İşte gerçek sebep, İşte gerçek suçlular, İşte gerçek hesap!
Türkiye, bugün içinde bulunduğu kara günlere nasıl geldi?
Bu bataklığa nasıl yuvarlandı?
Hangi sebep bu felaket sonucu yarattı?
Kim bunun suçluları?
Ve bu hesap nasıl sonuçlanacak, nasıl kapanacak?
Bu soruları tek tek ele alıp, hiçbir duygusallığa ve önyargıya yer vermeden, soğukkanlılıkla incelemeliyiz. Düşünmeliyiz, cevaplarını ve gerçek sebeplerini bulmalıyız.
Daha önce de söylemiştik; “Batı” dediğimiz ABD ve AB’den oluşan dünya, bizim 1071 Malazgirt Zaferi’mizi ve onun sonucu olarak Anadolu’ya gelip, yerleşip yurt edinmemizi; buradan hareketle üç kıtaya yayılan, tahminen 20 milyon kilometrekareyi bulan koca bir imparatorluk kurmamızı; Batı’da, Avrupa da Otranto’ya, Viyana kapılarına kadar uzanan coğrafyayı ele geçirmemizi asla hazmetmemiştir, hazmedememiştir. Bunun hesabını yazmıştır belleğinin en kolay hatırlanıveren bölgesine. Ve hep bunun hesabını sormanın, intikamını almanın peşinde olmuştur, özlemini duymuştur, rüyasını görmüştür.
Osmanlı’nın, derebeyliğin batağına saplanıp çürümesi üzerine, artık zamanın yani hesap vaktinin geldiğini düşünerek harekete geçmenin planlarını yapmaya başlamıştır. Bu harekât planına da “Şark Meselesinin Çözümü”, adını koymuştur.
İşte Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı, esasında bu meselenin çözümünü hayata geçirmek amacıyla ortaya konmuştur. Her bir emperyalist Batı Bloku, Çökkün Osmanlı’nın geride bırakacağı ganimetin en büyük parçasını kapmak için, kendi aralarında da acımasız, kanlı, vahşi bir hesaplaşmaya girişmişlerdir. Tabiî, bu hesaplaşmada yine en büyük kaybı Osmanlı vermiştir, insan ve coğrafya olarak. Tahminen üç milyon insanını kaybetmiştir, bu paylaşım savaşı içinde. Toprak kaybı ise, çok daha büyük boyutlardadır.
Osmanlı’yı çökerttikten sonra, “Sevr Haritası”yla paylaşım planını da yapıp, Osmanlı’ya kabul ettirmiştir, Emperyalist Batı. Yine bu haritaya göre, hangi emperyalist devletin, Osmanlı’nın hangi parçasını alacağı da belirlenmiştir.
Bu haritada, bildiğimiz gibi, Türklere bırakılan bölge; Orta Anadolu’da sadece Karadeniz’e kıyısı bulunan, tahminen 250-300 bin kilometrekarelik bir bölgeyi kaplayan kısımdı.
Fakat bildiğimiz gibi, “artık işi bitti”, sanılan Türkler, Birinci Kuvayimilliye Seferberliğini başlattılar. Mustafa Kemal’in ve silah arkadaşlarının önderliğinde girişilen Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızla onları, Çanakkale’den sonra bir kez daha yendik ve Misak-ı Millî sınırlarını kapsayan bugünkü Türkiye’yi kurduk.
Batılı Emperyalistler, bizim bu zaferimizi de asla hazmedemediler ve bunun da hesabını sormayı kafalarına koydular.
“BOP” adıyla adlandırılan harita, aslında Sevr Haritası’nın 21’inci yüzyıl koşullarına uyarlanmış halidir. Ona ilham veren, 1920’lerin Sevr’idir.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında uluslararası emperyalizmin jandarmalığını ya da ağababalığını, ABD Emperyalist Haydut Devleti, İngiltere’den devraldı.
Daha bu paylaşım savaşının bitiminden bir yıl bile geçmemişken, Türkiye’yi, dostu ve müttefiki Sovyetler Birliği’nden koparıp, emperyalistler cephesi içine aldılar. Yani kendi yörüngelerine çektiler. 1950’yle birlikte de Türkiye’deki siyasi karşıdevrimi tamamlayarak iktidara, tam Amerikancı, Bayar-Menderes Çetesi liderliğindeki Demokrat Parti’yi taşıdılar.
1946’dan itibaren karşıdevrim, yol almaya başladı. 1950 ile birlikte siyasi planda kesince iktidara geldi. Artık, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ruhu, gelenekleri, kültürü, değerleri yani Tam Bağımsızlık, Antiemperyalistlik, Yurtseverlik ve Laiklik, yavaş yavaş zayıflatılmalı, giderek eritilmeli ve sonunda da ortadan kaldırılmalıydı. Tabiî bunu yaparken, başta Mustafa Kemal ve İsmet İnönü olmak üzere, Birinci Kuvayimilliye’nin lider kadrosu da kötülenmeli, gözden düşürülmeli, saygınlıkları yok edilmeli ve sonunda şeytanlaştırılmalıydı. Yani kahramanları da ortadan kaldırılmalıydı, Türk Milletinin.
Bunu başarabilirlerse, “Yeni Sevr”i yeniden masaya koyabileceklerini, Türkleri de bu masaya oturmaya mecbur bırakabileceklerini biliyorlardı. Bunun için, ordusunu NATO’ya alarak kutsal orduyu, yarı sapık, yarı sarhoş Amerikan komutanlarının emrine soktular. Ekonomisini, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi emperyalist örgütlerin buyruğu altına soktular. Siyasetiyse zaten Demokrat Parti iktidarıyla birlikte kendilerinin elindeydi. Menderes, atayacağı Bakanlar Kurulunu oluştururken bile Amerika’nın Ankara Büyükelçiliğine soruyordu, aday kişilerin olumlu bulunup bulunmadığını. Amerika’dan onay görürse atayabiliyordu bakanlarını. Böylesine bağlıydı, efendisine bu iktidar.
Tabiî ABD, Türkiye’nin de içinde öncelikli olarak yer aldığı, tüm İslam ülkelerini kapsayacak bir “Yeşil Kuşak Projesi” oluşturdu o zaman. Bu proje sayesinde, İslam ülkelerini laiklikten, dolayısıyla da ulusal değerlerden arındıracak, onları Ortaçağ’ın karanlıklarına götürüp birer “ümmet toplumu” haline getirecekti. Tabiî böylece de, Müslüman Coğrafyada yaşayan insanların özgürce ve yaratıcı biçimde düşünmelerini ortadan kaldırmış olacaktı. Onların kafasını dini dogmalarla, hurafelerle, binlerce yıl öncesinden kalmış mitolojik fantazilerle doldurup, uyuşturacaktı. Böyle insanlardan oluşmuş toplum da ne bilim üretebilirdi, ne teknoloji. Ekonomileri de tabiî Ortaçağ’ın Basit Yeniden Üretim yönteminin uygulandığı günlerde olduğu gibi alabildiğine zayıf, cılız olurdu. O hale düşürülmüş ülkeler, onlar için artık çantada keklikti. Oralarda istedikleri gibi at oynatabilirler, sömürü ve talanlarını gönüllerince yapabilirler; kendi yoz, çürümüş emperyalist kültür ve değerleriyle bu ülke insanlarını bütünüyle Amerikanofilleştirebilirlerdi.
İşte bu projeyi uygulamaya koydu Türkiye’de de, ABD Emperyalistleri. Tarikatların, cemaatlerin, tekkelerin, Kur’an Kurslarının, İmam Hatip Okullarının önünü açtı. Ve giderek de hız verdi, bunların çalışmasına. Mevcut Amerikancı siyasi iktidarlar da, bu Ortaçağ’ın din derebeyliğine dönüşmüş yuvalarıyla, tam bir uyum içinde çalıştılar. Eşgüdümü, tabiî, ABD’nin casus örgütü CIA sağlıyordu.
Zaten, Birinci Kuvayimilliye sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti, laik olmakla birlikte, laikliği gerçek anlamıyla uygulayamadı. Çünkü tüm İslam ülkelerini kasıp kavuran Muaviye-Yezid Dininin, onu siyasi ideoloji haline getirerek benimsemiş bulunan sınıf temelini yani Tarihin ilk sömürücü sınıfı olan vurguncu, asalak Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfını ortadan kaldırmadı. Tam tersine; Birinci Kuvayimilliye yıllarında, Anadolu’da hızla yayılmaya başlayan Bolşeviklik hayranlığının yani, Komünizmin önünü kesebilemek için bu sınıfla ittifaka girdi. Böyle olunca da onu sadece dost bir güç olarak denetimi altında tuttu. Tabiî, o sınıf da bütün canlılığıyla köy, kasaba ve şehirlerimizde etkinliğini ve çapulunu sürdürdüğü için, siyasi ideolojisi olan “ümmetçilik”i de, yani Yezid Dinini de sürekli yeniden üretti. Yani Mustafa Kemalci Cumhuriyet’in laikliği, böylece sadece toplumun üst yapısında kaldı. Halkın tamamına yayılamadı, ona benimsetilemedi, kavratılamadı. Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye buna izin vermedi. Alttan alta hep laiklik, cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığını işledi, körükledi. Yani Mustafa Kemal ve Laik Cumhuriyet, Ortaçağcı İrticayı sadece baskıladı. Onu sınıf temeliyle birlikte ortadan silip süpürerek kaldıramadı. Kapitalist anlamda modern bir ekonomi kuramadı, Batı’daki gibi.
Durum böyle olduğu için, 1946 sonrası, Türkiye’nin ABD, yani emperyalistler yörüngesine savrulmasıyla birlikte, Muaviye-Yezid Dininin temel teşkil ettiği Ortaçağcı İrticanın önündeki bent yıkılmış, ortadan kaldırılmış oldu.
Bu Ortaçağcı şeriatçı örgütler; tarikatlar, cemaatler, Kur’an Kursları ve İmam Hatip Okulları, devletin, başta siyasiler gelmek üzere, tüm kademelerini ve kurumlarını (ordusunu, MİT’ini, Polis, Jandarma istihbaratını, yargısını, eğitimini, medyasını hatta ekonomisini) örümcek ağları gibi sarıp, kuşattı giderek. Hepsi de bir Ortaçağ kurumu olan bu örgütler, her yıl, başlangıçta binlerle ifade edilse de, çığ gibi artarak, 10 binlerle, 100 binlerle ifadelendirilebilecek mezunlar vermeye başladı. Ne yazık ki, bu irtica yuvalarından mezun olan gençler artık, esasında, birer Ortaçağ insanıydılar. Dünya görüşleri, değerler sistemi, hayata bakışları, bilim ve laiklik düşmanlıkları, Mustafa Kemal ve ulusal değerlere olan düşmanlıkları ve de Amerikan hayranlıklarıyla, tam da emperyalistlerin işine yarayacak, onlara hizmette kusur etmeyecek ve sınır tanımayacak insanlar haline gelmiş oluyorlardı.
Bu Ortaçağ’a doğru gidişin ve giderek ABD’nin kucağına ve onun BOP adını verdiği bataklığına savruluşun maddi finansmanını da büyük ölçüde Suudi Arabistan ve petrol zengini Arap Emirliklikleri, Şeyhlikleri, devletçikleri karşılıyordu, ellerine geçen devasa boyuttaki petrodolarlar sayesinde. Hiç alınteri akıtmaksızın elde ettikleri petrodolarların küçük bir bölümünü bu işe gönüllüce aktarıyorlardı. Tabiî böylece, kendi çağdışı iktidarlarını da korumuş oluyorlardı aynı zamanda. ABD ve onun casus örgütü planlıyordu ve yönetiyordu, işin tamamını.
Türkiye dahil, Yeşil Kuşak Ülkelerinin tamamında, siyasi iktidarlar başta gelmek üzere, artık devletin tamamı da bu Ortaçağcı gidişin içindeydi.
ABD’nin, bu işin başına getirdiği ve orada uzun yıllar görev yaptırdığı, CIA’nın Ankara İstasyon Şefi ve Ortadoğu Masası Başkanı Graham Fuller, bir röportajında şöyle itiraf eder, bu insanlık düşmanı, hainane işlerini:
“Peki bu cihatçılar sorununu başımıza ABD açmadı mı? Hatta CIA’nın Ortadoğu Masası Şefi olarak sorumlusu bizzat siz değil misiniz?
“Efendim, zannederim radikal İslam’ı, siyasal İslam’ı ilk olarak biz yaratmadık. Biz icat etmedik. Ayrıca bütün dünya radikal İslam’ı Sovyetlere karşı kullanmak istedi. Sadece ABD değil. Bütün Arap dünyası, Avrupalılar, herkes Sovyetler bir hezimete uğrasın diye yardım ettiler. Parayla, silahla… Her şekilde…
“Yeşil Kuşak ilk kimin fikriydi peki? ABD’nin değil mi?
“Soğuk Savaş zamanında Sovyetler’in güneye doğru yayılmasını önlemek içindi. Fikir herhalde bizimdi. Ama o zamanlar bütün İslam devletleri de komünizme karşı Müslümanlığın çok güçlü bir duvar olduğunu anlamışlardı.
“Türkiye’de bu fikrin en ateşli savunucusu olarak siz biliniyorsunuz?..
“Benim için şeref sayılabilir ama ben kabul etmiyorum. Tek bir kişi olarak bunu sahiplenemem. Suudi Arabistan’ın da büyük katkısı vardı. Herhalde babası ben değildim. Ama babasını kim bilir?
“CIA’nin Ortadoğu Masası Şefi sizdiniz. En azından büyük katkı size ait değil mi?
“Oldu tabii, belki bu kavram hakkında en çok konuşan bendim. Çok da haklı bir tezdi. Çok çok doğruydu. Komünizme karşı gerçek bir duvar oluyordu İslam.
“Bu yüzden siz de bölgede sürekli radikal İslam’ı pompaladınız?..
“Pompalamadık. Bizden evvel Suudi Arabistan yaptı bunu. ABD’nin Afganistan üzerindeki rolü daha büyüktü.
“Peki Türkiye’yi niye kattınız bu kuşağın içine? Tam da Türkiye’de laik bir reform oturtulmaya çalışılırken?..
“Çünkü Türkiye’de çok kuvvetli bir sol vardı. Aynı şekilde İran’da da… Hem 1950, 1960’larda hem 70’lerde… Komünizm hareketi çok kuvvetliydi. Ve Türkiye’de İslam komünizme karşı çok efektif değildi. İslam zayıf ama solculuk güçlüydü.” (http://www.kurtulusyolu.org/isid-canavarini-da-ortadogudaki-cehennemi-de-tayyipgilleri-de-9-yasindaki-cocuklarimizin-basina-dolanan-turbani-da-yaratan-ab-d-emperyalistleridir-onlarin-yesil-kusak-projesi/)
Ne kadar açık bir şekilde itiraf ediyor, namussuz ajan, yaptıkları alçakça işi, değil mi?
Sosyalizmin İslam ülkelerinde yayılmasını engellemek, antiemperyalist uyanışı engellemek ve ulusal bilinci, ulusal değerleri yok etmek hedefini taşıyordu bu Yeşil Kuşak Projesi. Başardı da, ne yazık ki. Başarılı oldu şerefsizler.
Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti gibi örgütler ve müflis kumarbaz, alkolik, insan düşmanı Necip Fazıl Kısakürek gibi, örtülü ödenekten beslenen, Amerikanofil din alıp satıcılar, “Büyük Doğu” gibi dergiler çıkardılar, yine aynı amacın savunucuları olarak. Yine Mehmet Şevket Eygi gibi, satılmış, Amerikancı Ortaçağcılar, “Bugün” gibi gazeteler çıkardılar yığınla.
Tabiî, tarikat şeyhleri, Kur’an Kursları, İmam Hatip Okulları da hep aynı amaca yönelik işlev yaptı.
Mesela; Said-i Nursi gibi tarikat şeyleri, 1950’lerde, siyasi iktidar tarafından kollandı, desteklendi. O da, karşılığını ödemekte çekimser davranmadı.
Siyasi iktidarın efendisi ABD Emperyalistlerinin, emperyalist emellerle giriştiği Kore Savaşı’nı bile hiç utanıp arlanmadan savunmuştur, Türkiye’nin vatan evlatlarının oralara gönderilerek ABD’nin çıkarları için kırdırılmasına fetva vermiştir Said-i Nursi.
Bu satılmışlar güruhu, bugün bile o ihanetlerini savunmayı sürdürürler. İşte kanıtı:
“Said-i Nursi, ehven-i şer prensibiyle anti-komünistlik adına Kore Savaşı’nı desteklemiştir. Peki ama Demokrat Parti hükûmetinin Amerika uşaklığı namına, hiç alakamızın olmadığı uzak bir diyar olan Kore’ye, Türk askerlerini göndermesi haksızlık değil mi?
“Düşmanımın düşmanı; dostumdur.” kaidesince; Türkiye’nin Kore savaşında, İslam’ın en büyük düşmanı olan komünizme karşı, Amerika bloğuna yardım etmesi, gayet yerinde ve makul bir karardır. Komünistler Amerika’yı ne kadar kapitalist blok şeklinde nitelendirse de, Amerika bloğu dinsizliğin sembolü haline gelmiş komünizm ile, ciddi bir rekabet ve mücadele içinde olmuştur. Ve bu esnada İslam ülkelerini de himayesi altına almıştır. Afganistan’ı Rusya’dan koruması buna güzel bir örnektir.
