Üstelik de çok takdir eder. Attıkları topu kapıp geri getirip önlerine koyan, istediklerinde arka ayakları üzerinde şaha kalkarak oyunlar yapan, istediklerinde yatıp yuvarlanan, velhasıl kendilerini eğlendiren itlerini takdir ettikleri gibi takdir ederler sizi. Severler o zavallı hayvancıkları sevdikleri gibi.
Demek ki yoldaşlar, bunların bugün Türkeş’lerin, Bahçeli’lerin MHP’si önünde, Demirel’lerin, Cindoruk’ların Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi önünde, Özal’ların ANAP’ı önünde alçalmaları yeni başlamış bir işleri değildir. Onlar, aşağı yukarı 40 yıldan bu yana aynı gerizin içinde yaşamaktadırlar.
Ne diyelim yoldaşlar?
Biz hep söylüyoruz ya; canlılar âleminin en değerlisi, şereflisi, yücesi de insanlar arasındadır, en alçağı, en şerefsizi, en değersizi, en kalitesizi de insanlar arasındadır. İnsan soyundan çıkar her iki grup da.
İnsan doğmuş ve insan suretinde yaşamını sürdüren bazı yaratıklar, gerizde yaşamayı seçebilir. Orayı benimseyebilir. Ne yapabiliriz ki?
Uyarırız, yapma deriz, yanlış yerdesin deriz ama yine de orayı seçerse çıkar için, makam için, koltuk için, para pul, mal, mülk için, elimizden ne gelir?
Acırız bunlara sadece.
Fakat yoldaşlar, bu geriz sakinleri kalkıp bir de kendilerini devrimci, solcu ve de hatta Denizler’in arkadaşı olarak satmaya kalkarsa işte o zaman artık sözün bittiği yerdeyiz, deriz. Midemiz bulanır. İçimiz kalkar…
Kendi kendimize, “insanlar bu kadar nasıl alçalabiliyor, bu kadar nasıl namussuzlaşabiliyor, nasıl düzenbazlaşabiliyor”, deriz. Aynı soydan geldiğimiz için insanlığımızdan utanırız.
Ve yine kendi kendimize “sus artık”, deriz. Çünkü konuşmak anlamını bütünüyle yitirmiştir artık… 31.01.2015
HKP Genel Başkanı
Nurullah Ankut