Kaçak Saraylı Reis ve AKP’giller için din alıp satmak hava gibi, su gibi vazgeçilmezdir

din-somurusu_hkpKaçak Saraylı Reis ve AKP’giller için din alıp satmak hava gibi, su gibi vazgeçilmezdir

Çünkü adamlar tüm siyasi varlıklarını buna borçludurlar. Yoksa bunların başka bir marifeti yok, başka bir özelliği, herhangi bir olumlu yönü yok. Halka yarar hiçbir işleri yok.

Üstelik de bunlar, hep söylediğimiz gibi, hem ABD yapımıdır, hem de o emperyalist çakal haydutlarının yerel hizmetkarlarıdır.

İşte bu sebepten, bunların siyasi varlıkları açısından din alıp satmak, yani din sömürüsü yapmak, insanları Allah’la aldatmak hava, su kadar elzemdir. Ancak bu sayede bilinçsiz, yoksul insanlarımızı kandırabiliyorlar, peşlerine takabiliyorlar, oylarını alabiliyorlar ve iktidarları ele geçirebiliyorlar. Dikkat edelim, bu aşağılık işi, 8’inci Yüzyılda yaşamış namuslu islam alimi Abdullah Bin Mübarek’in de çok haklı olarak işaret ettiği gibi, insanların en alçaklarına özgü olan; “din kisvesi altında siyaset yapmak, dünya menfaati sağlamak” işinde en ileri giden, o işi en iyi beceren sandıktan da en çok oyu alan oluyor.

Çünkü Sümerler çağından bu yana insanlığa kan kusturan ve Asur kervanlarının Kayseri’ye ulaşmasıyla birlikte geniş Anadolu topraklarına adım adım yayılan ve kökleşen insan düşmanı asalak ve vurguncu; üretimle hiç ilgisi olmayan, üreticilerle tüketiciler arasında aracılık ederek fahiş kâr sağlayan ve insanları borçlandırarak hayasızca faiz alan Antika Tefeci-Bezirgan Sermaye Sınıfı bugün bile bütün dişleri ve tırnaklarıyla sömürü-vurgun avadanlıklarıyla capcanlı bir şekilde varlığını sürdürmektedir. İşte bu Antika Sermaye’nin siyasi ideolojisi hep din olmuştur, yani o da Muaviye-Yezid çağından bu yana hep insanları Allah’la aldatarak kral, sultan, şah, padişah olmuştur; saraylar, köşkler kurmuştur ve insanları sağmal sürüler gibi kullanmıştır.

Daha önce de söylediğimiz gibi, 1923 Burjuva Devrimi, bu aşağılık vurguncu sınıfı temizlemedi, kökünü kazımadı; tersine onunla ittifaka girdi. Sadece ona üstyapıda sınırlamalar getirdi, onun açıktan din sömürüsü yapmasını yasakladı, yani “Tevhid-i Tedrisat Kanunu”yla eğitim birliğini sağladı. Tekkeleri, zaviyeleri kapattı, tarikat örgütlenmelerini kanunla yasakladı. Bunun dışında halkımızın inanışına, ibadetine, dinine, diyanetine zerrece sınırlama-kısıtlama getirmedi, herhangi bir baskı uygulamadı.

Toplumu kısmen de olsa laik sistem çerçevesinde yeniden örgütledi, yani dinle devletin ilişiğini, görünüşte de olsa, kesti.

Fakat Ortaçağcı Şeriatçılık’ın dayandığı sosyal sınıf ortadan kaldırılmadığı için tarikatçılık da, cemaatçilik de, Yezid dinciliği de gizli gizli örgütlenmesini ve çalışmasını sürdürdü.

Kendi siyasi ideolojisine getirilen yasağı dinsizlik ve din düşmanlığı olarak tanımladı ve bunun en azgın biçimde propagandasını yaptı, yeraltındaki tarikat yuvalarında. Çünkü onun halkın inancı, ibadeti falan umrunda değil. Onun tek derdi, kendi sömürü ve vurgununu maskeleme amacıyla kullandığı Allah’la aldatma aracının elinden alınmasıdır.

Tabiî Tefeci-Bezirgan’la kaynaşık Finans-Kapitalistler egemen zümresi de bunlara karşı ciddi, tutarlı, bilimli bir mücadele yürütmedi. Özetçe bunlar alttan alta çalışmalarını hep sürdüregeldiler.