“Biz halihazırdaki konjonktür ile o dönemin Amerika’sını ve politikalarını değerlendirirsek, ciddi bir yanılgıya düşeriz. Şimdilerde Amerika bize hasım gibi gelebilir; ama o dönemde durum böyle değildi. Biz şimdiki hissiyat ile o dönemi yargılıyoruz ve bundan kendimizi tecrit edip hadiselere objektif bakamıyoruz maalesef.
“Kore Savaşı komünist blok ile karşı bloğun savaşıdır ve Türkiye yerini antikomünist bloktan yana kullanmıştır. Demokrat Partiyi Amerikan uşağı olarak görmek siyasi bir cahilliktir. Zira o dönemin şartları içinde dünya ülkeleri iki sınıfa ayrılmıştır; ya komünist, ya da antikomünist olmak durumundasın. Üçüncü bir seçenek bulunmuyor. O dönemde İslam ülkeleri gayet zayıf ve bitkin bir şekildedir, bu bloklardan birisine iltica etmeleri siyaseten kaçınılmazdır. Sığınılacak en makul blok da; Amerika’nın başını çektiği antikomünist bloktur. Bunları bilmeden emperyalist edebiyatı yapılmamalıdır.
“Hem dine insanları uyuşturan afyon nazarı ile bakan ve ateizmin tesisi için milyonlarca Müslüman ve Hıristiyan’ı kesen bir ideolojiye iltica etmek, herhalde akıl karı olmasa gerek. Komünistlerin ucuz ve bilindik siyasi jargonlarıyla meseleye bakmamak lazımdır diye düşünüyoruz. Üstad Hazretleri bu hususu şu şekilde özetliyor:
“Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”(1)
“(1) bk. Lem’alar, Yirminci Lem’a, Haşiye.” (Sorularla Risale İnternet Sitesi, http://www.sorularlarisale.com/makale/22940/said_nursi_ehven-i_ser_prensibiyle_anti-komunistlik_adina_kore_savasini_desteklemistir_peki_ama_demokrat_parti_hukumetinin_amerika_usakligi_namina_hic_alakamizin_olmadigi_uzak_bir_diyar_olan_koreye_turk_askerlerini_gondermesi_haksizlik_degil_mi.html)
İşte böyle, arkadaşlar. Bu hainler, böylesine halk düşmanıdırlar, böylesine Amerikanofildirleri, böylesine insan sefaletidirler.
Şimdi de değerli tarihçi Sinan Meydan’ın, bu Amerikanofil Ortaçağcının ihanetlerini anlattığı, aşağıdaki makalesini okuyalım:
“Türkiye, 1950’den sonra ABD çıkarları doğrultusunda “değiştirilip”, “dönüştürülmeye” başlanmıştır. Soğuk Savaş döneminde ABD’nin en büyük korkusu olan “komünizm” tehdidi ve tehlikesi, bu tehdidin burnunun dibindeki Türkiye’yi ABD için “çok stratejik” ve “çok önemli” bir ülke haline getirmiştir. Komünizm tehdidine karşı İslamı “kalkan” olarak kullanmak isteyen ABD, Türkiye ve Afganistan gibi Müslüman ülkelerin önderliğinde bir “Yeşil Kuşak” oluşturarak, Komünizmi İslamla vurmak istemiştir.
“ABD, komünizm tehlikesine karşı kalkan olarak kullanmayı düşündüğü Türkiye gibi ülkelere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kesenin ağzını açmıştır: Marşal Yardımı, Truman Doktrini, NATO’ya üyelik gibi konular bu çerçevede değerlendirilmelidir.
“Komünizme karşı İslam” stratejisiyle yola çıkan ABD, İslam ülkelerindeki “Komünizm karşıtlığını” körüklemek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Bu doğrultuda İslam ülkelerindeki “çağdaş”, “laik”, “sosyalist” yapılanmalara ve kişilere darbe vurarak, “İslamcı”, “şeriatçı” yapılanmaları ve kişileri ön plana çıkarmaya çalışmıştır. Özetle; II. Dünya Savaşı sonrasında İslam dünyasında birden bire başlayan “dincileşme” hareketlerinin arkasında, komünizmi İslamla durdurmak isteyen ABD vardır. Rus-Afgan Savaşı’nda ABD’nin Afganistan’a yardım etmesi ve Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi karşılığında ABD’nin isteğiyle NATO’ya alınması hep bu stratejinin ayaklarıdır.
“SAİD-İ NURSİ DP’Yİ DESTEKLEMEDİ Mİ?
“ABD”nin Komünizme karşı İslam” stratejisi, Türkiye’de 1950’de “dinsel bir söylemle” iktidara gelen Adnan Menderes’in Demokrat Partisi’ni (DP) ve yasaklı din adamı Said-i Nursi’yi desteklemeyi ve onlardan “yararlanmayı” gerekli kılmıştır.
“1950’de yoğun bir “dinsel söylemle” iktidara gelen DP’nin ilk politikaları da “din” alanında olmuştur. DP iktidara gelir gelmez, Atatürk döneminde Türkçeleştirilen ezanı, yeniden Arapçalaştırmıştır. Atatürk devrimlerini, “Halka mal olanlar ve olmayanlar” diye ikiye ayıran, milletvekillerine “Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diyen DP lideri Adnan Menderes, 1951’de İzmir’de, DP Kongresi’nde, şunları söylemiştir: “Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılap softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Türkiye bir Müslüman devlettir ve Müslüman kalacaktır, Müslümanlığın bütün icaplarını yerine getirecektir.”
“Menderes’in 1951 yılındaki bu sözleri, Türkiye’nin bugünlere nasıl geldiğinin çok iyi bir göstergesidir. Menderes’in, “Müslümana Müslüman propagandası” yaparak “oy uğruna” İslam dinini istismar ettiği çok açıktır. DP dönemine kadar İslamın baskı altında olduğunu söylemesi, ezanın Arapçaya çevrilmesini “Müslümanlığa dönüş” diye adlandırması ve DP’yi “İslamın bayrağı” gibi tanımlaması, bugün AKP’nin “din politikalarını” ve “din istismarını” çağrıştırmaktadır. Demek ki, “siyasal İslamcı iktidarların” ortak yönlerinden biri, aradaki zaman farkına rağmen, benzer bir “söylem” kullanmalarıdır.
“***
“1948’de 20 aya mahkûm olan Said-i Nursi, Nur talebeleriyle birlikte Afyon hapishanesine konulmuştur. O sırada hükümete başvurarak “Bolşeviklere karşı birlikte mücadele etmeyi” önermiştir:
“Beni serbest bırakınız. El birliğiyle Komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına Allah’ın birliğine hizmet edeyim.”[1]
“Said-i Nursi, DP iktidarına yedi ay kala, 20 Eylül 1949’da hapishaneden çıkmış ve 20 Kasım 1949’da Emirdağ’a sürülmüştür.
“14 Mayıs 1950 seçimlerini DP kazanınca Said-i Nursi Celal Bayar’a bir kutlama telgrafı göndermiştir:
“Cenab-ı Hak sizi İslamiyet, vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin.”[2]
“Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Said-i Nursi’nin bu telgrafına: “Samimi tebriklerinizden fevkalade mütehassis olarak teşekkürler ederim” diye, nazikçe bir cevap vermiştir.[3]
“1950’de DP tarafından serbest bırakılan Said-i Nursi, kendisine tahsis edilen bir otomobille propaganda gezilerine çıkmıştır
“DP, 1950’de iktidara gelince Said-i Nursi de Ankara’ya gelmiştir. Kendi anılarına göre Ankara Üniversitesi’nde bir konferans vermiştir. Konferansını, yerli ve yabancı profesörlerle bazı milletvekilleri izlemiştir![4]
“1950’lerin sonunda ekonomik durumun bozulmasına paralel güç kaybeden DP, “İslamı daha çok kullanmaya ve ödünler vermeye başlamıştır. 1957 seçimlerinde dinsel sloganları ağırlıklı kullanırken, Nurcularla da seçim ittifakına girmiştir. 1958’de ise yine Nurcuların anti-laik propagandalarına göz yumulurken radyodaki dini programlar artırılmıştır… Başbakan Menderes, 19 Ekim 1958’de Emirdağ’da yeşil tuğralı bayrakla ve Said-i Nursi tarafından karşılanmaktan memnuniyet duymuştur…”[5]
“Said-i Nursi, 1956’da DP’yi desteklediğini açıklayan bir “manifesto” yayınlamıştır. Bu arada Afyon Mahkemesi de Nur risalelerinin zararsız olduğuna karar vermiştir.[6]
“1950’lerde Said-i Nursi DP’yi, DP de Said-i Nursi’yi desteklemeye başlamıştır. DP milletvekili Tahsin Tola, Said-i Nursi’nin risalelerinin Latin harfleriyle basılmasını önermiş, bunun üzerine DP lideri Adnan Menderes de Diyanet idaresine talimat vermiştir. Bu talimatı alan Diyanet İşleri Başkanı A. Salih Korur: “Bu eserlerin neşredilmesi için Said-i Nursi’nin ismi kafi değil mi?” demiştir. Ve Nur Risaleleri Latin harfleriyle basılmıştır.[7]
“Said-i Nursi, 1957 seçimlerinde DP’den aday olan Senirkentli Tahsin Tola’nın desteklenmesini istemiştir.[8]
“Said-i Nursi, 27 Ekim 1957 seçimlerinde Isparta’dadır. Oy kullanmak istediğini bu nedenle seçim sandığının kendisine getirilmesini istemiştir! Sandık başkanı bu isteği reddedince yanına Zübeyir Gündüzalp’i alarak sandığa gidip göstere göstere DP’ye oy vermiştir.[9]
“Bütün bu girişimlerine karşın Said-i Nursi anılarında, “siyasete girmemiş olduğunu” iddia etmiştir. Said-i Nursi’yi parlatmak için kitap yazanlar da bu iddiadan hareketle “Said-i Nursi siyasetle ilgili değildi, hiçbir partiyi desteklememişti” demişlerdir. Ancak bu doğru değildir; yukarıda da görüldüğü gibi Said-i Nursi ayan beyan bir şekilde DP’yi desteklemiştir. Milletvekili olmamasının nedeni ise diplomasızlıktır; çünkü o zamanki yasaya göre en az ilkokul diploması sahibi olanların milletvekili olması mümkündü. Ayrıca kendisi de milletvekili olmak istememişti zaten…
“AH CEMAL KUTAY AH!
“Said-i Nursi, 1950’lerde Amerikan destekli yerli işbirlikçilerle parlatılmaya başlanmıştır. DP’nin iktidar olduğu ve “Karşı Devrimin” başladığı o yıllarda Amerikan eksenli tüm politikaları basın yayın yoluyla halka benimsetmeye çalışan gazeteci, yazar Cemal Kutay, Cengiz Özakıncı’nın deyişiyle: “Said-i Nursi’yi sindiği köşede bulup çıkarıp Amerika’nın izniyle Türk gençliğinin düşünsel önderi olarak parlatılıyordu. Çünkü Amerika, dünya üzerinde eskiden Almanya çıkarına çalışan bütün ajanları toplayıp kendi hizmetine koşmaya başlamıştı. Türkiye’de yapılan buydu”[10]
“Cemal Kutay, Said-i Nursi’yi parlatmak için yazdığı “Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı kitabında, bir taraftan Said-i Nursi’yi överken, diğer taraftan DP iktidarının isteği doğrultusunda Said-i Nursi’yi nasıl arayıp bulduğunu, nasıl ortaya çıkartıp nasıl Amerikan isteklerine uygun bir din adamı olarak tanıttığını anlatmaktadır.[11]
“Kitabında, Emirdağ’a giderek Said-i Nursi ile görüştüğünü ve elini öptüğünü yazan Cemal Kutay, yıllar sonra Emirdağ’a gitmediğini açıklayacaktır.[12] Dahası, kitabında Said-i Nursi’yi yere göğe sığdıramayan Cemal Kutay, (Mustafa Yıldırım’ın iddiasına göre) yıllar sonra bu kitabı 100 bin lira karşılığında yazdığını itiraf edecektir.[13]
“Cemal Kutay’ın tamamen Said-i Nursi’nin yazdıklarına, anılarına ve bazı başka anılara dayanarak kaleme aldığı, anılar dışında neredeyse hiçbir kaynak kullanmadığı “Çağımızda Bir Asrı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi” adlı kitabı, sonraki bütün Said-i Nursi kitaplarının “ana kaynağı” olmuştur. Prof. Şerif Mardin bile “Bediüzzaman Said-i Nursi Olayı” adlı kitabını yazarken “temel kaynak” olarak Cemal Kutay’ın bu propaganda kitabını kullanmıştır.
“Aynı Cemal Kutay’ın 12 Eylül sonrasının “ateşli Atatürkçülerinden” biri olması da çok düşündürücüdür! 12 Eylül’de “içi boşaltılan Atatürkçülüğü” topluma benimsetme görevi de yine Cemal Kutay’a verilmiştir belli ki.
“1950’lerde sadece Said-i Nursi değil, daha önce Türkiye’deki Hitler örgütlenmesinde görev alan Alman güdümlü Cevat Rıfat Atilhan da Almanya yenilince rotayı Amerika’ya doğrultmuş ve 1950’lerde Amerikan güdümlü İslam çalışmalarına katılmıştır.[14]
“Soğuk savaş döneminde Amerika’nın, kırk yıl önce Almanya için “cihat fetvası” yazan Said-i Nursi gibi İslamcılara çok ihtiyacı vardı. Amerika, bu İslamcıları şimdi de “Amerikan malı cihat fetvası” yazmaları için kullanacaktı. Cengiz Özakıncı bu geçeği, “Said-i Nursi hem eski Almancı, yeni Amerikancı, hem İslam birliği yandaşı, hem Osmanlıcı, hem Kürt, hem hilafetçi olması bakımından Amerika’nın Bullit tarafından kurallaştırılan soğuk savaş stratejisinin Türkiye’deki kanaat önderi ve ruhani lideri olup çıkmıştır.”[15] diye ifade etmiştir.
“SAİD-İ NURSİ ABD ETKİSİNE GİRMEDİ Mİ?
“Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’nda Sovyet saldırısından Kuran’ın koruduğunu ileri süren[16] Said-i Nursi’ye göre Komünistler, “serserilere ve fakirlere zenginlerin malını peşkeş çekmektedirler.”[17]
“Said-i Nursi, 1950’lerde açık bir ABD taraftarıdır. Anlaşıldığı kadarıyla İslam dünyasını kominizim tehlikesine karşı ABD’nin koruyacağını düşünmektedir.
“Şu sözler Said-i Nursi’ye aittir:
“Küre–i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslamiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükunet ve müsamaha bulacağına (barış bulacağına) karar vermesi ve yeni doğan İslam devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan müddeayı ispat ediyor, kuvvetli şahit olur.”[18] Yani, Said-i Nursi, “Dünyanın şu anki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle dini hakikatlere sahip çıktığını, Amerika’nın, Asya ve Afrika’da İslamiyetle beraber huzur ve saadet geleceğine karar verdiğini, Amerika’nın yeni doğan İslam devletlerini okşadığını ve onlarla ittifak ettiğini” bütün dünyaya ilan ediyor!
“Nursi’nin bu sözleri, bugün onun yolundan giden Fethullah Gülen’in sözlerine ve yaşam biçimine nasıl da güzel örnek oluşturuyor.
“Said-i Nursi’ye göre komünizm tehdidi nedeniyle ABD ve Avrupa, Müslümanları desteklemek zorundadır:
“… Rehber risalelerindeki Leyle-i Kadir meselesi: şimdi hem Amerika hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için şimdiki bu hükümetimizin hakiki kuvveti, hakiki Kur’an’iyeye dayanmak ve hizmet etmektir… Eskiden Hıristiyan devletleri bu İttihad-ı İslama taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için hem Amerika hem Avrupa devletleri Kur’an’a ve İttihad-ı İslama taraftar olmağa mecburdurlar…”[19]
“Said-i Nursi, anılarında DP’ye, ABD’yi desteklemesi yönünde akıl verdiğini iddia etmiştir. Necmettin Şahiner bu konuda şu bilgileri vermiştir:
“Üstad’a, Tahsin Tola geliyor. Ankara’ya gidiyormuş. Üstad: ‘Hemen git Menderes’e, İngiliz ve Fransız elçisini reddedip Amerikan elçisinin dediğini kabul etmesini söyle’ diyor. Tahsin Tola hemen gidiyor. Menderes o sırada İngiliz elçisiyle konuşuyormuş. Biraz sonra Fransız elçisi geliyor. Daha sonra Amerikan elçisi geliyor. Tahsin Tola içeri girip de Menderes’le bir türlü konuşamıyor.”[20]
“24 Şubat 1955’te ABD’nin isteğiyle Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında ortak güvenlik ve savunma kuruluşu CENTO kurulmuştur. O günlerde Said-i Nursi, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a ve Başbakan Adnan Menderes’e birer mektup göndererek komünizme karşı Hıristiyan ve İslam dünyasının birlikte hareket etmesinin iyi olduğunu belirtmiştir. [21]
“ABD’ye yaranmak için kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin oluşturulmasında ve çalışmalarında Said-i Nursi talebelerinin çok önemli katkıları vardır. Bu gerçeği Fethullah Gülen şöyle anlatmıştır:
“İsmi Ali’ydi. Bir arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Ben bir vaazdan sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Camii’nin (Erzurum) önünde toplandık. Gayemiz komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve cemiyet işlerinden anlayan bir akrabam vardı. O gelip bizi uyardı, bize yol gösterdi… Arkadaşlar da benim derneklerle bu kadar içli dışlı olmamı biraz fazla buluyorlardı. Benim hareketlerimden rahatsız oldular. ‘Bu Komünizmle Mücadele Derneği’ de nerden çıktı? Sen Nur’ları oku. Bundan iyi mücadele olmaz’ dediler. Daha sonra da ‘Meğer biz yanılmışız’ diyecekler ve Komünizmle Mücadele Derneği’ni onlar kuracaklardı.”[22]
“DP iktidar olduktan sonra Türkiye büyük bir hızla ABD etkisine girmeye başlamıştır. (Aslında Türkiye’nin ABD etkisine girme süreci İsmet İnönü döneminde, 1946 anlaşmalarıyla başlamış, 1950’den sonra DP ve Menderes döneminde bu süreç hızlanmıştır). 1950’lerde NATO’ya girmek için çırpınan Türkiye, ABD’yi memnun etmek ve bu sayede NATO’ya girmek için Kore iç savaşına asker göndermiştir.
