Ahmet Tezcan hayran olduğu Kıvılcımlı’yı neden anlayamaz
Başbakan Erdoğan’ın eski Basın danışmanı Ahmet Tezcan, geçtiğimiz günlerde Kafirun isimli son romanını çıkardı. Tezcan’ın romanının Said-i Nursi dışında ana kahramanlarından biri sosyalist hareketin önemli isimlerinden olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı olunca konuyu bir bilene soralım dedik. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın fikirlerinin takipçileri olan Halkın Kurtuluş Partisi Lideri Nurullah Ankut’a romanı nasıl değerlendirdiğini, romandaki Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı sorduk.
İşte o sorular ve Ankut’un yanıtları:
1- Romanda anlatılan Kıvılcımlı, gerçek Kıvılcımlı’yla örtüşüyor mu?
Hem örtüşüyor hem de hiç örtüşmüyor.
Örtüşüyor, Kıvılcımlı’nın içtenliğini, yüce ahlâkî kalitesini, yiğitliğini, fedakârlığını, sabrını, aşınmaz direncini, kararlılığını, bitmez tükenmez insan sevgisini, enerjisini ve dâhiliğini görüyor ve hayranlıkla takdir ediyor. Bu açıdan yazarı kutlarız ve ona teşekkür ederiz.
Acıdır, bu objektifliği ve takdiri, ne yazık ki bizim sol kesimden göremiyoruz. Üstelik de bazıları hiçbir haklı sebebi olmaksızın sırf Kıvılcımlı’ya olan kin ve nefretini ortalığa saçarak siyasi kariyerini yükseltebilmek için bir yazısındaki bir tek paragrafta, O’na tam 13 kere “Deccal” diye saldırabilmektedir. (Bak. İbrahim Kaypakkaya’nın İki Önemli Yazısı)
Bazısı Kıvılcımlı’yı kastederek, “Onu MAH bir kadın eliyle avladı.” diyerek Kıvılcımlı’ya hiç utanıp arlanmadan ajan suçlamasını yöneltebilmektedir. (İ. Bilen, Çetin Savaş, s. 30)
Daha böyle yığınla ahlâkî sefalet örneği suçlamalar, iftiralar, saldırılar bulabiliriz Kıvılcımlı’ya yönelik. Ama konumuz bu değil…
Geçelim…
Özetçe diyebiliriz ki Türkiye Solu Kıvılcımlı’yı hiç tanımak, anlamak istemedi. Bu, Sosyalist hareketin halk kitlelerine inememesinden ve dar küçükburjuva kadrolar içine hapsolup kalmasından kaynaklandı. Herkes Kıvılcımlı’ya saldırarak kendisine bir ün ve yer edinebileceğini sandı. Tabiî fena halde de yanıldı.
Yazar, Kıvılcımlı’nın teorisine yani ürettiği düşünsel emeğine ne yazık ki aynı olumlu yaklaşımı gösterememiş. Bu adam ne yapmış? İnsanlığa nasıl bir ufuk açmış? diye bir çabada bulunmamış. O’nun birkaç düşüncesini okuyup ortaya koymuş. Onları da eleştiri konusu etmek için…
Bu tutum, yazarın kötü niyetinden kaynaklanmamıştır. Yazar, gerçekten de Kıvılcımlı’yı içtenlikle seviyor ve sayıyor. O’na hayranlığını da açıkça belirtmekten kaçınmıyor. Fakat yazarın kafası dogmalarla dolu durumdadır. Yazar, bizim sapkın olarak değerlendirdiğimiz bir tarikatın militan düzeyinde taraftarıdır. Bir Said-i Nursî mürididir. Zaten söz konusu kitap da Said-i Nursî’ye, onun Ortaçağcı dünya anlayışına bir methiyedir. Tabiî aynı zamanda da Cumhuriyet’e ve onu kuran Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın önderlerine ve 27 Mayıs Politik Devrimi’ne bir saldırıdır.
Böyle olunca da yazar, ne insanlığın başından geçenleri, ne İslamiyeti, ne Said-i Nursî ve tarikatçılığı, tasavvufçuluğu, ne de Türkiye’nin uzak-yakın geçmişini ve bugününü anlayıp kavrayabilmektedir.
Kıvılcımlı için de Said-i Nursî’yle tanışmamış olduğu için çok üzülmektedir:
“En çok da Koca Üstâd ile tanışmamış olmasına üzülüyordu Hikmet Usta (yazarın kastettiği kendi babasıdır).
“(…) bu derin ilim, bu dervişane iman, bu merdane cesaret ve bu Zülfikârâne zekâ ile Doktor Hikmet Bey’in sesi de, belki Koca Üstâd gibi gür bir aksiseda olarak yükselecekti.” (Ahmet Tezcan, Kafirûn, s. 244)
Tabiî Kıvılcımlı böyle bir durumda, Said-i Nursî gibi etkin, milyonlarca taraftarı olan bir tarikat şeyhi olacaktı.
Ne diyelim?.. İyi ki de Said-i Nursî ile tanışmamış mı diyelim(?..)
Şunu da belirtelim ki, böyle bir tanışma durumunda biz bu ihtimalin tam tersinin olabileceği konusunda da hiç umutvar değiliz. Acıdır ve yazıktır ki, insan bu denli sağlıklı düşünmekten kendini alıkoyar ve içinde bulunduğu mağara karanlığını evrenin tamamı sanırsa ona hiçbir şey anlatamazsınız.
Nitekim yazar da yukarıda belirttiğimiz gibi, Kıvılcımlı’nın insanlığa bıraktığı büyük teorik hazinenin zerre kadar farkında değildir.
2- Romandaki aktarım, Kıvılcımlı’nın İslamiyete bakışını doğru bir şekilde yansıtıyor mu?
Kitapta Kıvılcımlı’nın İslamiyete bakışı, İslamiyeti bilimin ışığında tahlil edip değerlendirmesi yok ki… Bu konu kitapta hiç yer almıyor.