1950 14 Mayıs Seçimleriyle siyasi iktidarı da bütünüyle ele geçiren bu Antika-Modern İttifaklı Parababaları Partisi Demokrat Parti, Ortaçağcılığın önünü açtı. Ona getirilen yasaklar artık kağıt üzerinde kaldı. Pratikte çalışmalarını ve örgütlenmelerini aleni yürütür hale geldiler.

Başka türlü ifadelendirirsek, 1950 seçimleriyle birlikte siyasi planda da iktidarı bütünüyle ele geçirmiş oldu bu sermaye sınıfı. Daha doğrusu Tefeci-Bezirgan Sermaye Sınıfıyla Finans-Kapitalistler zümresi ittifakı.

Ordu Gençliğinin iktidar üzerindeki etkisi bitmişti artık. Fakat ordu içinde bulunan devrimci gelenekli, Mustafa Kemal gelenekli genç askerler bu Amerikancı satılmış iktidara ancak 10 yıl tahammül gösterebildiler. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi ile bu vurguncu hain Demokrat Parti İktidarı’nı – Bayar Menderes İktidarı’nı alaşağı ettiler. Fakat bunların da siyasi bir projeleri yoktu, sadece mevcut vurguncu iktidara yönelik tepki ile harekete geçmişler, vuruş yapmışlardı. Deneyimli sömürgen Parababaları kısa sürede bu genç, bilinçsiz devrimci askerleri de nötralize etmeyi becerdi. Çünkü binlerce yıllık sömürü ve vurgun sürecinin deneyimi vardı onlarda. Kısa süre sonra yeniden iktidarı ele geçirdiler. Bildiğimiz gibi, 1965 yılı Süleyman Demirel başkanlığındaki Amerikancı Parababaları Partisi – Adalet Partisi yeniden iktidarı ele geçirdi. O günden bu yana da bu Amerikancı din tüccarı, vurguncu partilerin iktidarları birbirini takip edip geldi. Bunlardan biri indi, yerine diğeri geldi.

Tabiî bu arada tüm tarikatlar alabildiğine çalıştılar, geliştiler, örgütlendiler, güçlendiler. Milyonları bulan cahil, yoksul insanımızı kandırarak peşlerine taktılar. Ortaçağ örümcek yuvalarına bağladılar onları. Ki bunların her biri birer yılan yuvasından farksızdı.

Bunların içinde en fantastik, renkli din yorumuna sahip ve ABD Emperyalistleriyle en yakın ilişkileri kurmuş olan Nurculuk ve onun Said-i Nursi’den sonraki önderi, şeyhi Fetullah Gülen’e bağlı olan tarikat hepsinin önüne geçti. Zekaca zaten hepsinden öndeydi Fetullah Gülen. Ayrıca da olağanüstü çalışkandı. Muaviye – Yezid’den bu yana sahte dinin yani Kur’an ve Hazreti Muhammed’le hiç ilgisi bulunmayan sahte islamın tüm külliyatını, mevzuatını okumuş, kavramıştı.

Sistematik düşünmeden yoksun bazı sözde aydınlar, Pensilvanyalı İmam’ın bir meczup olduğunu öne sürüyorlar. Bu zavallıca bir suçlamadır, cehaletten başka hiçbir şeyi ortaya koymaz.

Bizce tam tersine, Pensilvanyalı İmam şu anda bile son derece sistematik düşünebilen, konuşmalarının tüm içeriği, bütünüyle hedef kitlesini kuşatan, onları olağanüstü etkileyen bir şeyhtir.

15 Temmuz sonrası ömrü boyunca düştüğü en zor durumda bile konuşmalarını dinleyin, videoları internet ortamında mevcuttur. Göreceksiniz ki, kendi amacı açısından son derece başarılı konuşmalardır onlar. Kurgusu, konuyu açışı, geliştirişi ve bağlayışı, mağduriyetle tehditi uyumlu bir biçimde harmanlayışı ve hitabeti son derece başarılıdır. Ortaçağcı ideolojiyle afyonlanmış, zihin hasarına uğratılmış müritlerini ve bilinçsiz insanlarımızı derinden etkiler bu videolar.