“O günlerde Said-i Nursi de ABD’nin yanında savaşa katılmayı desteklemiştir. Hatta kendisinin de bir ordu kurup bu ordunun başında gönüllü olarak Kore’ye savaşmaya gitmek istediğini belirtmiştir:
““Hükümet Kore’ye asker gönderiyormuş, eğer bana da izin verseler, 5000 genç Nur talebelerimle gönüllü olarak komünistlerle harbetmek için ben de giderim.”[23]
“NUR’CULAR VE MOON’CULAR
“Kore Savaşı’nda ABD’nin tarafında yer alarak bu savaşa katılmak isteyen Said-i Nursi o dönemde yine ABD’nin yanında yer alan başka bir Koreli’ye çok benzer!
“Bu Koreli; ABD ile ilişkilerini geliştiren ve savaş sonrasındaki diktatörlük döneminde CIA ile işbirliği yapan “Unifiacation Church” (Birleştirme Kilisesi)’ü kuran Sun Moyung Moon’dur [24]
“Mustafa Yıldırım, “Meczup Yaratmak” adlı kitabında Sun Myung Moon yapılanmasıyla Said-i Nursi hareketinin yollarının 1980’lerin sonuna doğru kesişmiş olduğunu ve Moon’cuların Türkiye’den Nurcular’dan büyük bir destek aldığını anlatmıştır.
“Şimdi sözü Mustafa Yıldırım’a bırakalım:
“Moon öncelikle tüm Hıristiyanları birleştirerek kendisini bir tür Mesih olarak tanıtır. Adem ve Havva’nın günah işleyerek insanoğlunun kanını kirlettiğini, İsa’nın ise siyaset bilmediğinden başarılı olamadığını ileri sürer. Örgütlülük ağı geliştikçe de öteki dinden insanları yanına çekmek için ‘Mesihlik’ propagandasını yükselterek Müslümanları da birliğe çağırır; onlarla akademik, kültürel ve sonra da ticari ilişkiler ağı kurmayı başarır.
“Moon, okullar medya, kültürel örgütler, şirketler, finans kurumlarından oluşan bir model yaratır. Onun Türkiye ilişkileri içinde yer alanlar devlette önemli görevleri üstlenirler.[25] Türkiye’den giden ilahiyatçılar Moon’un okullarında ders verirler.
“Moon’un parasal-siyasal ilişkilerine temel yapmış olduğu Hıristiyanları giderek tüm dinleri birleştirme senaryosunu birtakım dinsel temalara indirgemek, asıl olanı buğular altında bırakmak olur. Ancak örgütlenme modeli son derece tutarlı ve başarılıdır. Devlete karşı durmak yerine, kişiler aracılığıyla kurumları ele geçirmek ise, en örnek alınası tarzdır.
“Yıllar sonra bu model Türkiye’de de Said-i Nursi ardıllarınca benzer biçimde kurulur. Bu modelin simgesi olan kişi de tıpkı Moon gibi ABD’ye yerleşir.
“Said-i Nursi de, Moon gibi ABD örgütlülüğünde ‘antikomünist’ mücadelenin yararını kavramış görünmekte ve ABD’yi desteklemenin gerekçesi olarak Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında dinsel bir ayrılık olmadığını, Müslümanlarla Hıristiyanların birleşmeleri gerektiğini ileri süren satırlar yazdırır:
“Ehl-i iman Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak gerekir. Çünkü küfr-ü mutlak hucum ediyor.’[26]
“Bu sıralarda ABD’de CIA’yı kurmuş ve Londra merkezli bir karşı casusluk, karşı propaganda ağı oluşturmaktadır.
“Ortadoğu ve özellikle Asya ülkelerindeki Müslümanları kendi cephesinde tutup savaşımında kullanmak amacıyla ‘komünizme karşı din’ propagandasıyla ve örgütlenmesiyle ülkeler içinde kendisine bağlı odaklar oluşturmakta ve bu odakları etkisine aldığı devlet kurumları ve işadamı çevreleriyle desteklemektedir…
“Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerin insanları Haçlı saldırılarını unutmamışlardır. Müslümanları Hıristiyanların saflarına çekmenin yolu ‘İslamiyetin, Museviliğin ve Hıristiyanlığın’ kardeşliğini ileri sürmekten geçmektedir.”[27]
“Yıldırım’ın belirttiği gibi gerçekten de ülkemizde Said-i Nursi’den “el alan” bir cemaat, Moon tipi örgütlenmiş ve Moon’la işbirliğine girmiştir.
“Söz konusu cemaatin, “devlet içinde devlet olacak” biçimde gizli ve derinden yapılanması, devlet kurumlarını ele geçirmeye çalışması, Mesih düşüncesini canlı tutması, cemaat burjuvası oluşturması, STK’lar, medya ve eğitim yoluyla toplumu biçimlendirmek istemesi, dinler arası diyalog peşinde koşması ve ABD’yle sıkı ilişkiler içinde olması, Moon tipi örgütlendiğini kanıtlamaktadır.
“İSA SİZİ KORUSUN!
“Söz konusu cemaatin, “Aksiyon” adlı dergisinin, 8 Aralık 2003 tarihli 470. sayısında Hz. İsa kapak konusu olarak işlenmiştir. Kapağında kocaman bir İsa ikonasının yer aldığı derginin içindeki yazıya, “Hıristiyan dünyası Hz. Mesih (Christ)’in doğum yıldönümünü kutlamaya hazırlanırken Müslümanlar salat ve selam getirerek Hz. İsa’ya diğer peygamberlere olduğu gibi hürmet gösteriyor. Ve iki dinin müntesipleri geçmişte oluşan önyargıları yıkarak insanlığı tehdit eden tehlikelere karşı ortak noktalarda buluşmanın yollarını arıyor.” denilerek başlanmıştır. Belli ki burada “… Ve iki dinin müntesipleri geçmişte oluşan önyargıları yıkarak insanlığı tehdit eden tehlikelere karşı ortak noktalarda buluşmanın yollarını arıyor.” denilerek, “dinler arası diyalogun” altı çizilmiştir.
“Türkiye’de “dinler arası diyalog” arayışları Said-i Nursi’yle ivme kazanmıştır. Hıristiyan-Müslüman çekişmesinin geçici olduğunu ileri süren Said-i Nursi, kavga edecek bir şey olmadığını belirtmiştir:
“Ahir zamanda İsevilerin dindarları ehl-i Kur’an’la ittifak edip müşterek düşmanları olan zendekaya (zındıklara) karşı dayanacakları gibi, şu zamanda ehl-i diyanet (dine bağlı) ve ehl-i hakikat (hakikata bağlı) değil, yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri (din önderleri) ile dahi medar-ı ihtilaf (anlaşmazlık nedenleri) noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa (geçici tartışma nedenleri) ve niza (kavga) etmeyerek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”[28]
“Yani, Said-i Nursi, Hıristiyanların dindarlarının Müslümanlarla birleşip ortak düşmanları olan “dinsizlere” karşı dayanacaklarını, dine bağlı olanların, Hıristiyan din önderleriyle kavga etmeyerek “dinsizlere” karşı birleşmek zorunda olduklarını belirtmiştir.
“Said-i Nursi’nin halefi olan Fethullah Gülen de aynı kanıdadır. Gülen, Said-i Nursi’nin Emirdağ Lahikası’ndaki görüşlerini tekrarlayarak Müslüman-Hıristiyan birlikteliğine şöyle vurgu yapmıştır:
“İslam’da ve Katolik Hıristiyanlık’ta esas olan inanç hükümlerinden başka, her iki dindeki ahlâki esaslar da denilebilir ki aynıdır. Teferruat (ayrıntı) olan tali (yan) meseleleri bir tarafa bırakalım.”[29]
“PAPA’YA RİSALE
“Dinler arası diyalog” çerçevesinde Said-i Nursi’nin risaleleri dünyanın değişik ülkelerine gönderilmiştir. Talebelerinden Selahattin Çelebi ve oğlu Nazif Çelebi, kitapları teksirle çoğaltarak dünyanın değişik ülkelerine postalamışlardır. Said-i Nursi’nin risalelerinden oluşan bir paket kitap da Vatikan’ın İstanbul temsilcisine gönderilmiştir. Oradan da Papa’ya ulaştırılmıştır. Papa’nın özel kalemi 22 Şubat 1951 tarihli kısa bir mektupla Nurculara “teşekkürlerini” bildirmiştir.[30]
“PATRİK’LE GÖRÜŞME
“Said-i Nursi sadece Katolik Hıristiyanlarla değil Ortodoks Hıristiyanlarla da iyi ilişkiler kurmaya, onlarla da yakınlaşmaya çalışmıştır. 1953 yılında talebesi Ziya Arun’u yanına alarak Fener Ortodoks Rum Patriği Athanogoras’a gitmiştir. Patriğe, “Peygamberi ve Kur’an’ı kabul ederlerse ehl-i necat (kurtuluş ehli) olacaksınız” demiştir. [31]
“Said-i Nursi’nin ve talebelerinin Papa’yla kurduğu ilişkiler meyveleri zaman içinde vermiş ve yıllar sonra Said-i Nursi’nin halefi Fethullah Gülen, Vatikan’da Papa ile görüşmüştür.
“WİLSON’A ÖVGÜ
“Said-i Nursi, sadece Papa’ya değil, “dindar” olan bütün Hıristiyan liderlere övgüler dizmiştir. Örneğin, I. Dünya Savaşı’nda ve sonrasındaki Kurtuluş Savaşı’nda Türkiye’ye yönelik yapmadıkları düşmanlığı bırakmayan Wilson, Lloyd George ve Venizolos hakkında şunları söylemiştir:
“Din-i İslamı Hıristiyan dinine kıyas edip Avrupa gibi dine lakayıd olmak pek büyük bir hatadır. Evvela: Avrupa dinine sahiptir. Başta Wilson, Lloyd George, Venizolos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerinde mutaassıp olmaları şahiddir ki, Avrupa dinine sahiptir…”[32]
“CESARETİNİZ VARSA İLİŞİNİZ!
“Said-i Nursi’nin “din eksenli” hayat görüşü, onun “din dışı” akımlara karşı “düşmanlık” beslemesine yol açmıştır. Özellikle “ateizme” ve “komünizme” karşı çok serttir. 1950’lerde CHP’ye karşı DP’yi; Rusya’ya karşı ABD’yi desteklemesinin temel nedeni bu “din eksenli” hayat görüşüdür. Atatürk devrimlerini uygulayan, laik ve çağdaş ulus devletin savunucusu CHP’ye karşı, “dinsel söylemleri” ve “uygulamaları” ön plana çıkaran DP’yi desteklerken; Sovyetlerden yayılan “din karşıtı” komanizm akımına karşı da Moon tarikatı gibi Hıristiyan tarikatların yuvalandıkları, komünizme karşı mücadele eden ABD’yi desteklemiştir. Bu sayede hem DP, hem de ABD, Said-i Nursi’den çok rahat bir şekilde yararlanmışlardır.
“Hoşgörü abidesi” ve “mazlum” olarak gösterilen Said-i Nursi, “dinsizlere” ve “düşmanlarına” karşı çok kindar ve acımasızdır.
“Şu sözler Said-i Nursi’ye aittir:
“Ey din ve avretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz! İlişirseniz, intikamım katmerli bir suretle sizden alınacağını biliniz, titreyiniz!
“Ben rahmet-i ilahiden ümit ederim ki: Mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak!
“Cesaretiniz varsa ilişiniz!
“Yapacağınız varsa göreceğiniz de var!”[33]
“Korktunuz mu?
“***
“1950’lerde, “Hükümet Kore’ye asker gönderiyormuş, eğer bana da izin verseler, 5000 genç Nur talebelerimle gönüllü olarak komünistlerle harbetmek için ben de giderim” diyerek 74 yaşında ABD için Kore’de savaşmaya can atan Said-i Nursi, nedense 1919’da, üstelik 43 yaşındayken, Anadolu’daki Türk Kurtuluş Savaşı’na katılmak için kılını bile kıpırdatmamıştır.[34]
“ Sinan Meydan
“Odatv.com
“[1] Malmisanij, Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, 2.bs, İstanbul, 1991, s. 27; Şualar, s.377.
“[2] Emirdağ Lahikası, s.280.
“[3] Necmettin Şahiner, Son Şahitler, Bediüzzaman Sid Nursi Anlatıyor, İstanbul, 1992, s.381.
“[4] Sözler, Redoks, s.747.
“[5] Necip Mirkelamoğlu, Din ve Laiklik, İstanbul, 2000, s. 513; Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 4.bs, İstanbul, 2010, s.726-727.
“[6] Mustafa Yıldırım, Meczup Yaratmak, 2bs, Ankara, 2006, s.142.
“[7] Şahiner, age, s. 413-415; Yıldırım, age, s.142,143.
“[8] Yıldırım, age, s.146.
“[9] Şahiner, age, s.415-416.
“[10] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı, Yeni Osmanlı Tuzağı, İstanbul, 2005, s. 145
“[11] Bkz. Cemal Kutay, Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı: Bediüzzaman Said-i Nursi, Yeni Asya Yay, İstanbul, 1981.
“[12] Yıldırım, age, s.23.
“[13] Age, s.66.
“[14] Özakıncı, age, s.146.
“[15] Age, s.146.
“[16] Yıldırım, age, s.126.
“[17] age, s.127.
“[18] Tarihçe– Hayat , 88, Arabi Hutba–i Şamiye Eserini tercümesi / Birinci Kelime / Haşiye, İçtima–i Reçeteler II/101.
“[19] Emirdağ Lahikası, s. 54.
“[20] Necmettin Şahiner, Hatıralarda Bediüzzaman, s.177.
“[21] Şahiner, age, s.411; Yıldırım, age, s.142.
“[22] Yıldırım, age, s.131.
“[23] Şahiner, age, s.75-78; Yıldırım, age, s.127.
“[24] Yıldırım, age, s.127.
“[25] “Moon’un en kapsamlı Türkiye atağı, “Unification Movement” gezisidir. 35 ülkeden toplanan 150 kişi New York, Kudüs, İstanbul, Roma, Yeni Delhi, Katmandu, Bangkong, Pekin, Tokyo, New York yolculuğu boyunca her kentte bir hafta kalarak işlerini gördüler! Sözde dinler arası ilişkinin amacı, Moon’un hedefine uygun olarak adam örgütlemektir. Bu o denli açıktır ki, Moon’un örgütçüsü Dr. Joseph Bettis, ‘Heyetimiz içinde yer alanlar bütün dünyada tek din olmasını amaçlıyorlar. Bu bizim ikinci turumuz. Bunu devam ettirmek istiyoruz’ dedikten sonra örgütlerin geleneksel yayılma yöntemlerine uygun bir açıklamada daha bulunuyordu: ‘Ancak tura katılanlar her yıl değişecek… Bu yıl sekiz Türk’ün de bizimle gelmesine çok memnun olduk.’ Türkiye’yi temsil edenler arasında Dünya Dinleri Gençlik Semineri’ne katılan Türk heyetinde Ahmet Davutoğlu bulunuyordu. Boğaziçi Üniversitesinin öğretim görevlisi olan Davutoğlu, masumane çalışmaların amacını şu ilginç sözlerle açıklıyordu: ‘Amerika’da kendi sahasında söz sahibi değişik dinlere mensup bir grup profesörün önderliğini yaptığı bu gezide, amaç bilfiil yaşayarak, daha açık bir ifade ile ‘gezici bir üniversite şeklinde’ dinler arasında diyalog ve fikir alışverişi temin etmektir. İlki geçen sene yapılan bu geziye Türk temsilciler bu sene katıldı. Gerek ABD’de gerekse Kudüs’te gerçekten çok değerli gözlemler yapma imkanı bulduk.” Mustafa Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, 13. bs, s. 530; Yıldırım, Meczup Yaratmak, s. 128, dipnot: 190.