Sadece Kıvılcımlı’nın gençlik yıllarında “Kafirûn” Suresi’nden materyalizme geçişi var. Bir de dinin insanın düşünce dünyasında ve tüm sosyal hayatında ne denli öneme sahip olduğunu anlatan iki paragraflık bir girişi var. Yazarın böyle bir derdi olmadığı için o konu kendisi için hiçbir önem arzetmiyor. Dolayısıyla da oraya hiç yaklaşmıyor. Onun derdi, Said-i Nursî’nin, Hz. Muhammed ve Kur’an’la hiç ilgisi olmayan dünya dışı, karanlık ruh dünyasının ve dünya anlayışının savunusunu yapmak.
Kitapta Kıvılcımlı’dan ve O’nun Kırşehir’deki hapislik yıllarından söz etmesi, aslında Nurculuğun, Ortaçağcılığın, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve laiklik karşıtı din anlayışının övgüsünü yapabilmek için uygun bir zemin oluşturma çabasından kaynaklanmıştır.
3- Kıvılcımlı’nın özel olarak İslamiyete eğilmesinin nedeni nedir?
Dinin insan hayatında, insanın düşünce sisteminde, dolayısıyla da insanın doğayı ve toplumu yorumlayışında ve toplumun gelişim sürecinde çok etkin bir rol oynadığı kesin bir gerçektir. Bu bakımdan her toplumcul gerçek gibi dini de tarihsel süreç içinde ele alıp değerlendirmek gerekir. Yani insanın bir milyon sekiz yüz bin yıl önce hayvanlıktan kopup, “Pitekantropus Erectus” formunda ortaya çıkışından itibaren insanın evrimiyle birlikte dinin de ortaya çıkışını ve evrimini; geçirilen tüm aşamalarda, altüstlüklerde ve sıçrayışlarda birlikte ele alıp incelemek, değerlendirmek ve din olayını gerçeklikte ne ise öylece, olduğu gibi ortaya koymak dolayısıyla da bilimin ışığında aydınlatmak gerekir. İnsanın biyolojik evrim süreci, yüz bin yıl önce Homo Sapiens’in (Us İnsanı’nın) ortaya çıkışıyla birlikte bugünkü insana ulaşmış olur. Âdem’in tarih sahnesine çıkışı ise 5 bin yıl öncesidir.
Tabiî insanlığın bu gelişim süreci sadece dinlerin değil, aile ve toplum biçimlerinin de zıttına dönüşümlerle ve sıçramalarla ortaya çıkışını gösterir…
Kıvılcımlı Usta’nın da dediği gibi, bu alanda ideoloji ve siyaset sökmez. Bu açıdan yaklaşımlar gerçekliğe asla yaklaştırmaz bizi.
Bu alanda sadece bilimin söz sahibi olması gerekir. Bizi sadece işin aslına yani gerçeğine o ulaştırabilir ve o aydınlatabilir, o kafamızdaki sorulara gerçek yanıtlar bulabilir.
Kıvılcımlı, işte Gerçek Sosyal Bilimin-Tarihsel Maddeciliğin rehberliğinde bu büyük görevi yerine getirir ve başarıyla sonuçlandırır.
4- Bir sosyalist önder olarak Hikmet Kıvılcımlı’nın, İslamiyet ile ilgili çalışmaları nelerdir? İslamiyeti nasıl analiz eder?
“Komün Gücü”, “Allah, Kitap, Peygamber”, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” adlarıyla bedence aramızdan ayrılışından hayli sonra yayımlanan kitaplarında ve bizim “Yol Anıları” adıyla yayımladığımız, ömrünün son altı ayında (bu aynı zamanda da ölümcül kanser acıları ve kanamalarıyla boğuşarak ve idam fermanıyla kovalanarak geçirdiği kaçaklık günleridir) kaleme aldığı kitabının bir bölümünde bu konuyu işler. Ayrıca “Tarih-Devrim-Sosyalizm” adlı anıt eserinde de bu konuya kısmen de olsa girer. Yine kısmen ve dolaylı bir biçimde de olsa “Türkiye Köyü ve Sosyalizm” adlı eserinde de din, İslamiyet konu edilir.
Kıvılcımlı’nın kitaplarında ayrıntılıca ortaya koyduğu bu değerlendirmesini, bu söyleşimizin sınırlarının darlığı sebebiyle özetin özeti biçiminde de olsa, hatta birkaç cümlecikle de olsa anlatalım:
Arap Toplumu da Hz. Muhammed’in hemen öncesinde, uzun yıllar yaşadığı İlkel Sosyalist Toplum Düzeninden, Sınıflı Toplum Düzenine geçmişti.
Yalanın, hilenin, dolabın, düzenin, kandırmacanın, eşitsizliğin, insanın insanı ezmesinin ve sömürmesinin söz konusu olmadığı kankardeşler düzeninden, toplumundan; üretici güçlerin gelişiminin dayatması sonucunda, kaçınılmaz bir biçimde; insanın insanı acımasızca ezdiği, sömürdüğü, yük hayvanı olarak gördüğü Tefeci-Bezirgân Sermayenin egemen olduğu toplum düzenine girmişti. Ya da geçmişti. Eşitsizliğin, sömürünün, yağmanın olduğu her yerde onlarla beraber, ayrılmaz bir bütün olarak yalan da, hile de, kandırmaca da, zulüm de, tahakküm de bulunur. Çünkü egemenler, çalışanların alın terini gaspederek yaşamayı seçmiş vurguncular, asalaklar, yaptıkları aşağılık işi gerçek adıyla söyleyemezler. Söyledikleri anda büyü bozulur çünkü. O nedenle yaptıklarını binbir yalan ve hile ile bunlar yetmeyince zulümle dayatmaları, kabul ettirmeleri gerekir.