Pensilvanyalı İmam’ın tarikatının bu denli güçlenmesinin, gelişmesinin, devlet kurumları içerisinde sistemlice örgütlenmesinin, orduyu, yargıyı, polisi, MİT’i, milli eğitimi, üniversiteleri çok önemli oranda ele geçirmesinin sırrı burada yatmaktadır.

Bu nedenle, Pensilvanyalı’nın sahte islamdan oluşan siyasi ideolojisini ancak iki üç ilahiyatçı eleştirebilmiştir bu güne dek. Tabiî onlarınki de -dinin özünü yani Kur’an’ın ruhunu, ekonomik, sosyal, siyasi sistemini tam anlamıyla kavrayamadıkları için- eksik kalmıştır. Onun ideolojisini tutarlı biçimde ancak biz gerçek devrimciler eleştirebilmişizdir.

Değişik yazı ve konuşmalarımızda yaptık bu eleştirileri. Yoldaşlarımız ve bizleri ciddiyetle izleyen arkadaşlar sanırız okumuştur eleştirilerimizi.

Özetçe işin bu yönüne ilişkin şöyle diyebiliriz: Fetullah Gülen Muaviye-Yezid İslamı’nı yani Sahte İslamı, çağımızın şartlarına uyarlamıştır. Bir başka deyişle CIA-Pentagon İslamı’nı yapılandırmıştır. Onun dışındaki bütün tarikatlar hep Ortaçağ’da kalmışlardır. Söylemde de, anlayışta da, kavrayışta da. Yani bin yıl önce bir tarikat şeyhi nasıl yorumlamışsa bu sahte islamı, bunlar da aynısını yapmışlardır. Yani sadece tekrardan ibaret kalmıştır yaptıkları. Oysa Pensilvanyalı onu geliştirmiş, 20’nci Yüzyıl şartlarına, dünyasına uyarlamıştır. Amerika’nın emperyalist amaçlarıyla, sistemiyle uyumlu hale getirmiştir bu islamı. İşte bu sebepten, bu denli güçlenmiş, etkili olabilmiştir.

Eğer bu özelliklere sahip olmasaydı, en önde gelen-üst düzey kadrolarının büyük çoğunluğu normalin üstünde zekaya sahip olan, özellikle de Matematik ve Fen Bilgisi’nde yüksek notlar alarak okullar, üniversiteler bitiren insanları hiç etkileyebilir miydi? Ve kendisine bu denli sadakatle bağlayabilir miydi?

Velhasıl, ne Pensilvanyalı İmam meczuptur, şaşkındır; ne de onun üst düzey kadroları.

İşte bu sebepten, Pensilvanyalı İmam’ın tarikatı polisiye tedbirlerle, vuruşlarla ortadan kaldırılamaz. Tamam, etkisizleştirilir, gelişmesi bir süreliğine durdurulabilir, bunlar olabilir. Fakat asla yok edilemez. Çünkü hem kendisi diğer tarikat şeyhlerinden çok daha zeki ve derin -sahte de olsa- dini bilgiye sahiptir, hem de onun dini sistemi diğer tüm tarikatlarınkinden daha sistematiktir, daha fantastiktir, daha cezbedicidir.

Pensilvanyalı İmam ve onun dayandığı Said-i Nursi şeyhliğindeki Nurculuk, Şeyh Şehabeddin Suhreverdi’nin (1155-1191) felsefesine, ışık ya da nur felsefesine dayanmaktadır. Bu felsefeye göre vahiy Hazret-i Muhammed ile birlikte bitmez, hep sürer, devam edegelir. Bu sebeple de hem Said-i Nursi, hem Pensilvanyalı İmam kitaplarında, kalplerine doğan bir ışık şeklinde, ya da rüyalarında söylenen ilahi kelamlar şeklinde vahiy geldiğini iddia ederler. Tabiî geçek islamla yani Hazreti Muhammed ve Kur’an İslamı’yla bu anlayışın hiç ilgisi yoktur. Böyle bir anlayış islam dışıdır Kur’an’a göre.

Konuyu uzatmamak için daha fazla ayrıntıya girmeyelim bu noktada. Tabiî Şeyh Suhreverdi’nin yaptığı sadece masumane bir din felsefesidir. Said-i Nursi ve Pensilvanyalı İmam ise onu siyasi bir ideoloji haline getiriyorlar ve devleti ele geçirerek onu toplumda egemen kılmak istiyorlar.