“[26] Emirdağ Lahikası, 1, Redoks, 206.
“[27] Yıldırım, Meczup Yaratmak, s. 127-129.
“[28] Lem’alar, s.151.
“[29] www.fgulen.org
“[30] Şahiner, age, s.384.
“[31] Age, s.405.
“[32] Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s.312.
“[33] Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, s.774.
“[34] Bkz. (http://www.odatv.com/n.php?n=hur-adam-hurriyet-savasinda-neredeydi-0701111200)” (Sinan Meydan, http://odatv.com/hur-adam-hangi-partiliydi-1801111200.html)
Bu Ortaçağcı din sapkını, Hz. Muhammed ve Kur’an İslamı’yla zerrece ilgisi bulunmayan bu Yezid ve CIA İslamcısı, aynı zamanda da azgın bir Mustafa Kemal düşmanıdır. Görelim:
“Rivayette var ki, “âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında ‘Hâzâ kâfir’ yazılmış bulunur.”[1]
“Allahu a’lem bissavab, bunun tevili şudur ki: O Süfyan, kendi başına frenklerin serpuşunu (şapka) koyup herkese de giydirir. Fakat cebir ve kanunla tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için, inşaallah ihtida eder; daha herkes -yalnız istemeyerek- onu giymekle kâfir olmaz.
“[1] Buhari, Fiten: 26; Müslim, Fiten: 101, 102; Tirmizî, Fiten: 62; Müsned, 3:115, 211, 228, 249, 250, 5:38, 404-405, 6:139-140.
“(…)
“Rivayette vardır ki, “âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar ulûhiyet dâva edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.”[1]
“Allahu a’lem, bunun bir tevili şudur ki: Nasıl ki padişahı inkâr eden bir bedevî kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de, tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârâne serfüru ettirirler, başlarını rükûa getirirler demektir.
“[1] el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:508; İbn-i Kesîr, Nihayetü’l-Bidâye ve’n-Nihâye: 1:125, 126; Müsned, 4:20, 5:372” (Belgelerle Gerçek Tarih, http://belgelerlegercektarih.com/2012/09/07/bediuzzaman-said-i-nursinin-rh-a-deccal-islam-deccali-sufyan-calismasi-ve-m-kemal-ataturk/)
Ölümünden sonra, ondan aldığı kara bayrağı, karanlıklar sancağını bugüne dek elinde tutan Fethullah Gülen de, şeyhinin yolundadır, tüm bu konularda, bildiğimiz gibi. Hiçbir ayrılığı yoktur, şeyhinden, önderinden. Sadakatle onun yolunu izlemektedir.
Geçen yazımızda gördüğümüz gibi, Tayyip de, onun AKP’giller’i de aynen Said-i Nursi’nin yolunu izlemektedirler.
Daha önceki yazılarımızda da gösterdiğimiz gibi, Said-i Nursi’nin yolunu izleyen, sadece Pensilvanyalı İmam’la, Kaçak Saraylı İmam ve onların avaneleri değildir.
Solcuyu oynayan Selahattin Demirtaş da, Sorosçu Kemal de birer Said-i Nursi meftunudur. İsterseniz, hatırlayalım tekrar onların bu Said-i Nursi hayranlıklarını:
“İşte 1 Haziran 2015 Pazartesi günkü Zaman gazetesi… “Liderler buluşmasının konuğu olan Demirtaş” diyerek Demirtaş’ı ağırlıyor gazetesinde. İşte Zaman yöneticileriyle yan yana, yine sahte gülücükle poz veriyor Demirtaş. Uzun bir röportaj birkaç cümle aktaralım.
Demirtaş söylüyor:
“İnsan hakları mücadelesinden geliyorum. Çok uzun yıllar İslami kesimle birlikte insan hakları alanında başörtüsünde eğitim ihlali ile ilgili konularda ortak çalışma yürüttük.”
Yani açık bir şekilde, bu Ortaçağcıların tümüyle birlikte içli dışlı çalışma yürüttük, ortak çalışma yürüttük, diyor.
“Dindar bir ailede büyüdüm. Kız kardeşim başörtülüdür.” diyerek devam ediyor. Yani ben de sizinle aynı kökenden geliyorum, mesajı veriyor. Ve gelelim asıl büyük mesajına:
“Bediüzzaman (Bildiğimiz gibi Said-i Nursi taraftarları öyle derler ona, yani zamanın harikası, zamanın güzeli. – N. Ankut) külliyatını okudum diyemem. Bediüzzamanla ilgiliyim, bir sürü şeyini okudum. (Dikkat edelim yoldaşlar. – N. Ankut) Çok net bir duruşu vardır. Etkileyici bir yaşam tarzı var.” diyerek devam ediyor.
Yani böylesine övgü düzüyor. Said-i Nursi’ye.
Said-i Nursi’ye, aynı kategoride Zaman’ı ziyaret eden, Zaman’ın konuklarından olan Kılıçdaroğlu da övgü düzüyor yoldaşlar:
“Bediüzzaman’ın eserlerini yasakladılar, onun serbest bırakılması için biz uğraştık. Said-i Nursi’nin kitaplarını, Risale-i Nur yasakladılar, devlet tekeline aldılar. Anayasa mahkemesine kim gitti? CHP gitti. Bizim anlayışımızla onların anlayışındaki fark budur. İmam Hatipler asla kapanmayacak aksine oradaki çocuklar daha iyi yetişsin diye keşke bir değil iki dil öğrenseler. Bir imam ne kadar iyi yetişirse insanlar o kadar aydınlanır. İmam Hatipleri de, Diyaneti de kuran biziz niye kapatalım.” (Nurullah Ankut, 2 Temmuz Sivas Katliamı Değerlendirmesi, http://kurtuluspartisi.org/hkp-genel-baskani-nurullah-ankutun-2-temmuz-sivas-katliami-degerlendirmesi-2015/)
Gördüğümüz gibi yoldaşlar, burjuva siyasetçilerinin tamamı, Amerikan uşağıdır, hayranıdır, Ortaçağcı İrtica yandaşıdır, Said-i Nursi ve benzeri din sapkınlarının yandaşıdır, hayranıdır ve de vatan millet düşmanıdır, Laik Cumhuriyet düşmanıdır, Mustafa Kemal düşmanıdır.
Bayar-Menderes Çetesinden sonra, Demokrat Parti’nin devamı olarak kurdurulan Adalet Partisi’nin ve 12 Eylül sonrasında da yeniden kurulan Doğru Yol Partisi’nin Genel Başkanlığını yapan Süleyman Demirel de sıkı bir Said-i Nursi hayranıdır ve o da, onun yolunun yolcusudur. Bu kişi yani Morrison Süleyman da bir Amerikan devşirmesidir. ABD, bunu önce Adalet Partisi’nin başına getirir, sürpriz bir şekilde. Hep deriz ya tüm burjuva partilerinin yönetimlerini de ABD kendi elleriyle belirler diye. Neyse… 1965 yılı Genel Seçimlerindeyse ABD, Demirel’in AP’sini sandıktan birinci parti olarak çıkartır. Daha önceden bir Amerikan ajanı bizzat Ankara’ya gelerek İsmet İnönü liderliğindeki hükümeti yıktırmıştır zaten. İşte şimdi Demirel liderliğindeki AP iktidara da oturtularak ABD adına AP’siyle birlikte bir eyalet valisi gibi Türkiye’yi yönetmeye başlar. Sonradan da, birçok kez Başbakanlıklar yapacaktır, hatta Cumhurbaşkanlığı makamına bile oturtulacaktır bu satılmış.
Onun “Bediüzzaman” güzellemesini görelim aşağıda:
“Demirel: “Bediüzzaman’ın tefsiri çok değerli”
“Çeşitli kaynaklardan Kur’ân’ı okudum, öğrenmeye çalıştım. Ulaşabildiğim pek çok kaynağa baktım. Sadece merak saikasıyla, öğrenmek için baktım. Bütün bunların içerisinde merhum Bediüzzaman’ın yapmış olduğu yorum fevkalâde müstesna, çok değerli bir yer işgal eder. Benim anlayabildiğim kadarıyla.
“Demirel: “Said Nursî âlim değildir diyenin…”
“Ben Said Nursî bir âlimdir diyorum. Said Nursi, Kur’ân’ın en değerli müfessirlerinden biridir. Said Nursî âlim değildir diyenin alnını karışlarım. Said Nursi’yi âlim olarak Türkiye’de birçok kimse kabul ediyor. Dışarda kabul ediyor. Said Nursî ne demiş, ne yazmış; bilen var mı? Birtakım insanlar Said Nursi’yi takip ediyorsa, herhalde körü körüne etmiyor. Yani, otuz sene sonra 25-30 bin kişi bir mevlide gelip o hatıraya saygı gösteriyorsa, belki bunun üzerinde durmak lazım. Ben bunu şimdi söylüyor değilim. Ben bunu otuz senedir söylüyorum. 1966’da dünyanın lafını ettiler. Daha sonra da ettiler. Onların hepsine cevap verdim. Bir santim geri çekilmeyiz inandığımız şeylerden. Gelin, Said Nursî’yi sevmeyenler, anlamayanlar, alâkadar olmak istemeyenler! Olabilir. Ama bunu düşmanlığa çevirmenin de bir mânâsı yok. Aydın gönüllere ve aydın kafalara hitap ediyorum. Hiç bilmeden, neyin ne olduğunu anlamadan peşin hükümle meselenin üstüne varmaya gerek yoktur. (Köprü 1995 – Kış)” (http://www.risalehaber.com/demirel-said-nursi-alim-degildir-diyenin-237388h.htm)
Hatırlanacağı gibi, 12 Eylül sonrası ABD Emperyalistleri Turgut Özal’ı ve onun Anavatan Partisi’ni ortaya çıkardılar. Gözde hizmetkârları olarak bir süre de bunları kullandılar. Özal da aynen selefleri gibiydi. Yani o da, tarikat-cemaat hayranıydı, dostuydu. Yalnız, bunun tarikatı farklıydı. Bu, Nakşibendi Tarikatı’na bağlıydı ve doğrudan da onun bir kolu olan Fatih’teki İskenderpaşa Dergahı’nın müridiydi.
Buna rağmen, tabiî tüm din alıp satıcısı burjuva parti önderleri gibi, o da kendi bağlı olduğu tarikat olmamasına rağmen, Pensilvanyalı İmam’la ve onun tarikatıyla dosttu. Tabiî tüm tarikatlara da dosttu.
Küçük kardeşi, yine bir Amerikancı ve halk düşmanı olan Molla Necmettin’in İçişleri Bakanlıklarını yapmış Korkut Özal şöyle anlatır ağabeyi Turgut Özal’ı:
“Özal Ailesi’nin en yaşlı üyesi Korkut Özal, “Esad Coşan bizim şeyhimizdi, biz de onun talebeleri… Talebelik ömür boyu sürebiliyor tabiî” diye konuştu
“Nakşibendi dergâhı lideri Prof. Dr. Esad Coşan’ın önceki gün trafik kazasında yaşamını yitirmesiyle birlikte gözler, bu tarikatın üzerine çevrildi. Nakşibendi tarikatı, Türkiye’de çok sayıda ünlü ismi, ünlü siyasetçiyi bünyesinde barındırmasıyla tanınıyor. Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın da Nakşibendi olduğu konuşulur, annesini bu nedenle Nakşi şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun mezarının bulunduğu Süleymaniye Camii avlusuna defnettiği söylenirdi.
“Özal ailesinin en yaşlısı ve lideri durumundaki Korkut Özal, Nakşibendi dergâhı ile ilişkilerini SABAH’a anlattı:
“ESAD COŞAN ÖĞRETİCİDİR
“Bu bir manevi sisteme dahil olmak işidir. O manevi sistemin kuralları içinde sen orada manevi gelişmeni ve beslenmeni sağlarsın. Buna feyz diyorlar. Bu da manevi bir silsile ile oluyor. Burada yetkilenme keyfi değil. Bu sistem 1400 senedir çalışıyor. Erciyes dağı gibi Ağrı dağı gibi, dağlar oluşuyor. Mevlana, Yunus bu sistemin ürünüdür. Bu sistemlerle yetişmiştir. Biz oradan feyz alanlardanız. Onun üretici kısmı var bir de. İnsanlara yön veren. Onlara güzel değerler taşıyan sistem vardır. Bir de kendini güzel ahlâklı yapmak isteyen vardır. Öğreticiler yol göstericidir, öğreniciler de doğru yolda ilerlemek isteyenlerdir. Biz hep öğrenci kaldık. Öğrenciyiz. Peygamber efendimiz; ‘öğretici, öğrenici, dinleyici ve bunları sevenlerden ol’ diyor. Esad Coşan öğreticidir. İrşat makamındadır. Mürşit diyorlar ona. Yol gösterici.”
“40 SENELİK MÜNASEBET
“Korkut Özal, ağabeyi 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile Nakşibendi tarikatı arasındaki bağlantıyı da şöyle açıkladı:
“Turgut Bey, Zahit Korkut Efendi’nin sağlığında onun talebesi oldu. Onun Zahit Efendi’yle hoca-talebe münasebeti 60’lara gider. Zahit Bey 80’de öldü. Dolayısıyla Turgut Bey’in Zahit Efendi’yle münasebeti çok uzundur. Turgut Bey’in, Mehmet Zahit Efendi’den önce irşat makamında olan Abdülaziz Bektine ile de tanışıklığı vardı. Öğrenciliği döneminde. Ama bir hoca talebe münasebetinden öte bir tanıma olmuş. Fakat Mehmet Zahit Efendi’yle hoca talebe münasebeti vardı. Bunlar gönül bağlarıdır. Bu gönül bağı Esad Coşan döneminde de devam etti. Turgut Bey vefatından bir ay önce Orta Asya gezisinde Nakşibendi hazretlerinin kabrini de ziyaret etti, iki rekat namaz kıldıktan sonra ağladığını duydum.” (http://arsiv.sabah.com.tr/2001/02/06/g05.html)
Gördüğümüz gibi arkadaşlar, bunlar bir yandan Yezid İslamı’nın savunuculuğunu yaparken, bir yandan da Amerika’ya sadakatle hizmet etmekten, tabiî Türkiye halkına ve vatanına da ihanet etmekten asla geri durmuyorlar.
Yukarıdaki aktarmada adı geçen, Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku, İlahiyatçı yazar İsmail Nacar’ın anlatımına göre, şöyle demiş bir kitabında:
“Eğer şeyh, iktidarsızlığa düşerse, eşini müritlerinden birine sunabilir.”
İsmail Nacar, 1990’lı yıllarda, Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı rezaletlerinin, ahlâksızlıklarının, namussuzluklarının ortaya döküldüğü günlerde söylemişti bunu, bir TV programında…
Düşünebiliyor musunuz, savunulan ahlâksızlığın boyutunu?..
İnsan ister istemez, “Şeytan bile bunlardan bin defa daha ahlâklıdır.”, demekten kendini alamıyor. Bunlar insanlıktan çıkmış. Birer insan sefaletine dönüşmüş.
İsmail Nacar da çok haklı olarak tüm tarikatlar için “birer yılan yuvasıdır”, belirlemesinde bulunuyordu. Gerçekten de öyle…
Cahil, saf insanlarımızı, bu yılan yuvalarına çekip Allah’la aldatıp, sonra da kendilerine benzetiyorlar, insanlıktan çıkarıyorlar.
İşte biz, bu sebepten hep şunu söylüyoruz; “Bunların tamamı Muaviye-Yezid İslamı’dır, CIA-Pentagon İslamı’dır. Bunların Kur’an, Hz. Muhammed ve Dört Halife İslamı’yla zerrece ilgileri yoktur.”, diye…
Türkiye’de çok açık bir biçimde dinci siyasetin şampiyonluğunu yapan Necmettin Erbakan da, hem Amerikancı, hem Muaviye-Yezid İslamı savunucusu ve hem de Mustafa Kemal ve Laik Cumhuriyet düşmanıydı. Aynı zamanda da kamu malı aşırıcısı, vurguncu ve zimmetçiydi. Hatırlanacaktır; o zamanın para birimiyle “Bosna’ya yardım amacıyla” toplanan 2 trilyon lirayı (bugünün parasıyla 2 milyon lirayı) iç etmişti. Gizlice, zimmetine geçirmişti. Öldükten sonra çocukları, bırakılan büyük mirasın bu hırsızlık paraları bölümü için de birbirlerine düştüler. Mahkemelik oldular, paylaşamadıkları için bu hırsızlama parayı. O şekilde patlamıştı iş. Yoksa, eğer kardeş kardeş paylaşabilselerdi bu vurgunu, biz de bilmemiş olacaktık, Molla Necmettin’in yaptığı bu yüz kızartıcı aşağılık işi.