İşte tüm bu sebeplerden, insanların doğup bir milyon sekiz yüz bin yıl içinde yaşadıkları İlkel Komünal Toplum onları tertemiz tutarken, insanî ve ahlâki değerler açısından en yücelerde tutarken; altı bin yıl önce (M.Ö. 4000’lerde) Güney Mezopotamya’da ilk kez içine girilen Sınıflı, sömürüye dayanan toplum, insanı çamurlara bular. İnsanlıktan çıkarır. Paçavraya çevirir. Yalancı, hilekâr, acımasız, zalim, vicdansız dolayısıyla da ahlâksız kılar.
Arap Toplumu da Hz. Muhammed’in biraz öncesinde bu aşağılık, insanlık dışı sosyal düzene yani sömürü düzenine geçmişti…
Fakat Hz. Muhammed, tarihin bu determinist akışını dahice bir sezişle bilincine çıkarmıştı…
Gönlü, tabiî ki geçmişteki İlkel Sosyalist Toplumun yüce insancıl düzeninden ve değerlerinden yanaydı. Ama o an toplumun içinde bulunduğu bataklığın ağırlığını, gücünü de yine aynı sezişle görüyordu.
Kur’an’da da konu edilen geçmiş pek çok toplumların helâkının hep bu sınıflı toplum düzeninin insanlığın başına açtığı belalardan kaynaklandığını da görebiliyordu.
Yani sınıflı toplumun sömürü ve vurgunun; dağlar gibi mal mülk yığmanın, altın, gümüş küplemenin ve bunlara tapınmanın insanı santim santim çürütüp insan olmaktan çıkaracağını, toplumun da kaçınılmaz bir şekilde çöküşe, batışa gideceğini anlıyordu, kavrıyordu.
İşte Hz. Muhammed’in Kur’an ve Hadislerdeki bütün mesajı, daha doğrusu çığlığı, feryadı, çağrısı, öğretisi, önerisi ve yaşantısıyla örnek oluşu, toplumu ve tüm insanlığı bu felaketten, bu sınıflı toplum cehenneminden sakındırmaya hatta çıkarmaya yöneliktir. 23 yıllık Peygamberliği süresince hep bunun mücadelesini verdi, Hz. Muhammed. Kur’an, Hadisler ve yaşamı, anlayanlar için, Hz. Muhammed’in sevdiği söylemle; “Akıl sahipleri” için yani aklını özgürce kullanabilenler için, aydınlık düşünebilenler için bunun en açık, anlaşılır kanıtıdır.
Yine zamanımızın ve yerimizin darlığından dolayı birkaç örnekle yetinmek durumundayız:
Beled Suresi’nde; köleleri özgür kıl, der. Yoksulları, yetimleri doyur, der. Vicdan, merhamet sahibi ol, der. Mala mülke tapınma, yoksa sarp yokuşu geçemezsin, der. Yani Cehennem çukuruna yuvarlanırsın, der.
Muhammed Suresi 4’üncü Ayeti’nde şöyle der:
“Savaşta inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Nihayet onlara üstün geldiğiniz zaman bağı sıkı bağlayıp esir alın. Sonra harp ağırlıklarını atıp, savaş bitince de onları ya karşılıksız olarak, ya da fidye ile salıverin.” (Elmalı Hamdi Yazır Meali)
Gördüğümüz gibi Hz. Muhammed, bundan böyle köleler edinmeyin, savaşta aldığınız kâfir esirleri ya fidye karşılığı ya da karşılıksız olarak salıverin, diyor.
Demek ki insanların köleleştirilmesine karşı ve içine sindiremiyor.
Hz. Muhammed’in önerdiği bu kural, yüz binlerce yıl sürmüş olan İlkel Komünal Toplumların, son aşamasına ya da konağına kadar, genel kuralıdır, töresidir. Dikkat edersek, Hz. Muhammed’in gönlünde yatan da bu töredir.
O, köleliği o anda tümden yasak kılıp ortadan kaldıramaz. Ona gücünün yetmeyeceğini gerçekçi bir toplum önderi olarak iyi bilmektedir. Bu sebeple de yeni köle edinmeyelim. Eskilerini de, var olanlarını da azad etseniz iyi olur; sevap kazanırsınız, der. Kur’an’da sık sık işlenen bazı günahların kefareti olarak köle azad edilmesini önerir.
Ne yazık ki Hz. Muhammed’in Kur’an Ayetlerinde açık bir şekilde dile getirilen kölelik karşıtı düşünce ve teklifleri, sonrasında İslam Dünyası tarafından yok sayıldı. Süleymaniye Vakfı kurucusu saygın ilahiyatçı Prof. Abdülaziz Bayındır’ın da net bir şekilde belirttiği gibi, İslamın Sünni dört mezhebi de köleliği ve cariyeliği benimser. Bunlar akıllarını öylesine önyargılarının tutsağı haline getirmişlerdir ki, Kur’an’ın ve Hz. Muhammed’in ruhiyatını asla kavrayamamışlardır. Şu soruyu hiç sormayacak kadar beyinlerini, düşüncelerini dondurmuşlardır:
Yahu, yerlerde ve gökte olan her şeyi yaratan Rahman ve Rahim olan Allah, nasıl olur da insanların bir kısmını köle olarak yaratır? Onları böylesine acıklı bir yazgıyla baş başa bırakır? Eğer bunu yapmış ise hiç o Allah adil olabilir mi? Merhametli olabilir mi?
Kuşkusuz Hz. Muhammed, köleliğin izini tozunu ortadan kaldırmayı nasıl can-ı gönülden isterdi. Ama o gerçekçi bir devrimci önder olarak, buna gücünün yetmeyeceğini adı gibi biliyordu. İşte o sebepten kölelik meselesinde, faizde aldığı açık, kesin tavrı alamadı. Kur’an’ın bildiğimiz gibi, en sert ayetlerinin bir bölümü faizin yasaklanması üzerinedir.