Geçelim…

Kaçak Saraylı Reis ve onun AKP’giller’i 1950’den bu yana iktidara gelen tüm Amerikancı Burjuva Partileri’nin yaptığı gibi bu tarikatlarla hep iç içe olmayı ve onların oy desteğini almayı hedeflemiştir. Bunda da çok başarılı olmuştur, bildiğimiz gibi. 2002’den 2013’e kadar tam 11 yıl süresince tencere kapak gibi uyum içinde, birlikte çalışmışlardır, Laik Cumhuriyet’i yıkmak için tüm bu tarikatlarla. Tabiî en güçlüleri de Pensilvanyalı İmam’ın tarikatı olduğu için devleti onunla, yani onun müritleriyle paylaşmayı tercih etmiştir. Hani artık bir siyasi terime, özdeyişe dönüştü; “Cemaatçi kardeşlerimiz bugüne kadar bizden ne istediler de vermedik?” cümlesi Kaçak Saraylı Reis’in. Laik Cumhuriyet’in işini tümden bitirebilmek için kardeş payı yapmışlar devlet kurumlarını ve üleşmişler. 2013’te iş, esas oğlanın kim olacağına gelince, yani ganimetten aslan payını kimin alacağına gelince çatallaşmış ve çıkmaza girmiş. Ardından kavga, gürültü, yaygara, şamata ve geçen 15 Temmuz’da da kanlı bir hesaplaşma gelmiş.

Şimdi Kaçak Saraylı, Pensilvanyalı’ya 11 yıldan bu yana verdiklerini geri alma uğraşında. Bütünüyle kendine bağladığı yargı, polis ve askeriyle alabildiğine acımasız bir biçimde bu işi yapmakta.

Tabiî Pensilvanyalı’nın kadroları devlet kadrolarının neredeyse yarıya yakınını oluşturur hale gelmiş. Geçen 15 Temmuz hesaplaşmasında gördüğümüz gibi. Ordudaki 300 generalin 150’si Fetullahçı çıkıyor değil mi? İşte gerisini var siz düşünün.

Şimdi Pensilvanyalı’nın kadroları temizleniyor ya devlet içinden, onun yarattığı bir boşluk var.

Onu neyle dolduracak?

Diğer tarikat müritleriyle, ki onu yapıyor şu anda da. Devlete yeni alınacak kadroların sözlü sınavında, yani mülakatında sorulan sorulara bakarsanız sadece dincilik ve Tayyipçilik arandığını görürsünüz. Bu iki kritere sahip olan, en güvenilir, en değerli eleman oluyor onların gözünde.

Pensilvanyalı’nın müritlerine yönelik Tayyip’in bu denli acımasız gidişi tabiî ister istemez diğer tarikat mensuplarında da bir tedirginlik, bir küskünlük ve olumsuz bir tepki doğurmuş oluyor. Çünkü hepsinin ortak paydası: Laik Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığı ve din devleti amaçlamaları. Yani hepsi aynı yolun yolcusu. Tarikatlar kendi yordamlarınca gidiyorlar o amaca, yani din devleti kurma amacına, Kaçak Saraylı ve onun AKP’giller’i de siyasi parti mücadelesi yoluyla yürüyorlar hedeflerine. Sadece çıkış noktaları farklı, ideolojileri ve amaçlarıysa birebir aynıdır bunların.

Kaçak Saraylı’nın ve AKP’giller’in Pensilvanyalı’nın tarikatının haricindeki tarikatları bir şekilde memnun etmesi, onların gönlünü alıp kendine sıkıca bağlaması gerekiyor, iktidarının sürmesi açısından. İşte onun için onların kadrolarını devlete yerleştiriyor.

