YEZİDÎ İSLAM YA DA CIA İSLAMI ALEVİ YURTTAŞLARIMIZA KİN KUSMAYA DEVAM EDİYOR

YEZİDÎ İSLAM YA DA CIA İSLAMI ALEVİ YURTTAŞLARIMIZA KİN KUSMAYA DEVAM EDİYOR

Yargıtay’ın Cemevleri ile ilgili kararı laiklik ilkesinin çiğnenmesidir.           

Son bir hafta içerisinde Alevilerle ilgili iki olay ülke gündemimizde yoğun bir şekilde yer aldı. Önce Yargıtay 7. Hukuk Dairesi, Çankaya Cemevi Yaptırma Derneği hakkındaki kapatma davasını reddeden yerel mahkeme kararını bozarak cami ve mescit dışında bir yerin ibadethane olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığına karar verdi.

Bu kararın verilmesinden hemen sonra da 29 Temmuz’da Malatya’nın Sürgü Beldesi’nde bir alevi vatandaşın evi gerici bir güruh tarafından saldırıya uğradı.

Son bir hafta içinde Alevilerle ilgili alınan yargısal karar ve yaşanan saldırı bir tesadüften ibaret değil. AB-D Emperyalizminin 1945’lerden beri uyguladığı “Yeşil Kuşak” projesiyle ülkemizde palazlanan Tefeci-Bezirgan Sınıfın ideolojisi Şeriatın,  “CIA İslamı’nın” yaşama geçirilmesinden kaynaklanıyor bütün bunlar.

Emperyalistler bir ülkenin en kolay yoldan sömürülmesinin o ülkenin en gerici sınıflarıyla ittifaka girilerek yapılacağını bilirler. Bu nedenle Ortaçağcı Tefeci-Bezirgan Sermayenin siyasi temsilcileri Tayyipgiller’i destekliyor AB-D Emperyalizmi. Bu ittifak kendi iktidarına uygun olarak toplumu şekillendirmek istiyor.

Ülkemizin bölünerek en kolay şekilde sömürülmesi anlamına gelen Emperyalistlerin Yeni Sevr Planı’nın hayata geçmesinin yolu da Anti-Emperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’nın tüm kazanımlarını tek tek yok etmekten geçiyor. Bu nedenle bu kazanımlardan, eksik gedik de olsa var olan, Laiklik Prensibi de tamamen ortadan kaldırılmak istenmektedir.  Ancak bu şekilde emperyalistlerin müttefiki Ortaçağcı gericilik, iktidarını ülkemizde daha da sağlamlaştıracaktır.

Laiklik ilkesini savunan ilerici akademisyenler, genç subaylar, gazeteciler, yargıçlar ve diğer unsurlar Ergenekon, Balyoz, Oda TV ve benzeri operasyonlarla susturulmuş durumdadır. Bunun sonucunda kimin neye inanacağı, nerede ibadet edeceği dahi iktidardakiler tarafından bugün daha hızlı ve pervasız bir şekilde belirlenmeye çalışılmaktadır.

Geçtiğimiz Şubat ayında da Başbakan Tayyip Dininin ve kininin davacısı olacak nesiller yetiştireceğiz.” diye bağırıyordu, partisinin İstanbul’daki gençlik toplantısında. AKP’nin 4 Mayıs’ta yapılan Kahramanmaraş İl kongresinde de şunları söyledi: “Tek millet, tek bayrak, tek din, tek devlet dedik…” Ertesi gün Adana İl kongresinde de şöyle konuştu: “Ben dört tane kırmızı çizgimizin olduğunu söyledim… Neydi o dört tane temel çizgi: bir ‘tek millet’, iki ‘tek bayrak’ dedik… Üçüncüsü, tek dindir. Dil değil, din, din…”

Kısa bir süre öncesinde de TBMM’de Cemevi açılması konusunda; Aleviliğin bir din olmadığını belirten TBMM Başkanı Cemil Çiçek, “Alevilik İslam içi bir oluşumdur. İslam dininin ibadet yeri camidir” şeklinde beyanatta bulunmuştu.

Dolayısıyla bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Tayipgiller için hedef herkesin tek bir dine sahip olduğu ve aynı yerde ibadet ettiği, toplumda başka “çatlak” seslerin çıkmadığı bir ülkedir. Onlar için ibadet ve inanç özgürlüğünün anlamı budur: herkesin Tayipgiller’in sattığı dine inanması.