Molla Necmettin’in kişi olarak hırsızladığı paradır bu iki milyon TL. Kaldı ki Bosna için toplanan yardım paralarının diğer bölümünü de Bosna’ya göndermemişler. Onu da, Molla Necmettin, kasası olan Süleyman Mercümek adına bankalara faiz karşılığı yatırtmış. Ve kendi uygun bulduğu yerlere harcatmış, o parayı da. İşte, onunla ilgili bir haber:
“İstanbul Fatih Savcılığı 21 Mayıs 1994’te Süleyman Mercümek’in hesaplarına el koyarak tüm bankalardan hesap kayıtlarını istedi. Kayıtlar incelendiğinde, Mercümek’in çeşitli bankalarda 14 ayrı döviz hesabı bulunduğu ve o zamanki değerle 16 trilyon 548 milyar 500 milyon lirayı kontrol ettiği ortaya çıktı. Bu meblağın Bosna için toplanan ancak yerine hiç ulaştırılmayan paralar olduğu iddia edildi. Faik Işık anlatıyor: “1995 genel seçimi öncesindeyiz. Bosna’da savaş devam ediyor. O zaman Avrupa’daki İHH adlı yardım kuruluşu aracılığıyla yardımlar toplanıyor. Refah Partisi olarak topladığımız paraları Erbakan Hoca’ın muteber kabul ettiği kişilere veriyoruz. Yardımların bir kısmı da elden gidiyor. Süleyman Mercümek hakkında Fatih Asliye Ceza Mahkemesi’nde yardım toplamadaki usulsüzlüklerle ilgili dava açılmış. Avukatı da o dönem Fuat Sağıroğlu’ydu. Bana bir gün gelerek, ‘Davanın son duruşması seçimlerin arefesine denk geliyor. Mahkûmiyet kararı vereceklerini duydum. Seçimlerden önce karar çıkarsa kötü olur. Erteletebilir misin davayı?’ dedi. Hakime ‘sanık Mercümek’in avukatı vekaletini bıraktı. Dosya hakkında bilgim yok. Dosyanın ertelenmesini istiyorum’ dedim. Hakim söylediklerime inanmamıştı. Ancak talebim de hukukiydi. Süre verdi ve mahkemeyi erteledi. Mercümek davası seçim sonrasına kaldı.”
“Seçimler bitmiş, dava ertelenmişti. Seçimlerden sonra ertelenen duruşma olmuş ve Süleyman Mercümek’e mahkûmiyet kararı çıkmıştı.” (http://www.milliyet.com.tr/-bosna-paralari-repo-yapildi-erbakan-in-uygun-gordugu-yerlere-harcandi-/gundem/gundemdetay/07.08.2011/1423772/default.htm)
Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’giller’in önde gelenlerinin yetiştiricisi Molla Necmettin’in ve onun partilerinin bir de “Kayıp Trilyon Davası”, diye anılan Hazine ya da kamu parasını hırsızlamaları vardır, çoğu arkadaşımızın hatırlayacağı gibi. Üstelik de, bu hırsızlıktan dolayı Molla Necmettin yargılandı ve mahkûm oldu. Yaşlılığından dolayı, ev hapsine dönüştürülerek çekiyorken mahkûmiyetini, Tayyipgiller’in çıkardığı bir afla kurtarıldı. Sicili silindi. Sonrasında yine siyasete döndü, bildiğimiz gibi. Ama artık, Amerika elini ondan çekmişti. Çünkü boynuzun kulağı geçmesi gibi, ABD yandaşlığında, halk düşmanlığında, ihanette ve kamu malı hırsızlığında Tayyip ve avanesini oluşturan AKP’giller, “Hoca”ları Molla Necmettin’i fersah fersah geçmiş, geride bırakmıştı. Üstelik de Molla Necmettin yaşlanmış, yıpranmıştı artık. Daha iyisi ve daha yenisi varken, ABD neden eskisinde ısrar etsindi?.. Etmedi ve AKP’giller’i sürdü piyasaya.
İşte, 2002’den bu yana da AKP’giller ve Büyük Reisi, ABD’ye hizmetini sürdürmekte, sadakatte kusur etmemekte ve hizmette sınır tanımamaktadır.
Demek ki arkadaşlar; 1950’den bu yana, yani Türkiye, Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın kadrolarından ve geleneklerinden kopartılıp bütünüyle Amerikan yörüngesine sokulduktan sonra, Türkiye’nin yönetimine Amerika tarafından getirilen siyasi iktidarların tamamı aynı çamurdan yoğrulmadır ve aynı yapıya sahiptir. Aynı işleve sahiptir, aynı Muaviye-Yezid İslamı’nın, CIA-Pentagon-Washington İslamı’nın savunucusudur.
Bu dönemin belirleyici özelliğini, siyasi iktidarların Amerikancılıklarıyla CIA dinciliklerinin birbiriyle hep atbaşı gitmesi oluşturmuştur.
Böylece de, Türkiye, bir taraftan kendi benliğinden kopartılıp Amerikanofilleştirilirken, bir yandan da Ortaçağ’ın karanlık dünyasına doğru santim santim çekilip götürülmüştür.
Tayyip Erdoğan’ın hayranı olduğu ve birçok kez bu hayranlığını dile getirdiği, adını caddelere, “Kültür Merkezleri”ne ve okullara verdiği “Büyük Üstad”, diye kutsadığı Şair Necip Fazıl Kısakürek de bir Amerikan işbirlikçisi ve hayranıydı. Ondan da bir alıntı yapalım:
“Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak, Amerika’nın ebedî müttefiki, Amerikalının da “Sen sensin, ben de ben” tarzında dostu olmaktır. Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak… Yoksa belâ haline getirmek değil…
“Bunu en küçük milletler yaparken biz yapamazsak hazin olur. Amerika da ancak böyle bir şahsiyete maddî ve manevî itibar biçebilir. Yoksa, gelip geçici menfaatleri bakımından alâkadar olduğu; ve bir amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasındaki perspektif içinde mütalaa ettiği kadrodan ileriye geçemeyiz.
“Dış siyasetimizde Amerikan ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını, kendimizde tecezzi kabul etmez bir şahsiyet vâhidine göre ayarlamakta, devlet ve millet çapında kalkınışımızı kuşatacak derecede büyük ve her işe hâkim bir mâna gizlidir.
“Bu mâna tâ merkezinden ele geçirildiği gün, Türk ve Amerikan bayrakları, biri şu kadar yıldızlı ve öbürü sadece ay ve yıldızlı, iki ayrı dünyanın iki ayrı ve fakat daima beraber mümessilleri halinde yan yana göndere çekilebilirler.” (Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Dergisi, 20. Sayı, 17.07.1959)
Demek ki arkadaşlar; bu Yezid ve CIA Dincilerinin tamamı, dincilikleri oranında Amerikancıdırlar da. Tabiî Amerikan işbirlikçisi hizmetkârıdırlar.
Hiçbiri, ulusal değere ve ulus bilincine sahip olmadığı için, tamamı da Ortaçağ’ın “ümmet” anlayışına sahip olduğu için; iktidar olmanın biricik yolunun Amerikancılık etmek olduğunu keşfetmişlerdir. Amerika’ya kölece hizmetkârlık edecekler, Amerika da bunları iktidara getirecek ve iktidarlarını sürdürmelerini sağlayacaktır.
Ne yazık ki halkımız ve vatanımız için, zehirlerden daha acı olan bu alışverişlerini, yapmıştır bunlar. Yerliler hizmetkârlıkta kusur etmemişler, halk düşmanlığı ve vatan satıcılıkta kusur etmemişler; ABD de bunları besleyip büyütüp iktidarlara getirmiştir, oralarda tutmuştur.
Tabiî ABD Emperyalistleri, uzun erimli düşünürler. Hedefler koyarlar kendilerine. Ve o hedefe ulaşmak için elverişli projeler yaparlar, yollar belirlerler. İşbirlikçilerini de işte bu projeleri doğrultusunda yönlendirirler, yürütürler.
Neydi ABD ve AB Emperyalistlerinin varmak istedikleri hedef?
“Yeni Sevr” ya da bugünkü adıyla “BOP”.
İşte 1950’den bu yana ABD Emperyalistleri, işbirlikçi yerli uşaklarını bu yolda yürütmektedir. O hedefine doğru Türkiye’yi, kendileriyle birlikte, sürüklemeleri için yürütmektedir bunları, oynatmaktadır bunları.
1950’den bu yana iktidarların değişmesi, işbirlikçi partilerin birinin indirilip öbürünün çıkarılması, onun belirlediği hedef ve bunlara izlettiği yol açısından hiç farklılık taşımamıştır, göstermemiştir. Çünkü bu adları farklı partilerin, bu değişik Amerikancı Parababaları partilerinin tamamı aynı toptan kesmedir ve aynı fabrikanın mamulüdür. Dolayısıyla da, aynı işleve sahiptir.
Fakat her gelen; ihanet, halk düşmanlığı ve ABD hizmetkârlığında bir öncekini geçmiştir. Yani her gelen bir öncekine göre daha hain olmuştur. İşte böyle gelinmiştir bu günlere.
Bu günlerin siyasi kadrolarını ise, namuslu şairimiz Ataol Behramoğlu’nun “Ne çok hain”, sözü anlatmaya yetebilir ancak…
Önce de söylediğimiz gibi, bunlar aslında tümüyle anayasa ve yasalar dışına düşmüş mücrimler topluluğudur. Normal siyasi oluşumlar filan değildir. O bakımdan, bunların birbirleriyle aralarındaki kavga, ne kadar silahlı, toplu, tüfekli, uçaklı ve kanlı olursa olsun, siyasi literatürde geçen “Darbe” terimiyle nitelenemez. Çünkü meşruiyetsizlikte bunların her ikisi de birbiriyle yarışır. Eğer onların bu kavgasına “darbe”, dersek, o zaman mafya hesaplaşmalarının hepsine de “darbe” dememiz gerekir.
İşte olayın bu yönünü sadece bilimin ışığında, biz gördük ve gösterdik. Ne yazık ki, bizim solcu, sosyalist, hatta komünist olma iddiası taşıyan tüm hareket ve kişiler, tıpkı burjuva siyasileri ve sosyal bilimcileri ile aynı ağzı kullandılar, aynı yerde buluştular. Bu da, onlardaki bilinç, bilim yoksunluğunu, mantık yoksunluğunu ve onun getirdiği kafa bulanıklığını ve sosyal körlüğü gösterir.
Şimdi bakalım bir defa AKP’giller’e… Bunların işlemediği, TCK’de yazılı suçlardan bir teki olsun var mıdır?
Hayır.
Savaş suçu, uluslararası suçlar dahil, yüz kızartıcı suçlar dahil işlemedikleri hiçbir suç yoktur.
Böyle bir hareketin, benzeri başka bir hareketle çarpışmaya, kapışmaya girmiş olması nasıl “darbe” terimiyle nitelenebilir?
Bu, birbirinin benzeri suç örgütleri arasındaki bir ganimet paylaşımı hesaplaşmasıdır. Başka da hiçbir şey değil.
AKP’giller’in ve Reis’lerinin nefes alır, su içer gibi yalan söylediğini ve halkımızı hep “Allah’la aldattığını” defalarca söylemiştik.
Ne dedi 15 Temmuz kapışması sonrası?
“Olayı bana eniştem haber verdi.”
Halbuki sonradan bizzat AKP’giller’in diğer mensuplarının itirafına göre, kendisine olayı haber veren, Kontrgerilla’nın Özel Örgütü MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ymiş. Yani orada bile yalan söylüyor adam.
Yine o günlerde, Meclisteki Amerikancı Dörtlü Çeteden üçünün Genel Başkanlarını, teşekkür etme bahanesiyle, Kaçak Saray’a davet etti. (Araya girelim: Adamın oturduğu Sarayı bile kaçak. Orada öyle bir Saray yapmanın kanunsuz olduğunu Danıştay, bir hükümle karara bağlamış. Ama ne dedi Mahkeme kararı sonrası bu kişi? “Ne yaparsanız yapın, o binayı yapacağım, açılışını da yapacağım, oraya da gidip oturacağım.” Yani diyor ki apaçık bir şekilde; ben kanun manun tanımam. Ben ne dersem odur, benim kanunum. Böyle bir kişinin, bir hukuk devletinde devlet adamı olabilmesinin imkanı var mı? Adam devleti yıkmış. Kendi kanunsuz devletini oluşturmuş. O sebepten orada oturabiliyor.)
O güne kadar, “Ben o Kaçak Saray’a gitmem.”, diyen Sorosçu Kemal ne yaptı?
“Tıpış tıpış” gitti.
Böyle bunlar işte…
Neyse, tören sonrası, Tayyip’e, kendisinin TRT’ye 6 yıldan bu yana yani CHP’nin başına bir kaset operasyonuyla getirilişinden bu yana ilk defa davet edildiğini, çıkarıldığını söyledi. Güya şikâyette ya da serzenişte bulundu.
Ne dedi buna karşı Tayyip?
Aynen şunu:
“Ben senin TRT’ye çıkmadığını bilmiyordum. Böyle şey mi olur? TRT, iktidara ne kadar zaman, yer ayırıyorsa, size de o kadar zaman ayırmalı.” (http://www.birgun.net/haber-detay/erdogan-dan-kilicdaroglu-na-ben-senin-trt-ye-cikmadigini-bilmiyordum-121620.html)
Onun bu sözüne sanırız, bırakalım bebeleri, eşekler bile inanmaz. Ama işte böyle… Huy edinmiş bir defa, soluk alır gibi yalan söylemeyi.
Yine, Yenikapı’da miting yaptı, değil mi, geçen Pazar?
Sorosçu Kemal’le Kontrgerilla Partisi Başkanı Bahçeli’yi de de çağırdı oraya. Aslında, bunları oraya çağırması da, bunların kendisine tam olarak biat etmelerini ve biatlarını pekiştirmelerini sağlama amacına yönelikti. Dikkat edersek; bu ikisi sadece figüranlık yaptı orada. Baş aktör Tayyip’ti. Onun ve AKP’giller’in şovuydu bu miting.
Böylece de Tayyip, dünya kamuoyu önünde düştüğü yalnızlaşmanın görünümünden kurtulmuş olacaktı. Bakın, Meclisin üç partisi de benimle birlikte “bizim demokrasiyi kurtardığımızı” onaylıyor. Yani, Türkiye’de Parlamenter Demokrasi işliyor. Bunu demek istemişti, Batı kamuoyuna.
Amerikancı diğer iki partiyi getirdi bu gösterisine. Bunda başarılı oldu. Fakat dünya kamuoyunu kandırma konusunda başarılı olduğunu sanmıyoruz.
Bazı yoldaşlarımızın, dünyanın her yerinden Facebook arkadaşları var. 15 Temmuz sonrası yaşananların oralardan nasıl göründüğünü sorunca yoldaşlarımız, İngilteresinden Latin Amerikasına kadar her yerdeki kişiler, aynı ortak kanıyı belirtiyorlar: “Türkiye, çok korkutucu bir ülke oldu artık.”, diyorlar.
Hatta, İngiltere’deki içtenlikli bir genç, yoldaşımıza; “Buraya gelip istediğin sürece kalabilirsin.”, diyor.
Yani böylesine korkunç görünüyor Türkiye, dışarıdan.
Tabiî insanlar, Türkiye’de bir hukuk devletinin olmadığını kesince görüyorlar. Türkiye’de AKP’giller’in ve onun Reis’inin, hukuk, kanun tanımaz bir Sultanlık kurduğunu apaçık bir biçimde görüyorlar. Gerçek de budur zaten…
Yenikapı’da “miting” adı altında gösteri yaptı, dedik ya… Aslında, o yer de tıpkı Kaçak Saray gibi kaçak. Kanun dışı. Mahkeme, orada Marmara Denizi’nin doğal yapısının bozulduğunu ve onun eski haline döndürülmesinin gerekli olduğunu belirten karar vermiş. Türkiye’de hukuk devleti olmuş olsa, oranın derhal yıkılıp Marmara Denizi’nin doğal yapısının yeniden oluşturulması gerekir. Ama nerede…
06 Ağustos tarihli Cumhuriyet’te, köşesinde şöyle yazar, Çiğdem Toker:
“Yenikapı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “CHP demek kirlilik, yolsuzluk, çöp, susuzluk demektir” dediği yerin adıdır.
“Yenikapı, Erdoğan’ın gerçekdışılığı defalarca anlatılıp belgelenmesine karşın, ana muhalefet partisi liderini SSK Genel Müdürlüğü dönemi üzerinden itibarsızlaştırma politikasını tekrarladığı yerdir.
“Erdoğan, Yenikapı’da kendisini izleyen milyonlara “Ey Kılıçdaroğlu, senin SSK döneminde nelerin olduğunu biliyoruz” demiştir. Yenikapı Miting Alanı hukuka aykırı bir mekândır. Yapılmadan önce, 1 No’lu Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun, “siluet ve topografya” itirazı dikkate alınmamıştır. Deniz Yenikapı’da yarım milyon metrekare doldurulmuştur. Hem siyaset hem ticaret odaklı bu projede, İstanbul’daki diğer projelerden çıkan hafriyat kullanılmış; miting ve gösteriler uğruna Marmara Denizi haritası değişmiştir.
“Koruma Kurulu’nun itirazı, TMMOB’ye bağlı, Şehir Plancıları, Mimarlar ve Mühendisler Odası’nın açtığı davalar, seyri değiştirmemiştir.