Ne diyor Kur’an?
“O ribayı yiyenler, şeytanın bir dokunuşla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu böyledir, çünkü onlar, “Alış-veriş de riba gibidir.” demişlerdir. Oysa ki Allah, alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır. Kendisine Rabb’inden bir öğüt gelip de yaptığından vazgeçenin geçmişi kendisine, işi Allah’a kalmıştır. Yeniden ribaya dönene gelince, böyleleri ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada.” (Bakara Suresi, 275. Ayet, Yaşar Nuri Öztürk Meali) der.
Böylesine açık bir kesinliğe rağmen, bildiğimiz gibi, İslam Âlemi şu anda da riba batağında yaşamaktadır. Ribaya; “kâr payı”, “İslami bankacılık” gibi adlar takarak aşağılık bir biçimde onu ekonomik sistemlerinin temeline yerleştirmektedirler. Bunlar öylesine düzenbaz ki, şeylerin adını değiştirmekle kendilerinin değişmiş olmayacağını çok iyi bilmelerine rağmen halkı kandırmak için böyle pis hilelere başvurmaktan çekinmemektedirler.
Hz. Muhammed, toplumun maddi ve manevi yönden bir anadan doğmuş kardeşler gibi eşitsizliklerden, sömürüden, düşmanlıktan, kinden, nefretten arınmış, tertemiz vicdanlı, merhamet dolu insanlardan oluşmasını ister. Kurduğu dinin bütün amacı da böyle bir toplumun gerçekleştirebilmektir.
“Allah rızık alanında bir bölümünüzü diğerlerinizden üstün kıldı. Üstün konumdakiler rızıklarını, buyrukları altındaki yoksullarla paylaşmıyorlar ki, herkes eşit geçim düzeyine kavuşsun. Acaba Allah’ın nimetlerini inkar mı ediyorsunuz?” (Nahl Suresi, 71. Ayet, Seyyid Kutup Meali)
Açıkça diyor ki Hz. Muhammed, şu anda Allah’ın kendilerine bol miktarda rızık (mal mülk, para pul) verdikleri, buyrukları altındaki yoksullara, ihtiyaç içinde olanlara vermiyorlar ki, onlarla paylaşmıyorlar ki eşit geçim düzeyine kavuşsunlar. Bunlar böyle yapmakla Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerini inkâr ediyorlar. Onları Allah vermedi; biz kendimiz kazandık, demiş oluyorlar böylece, diyor Hz. Muhammed. Yani onları yaptıklarından dolayı büyük bir günah işlemekle suçluyor. Bundan vazgeçin. Mal mülk sevdasını bırakın, diyor. Zaten onlar sizin değil… “Yerlerde ve gökte olan her şey Allah’ındır”, diyor.
“Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: “Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin.” İşte Allah, ayetleri size böyle açıklar ki, derin derin düşünebilesiniz.” (Bakara Suresi, 119. Ayet, Yaşar Nuri Öztürk Meali)
Çok açık görüldüğü gibi, maddi servet istiflemeyin, diyor. Kendinize ve bakmakla yükümlü olduklarınızın zaruri ihtiyaçlarını karşılayacak kadarını alıkoyun; gerisini ihtiyaç sahiplerine dağıtın, infak edin, diyor Hz. Muhammed.
Buyruk net, kesin. Ama nerede uygulayan?..
“Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah yolunda harcamayanlara korkunç bir azap muştula.
“Gün olur, cehennem ateşinde onların üzerine lav dökülür de bununla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanır: “İşte egolarınız için yığdıklarınız. Hadi tadın biriktirmiş olduklarınızı!” (Tevbe Suresi, 34-35. Ayetler, Yaşar Nuri Öztürk Meali)
Sevgili Hz. Muhammed, başka nasıl korkutsun Para Tanrısına tapınan sömürücüleri, vurguncuları; vicdan, merhamet yoksulu insan düşmanlarını. Yani zalimleri… Dikkat edersek, Kur’an’ın en büyük düşmanı zalimlerdir.
Kur’an’da daha böyle mal mülk düşkünlüğünü ve zalimleri hedef alan yüzlerce ayet bulabiliriz…
Kur’an’ın hiçbir ayetinde bir yıl içindeki kazancınızın, gelirinizin kırkta birini zekât olarak verin, diye oran belirten bir ibare geçmez. Geçemez de zaten…
Yukarıda ne diyor Kur’an?
İhtiyaçtan arta kalanın tümünü verin, diyor.
Pekiyi bu kırkta bir nereden çıktı?
Besbelli ki çaresizlikten… Hiç değilse kırkta birini idari otoritenin zoruyla alalım anlayışından…
İslamiyetten önce de Mekke’de zekât, sadaka var. Namaz var. Oruç var. Hac var. Kurban var. Cuma namazı var. Hatta Cuma hutbesi var… (Bu konuda bak. Mehmet Soysaldı, Kur’an ve Sünnet Işığında İbadet Tarihi)
Ne yapsın Hz. Muhammed?
Allah adına emrettiği infakı yapmadıklarını ve yapmayacaklarını görünce, hiç değilse kırkta birini Beytülmale ya da bir ihtiyaç sahibine versinler, diye hadis beyan ediyor.
Bizce Kur’an’ın ve İslam’ın maddesi infak’tır. Yani zorunlu ihtiyaçlardan arta kalanı dağıtmaktır. Ruhu da güzel ahlâk’tır. İslam işte bu iki ayak üzerinde durmaktadır. Hz. Muhammed’in bütün amacı, bunu gerçekleştirmektir yukarıda da belirttiğimiz gibi. Yani Cenneti bu dünyada yaratmaktır. Ya da dünyayı cennet kılmaktır.