Ayrıca da onlara bir iyilikte daha bulunmak istiyor. Bunu da AKP’giller’in Başbakan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Kurtulmuş Numan açıklıyor. Şöyle diyor iki gün önce:

“Şöyle bir düşünelim. Camilerimiz gerçekten arınma yerleri mi? Camilerimiz gerçekten cem etme yerleri mi? Açık söyleyeyim. Eğer camilerimiz tam manasıyla bütün milleti, cemaati toplama yeri olsaydı; insanları çeken bir yer olsaydı birtakım insanları toplamak için FETÖ benzeri sahte örgütlere ihtiyaç kalmayacaktı. Cami 78 milyonun, 1.5 milyar İslam aleminin toplanma yeri gerçekten olsaydı birtakım sahte yerlerin Müslüman toplulukların içerisinden bir kısmını oluşturarak, ayrıştırarak, başka cemaatleri, kapalı cemaatleri kurma yeri olmayacaktı. Herkese açık olan bu müesseselerimiz bu fonksiyonlarını görmezse o zaman birtakım gizli örgütler, birtakım din adına kapalı cemaatler, adına cemaat de demeyelim, kapalı birtakım örgütler ortaya çıkıyor ve ümmetin çoğunluğundan farklı olarak gizli birtakım yapılanmalar ortaya çıkıyor. Bunu önlemenin yolu da kapısı herkese açık olan camileri, dergahları, medreseleri yeniden inşa etmektir.” (http://www.abcgazetesi.com/kurtulmus-dergahlar-ve-medreseler-yeniden-insa-edilmeli-29585h.htm )

Bu satırları okuyunca insan gerçekten; “demagojinin bu kadar düzeysizi, bu kadar iğrenci de olabilirmiş”, diye üzülüyor insanlık adına. Yukarıdaki satırlara inansanız dersiniz ki; “Ya demek ki camiler herkese kapalıymış be, her isteyen gelemiyormuş camilere meğerse, o yüzden adamlar gitmiş gizli tarikat örgütlenmelerine girişmişler. Başka çareleri kalmamış, ne yapsın adamlar? Eğer camilere herkes gelebilseymiş; orada cem olunacakmış, birleşilecekmiş, 15 Temmuz ganimet paylaşım savaşı gibi savaşlara hiç gerek kalmayacakmış.” İnsan bunları söylerken utanır, diyeceğiz ama bu adamlarda o da kalmamış ki… Çoktan yitirmişler o duyguyu, o ahlâki değeri.

Peki çözümü neymiş Kurtulmuş Hafız’ın?

Tüm tarikat yuvalarını, medreseleri yeniden yasal hale getirmekmiş. Böylece adamlar gizli çalışma gereğini duymazlarmış.

Peki ondan sonra ne olurmuş hafız?

Adamlar aleni, açık açık daha hızlı ve daha etkili bir şekilde örgütlenirler değil mi?

Nitekim 1950 sonrasında gelmiş geçmiş bütün iktidarlar bunu yaptı.

Demirel’den Turgut Özal’a, ondan Tansu Çiller’e, Bülent Ecevit’e ve Kaçak Saraylı Tayyip’e kadar onunla aynı yolda yürümeyen mi var? Aynı toplantılara katılıp, aynı fotoğraf karelerine girmeyen mi var? Yahu Pensilvanyalı İmam’a övgüler düzmeyen bir tek AKP yöneticisi gösterebilir misin sen?

Hepiniz düzdünüz de, daha önce gösterdik ya seninkini gösteriverelim bak bay Kurtulmuş hafız bir kez daha:

“Bu faaliyetlerin daha fazla arttırılmasını, daha yaygın hale getirilmesini istemek gerçekten Türkiye’de vatanseverlik görevi olarak görülmesi gerekirken ‘efendim bu faaliyet kapatılsın ya da bir süre için durdurulsun’, demeyi gerçekten anlamak, herhangi bir mantıklı açıklamasını yapmak mümkün değildir. Son derece talihsizdir. Keşke böyle bir açıklama yapılmasaydı.” (http://kurtuluspartisi.org/milleti-de-bu-kadar-ahmak-yerine-koymayin-be-pensilvanyali-imamin-ulkedeki-en-buyuk-yardim-ve-yatakcisi-kim-sensin-akpgillerdir-kimi-kandirmaya-calisiyorsun/ )

Her istediklerini de verdiniz üstelik. Övmekle yetinmedin.

Daha nasıl açık çalışılır? Bundan daha iyi açık çalışma yapılabilir mi?

Adamlar açık çalışma yapmakla kalmıyor, üstelik iktidardaki Amerikancı Burjuva Partileri de ellerinden gelen her türlü yardımı yapıyor bunlara. Tayyip’in dediği gibi, ne isterlerse veriyor.