“***
“Türkiye bir hukuk devleti olsa, Yenikapı Miting Alanı’nın şu anda yıkılıyor olması gerekirdi. İstanbul 6. İdare Mahkemesi, tarihi yarımadanın bozulduğu gerekçesiyle açılan davada Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırladığı imar planlarını iptal etti. (3 Haziran tarihli Rıfat Doğan imzalı haberin linki: http://www.diken.com. tr/tarihi-yarimadanin-seklini-bozmustu-yenikapi-dolgu-alani-plansiz-kaldi/
“İptal kararlarının gereği ne yapılacağı bellidir. İşlemden doğan sonuçların ortadan kaldırılması gerekir. Yarın demokrasi talep edilecek miting, hukuka aykırı olarak yapılmış bir yerde yapılacaktır. Miting düzenleyenlerin hukuk devletini ne kadar önemsediği buradan bile bellidir.
“***
“Erdoğan Yenikapı’da Kılıçdaroğlu’nu görmek isterken amacı kredibilite devşirmekti.” (Çiğdem Toker, Cumhuriyet Gazetesi, 06 Ağustos 2016, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/580161/Yenikapi_ya_dolgu.html)
Dedik ya; adam hukuksuzluğu, kanunsuzluğu davranış kalıbı haline getirmiş.
Bir de ne diyor?
“Cumhurbaşkanıyım.”
Hayır, değil. Cumhurbaşkanlığı için seçilme yeterliliğine sahip değil. Çünkü artık herkes bilmektedir ki, Cuumhurbaşkanı seçilebilmek için mecburi olan 4 yıllık Fakülte bitirmiş olmak durumu söz konusu değil, Tayyip Erdoğan için. Bugüne dek, böyle bir diploma gösteremedi.
Ne dedi?
“1981’de Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesini bitirdim.”
Oysa, Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi 1982 yılında kuruluyor. Durum bu kadar net, kesin, açık. Ama Türkiye hukuk devleti olmadığı için, “Ben dedim, öyleyse bu böyledir.” Durumu geçerli oluyor, malesef.
İnsan aklı, müthiş bir güç. Tabiî, özgürce, aydınlıkça düşünebilmek kaydıyla… Geçenlerde şöyle bir caps gözümüze çarptı, internet ortamında. Benim, bu karanlık günlerde de yaşıyor olsak, gülmemi sağladı. Sanırım sizi de güldürür.
Yine hep diyoruz ya, arkadaşlar; bunlardaki Birinci Kuvayimilliye, Laik Cumhuriyet ve Mustafa Kemal düşmanlığı asla bitmez. Bu düşmanlık, onların beyin hücrelerine kodlanmıştır, diye.
15 Temmuz sonrası konuşuyor, “Olağanüstü Din Şurası”nın açılışında Tayyip:
“Tek parti döneminden itibaren uzun süre irtica paranoyası ile dini cemaatlerin üzerine gidildiği gibi, her yapı gibi bu yapı da milletimizin kanatları altında varlığını sürdürmüştür.” (http://bianet.org/bianet/siyaset/177468-erdogan-ben-de-feto-ye-yardimci-oldum?bia_source=rss)
Görüyorsunuz; bir cümlede bin demagoji ve aldatma var.
Tek Parti Döneminde “irtica paranoyasıyla dini cemaatlerin üzerine gidil”meseymiş, bugünkü olaylar yaşanmazmış. Gidildiği için, her yapı gibi bu da, milletin kanatları altında varlığını sürdürmüş.
Burada bir itiraf da var: Bütün tarikat ve cemaatlerin illegal bir çalışma içinde bulunduklarının itirafı var. İllegal bir Ortaçağ derebeyliği olduğunun itirafı var. Fakat bu illegal yapıların da sorumlusu ve suçlusu, “Tek Parti Dönemi”ymiş. Onun, taşımış olduğu “irtica paranoyası”ymış. Yani, gerçek suçlu Tek Parti Dönemi oluyor. Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve silah arkadaşları oluyor. Üstelik de onlar, irtica paranoyasıyla bütün dini cemaatleri ezerek yer altında çalışmaya mecbur etmişler, oluyor.
Kendisi ise suçsuz. Bakın bundan sonra da kendini nasıl yıkayıp yağlayıp temize çıkarıyor:
“Bizler de bu yapıya tüm siyasiler gibi iyi niyetle destek olduk. Açık konuşuyorum ben de şahsen pek çok görüşüne katılmasam da bunlara yardımcı oldum. Dedik ki bir ortak yanımız var. Uzun süre gerçek yüzlerini göremedik.” (agy)
Meğer adam ne kadar masummuş, değil mi?
Her zamanki gibi, mağduru oynamayı nasıl da beceriyor… İnsan şaşırıyor yahu…
1960’lı yıllardan bu yana, Pensilvanyalı İmam’ın tarikatının devlet içinde örgütlendiğini matematiksel bir kesinlikle ortaya koyan yüzlerce rapor var, devlet katlarına sunulmuş. Namuslu sosyal bilimcilerin bu konuda yazmış olduğu onlarca kitap var. Belge var, kanıt var, her şey var…
Ama sen göremiyorsun, değil mi?
Bütün bunlara ilaveten, Fethullah’ın bizzat kendisinin böyle bir amaç içinde olduğunu, yani nihai amacının devleti bütünüyle ele geçirmek olduğunu açık ve kesince ifade eden ve televizyon ekranlarından yayınlanan videolar var, tâ 1990’lı yıllarda hem de.
Ve buna ilaveten, DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’in, Fethullah Tarikatının bir terör örgütü olduğunu ve devlet içinde günbegün örgütlenerek devleti ele geçirme amacı güttüğünü ortaya koyan dosyası üzerine, DGM’de açılmış olan dava var. Nuh Mete Yüksel’in İddianamesinden birkaç paragraf aktaralım, aşağıya:
“Üzerine dokuz rakamını yazarak işaretlediğimiz ATV isimli televizyonda yayınlanan video kasetinin çözümü:
“Esnek olun, sivrilmeden can damarları içinde dolanın.
“(…)
“Bu açıdan, bir taraftan bu kanun ve kuralları kullanma, biraz önce anlattığım esneklik içinde, diğer taraftan bir kanun ve kural adamı olma imajını uyarmak, yani harfiyen riayet ediyor bunlar denmeli, denmeli ki muntazam terfilerin arkasında bir ölçüde bu vardır. Ve sizin ileriki dönemde daha hayati, daha önemli yerlere gelmenizin arkasında da bu vardır. Yani sivrilmeden mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitmek, iş de bu iki müessesede olduğu gibi hayati dinamik bir kısım müesseselerde söz konusudur. Ta ilerilere gitme, böyle can damarları içinde dolaşma ve eğer dönülüp gelinecekse yara alınmadan hissettirmeden dönüp geriye gelme meselesi geleceğimizin adına çok esaslı hususlardır.
“(…)
“Yine orada o esnekliği gösterecek, geriye çekiliyor gibi yapacak, fakat adımlarınızı daha ileriye atıp gideceksiniz, işte bu herkes için, yani ister değişik şekilde resmi olsun, ister Mülkiye’de çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliye’de çalışan arkadaşlarımız olsun herkes için söz konusudur bu.
“(…)
“Fakat ben kuvvet dengesi olmadığı için şahsen o yol yerine kendi düşüncemi yayma, kendi düşünce sistemim adına her tarafı fethetme, ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim… bu mesele mülkiye ve adliyede çalışan arkadaşlarımız için çok önemlidir. Bence hususi ile öyle devlet memuru olan arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Fuzuli kahramanlık olur.
“Böyle bir dönemde tam özümüzü bulacağımız, kıvama geleceğimiz ana kadar, dünyayı sırtımıza alıp taşıyabilecek güce ulaşacağımız ana kadar, o kuvveti temsil edeceğimiz şeyler elimizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre, bütün Anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephemize çekeceğimiz ana kadar her adım erken sayılır.” (https://tr.wikisource.org/wiki/G%C3%BClen_davas%C4%B1_iddianamesi/VII-G%C3%BClen%27in_konu%C5%9Fmalar%C4%B1n%C4%B1_i%C3%A7eren_Video_Kasetler)
Daha böyle, bu tarikatın niyetinin ve hedefinin ne olduğunu ortaya koyan yüzlerce belge var, iddianamede. Fakat bu kadarı yeter, sanırız.
Bütün bu ay ve güneş kadar kesin belgelere, kanıtlara rağmen, sen kandın, öyle mi?
Hadi be!
Sen ancak meczuplaşmış hüloogcularını kandırırsın bu yalanınla. Cehaletlerini ve yoksulluklarını sömürdüğün, makarnayla, bulgurla, yağla, kömürle ve alışveriş çekleriyle dilencileştirerek kendine bağladığın ve Allah’la aldattığın kitleleri kandırırsın böyle yalanlarla. Başka da kimseyi kandıramazsın.
Cumhuriyet’ten Erdal Atabek, köşesinde şöyle der, bu “aldatma” hikayesine:
“Siz aldanmadınız!..
“Ah ah! Ne pişmanlıklar, ne ağlaşmalar. “Aldanmışız. İyi niyetimizin kurbanı olduk. Temiz kalbimiz kandı. Yüzümüze güldüler, inandık.”
“Kim bu kananlar, inananlar, aldananlar?
“Cumhurbaşkanı, başbakanlar, bakanlar, eski Meclis başkanları, bütün gelmiş geçmiş yetkililer.
“Aldanmışlar. İyi niyetlerinin kurbanı olmuşlar.
“Yani, hiç inandırıcı olmuyor.
“14 yıl bu ülkenin iktidar koltuğunda oturacaksın. Her şeyi bilip yöneteceksin. Ağzına geleni söyleyeceksin. Aklına geleni yapacaksın. Her şey elinde olacak. Ama iyi niyetinin, temiz kalbinin kurbanı olacaksın. Seni kandıracaklar, aldatacaklar. Şimdi ah vah edeceksin.
“Peki, kabul edelim ki gözünüz geç açıldı da görebildiniz.
“Ne zaman açıldı acaba gözleriniz?
“17 25 Aralık 2013’te açıldı.
“Ne oldu da açıldı o badem gözler?
“Ayakkabı kutularından taşan dolarlar yakalandı. Kasalar bulundu. Rüşvetler ortaya çıktı. Bu iş zamanın başbakanına uzanıyordu ki gözler açıldı, Fethullah Gülen cemaatinin ne hain olduğu ortaya çıktı.
“Cemaat iktidara uzanıyordu.
“İşte büyük günah buydu.
“O zamana kadar olanlar iktidar koltuklarında oturanların gözlerini açamamıştı ama bu hamle gözleri fal taşı gibi açtı.
“Oysa o zamana kadar eğitim alanında, yargıda, idarede, orduda Gülen cemaatinin yapılandığı, etkinleştiği yazılıyor, anlatılıyordu.
“Ama siz aldanıyordunuz öyle mi?
“Sahiden mi?
“Aldanıyor muydunuz?
“Hayır, siz hiç aldanmadınız. Hiç aldanmıyordunuz.
“Ve bakın neler oluyordu?
“Biliyorsunuz elbette ama hatırlayalım.
“ ***
“Ergenekon davaları açılıyordu.
“Ordu komutanları, gazeteciler, subaylar tutuklanıyor, yargılanıyor, hapislere atılıyordu.
“Belgelerin sahte olduğu açıklanıyor, kanıtlanıyordu.
“Ordu büyük yara alıyordu.
“Basın özgürlüğü tehdit altındaydı.
“Arkadan Balyoz davası geldi.
“Yıllarca süren hapishane yaşamında çok acı şeyler oldu.
“Ölenler oldu. İntihar edenler oldu. Hastalananlar oldu.
“Siz aldanmaya devam ediyordunuz.
“İnsanlar hayatlarını verdikleri mesleklerinden atıldılar.
“Aileleri perişan oldu.
“Gururları vardı, sessizce uzun geceler ağladılar.
“Çocukları bu yükün altında yıllarca ezildi.
“Gülen cemaatinin yargıçları olduğunu herkes biliyordu.
“Herkes biliyordu.
“Ama siz aldanmıştınız, bilemiyordunuz. Öyle mi?
“Buna bizim inanmamızı mı bekliyorsunuz?
“Şimdi başarısız bir darbe girişimi oldu.
“Bülent Arınç, “O gece aldandığımı anladım” diyor.
“Bülent Bey, o davalar sırasında “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” demişti, hatırlıyor olmalısınız.
“Sonra o davalarda yargılananlar beş yıl sonra beraat ettiler.
“Bugünün Cumhurbaşkanı, “Ben o davanın savcısıyım” demişti.
“Altına zırhlı araç verdikleri savcı Zekeriya Öz şimdi kaçak.
“Aldanmıştınız öyle mi?
“Yakanıza yapışmış kul hakkı var.
“Elinize bulaşmış insan kanı var.
“Şimdi helallik dileyin, af bekleyin, öyle mi?
“Sizi, ben affetmiyorum.
“Allah da affetmeyecek, bilesiniz.” (Erdal Atabek, Cumhuriyet Gazetesi, 08 Ağusots 2016, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/580968/Siz_aldanmadiniz_…html)
Esasında Tayyip Erdoğan, aldanmıyor da, tam tersine her zaman yaptığı gibi yine insanları bir kez daha aldatmaya çalışıyor.
Tabiî, “Ben bu gayrimeşru, illegal çeteyle partimizin iktidarından bu yana işbirliği yaptım. Birlikte Laik Cumhuriyet’i yıktık. Ganimette aslan payına göz dikince aramızda kavga çıktı. Bu yüzden birbirimize düştük, kanlı bıçaklı olduk.”, diyecek hali yok.
Ne diyor?
“Fethullah Gülen Cemaati beni kandırdı, beni aldattı.”
Kimi kandırıyorsun sen?
Fethullah seni kandırmadı. Sen, şimdi saf, cahil insanları kandırma peşindesin.
“İlk türbanlı rektör atadık”, diye Fethullah’ın müridi, sözde akademisyeni getirdin, Dicle Üniversitesi’nin başına.
Bir de övündünüz bununla değil mi, “Bakın türbanlılar artık devletin her yerinde bizim iktidarımızda.”, diye. Şimdi de tutukladın o zavallı kadıncağızı. Öyle görülüyor ki iktidarın sürdüğü sürece de yatıracaksın hapishanede. Tabiî, itirafçı olup tarikat arkadaşlarını bir bir gammazlayıp, aşağıdaki vatandaş gibi “etkin pişmanlık”tan faydalanmak istediğini belirtmediği sürece…
Meğer Dicle Üniversitesi’nin tüm yönetim kadrosunu teslim etmişsin. Elinle, bilerek, iradi olarak vermişsin bu cemaate.
Şu anda itirafçı olup etkin pişmanlıktan yararlanmak isteyen Rektör Yardımcısı bir diğer zavallı insan sefaletinin itirafları yayımlandı medyada. Bakın şuna bir:
“Aslan Bilici: muhafazakar gruplarla birlikte hareket ettik
“Eski Rektör Yardımcısı Aslan Bilici, 2008’de göreve geldiklerindeki akademik kadroyu “PKK sempatizanı” olmakla suçladı ve muhafazakar kesimle birlikte hareket ettiklerini söyledi. Bilici, “muhafazakar kesim olarak değişik gruplardan birlikte hareket ettik ve 2008 yılında Ayşegül Jale Saraç rektör seçildi bende rektör yardımcısı olarak görev yapmaya başladım. Bu süreçten sonra muhafazakar gruplardan öğretim elemanı alınmaya başlandı. Sadece Gülen’in elemanları alınmadı, her gruptan eleman alındı.”
“(…)
“Ben paralel değil Kırkıncı cemaatindenim
“Kırkıncı Cemaati üyesi olduğunu söyleyen Bilici, “Ben paralel yapının dışında yer alan bir gruba mensubum, mensup olduğum grupta açık açık bu yapının yaptıklarını geçmişten bu yana eleştirmiştir. Üniversiteyi okuduğum dönemde de paralel yapı ile zıt olan bu yapıyı eleştiren Kırkıncı grubunun evlerinde kaldım. Ben paralel yapının parayı öncelemesi ve başörtüsü konusundaki tavrı nedeniyle de tepkiliyim” dedi.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/583962/Eski_rektor_yardimcisinin_itiraflari…_Dicle_Universitesi_ni_cemaatler_yonetmis.html)
Gördüğümüz gibi arkadaşlar, adamlar üniversiteleri tarikat yuvalarına çevirmişler. Üniversitelerin bilimle de, kültürle de bir ilgisi kalmamış.
Yukarıdaki şahıs nasıl da diz çöküyor, değil mi?
İnsanın bu denli küçülmesi, sefaletleşmesi mide bulandırıyor, doğrusu. Gerçi, 15 Temmuz’dan bu yana tutuklananların tamamı böyle görüldüğü kadarıyla. Dik duran, yıllar boyu, on yıllar boyu inanmış olduğu ve savunduğu düşüncesini, tarikatını savunan tek kişiye tanık olmadık. Hepsi “kandırıldık”, “kullanıldık”, yaygarası içinde.
Bu da neyi gösteriyor, arkadaşlar?
Şark Toplumlarının insanları nasıl çürüttüğünü, nasıl çamurlara buladığını…
6 bin yıldan bu yana sürüp gelen Tefeci-Bezigân toplumlar, insanlardaki tüm insani, ahlâki değerleri çürütüyorlar.