Hz. Muhammed, bu gerçekleştirilebilirse kurduğu dinin insanlık var oldukça canlılığını, etkinliğini koruyacağına, varlığını sürdüreceğine inanır. İnsanlık da insana yaraşan bir dünyada mutlu bir şekilde yaşayıp gidecektir.
Hz. Muhammed, bunu sağlamanın güçlü bir Allah inancıyla yani derin bir imanla olacağını düşünür. Böyle bir imanı oluşturmak için de bir sıra ibadetler kurar. Bu sistemli ibadetler sayesinde insanların ruhlarının kötülüklerden arınabileceğini; insanların takva sahibi tertemiz insanlar haline gelebileceğini tasavvur eder. Ve ancak bu hale gelmiş insanlar, hem mal mülk hırsından vazgeçerler hem de güzel ahlâklı hale gelirler, der.
O bakımdan Kur’an başlangıçta iman ve ibadet üzerinde durur ağırlıklı olarak. Yani Hz. Muhammed öncelikle özlediği insanî kaliteye sahip Müslümanlar oluşturmak ister. Bu insanlar oluşunca da onların yukarıda andığımız topluma ilişkin koyduğu kurallara direnmeden uyabileceklerini tasarlar. O sebeple başlangıçta hep imanı kuvvetli gerçek Allah Dostu insanlar oluşturmak ister.
Kur’an, bu sebeple üç ana bölümden oluşur.
Bir: İnanç ve imana ilişkin sureler,
İki: İbadete ilişkin sureler,
Üç: Toplum kurallarına ilişkin sureler.
Toplum kurallarına ilişkin sureler de iki bölümü ayrılır.
Bir: Maddi hayata ilişkin sureler,
İki: Ahlâka ilişkin sureler.
Ne yazık ki Hz. Muhammed ve Dört Halife sonrasında İslamın bu dünyayı cennete dönüştürmeye çalışan sureleri, ayetleri görmezlikten, bilmezlikten gelindi. Yok sayıldı.
Geriye ne kaldı?
Soyut, imana ve ibadete ilişkin sureler, ayetler…
Tabiî bunların da içi boşaltıldı. Sadece şekle indirgendi bunlar da. Böylece İslam, bir tapınak dinine dönüştürüldü. İnsancıl, sosyal İslam yok edildi. İslamın vicdan yönü imha edildi.
Ve en acısı da İslam, bu hale getirilince; vurguncu, asalak, insanlık düşmanı Tefeci-Bezirgân Sermayenin ideolojisi oldu. Bu sömürgen sınıf insanları Allah’la aldatmak için İslamı kullandı.
Bu konuyu şöyle sonuçlandıralım:
Yukarıda andığımız sebeplerden dolayı gerçek İslamın-Kur’an ve Hz. Muhammed’in ve Hülefa-i Raşidin’in bugün gerçek, meşru mirasçısı ve savunucusu biziz. Biz gerçek devrimcileriz, sosyalistleriz…
5- Bugün kendini İslamcı-Müslüman olarak nitelendiren AKP iktidarını Kıvılcımlı düşüncesi nasıl değerlendirir?
Bu konuya ilişkin Usta’mız Kıvılcımlı da, biz de yüzlerce sayfa yazdık. Bizim “Tayyipgiller, Kökeni ve Sınıf Yapısı” adı altında yayımlanmış iki ciltlik kitabımız var. Sonraki yazılarımızı da bir araya getirirsek belki bu hacimde iki kitap daha oluşturur. O nedenle bu konuyu bir iki cümleyle geçelim:
Bunlar gerçek İslamın değil, Ebu Sufyan, Muaviye ve Yezid İslamının, Pentagon ve CIA ya da Amerikan İslamının, “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde yaratılan İslamın yandaşı ve savunucusudurlar. Tüm yapıp ettikleri de tekrar tekrar bunu doğrulamaktadır…
6- Said-i Nursî’yi nasıl değerlendirir?
Kıvılcımlı, günümüzde Said-i Nursî’yi ve Nur Hareketini de, diğer tarikatlar gibi, Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının ideolojisinin, dünya görüşünün temsilcileri olarak görür. Bunların hepsinin Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına, ümmetçilik dönemine götürmeyi amaçlayan gerici, halk düşmanı, devrimcilik ve sosyalizm düşmanı hareketler olarak görür. Tabiî aynı zamanda da AB-D Emperyalistlerinin bizim gibi geri ülkelere girdikleri zaman işbirliği yapmak için özenle arayıp buldukları en gerici; vatan, millet düşmanı hareketler olarak görür.
Aydınlık, özgür düşüncenin önde gelen düşmanları olarak görür. Tabiî Partimiz de böyle düşünür.
Bir iki örnek Kıvılcımlı’nın bu değerlendirmesinin ne kadar yerinde olduğunu göstermeye yetecektir sanırız:
“Birkaç cümleyle de olsa bunun (Fethullah Gülen’in) hocası, üstadı, şeyhi Said Nursi’den de söz edelim:
“Said Nursi de bunun gibi din sapkını bir düzenbazdır. O da insanları Allah’la aldatmayı meslek edinmiştir. Kitaplarında, kendisine bu kitapların dolaylı bir anlatımla, Allah tarafından vahiy yoluyla yazdırıldığını ve Hz. Ali’nin de kitaplarını büyük bir ilgiyle okuduğunu ileri sürmektedir.
“Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi:
“İmam-ı Ali (radıyallahu anh), Risale-i Nur ile çok meşguldür.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sekizinci Şuâ)
“Aziz, sıddık kardeşlerim, size dört meseleyi beyan etmek kalbime ihtar edildi:” (Emirdağ Lâhikası – 1 ( 52 )
“Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki:
“Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i Nur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti.” (Kastamonu Lâhikası | ( 19 )
“Sapkınlığın düzeyini düşünebiliyor musunuz?..