Peki sonuç ne oluyor?

İşte 15 Temmuz’da olan. 400 civarında kandırılmış, zavallı vatan evladı canından oluyor, on binlerce asker-sivil işkencelerden geçirilip, zindanlara dolduruluyor, yüz binlerce insan işinden ekmeğinden oluyor. Böylece de yalnız onlar değil, onların uzak ve yakın ailelerini oluşturan milyonlarca insan acılara gark oluyor.

İşte bu tarikat yuvaları yüzünden, işte tümünüzün savunduğu bu Muaviye-Yezid dini yüzünden İslam alemi 1400 yıldan bu yana birbirini öldürüyor, birbirine zulmediyor.

Kaçak Saraylı’nın Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bile itiraftan geri kalamıyor: “İslam dünyasında her gün bin insan hayatını kaybediyor, hem de müslümanlar tarafından.”

Yahu laikliği ortadan çektiğin anda durum bu, ortaya çıkan cehennem bu. Kurtulmuş Numan bunu göremiyor desek, doğru olmaz. O görememezlikten değil, insanları kandırmak için öyle söylüyor, yani düpedüz demagoji yapıyor.

İslam aleminde yüzlerce tarikat var, kerameti kendinden menkul şeyh var, molla var, hoca var. Bunların her biri de kendi dışındakini müslüman saymaz.

Bu durumda ne olur?

Tabiî ki eline güç geçiren diğerlerini ortadan kaldırmaya girişir. Din savaşları alır başını gider. Bu cehennemin camiyle falan hiç ilgisi yok; islam dünyasının her yerinde herkese açık camiler var. Cami ayrı bir şey, tarikat örgütlenmesi apayrı bir şey. İki benzemezi bir araya getiriyor Kurtulmuş Numan. Dedik ya mahsus öyle yapıyor.

Peki onun aklında yatan ne?

İnsanları Allah’la aldatmak. O cahil ve yoksul bırakılmış insanlara afyon vermek, zehir vermek, uyuşturmak ve kendine bağlamak. “Bakın biz ne kadar müslümanız, işte tarikatları da medreseleri de serbest bırakıyoruz. Yasal statüye kavuşturuyoruz. Onlara açık açık çalışma imkanı sunuyoruz.” Böyle diyerek kandırmak ve her dört beş yılda bir seçim sandıkları çıktı mı ortaya, bu zavallılaştırılmış insan yığınlarını mezbahaya koşan hayvan sürüleri gibi gönül hoşluğu içinde gidip, kendi zulmedicilerine, kendi cellatlarına oy vermelerini sağlamaktır amacı.

Hep deriz ya, bunların başka hiçbir hüneri yok, tek ustalıkları din alıp satmak, din bezirganlığı yapmak. Biliyorlar bu işte siyasi rantın ne kadar büyük olduğunu. Her seferinde de hep kazançlı çıkıyorlar, o yüzden hiç ara vermiyorlar bu iğrenç, mide bulandırıcı işe.

Kurtulmuş Numan diyoruz ya, şundandır bu; biliyorsunuz bu şahıs geçmişte Molla Necmettin’in vekili olarak Saadet Partisi’nin başına getirilmişti.

Ne demişti o günlerde Kaçak Saraylı Tayyip ve Avanesi için?

Şunu:

“Saadet Partisi yerli, bu toprakların özü medeniyeti inancıdır. Toplumda oluşturulan servet toplumun tamamınındır. Ancak biz kamu siyasetini devleti asla birikim aracı olarak kullanmayacağız. Asla müsaade etmeyeceğiz. Çünkü devlet malı ile kamu malı arasındaki farkı biliriz. ‘Devletin malı deniz yemeyen başka bir şey’. Bu ne demek. Kamu zenginleşme aracı. Devlete kim bal tutarsa parmağını yalasın. Bunu neyin pahasına yoksullaşmanın adına yaparlar. Kamu kaynaklarını kullanarak zenginleşmesini asla kabul etmeyiz. Yani Harun gibi gelip Karun gibi gitmeye asla müsaade etmeyiz. Siyasetimizin bir başka özelliği ise zalimlerden başka kimseye karşı gelmeyiz…” (Milli Gazete, 12 Temmuz 2010)

İşte o günlerde böyle diyor Kurtulmuş Hafız.