Yukarıdaki Rektör Yardımcısı, aslında, diz çökerek yapmış olduğu itiraflarında bile yalan söylemekten ve insanları kandırmaya, aldatmaya çalışmaktan geri durmuyor.
Ne diyor?
“Ben Kırkıncı Grubundanım. Benim mensup olduğum grup, Fethullah Gülen Cemaatine hep karşı olmuştur.”
Oysa, gerçek tam tersidir. Said-i Nursi’yi benimseyen tarikatlardan biridir, “Mehmet Kırkıncı Hoca”, diye anılan şeyhin oluşturduğu grup ya da tarikat. Bunlar, her ikisi de Said-i Nursi’ye bağlı oldukları için birbirlerini kardeş görürler ve birbirleri hakkında asla olumsuz konuşmazlar, davranışta bulunmazlar. Tersine; överler Pensilvanyalı İmam’ı ve yaptıklarını. İşte kanıtı:
“Spiker: Risaleleri Fethullah Gülen’le buluşturan sizsiniz, değil mi Hocam?
“M. Kırkıncı: Onun da bir hocası vardı, Osman Bektaş isminde. Büyük bir hoca, çok büyük bir hoca. Osman Bektaş Hoca dedi ki, Ben İzmir’e gideceğim, orada biraz kalacağım. (…) Ben gelene kadar talebelerimi okut. Peki Hocam.
“Saat 8’de gittim ki sekiz tane talebesi vardı, biri Hocaefendi. Fethullah Gülen Hocaefendi. Neyse onların derslerini okuttum. İşte tefsirdir, hadistir, neyse. Ben bazı ezberlediğim yerleri Üstad’ın ismini vermeden böyle aktarırım. Üstad’ın sözleri celbetti bunları. Celbedince öyle bir hale geldi ki yani, ders bitse de sohbet etsek dediler. Sekiz kişi, biri Hocaefendi.
“Ben dersten çıkınca Hocaefendi benle çıkmaya başladı. Neyse, artık yolda beraber, izde beraber. Böyle iç içe girdik, sevdik birbirimizi. 13 yaşında o zamanlar. Ben 1928, o 1938. Aramızda on yaş fark var.
“Neyse, bir gün böyle Medresenin kapısına gelince, dedi ki hocam, bazen insanın aklına öyle şeyler geliyor ki korkuyorum.
“Ne, dedim, Fethullah Efendi.
“Dedi, her şeyi görüyoruz da Allah’ı niye göremiyoruz?
“Dedim, şiddet-i zuhurundan.
“Birden müteehir oldu.
“Dedim müteehir olma, olma. Bu söz benim olur mu?
“E, kimin Hocam?
“Bediüzzaman, ilk sözüm bu, Bediüzzaman’ı duymuşsan, Bediüzzaman Hazretlerini?
“Duymuşam.
“Kitapları var, okumuşsan?
“Okumamışam.
“Dedim, bu söz onun. Biz dedim, Muratpaşa Medresesinde her gün Risale-i Nur okuyoruz. İstersen sen bir gün gel, dinle. Her nasılsa o, aklından çıkmıyor. Dedi, bu Çarşamba günü beni götür. Artık Çarşambaya kaç gün varsa…
“Çarşamba günü aldım, götürdüm. Muzaffer Aslan Ağabey vardı, o da bizim misafirimiz, ona 11’inci Lema’yı okutturdum. (…)
“Sabahtan gittim, dedi, ‘hocam, ben artık bundan sonra sizden bir ferdim’.
“Hayırdır?
“Dedi, seni yolladıktan sonra gittim. Yatmadan önce Allah’a yalvardım ki beni bunlardan bir fert et. Yattım böyle bir rüya gördüm.
“Rüya çok enteresandı da aklımda kalmadı.
“İşte öyle, içimizden geldi ama bizden bin adım ileri gitti yav, hizmette.
“Ondan sonra Medreseye geldi. 1952’den 1964’e kadar beraber Kümbet Medresesinde kaldık. Beraber yedik, beraber içtik, beraber okuduk, beraber yattık, beraber kalktık. İnan ki her gün muhabbetim arttı.” (https://www.youtube.com/watch?v=XLxtCc_I9Zw)
Müritlerinden biri okuyor, Said-i Nursi’den, bizim yukarıda da daha önce aktardığımız şu sözleri Mehmet Kırkıncı’ya:
“Hattâ, hadis-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’ân ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve nizâ etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”
“Kırkıncı Hoca, aynen şöyle diyerek tasdikler, “Üstad’ı Said-i Nursi’nin bu öğretisini. Fethullah Gülen’in de burada öğütleneni uyguladığı için çok doğru ve olumlu bir iş yaptığını belirtir. Şöyle der:
“Vallaha ya, ne güzel ifade etti, bak. Mesela şimdi Fethullah Hocaefendi, gitti Papa’yı gördü ya. Allah Allah. Papa davet etti. İstanbul’da bir Hıristiyan Reisi var, o vesile oldu. Götürdü, onunla görüştü. Adam gitti, Papa, Şam’da Cami’yi ziyaret etti orada. Dua etti orada. Bakın ta nerelere kadar gidiyor.” (https://www.youtube.com/watch?v=M2ESWiArggQ)
“Diyorlar hani Fethullah Efendi konuşlanıyor.
“Ne etmiş, gitmiş orada, Amerika’da İslam’ı anlatıyor.
“Sen olsan ne edersin? Öyle değil mi yani? Sen olsan ne yaparsın?
“Bakın bu zümreyle ahlağımızın temelini kurdu orada.” (https://www.youtube.com/watch?v=A1NvFQI6HLY)
Çok açık biçimde görüldüğü gibi, Kırkıncı Dergahı’nın Şeyhi Mehmet Kırkıncı, Fethullah Gülen’in hem Papa’yla görüşmesini, yani “Dinlerarası Diyalog” çalışmasını, hem de Amerika’ya yerleşerek orada okullar açıp, faaliyet göstermesini ve eylemlerini çok olumlu buluyor. Tamamen dine ve ortak “üstad”ları Said-i Nursi’nin öğretisine uygun buluyor.
Yani bu tarikatın, Pensilvanyalı İmam’ın tarikatına karşı, bırakalım olumsuz tutum içinde olmayı, tam tersine; hayranlık dolu bir yaklaşımı var. Ve anlayışı var. Yani tam bir dayanışma içinde bunlar.
Dicle Üniversitesi Rektör Yardımcısının anlatımıyla da bir kez daha açıkça belgelendiği gibi, Tayyip Erdoğan ve AKP’giller, tıpkı Molla Necmettin’ler, Demirel’ler, Özal’lar, Menderes’ler gibi, tüm tarikatlarla iç içedirler. Ve onlara her türden desteği vermiş bulunmaktadırlar.
Şu anda Tayyip ve AKP’giller, Pensilvanyalı İmam’ın cemaatine karşı acımasız bir tasfiye operasyonu yürütmektedirler.
Peki diğer tarikat ve cemaatlere karşı ne yapmaktadırlar?
Bunun tam tersini. Yani, o tarikat ve cemaatlerle, bugüne dek sürdürdükleri işbirliğini daha da yoğunlaştırıp sıkılaştırarak sürdürmeye devam etmektedirler. Hatta önceki yazılarımızda da gösterdiğimiz gibi, Pensilvanyalı’nın kadrolarının tasfiyesiyle boşalan yerleri, diğer tarikat ve cemaatlerin mensuplarıyla doldurmaya çalışmaktadırlar. Tabiî AKP’giller Tarikatının taraftarları başta gelmek üzere…
Yani Faşist Din Devleti yapılanmasına olanca hızlarıyla devam etmektedirler. Bir de, apaçık bir şekilde itiraf ettikleri gibi, Orduyu da artık, her biri Ortaçağcı dünya görüşüne sahip İmam Hatip mezunlarıyla doldurmayı hedefliyorlar. Yani, bir “din ordusu” kurmayı amaçlıyorlar. Öyle ya; nihai hedefleri olan din devletinin ordusu da, bir dinciler ordusu olmalıdır, diğer tüm devlet kurumları gibi.
Daha da fazla uzatmayalım, arkadaşlar. Zaten uzattık da hani halkımız der ya; “Kimin ağırır o bağırır.” İşte bizim sözü kısa kesemememiz de bu sebepten. Yürek yanınca dil de böyle feryat ediyor.
Tayyip Erdoğan ve AKP’giller de, Pensilvanyalı İmam’ın cemaatine ve diğer tarikatlara her türden desteği, yardımı, bilerek ve isteyerek vermişlerdir. Pensilvanyalı’nın dışındaki tarikatlara vermeye de olanca hızıyla devam etmektedirler.
Dolayısıyla da bunlar, Pensilvanyalı İmam’ın tarikatının, ordusunun, yargısının, akademisyenlerinin ve diğer memurlarının işlediği tüm suçların, asli fail olmak kaydıyla, suç ortağıdırlar.
Tayyip ve AKP’giller için suçun maddi ve manevi unsurlarının tamamı vardır-mevcuttur.
Tayyip ve AKP’giller, bu suça pasif değil, tam tersine aktif olarak, eylemli olarak iştirak etmişlerdir. Suçu yan yana, birlikte işlemişlerdir. Aynı amaç doğrultusunda, aynı hedefe varmak için işlemişlerdir.
Ne demişti Tayyip?
“Cemaatçi kardeşlerimiz bizden ne istediler de vermedik ki?”
Yani burada demiş oluyor ki, “Biz Pensilvanyalı İmam’ın istediği her şeyi, özgür irademizle, bilerek ve isteyerek ona verdik.”
Böylece, suçu hem icra ederek, hareketlilikle işlemiş bulunuyor. Yani suç oluşturan eyleme bizzat katılmış oluyor.
Üstelik de bunu, ortak amaçlarına varmak için yani Laik Cumhuriyet’i yıkıp yerine Ortaçağcı bir din cevleti kurmak için yapmış oluyor.
Böylece de, burada suçun manevi unsuru da mevcut bulunmaktadır. Yani, Tayyip ve AKP’giller, Pensilvanyalı’nın işlediği suçun aynısını, hem maddi, hem de manevi unsurlarıyla birlikte işlemiş bulunmaktadırlar.
Burada, bizim bilimine saygı duyduğumuz bir hukukçudan, öğrencilik yıllarımızda Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinin ünlü Ceza Hukuku Profesörü Uğur Alacakaptan’dan, onun “Suçun Unsurları” adlı kitabından birkaç bölüm aktaralım:
“SUÇUN MADDÎ UNSURU
“A) Maddi Unsuru Meydana Getiren İkincil Unsurlar:
“Yasadaki tanıma uygun tipik bir eylem her şeyden önce icra, ya da ihmal hareketinin yapılmış olmasını gerektirir. Çünkü, çağımızda, insanların, icra ya da ihmal bir hareketinde bulunmaksızın, yalnız düşünce ve kanılarından ötürü cezalandırılmaları imkânı artık tanınmamaktadır. Bu nedenle, bir icra, ya da ihmal biçiminde beliren bir hareketin varlığı suçun varlığı için zorunludur. Bunun için, bir insan son derece kötü tasarımda bulunsa bile, bu tasarımını hareket haline getirmedikçe kendisini sorumlu tutmak imkânı yoktur. Bu gerçektir ki; “hareket olmadan suç olmaz- nullum erimensine actione” ilkesini yaratmıştır (1).
“Suçun varlığı için bulunması lâzım gelen icra, ya da ihmal hareketine doktrinde kısaca “hareket” adı verilir. Ancak, yalnız bir hareketin varlığı suçun maddî unsurunun tamamlanması için yetmez. Dış âlemde bir değişikliğin de vuku bulması, yani bir sonucun da meydana gelmesi gereklidir. Örneğin, tabancanın mağdura yöneltilip ateşlenmesi hareket, bundan bir “müessir fiilin” meydana gelmesi ise dış âlemdeki değişiklik, başka bir deyişle, sonucudur.
“Hareket ile Sonucun birbirlerinden tümden ayrı iki husus oldukları sanılmamalıdır. Bir nedensellik bağı (illiyet bağı)nın bunları biribirine bağlaması gereklidir. Gerçekten, bir bağ olmaksızın, hareketin sonucu doğurduğundan zaten söz edilemez. Böylelikle, maddî unsuru meydana getiren üçüncü unsuru da saptamış bululuyoruz (= Nedensellik Bağı). Şimdi, bunları sıra ile inceleyelim.
“HAREKET
“Kavram: Felsefî görüş açısından hareket edilecek olursa insanın dıştaki hareketleri kadar, şuurda cereyan eden olaylar, örneğin, istek, düşünce, v.s.’yi de hareket saymak mümkündür (2). Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi, modern ceza hukuku insanın sadece dış davranışları ile ilgilendiği, dışta belirmeyen fikir, kanı ve düşüncelerini gözönüne almadığı için biz, insanın içinde cereyan eden bu çeşit olayları inceleme alanımız dışında bırakmak zorundayız (3). Ceza hukuku bakımından hareket, insanın dışta beliren bir davranışıdır.
“Hareket adını verdiğimiz unsur iki şekilde ortaya çıkabilir : Bir şeyi yapmak veya yapmamak. Hareket, bir şeyi yapmamak şeklinde ise, “ihmali hareket — omissione” adını alır. Örneğin, hırsızlık suçu taşınabilir bir malın bulunduğu yerden alınması ile işlendiği, yani, bir “yapma”yı gerektirdiği için icra! suçtur. Buna karşılık, bir memurun görevini yaptığı sırada, memuriyetiyle ilgili olarak resen kovuşturmayı gerektiren bir suçu öğrenip de bu suçu ait olduğu daireye haber vermekte ihmal ve gecikme göstermesi ise (Mad. 235), yapılması gerekeni yapmama biçiminde belirdiği için bir ihmal suçudur.
“İcraî bir hareketle işlenebilen suçların bazı hallerde ihmali bir hareketle işlenmeleri mümkündür. Örnek, adam öldürme suçu, aslında, bıçak, tabanca, zehir vs. gibi araçların kullanılması ile işlenen bir suçtur. Ve bu suretle işlendiği zaman icraî bir suç niteliğini taşır. Çocuğuna, onu aç bırakarak öldürmek kastıyla süt vermeyen ananın misalinde ise ortada ihmali bir hareket ile işlenen bir icra suçu vardır ki, doktrinde bu çeşit suçlara ihmal suretiyle icra suçları (reati di commisione per omissione) adı verilir.
“(…)
“IV. MANEVÎ UNSUR
“Suçun meydana gelebilmesi için failin, yasadaki tanıma uyan ve hukuka aykırı olan bir eylemi işlediğinin bilinmesi, tanıtlanması yetmez. Aynı zamanda, hukuka ve yasaya aykırı olan bu eyleme failin kusurlu iradesinin katılmış bulunmsı koşulu da aranır. Yani, kusurlu bir irade tarafından yaratılmış olmayan eylemler suç sayılmazlar. Böylelikle, kusurlu irade de suçun kurucu unsurlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır (1).
“İnsan hareketlerinin cezalandırılmasında, harekete iradenin müdahalesi koşulunun da aranması, insanileşme amacına yönelmiş bulunan ceza hukukunda, uzun süren bir gelişme dönemi sonunda varılan bir sonuçtur. Eski ve Orta Çağlarda ve Yakın Çağlara gelinceya kadar, sonuç ile insan hareketleri arasında iradeye dayanan sübjektif bir bağ aranmıyor, objektif bir nedensellik bağının varlığı failin, cezalandırılabilmesi için yeter görülüyordu. Hatta, objektif nedensellik bağına verilen bu önem yüzünden insan tarafından yapılmış olmayan hareketler de cezalandırılıyor, örneğin sahibini ısıran domuz, yoldan geçen bir kimsenin başına düşerek onu yaralayan kiremit hakkında ceza verilmesinde tereddüt edilmiyordu. Bu söylediklerimizden, Yakın Çağlar’a gelinceye kadar ceza hukukunda objektif sorumluluk esasına yer verilmekte olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Ancak, zaman, insanların hukuk anlayışını değiştirmiş ve hukukçular bir hayvan, ya da doğa gücünün sebep olduğu sonuç ile bir insanın yarattığı sonuç arasında bir farkın varlığını sezmişler ve bu farkın, eyleme kusurlu bir iradenin kanşmasından ibaret olduğunu anlamışlardır.
“İnsan hareketlerine kusurlu bir iradenin karışması biçiminde açıkladığımız bu unsura “kusurluluk”, ya da “manevî unsur” adı verilir. Biz ikinci deyüni, doktrinde yerleşmiş olması nedeniyle daha uygun bulmaktayız. Ancak, manevî unsuru, failde kusurlu bir iradenin varlığı diye anlarsak onu dar anlamda ele almış oluruz. Kusurlu bir iradenin, yani kusurluluğun var olabilmesi için, failin kusurlu davranabilme yeteneğine sahip olması gerekir. Böyle bir yeteneğe sahip olmayan bir kimseden kusurlu bir hareket beklenemez. Sorun bu yönde ele alındığında, manevî unsur içinde kusurlulukla beraber ikinci bir unsurun incelenmesi gereği kendini gösterir. Failin kusurlu bir şekilde hareket edebilmesi imkânını yaratan bu ikincil unsura isnad yeteneği (isnadiyet – imputabilita) denir. Demek ki manevî unsur deyince, isnad yeteneği ve kusurululuktan oluşan bir bütünün anlaşılması gerekmektedir.