“Hz. Muhammed’in “Konuşan Kur’an” diye nitelediği Hz. Ali bile Said Nursi’nin “Risale-i Nur” diye adlandırdığı zırvalamalarını okuyormuş. Hem de o saçmalamalarla “çok meşgul”müş. Öyle ya Kur’an artık demode. “Çağdaş Kur’an”la “çok meşgul” olmak gerekir artık.
“Yine bir Ortaçağcı olan İsmail Nacar’ın şu sözünü insan takdir edememezlik edemiyor: “Bütün tarikatlar birer yılan yuvasıdır.”
“Gerçekten de bunlar, hepsinin başında birer İblis’in bulunduğu “insanları Allah’la aldatma” merkezidir.” (Nurullah Ankut, Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Konuşması’ndan, 2013)
Bunların gerçek İslamla hiç ilgisi olmayan sapkın hareketler olduğuna dair bir örnek daha verelim:
“Tillo’da iken, bir gece Şeyh Abdülkâdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür. Geylanî Hazretleri (k.s.) kendisine hitaben:
“Molla Said! Mîran aşîreti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz; yaptığı zulümden vazgeçerek, namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.”
“Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşîretine doğru Tillo’dan hareket eder; doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer.” (Tarihçe-i Hayat, s. 36)
Safsatanın gerisi merak edilirse yukarıdaki kitaptan okunabilir.
Şimdi burada hemen şunu soralım:
Sekiz yüz sene önce bu dünyadan göçmüş Abdülkâdir Geylani, Molla Said’i neden yüzyıllardır dünyayı, insanlığı ve İslam Âlemini kana ve ateşe boğan AB-D Emperyalistlerinin liderlerine gönderip onları yaptıkları zulüm ve katliamlardan vazgeçmeye ve “tarîk-ı hidayete davet” etmiyor da, zaten Müslüman olan Kürt aşiret reisi Mustafa Paşa’ya gönderiyor? Avrupa’nın ya da okyanus ötesinin uzaklığı ya da farklı dil konuşması mı buna engel oluyor? Ama sekiz yüz yıl önceden Molla Said’le telekonferansla konuşabilen canlı, görüntülü bağlantı kurabilen bir şeyh için bunlar engel mi oluşturur?
Ne diyelim? Komiklik, zavallılarla paylaşılmaz, deyip geçelim…
Molla Said’in aslında bu tür hezeyanlar-sayıklamalarda bulunması onun Hz. Muhammed ve Kur’an İslamıyla yani gerçek İslamla hiç ilgisi bulunmayan; Hint, İran, Mısır, Anadolu ve Yunan Felsefelerinin ve İslamiyet öncesi kitaplı ve kitapsız dinlerin bir karışımı olan İşrakî Felsefeye (kurucusu Şehabeddin Sühreverdî el Maktül’dür. 1155-1191) ya da anlayışa bağlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Tabiî bu felsefe bazı İslami kavram ve ritüelleri de kendi içine atarak harmanlar. Bu sebeple de İslam içinde bir felsefeymiş gibi bir görünüm verir. Ama bu sadece görünümdür. Bu felsefe, “İşrak” yani sözlük anlamıyla “güneşin doğuşu, aydınlığı, nuru” kavramını temel kavram edinir. Molla Said’in yazılarına “Risale-i Nur = Işık Broşürü-Kitapçığı” demesi de buradan gelir.
“İşrak” kelimesinin tarikattaki anlamı ise “içe doğuş, seziş, anlayış, bilgi, kalbin sezgisi; İngilizcesiyle illumination” demektir. Yani içten gelen, kalpten gelen bir sezgiyle bilmek, görmek demektir.
Bu felsefeye göre vahiy ve peygamberlik Hz. Muhammed’le son bulmaz. Devam eder. Şöyle:
Bu anlayışa göre mutlak olan Tanrı, kendinden bir varlık olarak “akl-ı küll”ü yaratır. Bu aktif, inisiyatifli bir varlıktır. Ve kendi pasif karşıtı olan “nefs-i küll”ü de bu yaratır.
Bunların birleşmesinden gök, yer; gökleri ve yeri yaratan unsurlar yaratılır. Sıcak soğuk, yaş kuru, toprak su, ateş hava (yel) gibi unsurlar yaratılır.
Bir de cansız doğa, bitkiler, hayvanlar ve insanlar yaratılır.
Mutlak olan Tanrı baştan itibaren bunları yaratmıştır. Bunlarsa yoktan var olmadıkları gibi, yok da olmazlar. Hep devr-i daim halindedirler. Mesela kıyamet denilen şey bir insanın ölümüdür. O bakımdan kıyamet ya da mahşer diye bir şey söz konusu değildir.
“Akl-ı küll” bu felsefenin taraftarlarına göre Cebrail’dir.
Önemli olan evrendeki bu oluşu, bu nizamı bilmek, kavramak, görmek, onu bilince çıkarmaktır. O olgunluğa ve temizliğe ulaşmaktır. İşte bunu başarabilmiş olanların “Akl-ı küll” kalplerine konuşur, söyler. Onlar da kalplerine, içlerine doğan, söylenen bu sözleri anlarlar, kavrarlar. Vahiy bunlardır. Bundan dolayı da bu mertebeye çıkmış olan şeyhler, bilgeler; sürekli vahiy alırlar. Onların aldıkları bu vahiyleri yazıya geçirdikleri kitaplar da Kur’an mertebesindedir. Tanrı kelamıdır onların her biri. Orada söylenen her söz.
Bu sebepten Nur Cemaati taraftarları “Risale-i Nur Külliyat”ının dilinin sadeleştirilmesini asla kabul etmezler. Çünkü o zaman Tanrı kelamı orijinalitesini kaybetmiş olur. Onu sadeleştirenin yetersiz kavrayışının, anlayışının kurbanı olmuş olur. Bozulmuş olur.