Kimi hicvediyor burada? Besbelli değil mi?

Kaçak Saraylı Reis’i ve AKP’giller’i. İşin doğrusu AKP’giller için söyledikleri bütünüyle doğru. Bizim de 2002’den bu yana söyleyegeldiğimiz sözler.

Bunların karakteristiğinin bir yönü de ne demiştik?

Durup dinlenmeden kamu malı hırsızlığı yapmaları. İki trilyon doları aşkın kamu malını götürmüşlerdir, iç etmişlerdir, kendi özel kasalarına aktarmışlardır bunlar. Tabiî burada da yağlı kuyruk işin doğallığı gereği Kaçak Saraylı Reis’in olmuştur.

Kurtulmuş Hafız söylüyordu bu tür gerçekleri AKP’giller’e ilişkin. Ama baktı ki bunun bir getirisi yok, dürüstlük falan siyasi bir rant getirmiyor koştukları kulvarda. Bir: Amerika’yı arkana alacaksın. İki: Hayasızcasına kamu malı aşıracaksın ve Üç: din alıp satacaksın hiç durmamacasına. Siyasi rantı bu üçlü getiriyor.

Bunu da en iyi kim yapıyor?

Kaçak Saraylı Reis ve Avanesi.

Baktı, döktü, düşündü, bir gelecek görmedi izlediği yolda kendisi için. Ulan, dedi, en iyisi Tayyip’le uzlaşmak. Onun koltuğu altına sığınırsak, biz de kurtuluşa ereriz. Ve bunu da yaptı. Gerçekten de erdi. Artık AKP’giller iktidarda kaldığı sürece bu hafız 15-20 bin lira aylık alacaktır, yolluk molluk hariç. Üstelik de meclis dışı kalmış olsa bile gelecekte yine ömür boyu sekiz bin küsür lira ek emekli maaşı alacaktır. Bu görüneni, görünmeyeni bilemeyiz artık biz.

Kurtulmuş mu bu hafız?

Gerçekten kurtulmuş değil mi arkadaşlar?

Onlar için kurtulmak budur. Dünyalığı garantiye almak, hayasızcasına vurulan kamu malından nemalanmak.

Artık hırsızlıkmış, mırsızlıkmış boşvereceksin bunları. Halkımız boşuna dememiş meğerse “Devlet malı deniz, yemeyen domuz.” diye. Biz bu özdeyişe cahilliğimizden başlangıçta karşı çıktık, ama baktık ki karşı çıkmak yanlışmış. O yüzden işte biz de atladık o kulvara, geçtik Kaçak Saraylı’nın koltuğunun altına. İşte hikayesi budur Kurtulmuş Hafız’ın kurtulmasının.

Bunların halk, vatan, millet zerrece umurlarında değil. Varsa yoksa küp doldurmak, makam, ün, poz, koltuk ve efendileri ABD’ye hizmetkarlık. Bütün yapıp ettikleri bundan ibarettir. Bu sebepten bunlar yılan gibi kıvrılırlar, kalıptan kalıba geçerler, partiden partiye zıplarlar. Dün sövdüklerine bugün övgüler düzerler, dün övdüklerine bugün sövgüye girişirler. Yani o günkü çıkarları neyi gerektiriyorsa öyle oynarlar, her oynayışlarında da çok mahirdirler.

Belki onlarca kez söyledik ya, yine tekrarlayalım. Bunlar her şey olabilirler, ama asla laik olamazlar ve asla din sömürüsünden geri duramazlar. Siyasi varlıkları buna bağlıdır çünkü. Din sömürüsü siyasi oksijenleridir bunların. Onu bıraktıkları anda, ya da yapamadıkları anda Hollywood filmlerindeki binbir yaşındaki hortlaklar gibi, zombiler gibi alevler içinde kalır, yanıp kül olur ve yok olur giderler. Bunu çok iyi bildikleri için hiç ara vermezler din sömürüsüne.

Sizlerin de sonu gelecek Kurtulmuş Hafız.

Bugün için dünyalığı kurtardın, ama ne pahasına?

Kendin pahasına.

Üstelik de gün gelecek hesaba çekileceksin…

Halkız, haklıyız, yeneceğiz!

3.10.2016

HKP Genel Başkanı
Nurullah Ankut