İşte bu nedenle şu anda demokrasinin olmazsa olmaz unsurlarından Laiklik ilkesinin öne çıkarılması yaşamsal bir önem taşımaktadır;

Bilindiği üzere Burjuva devrimleriyle ortaya çıkan Laiklik Prensibi genel tanımıyla; devlet erkini elinde bulunduranların, belli bir din ve mezhebi tutmaktan vazgeçerek tüm din ve mezhepler karşısında tarafsız kalmaları, her dinsel inanca karşı eşit muamele yapılması ve devlet kuruluşlarıyla dinsel kuruluşların tamamen birbirinden ayrılması anlamına gelmektedir. Laik devlet anlayışında hukuk düzeni tüm dinsel kurallardan arındırılmıştır. Ayrıca laiklik, eğitimin dini yasa ve kişilerden bağının da tamamen kesilmesi anlamına gelir.

Lenin Aralık 1905’te yazdığı “Sosyalizm ve Din” başlıklı makalede; “Devletin dinle hiçbir ilgisi olmamalıdır, dini cemaatler devlet iktidarıyla bağıntılı olmamalıdır. Herkes herhangi bir dine inanmakta veya hiçbir dine inanmamakta tamamen serbest olmalıdır ve genel olarak da her sosyalist de öyledir. Vatandaşlık haklarında dini inançlarca belirlenen herhangi bir fark tamamen gayri caizdir. Resmi belgelerde vatandaşların hangi mezhebe mensup olduğunun belirtilmesine dahi son verilmelidir.” Şeklinde laiklik prensibini açıklamıştır. (İnter Yayınları, Lenin Seçme Eserler Cilt 11 s. 435 ) Bu nedenle bir Leninist prensip olarak Laiklik ilkesinin eksiksiz olarak uygulanmasını istemek biz devrimcilerin asli görevlerinden biridir.

1923 Devrimi’yle birlikte Laiklik ülkemizde de yasal düzenlemelerle getirilmeye çalışılmıştır. Saltanatın ve Halifeliğin kaldırılmasının ardından 1937 yılında 1924 Anayasasında değişiklik yapılarak Laiklik ilkesi Anayasaya eklenmiştir. Ancak buna rağmen modern Finans-Kapital Sermayesinin Ortaçağcı Tefeci-Bezirgan Sermayeyle ittifakı sonucunda hiçbir zaman Laiklik tam olarak ülkemizde uygulanamamıştır.

Yalnızca Sünni-İslam inancına hizmet etmek üzere 1924 yılında kurulan ve merkezi bütçeden giderleri karşılanan Diyanet İşleri Başkanlığı, zorunlu ve seçmeli din dersleri uygulaması, kimlik belgesinde din hanesinin olması, imam-hatip okullarının yaygınlaştırılması, yalnızca camilerin ibadethane olarak kabul edilmesi; bunların elektrik ve su gibi giderlerinin devlet tarafından karşılanması gibi uygulamaların olması, Laikliğin ülkemizde sözde kaldığının göstergelerindendir.

Son olarak Yargıtay’ın Cemevleriyle ilgili verdiği karar da laikliğin artık yargı kararlarıyla da açıkça ihlali anlamına gelmektedir. Çünkü Yargıtay 7. Hukuk Dairesi verdiği kararda yalnızca Sünni İslam anlayışını din olarak görmüş, bunun dışındaki dini tercihleri yok saymıştır. Bu karara göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti, ibadethane olarak yalnızca Camileri belirlemiştir.

Oysa Laiklik, devletin her dini anlayışa eşit mesafede bulunmasıdır. Tek bir dini inancın mabedinin kabul edilmesi, diğerlerinin yok sayılması ve ibadethane açmak isteyen bir derneğin de kapatılmaya çalışılması din ve vicdan özgürlüğü kuralının ihlal edilmesi anlamına gelir. Ayrıca insanların merkezi bütçe aracılığıyla inanmadığı ve ritüellerine katılmadığı bir dinin giderlerine ortak edilmesi hangi vicdanî, etik anlayışla açıklanabilir?