Bu felsefeye göre hayatın amacı, “Akl-ı küll”le diyaloga girebilecek mertebeye ulaşabilmek için çalışıp çabalamak olmalıdır. Hem bilgiyle donanmalısın hem de kalbini, ruhunu, benliğini arındırıp tertemiz hale gelmelisin.
Bunu başarırsan ölüm senin için “Akl-ı küll”le ya da Tanrı’yla buluşmak olur.
Başaramamışsan ölünce cansızlar âlemine karışırsın. Sonra canlılar âlemine geçer bitki olursun, hayvan olursun ve nihayet insan olarak yeniden dünyaya gelirsin. Sana bir şans daha verilmiş olur böylece.
Ama o mertebeye ulaşanlar ölmedikleri gibi, dünya işleriyle de bağlarını hiç koparmazlar.
Said-i Nursî’nin, Şeyh Abdülkâdir-i Geylanî hazretleri rüyamda bana böyle emretti demesi bu anlayışından dolayıdır.
“Yine kalbime denildi ki” diye başlayan sözler söylemesi hep inandığı, savunduğu bu felsefesinden dolayıdır.
Tabiî bu arada kendisinin de o mertebeye ulaşmış olduğu bu cümlelerde açıkça ortaya konmuş olmaktadır. Yoksa sıradan bir insanın ne kalbine bir şey denilir, bir şey doğar, ne de bir şeyh hazretleri ona bir emir verir.
Özetlersek, Risale-i Nur, son asırların Kur’an’ıdır. Said-i Nursî de peygamberi… Zaten kendileri de Bediüzzaman (zamanın en iyisi, en üstünü, en güzeli, zamanın harikası, asrın mükemmel insanı.) demiyorlar mı? İşte bu anlamdadır deyişleri…
Tabiî Peygamberi diyecek halleri yok. Öyle dedikleri anda başlarına geleceği biliyorlar. O yüzden işte böyle arif olan anlar anlamında sözlerle, cümlelerle işi götürüyorlar.
Yukarıda da söylediğimiz gibi, bu felsefenin buyruğu ya da yaşam anlayışı, o amaçlanan mertebeye ulaşmak için çabalamaktır. Gayrısı boştur, anlamsızdır.
Dikkat edersek bu anlayışın Kur’an’ın özüyle hiçbir ilgisi yoktur. Kur’an, bu tür saçma metafiziklere hiç pirim vermez. Hiç dönüp bakmaz. O sosyal bir dindir. Onun amacı yukarıda da belirttiğimiz gibi, insancıl bir toplum, bir dünya kurmaktır. Cennet dediği hayatı bu dünyada gerçekleştirmektir.
Kur’an’ın iman esasıyla da bu felsefenin hiç ilgisi yoktur. Kur’an’daki imanın iki temel direği, dayanağı vardır:
Bir: Kelime-i Şehadet’e (Kelime-i Tevhid’e) yani Allah’ın tekliğine, birliğine, eşsiz, ortaksız oluşuna ve Hz. Muhammed’in onun elçisi oluşuna inanmak,
İki: Ahiret gününe yani Kıyamet ya da Mahşer Gününe inanmak. Tabiî bu, ölümden sonra Allah tarafından hesaba çekinileceğine inanmayı da kapsar.
Bu felsefe taraftarları, dikkat edersek, ölmüş şeyhlerine dünya işleri yaptırarak Allah’a şirk (ortak) koşmuş oluyorlar.
Yine İslam’a göre, ölen bir insanın dünya işleriyle ilgisi biter. Yalnızca aktif değil de şöyle pasif bir ilgisi kalır:
Bir kimse sağlığında:
1- Çeşme, köprü, yol, okul, hastane gibi insanların sürekli faydalanacağı bir hayır işi yapmış ise,
2- Gerçek İslama uygun öğrenciler yetiştirmiş ise,
3- Hayırlı evlatlar yetiştirmiş ise öldükten sonra da bunlardan elde edilen sevap sürekli onun amel defterine yazılır. Yani o hayır kazanmaya bu vesileyle de devam etmiş olur. Böylelikle de amel defteri kapanmamış olur.
Gördüğümüz gibi, Cemaatin bu anlayışının da yani ölülere dünya işleri yaptırmasının da gerçek İslamiyetle bir ilgisi yoktur.
Kafirûn yazarı Ahmet Tezcan, Said-i Nursî’nin günümüzdeki en tanınan temsilcisi durumundaki Fetullah Gülen’i de savunur:
“Fettullah Hoca’nın Vatikan Ziyareti
“(…) Dolayısıyla Fethullah Hocaefendi’nin bir cemaat lideri olarak değil, sade bir Nur talebesi sıfatıyla dahi böyle bir görüşmeyi gerçekleştirmesi anlam itibarıyla son derece önemlidir ve kendisini şakirt bilen herkesin şeksiz şüphesiz alkışı ve Hocaefendi’nin Vatikan dönüşünde aynı heyecan ve samimiyet içerisinde “hoşamedi”si gerekir. Sadece bu perspektiften bakıldığında bile, bugün şerli siyaset yüzünden buzlu cam kırıkları ile zerrelere parçalanmış Nur talebelerinin yeniden kucaklaşmasına da ön ayak olacaktır bu buluşma. Öyle olmalıdır.” (Aydınların Kaleminden Fethullah Gülen, Diyaloga Adanmış Hayat, s. 38)
Bunlar, “Dinlerarası Diyalog” denen bu projenin, 1962’de Vatikan’ın bir birimi tarafından oluşturulduğunu, amacınınsa İslam Dünyasının Hıristiyanlaştırılması olduğunu bilmezler mi acaba? Yoksa bile bile mi yaparlar?..