İşin ilginç yanı Yargıtay aldığı kararının gerekçesini İnkılap Kanunlarından 677 Sayılı Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Hakkında Kanunla ve Anayasa’da belirtilen Laiklik ilkesine dayandırmaktadır. Oysa bu konuda bir çifte standardın uygulandığı açıkça ortadadır. Ülkemizde yasak olmasına rağmen tarikat şeyhleri cübbeleriyle her gün televizyonlarda boy göstermektedir. Cemaat liderleri açıktan müritlerine talimat vermektedir. Tarikat okulları, Kur’an kursları yüz binlerce genci afyonlamaya devam etmektedir. Her biri gencecik beyinleri kafadan silahsızlandırma merkezi olan bu örümcek yuvaları, topluma şirin gösterebilmek için STK (Sivil Toplum Kuruluşu) olarak adlandırılmaktadır. Artık herhangi bir tarikatla bağlantısı olmayan polis, hâkim, savcı, kaymakam gibi bürokrata rastlamak mümkün değildir. Buna rağmen kendi ibadetini devletçe belirlenen yerin dışında yapmak isteyen kişiler engellenirken belirli bir tarikatın, inancın mensuplarının önü açılmaktadır. İşin ilginç yanı Savcı İlhan Cihaner olayında olduğu gibi yasadışı faaliyet gösteren tarikatların üzerine giden gazeteciler, yargıçlar ve kamu görevlileri de yargı gücünü elinde bulunduranlarca engellenmekte, cezalandırılmaktadır.

Oysa efendileri AB-D Emperyalistleri karşısında süt dökmüş kedi gibiler. Onların dinine mensup tüm azınlıklar, Kilisesinde, Havrasında, Sinegogunda çekinmeden ibadetlerini yapabilmektedirler. Biz elbette her türden azınlığın kendi inancını yaşamasını ve ibadetini özgürce etmesini savunuruz. Fakat Türkiye’de bugün yaşanan bu değildir. Emperyalistlerin Türkiye’ye ilişkin politikalarıyla uyumlu, onlarla dayanışarak yoğun bir misyonerlik faaliyeti sürdürmektedirler. Bizim karşı dolduğumuz budur. Anadolu’nun birçok yerinde apartman kiliselerde misyonerlik faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Patrikhane vb. örgütlenmelerle ülkenin iç ve dış siyasetine açıktan müdahale etmekte ve açıktan Tayyipgiller’e destek sunmaktadırlar. Fakat Alevi yurttaşlarımızın ibadethaneleri olan Cemevlerini, “kamu arazisine yapıldığı” gerekçesiyle yıktırmaktalar, elektriğini, suyunu kestirmektedirler.

Kısacası Tayyipgiller’in, emperyalizme hizmet için oluşturulmuş CIA İslamına tabi olmayanlar için din ve vicdan hürriyeti artık yoktur. İnsanların neye inanacaklarını ve nerede ibadet edeceklerini artık Ortaçağcı ve Amerikancı güçler belirlemeye çalışmaktadır. Ya Yargıtay kararında olduğu gibi yasalar gerekçe gösterilerek veya Malatya’da olduğu gibi “kindar nesillerce” şiddet uygulanarak insanlar inançları konusunda baskı altına alınmaktadır.

Bu nedenle gerçek din ve vicdan hürriyeti bugün emperyalizme ve onun yarattığı dine (Amerikancı İslama) ve din tüccarlarına karşı mücadeleden geçmektedir. İlkel Komünal gelenekleri hâlâ içerisinde barındıran Alevi inancının da, diğer dinî ve vicdanî kanaatlerin de özgürce, eşit bir şekilde yaşanmasının yolu Laiklik ilkesinin gerçek anlamda hayata geçirilmesinde yatmaktadır. Parti’mizin programında da belirtildiği üzere, her türlü manevi sömürü ancak bu şekilde ortadan kalkacaktır.

Bu prensibin hakkıyla uygulanacağı Demokratik Halk İktidarında; Her yurttaş, yer, içerken olduğu gibi, dinî ve manevî ihtiyaçlarını giderirken devlet ya da şahıs karışmasına uğramayacaktır. Ancak din, insanlarımızın özel hayatı içinde kalan bir konu olacak ve kamu düzeni, aklın, bilimin ve insanî değerlerin kaynaklık ettiği kurallarla sağlanacaktır. 31/07/2012


Halkın Kurtuluş Partisi

Genel Merkezi