“Dinlerarası diyalog, hem yukarıda söz ettiğimiz Ad Gentes’te hem de Gülen’in mektubunu sunduğu Papa II. John Paul’un çeşitli vasilerle yaptığı açıklamalarında ve deklarasyonlarında da açıkça diyalog ve misyon, “misyonerlik” olarak tanımlanmaktadır. Gülen’in hizmet etmek istediği diyaloğu ve misyonu, II. John Paul, “Redemptoris Misso” başlıklı genelgesinde şöyle tanımlıyor:
“Dinlerarası diyalog Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonun bir parçasıdır… esasen misyonla ve misyonun şekilleriyle diyalog arasında özel bir bağ vardır. Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir… kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyaloğun evangelizasyondan (incilleştirme) ayrılmadığı gerçeği gözardı edilememiştir… Diyalog, Kilise’nin kurtuluşun tabiî yolu olduğu inancıyla yönlendirilmeli ve ikmâl edilmelidir. … Diyalog Tanrı’nın Krallığı’na doğru bir yoldur ve bunun süresini ve mevsimini sadece Baba bilse de, mutlaka sonuç verecektir.” (Prof Dr. Mehmet Bayraktar, Dinlerarası Diyalog ve Başkalaştırılan İslâm Makalesi)
Fethullah Gülen’in Vatikan’da görüştüğü Papa II. John Paul, Sovyetler’in ve Sosyalist Kamp’ın yıkılması için CIA’yla işbirliği halinde on yıllarca çalışmış olmasına rağmen 2003 Martındaki AB-D’nin Irak’ı işgali ve milyonlarca Müslümanı katletmesi, on binlerce Müslüman kadının namusunun kirletilmesiyle sonuçlanan Körfez Savaşı sırasında, “Bu savaşın hiçbir insani ve ahlâkî gerekçesi-sebebi yoktur” diyerek bu emperyalist saldırıya açıkça karşı çıkabilmişti.
İnsanları Allah’la aldatan F. Gülen ise “Dünya gemisinin kaptanı Amerika’dır. Onunla işbirliğine girilmeden hiçbir iş başarılamaz” diyerek bu insanlık dışı saldırılara arka çıkmıştı.
Bu ABD ajanı ve işbirlikçisi hainin “Barış Köprüleri: Dünyaya Açılan Türk Okulları” diye adlandırdıkları okulları var bilindiği gibi. Bunların içyüzünü de yine bir Ortaçağcı ve Mustafa Kemal düşmanı olmakla birlikte bunlardan çok daha namuslu olan Kadir Mısıroğlu bir kitabında şöyle ortaya koyuyor. Mısıroğlu’nun tanıdığı Yusuf Cevahir diye bir yakın dostu varmış, ondan Fethullah’la ilgili şunu naklediyor:
“ (…) Şu sözleri benden defaatle dinlemiş olan Yusuf Cevahir, benden 5-10 sene evvel Sudan’da iş yapıyordu. Orada Fethullahçılar’ın bir mektep açtığını duyunca, “gurbette millî tesânüt nâmına” onları tebrike gitmiş. Kendisini o anda makamında bulunmayan müdürün odasına oturtmuşlar ve biraz beklemesini, müdürün hemen geleceğini söylemişler.
“Müdür gelene kadar O’nun masası üzerindeki yığınla evrakın en üstünde duran bir kâğıt alakasını çekmiş ve gayr-i ihtiyarî onu okumuş. BuUNESCO’dan geliyor. Ve Hartum’da açılmış bulunan bu mektebin masraflarının kendileri tarafından karşılandığını, paranın ne suretle ve hangi bankaya intikal ettiği hususundaki bilgiyi ihtiva ediyormuş.
“O, bu yazıyı gayr-i ihtiyarî okuduktan sonra müdür, odasına gelmiş ve O’nunla selam- kelam, tebrikleşmeden sonra aralarında şöyle bir konuşma geçmiş.”
“-Siz burada ne yapıyorsunuz? Arapça öğretiyoruz desen, bunların anadili Arapça!.. Şeriat öğretiyoruz desen, resmi nizamları şeriat! Allah için burada ne yapmak istiyorsunuz?!..
“-Bunların hiçbiri değil! Biz burada Sudan’ın müstakbel idarecileri olacak süper zeki çocukları bulup, Amerika’ya göndermek için bulunuyoruz. Orada bir üniversitemiz var. Onları yetiştirip tekrar buraya göndereceğiz!..” (Kadir Mısıroğlu, Gurbet İçinde Gurbet, s. 188)
Gördünüz mü okulların amacı neymiş? İblis’in dünya çapında ABD’ye nasıl hizmet ettiğini görüyor musunuz?
Tabiî Türkiye’deki okullarda da aynı hizmeti yapıyor.
Ahmet Tezcan’ın söz konusu kitabı ve Said-i Nursî, Fethullah Gülen hakkında sayfalarca yazabiliriz. Fakat yayın organınızda bize tahsis ettiğiniz yerin birkaç katını zaten şu anda bile aşmış bulunmaktayız. Bu sebeple bu konuda (Said-i Nursî, Fethullah Gülen ve tarikatlar hakkında) Prof. Dr. Zekeriya Beyaz’ın “Kendi Belgeleriyle Said Nursi ve Nurculuk”, Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın “Kur’an Işığında Tarikatçılığa Bakış” adlı eserlerine başvurabilir, daha fazla bilgi edinmek isteyenler. Bu kitaplarda tarikatçılığın, tabiî Nurculuğun da Kur’an İslamının ruhuyla ilgili olmadığı açık, kesin kanıtlarıyla gösterilir.
Tabiî herkes istediği mezhebe, tarikata, felsefeye inanmakta özgürdür. Yalnız biz böylelerine deriz ki, AB-D Emperyalistlerine uşaklık etmeyin. Milyonlarca masum Müslümanın canına kıyılmasında “misyon” yüklenmeyin, suç ortaklığı etmeyin. Haçlının işbirlikçiliğini bırakın. Ve yaptıklarınızdan dolayı tövbe edin. Böyle davranırsanız gerçek İslama biraz daha yaklaşmış olursunuz…
Odatv.com-20.08.2013 02:34