“İSNAD YETENEĞİ
“I. Kavram: İsnad yeteneği konusunda çeşitli tanımlar yapılmıştır. Türk doktrininde, “isnad kabiliyeti, bir fiilin bir kimseye kabili izafe olabilmesi için, failde bulunması gereken vasıfların heyeti mecmuasıdır” (2), “Bir fiilin insana atfedilerek onun fail sayılabilmesi için bulunması zarurî unsurlar topluluğu” (3) gibi tanımlara rastlıyoruz.
“Kanımızca, 1930 tarihli İtalyan Ceza Yasası’nın yapmış olduğu şu kısa tanım, konunun sınırlarını saptamaktaki sadeliği ve isnad yeteneğinin unsurlarını belirtmedeki açıklığı yüzünden ötekilere yeğlenmelidir: “İsnad yeteneği, anlama ve isteme yeteneğine sahip olmaktır” (4). Bu tanıma göre, isnad yeteneğinin unsurları anlama ve isteme yetenekleridir.
“Anlama yeteneği, bir kimsenin, yaptığı hareketin toplum içindeki değerini bilmesi ve toplu halde yaşama koşulları ile çatışma halinde olduğunu anlamasıdır. Failin, hareketinin aynı zamanda yasaya aykırılık teşkil ettiğini bilmesi gerekmez. Bunun gibi, anlama yeteneğini, insanın çevresinde olup bitenleri tanıyıp bilmesi diye anlamak da doğru değildir. İsteme yeteneği ise, kişinin, yapmak zorunda olduğu şeyi isteyebilme, başka bir deyişle hareketlerini özerk (=muhtar) olarak tâyin edebilme yeteneğinden başka bir şey değildir. (Uğur Alacakaptan, Suçun Unsurları, Birinci Baskı, Ankara 1970, s. 35-36, 103-105)
Uğur Alacakaptan Hoca’nın da bu açıklamaları ışığında bir kez daha kesince anlaşılmakta ve görülmektedir ki, Tayyip Erdoğan ve AKP’giller, Fethullah ve adamlarının işlediği suçun tamamını, hem maddi, hem de manevi unsurlarını tam olarak oluşturacak biçimde işlemişlerdir. Çünkü amaç birliği içindeydiler.
Tayyip Erdoğan, Bakanlıklar, milletvekillikleri verdi, Pensilvanyalı’ya. Yargının her kademesinde savcılar, yargıçlar verdi. Bununla da yetinmedi, o savcıların bir kısmının altına zırhlı Mercedes’ler verdi. Çünkü o süreçte, Türk Ordusu’nun içinde kalmış olan, Birinci Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal geleneğini savunan subayların, en aşağılık iftiralarla suçlandırılıp mahkûmiyetlere uğratılması ve ordudan atılmaları gerekiyordu. Üniversitelerin ve medyanın da bu nitelikteki namuslu unsurlardan arındırılması gerekiyordu. Dolayısıyla, oralardaki namusluların da suçlandırılıp, cezalandırılıp, şeytanlaştırılıp tasfiye edilmeleri, ezilmeleri gerekiyordu. Hedefleri olan din devletine varabilmek için bu elzemdi.
Tabiî bu, ABD’nin ve onun casus örgütü CIA’nın da hedefiydi. O da böylece Türkiye’yi “Yeni Sevr”e-BOP’a götürmüş olacaktı.
İç ve dış düşmanlar, el ele verdiler, bu alçakça işte. CIA uzmanları projelendirdi ve pratiğe geçirilişini yönetti.
Aynı ABD ve CIA, Türk Ordusu’na ikinci darbeyi de 15 Temmuz süreciyle vurdu. Böylelikle, Türk Ordusu çökertilmiş, parçalanmış, onuru, itibarı ayaklar altına alınmış, özgüveni ve savaşkanlık gücü büyük ölçüde hırpalanmış ve kuuvetleri parça parça edilmiş duruma düşürüldü. Bu parçalardan her birinin komutanları şu an Tayyip ve AKP’giller’in sıradan memurları seviyesine indirgenmiştir. Öyle ki, bu görünüşte komutanlar, Tayyip Erdoğan’ın yaptığı ve bundan sonra yapacağı her operasyona, Orduya vuracağı her darbeye gık bile diyemeyecek yapıdaki, anlayıştaki insanlardan oluşmaktadır.
Bunu çok iyi bilen Tayyip ve AKP’giller de, Orduyu parça parça edip her bir parçasını Bakanlarının emrine vermektedirler. Bir bütünlüğü kalmamıştır artık Ordunun. Bir kurmay merkezi yani Genelkurmayı kalmamıştır. Askeri okulları kapatılmış, kışlaları boşaltılmış, mensupları şeytanlaştırılmıştır. (Yani AKP’giller taraftarlarının ve bilinçsiz, cahil bırakılmış halkımızın o gözle bakmaları sağlanmıştır.)
Bu sözünü ettiğimiz kitlenin gözünde Ordu, bir tehlike ve kötülük unsurudur artık. Şu an, Polis Teşkilatı bile Ordudan yüz kat daha değerli görülmektedir, onlar tarafından. Üstelik de sadece öyle görmekle kalmıyorlar. Bunu davranışlarıyla da gösteriyorlar ve ortaya koyuyorlar. Askeri okulları kapatıyorlar, kışlaları boşaltıyorlar, boşaltmadıklarının önlerini çöp kamyonlarıyla, iş makineleriyle kapatarak askeri oralara girip çıkamaz hale getiriyorlar. İşte sizi böyle hapsettik kışlalarınıza, dercesine, o kışlaların önüne çadırlar kurarak gece gündüz oralarda zafer kutlamaları yapıyorlar.
Türkiye’nin adım adım Yeni Sevr’e yaklaştırıldığı, BOP cehenneminin uçurumunun kıyısına getirildiği hiç umurlarında olmamaktadır onların. Dedik ya; onlarda herhangi bir ulusal değer aramayaksınız, diye. Onlar Ortaçağ’ın ümmetçilik konağının insanlarıdır. Bakmayın 21’inci yüzyılda yaşıyor olmalarına.
Orduyu çürüttüler, hukuku çürüttüler, yargıyı çürüttüler, eğitimi çürüttüler, medyayı çürüttüler, ahlâkı çürüttüler, dini çürüttüler, toplumu çürüttüler. Laik Cumhuriyet’i yıkıp enkaz yığınına dönüştürdüler.
Bunların beyin genlerine kodlanmış bir şey daha var:
Durup dinlenmeden kamu malı hırsızlığı yapmak… Kamu mallarını zimmetlerine geçirmek. Bundan da asla, bir saniye olsun vazgeçemezler. Neredeyse içgüdüleşmiştir, onlardaki bu davranış biçimi. İşte şu kara günlerde bile, kamu malı hırsızlığına hız vermekten kendilerini alamıyorlar. Hatta tersine; “Yahu iyi işte, tam uygun ortam. Millet, Feto’yla filan meşgulken, biz bu kamu mallarını yandaşlarımızla birlikte paylaşıveririz, midemize indiriveririz, diyorlar. Şu haberlere bakın:
“Özelleştirme ‘torba’sı geliyor
“TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda önceki gün kabul edilen tasarıyla, 100’den fazla kuruma varlıklarını ve ticari hisselerini özelleştirme idaresine devretme ve bu şekilde özelleştirme yolu açılıyor. Tasarıya göre aralarında Atatürk Orman Çiftliği, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu’nun da olduğu kurumlar, varlıklarını özelleştirme idaresine devrederek, ihale yasasının kapsamı dışında özelleştirebilecek. CHP’li Aykut Erdoğdu, tasarıyı “Bu maddeyle bütün devlet satılabilir” diyerek eleştirdi.
“35’İNCİ MADDE
“Söz konusu düzenleme torba yasa tasarısının 35. maddesinde bulunuyor. Buna göre, özel bütçeli idarelere ait ticari amaçlı kuruluşlardaki hisseler ile varlıklardan bu idarelerce, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na bildirilenler, Özelleştirme Yasası kapsamında özelleştirilecek. Tasarıyla ilgili komisyona bilgi veren Özelleştirme İdaresi Başkanlığı Hukuk Müşaviri Mehmet Kilci, özelleştirme kanununda hangi kuruluşların özelleştirme kapsamına alınacağının belirtildiğini, ancak özel bütçeli kuruluşlara ait herhangi bir düzenleme getirilmediğini belirtti. Kilci, zaman zaman özel bütçeli kuruluşların varlıklarının kendilerine devredilmek istendiğini, ancak yasa nedeniyle bunun yapılamadığını ifade etti.
“Kilci, özel bütçeli kuruluşun talebi durumunda, istenen varlığın özelleştirme kapsam ve programına dahil edileceğini belirtti. Kilci, kapsama giren kuruluşlardan bazılarını şöyle sıraladı:
“Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü, Atatürk Kültür Merkezi, Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü, Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü, Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, TRT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü, Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu, GAP Başkanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü.”
“(…)
“CHP’li Aykut Erdoğdu ise maddeye tepki gösterdi. Özelleştirme İdaresi’nin çok geniş bir yetki almaya çalıştığını belirten Aydoğdu, “Daha önceki hiçbir kanun koyucunun, hiçbir hükümetin döneminde alınmayan çok geniş bir alanı da özelleştirme kapsamına alacaksınız. Bütün devleti satın alma hakkını alıyorsunuz, böyle birşey anayasaya aykırı. Bütün devlet satılabilir bu maddeyle” dedi.” (http://www.hurriyet.com.tr/ozellestirme-torbasi-geliyor-40192844)
“Satıyorlar
“Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı Türkiye’nin ve İstanbul’un tarihi simgelerinden Haydarpaşa Garı, liman ve geri sahasına göz koydu. Başkanlık, Kadıköy Belediyesi’ne 3 gün önce bir yazı yollayarak “Haydarpaşa Liman ve Geri Sahası”nın özelleştirme kapsam ve programına alınmasına yönelik çalışmalar” için bilgi sordu. Kadıköy Belediyesi Başkanı Aykurt Nuhoğlu “Ülke darbe girişimini yeni atlatmış. Kamu arazilerini korumamız gerekirken satışa çıkarmak için çaba sarf ediyoruz. Bu arazilere halkın ihtiyacı var. Ülke güvenliğinin düşünülmesi gerek. Bu arazileri satmakla meşgul oluyorlar. Bunları satmakla meşgul bir anlayış bu ülkeyi yönetemez. Bu bir sürecin başlangıcı. Satılmaması için mücadele edeceğiz” sözleriyle isyan etti.
“Tarihi Haydarpaşa Garı ve çevresi üzerinde 2004 yılından beri kara bulutlar geziyor. Senaryo ilk olarak “Haydarpaşa, Manhattan olacak” haberleriyle başladı. Haydarpaşa Dayanışması kuruldu. Dayanışma ve Mimarlar Odası yıllardır Tarihi Gar’ın aslına uygun kalması için mücadele veriyor. Şimdi Tarihi Gar ve çevresine Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı göz koydu. Başkanlık 9 Ağustos 2016 tarihinde Kadıköy Belediyesi’ne Haydarpaşa Gar ve çevresine ilişkin bir yazı yolladı.
“Yazıda “Haydarpaşa Liman ve Geri Sahası’nın özelleştirme kapsam ve programına alınmasına yönelik yapılan çalışmalar” için yaklaşık 400 bin metrekare alan hakkında bilgi istendi.
“2004’ten beri plan işliyor
“2004 yılında tarihi Haydarpaşa Gar ve çevresine ilişkin projelerin ortaya çıkmasının ardından 2005 yılında İBB Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Uluslararası Cannes Emlak Fuarı’nda “İstanbul’u görücüye çıkardıklarını” ilan etti. Görücüye çıkarılan 20 Vizyon Projesi arasında Haydarpaşa Gar ve Liman Alanı Dönüşüm Projesi de vardı. TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Şubesi ile Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS) İstanbul 1 No’lu Şubesi’nin yaptığı toplantıda; kamuoyundan gizlenen proje hakkında geniş bir kampanya başlatılması için işbirliği yapılması kararlaştırıldı. Haydarpaşa Garı’nın çatısında 28 Kasım 2010’da yangın çıktı ve tarihi yapının çatısı tamamen yandı. Kamuoyunda otel yapılmak üzere yakıldığı iddiaları gündeme geldi. Yüksek Hızlı Tren Projesi neden gösterilerek 1 Şubat 2012’den itibaren önce ülke çapındaki tren seferleri arkasından 18 Haziran 2013’te de banliyo tren seferleri durduruldu. Kadıköy Belediyesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2012 tarihli Haydarpaşa Garı’nı otele dönüştüren, çevresindeki 1 milyon metrekarelik bölgeyi ise ticaret ve turizm alanı olarak gösteren plana karşı iptal davası açmıştı. Hukuki süreç devam ediyor. Haydarpaşa Garı’na çatısında kafeterya, asansör, çatı eklemesi yapılmıştı. Bu doğrultuda garın restorasyon projesinin ruhsat başvurusu belediye tarafından geçen yıl iptal edilmişti.
“İŞTE O ALANLAR
“Bilgi istenen alanların hepsi kamu alanı ve bu alanlar TCDD, Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş., Toprak Mahsulleri Ofisi ve Maliye Hazinesi mülkiyetinde görünüyor. Başkanlığın, imar planı, haritaları, imar durumu belgelerini istediği alanlar şöyle:
“* Haydarpaşa Garı ve arkası.
“* Haydarpaşa Gar limanı.
“* Et-Balık Kurumu’nun yeri.
“* Ağız ve Diş Sağlığı Merkezi.” (http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/cevre/583710/Satiyorlar.html)
İşte, gördünüz arkadaşlar. Cumhuriyet’in Tarihiyla özdeş, Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal yadigarı, Laik Cumhuriyet yadigarı bütün kamu mallarını yeyim etme, iç etme, zimmetlerine geçirme derdinde bunlar. Bu hırsızlıklarına, bu soygunlarına, “özelleştirme”, diye de ılımlı bir ad bulmuşlar. Huyudur bunların.
İstanbul’un, kentin Tarihiyle özdeşleşmiş simgelerinden olan Haydarpaşa Garı’nı da yemeyi kafalarına koymuşlar.
Ne Anayasa dinliyorlar, ne yasa…
Adına “Torba Yasa”, dedikleri, aslında hırsızlıklarına yasa kılıfı geçirme anlamından başka hiçbir anlam taşımayan oldu bittilerle aşıracaklar, bu kamu mallarını.
Fakat sözümüzdür, arkadaşlar: Bunların hepsinin, tek kuruşuna varıncaya kadar hesabını verecek bunlar. AKP’giller’in, “Havuz Medya”larının, “Havuz Müteahit”lerinin ve tüm yandaşlarının yedi sülalelerine varıncaya dek mal varlıkları gözden geçirilecek. Yaptıkları bütün satışlar gözden geçirilecek. Kamu malına ait ne varsa, kuruş bırakılmaksızın alınacak bunlardan. Tabiî bu hırsızlıklarının, bu kanunsuzluklarının, bugünkü hukuk önünde hangi ceza öngörülüyorsa, ona göre cezaları verilecek. Tıkılacaklar tüm bu suçlarından dolayı, Silivri, Sincan ve benzeri cezaevlerine. Üstelik de, bugünkü lümpen üreten infaz sisteminde olduğu gibi yatmayacaklar o cezaevlerinde. Hepsi, gündüz çalışacaklar, kamu üretiminde. Böylece, alınteriyle, namuslu olarak çalışmanın ve geçnimenin ne demek olduğunu öğrenmiş olacaklar, ömürlerinde ilk defa. Akşamları da kirletilmiş zihinlerinin ve vicdanlarının temizlenmesi için, eğitimden geçirilecekler. İnsanlık, ahlâk, namus gibi yüce değerler öğretilmeye çalışılacak bunlara. Yani yeniden doğdukları günde olduğu gibi, insanlığa döndürülmeye çalışılacaklar. Bu, mutlaka yapılacak. Hiç boş hayallere kapılmasınlar. En sonunda varacakları durak, burasıdır…
İşte işledikleri çok yönlü suçlar bunlardır… Yukarıda da dedik ya, bunlar Türk Ceza Yasasında yazan bütün suçları işlemiş bulunmaktadırlar, diye. İşlemeye de devam ediyorlar hâlâ. Ve öyle görünüyor ki bir süre daha devam edecekler. Ama sadece bir süre daha…
Vatana, millete, halka ihanet suçudur işledikleri.
Tüm bu suçları da kendi yapıcıları olan, efendileri olan ABD Emperyalistlerinin emirleri doğrultusunda işlediler. O yüzden de tamamı suçludur bunların.
Ülkemizin ve halkımızın kendisi için bir kâbus ve felaket olmuş olan bu ağır beladan ve onların yarattığı yıkımdan kurtulması, ancak halkımızın, bunların kimlikleri ve ihanetleri konusunda bilinçlendirilmesiyle gerçekleşecektir.
Halkımız, tıpkı Birinci Kuvayimilliye günlerinde olduğu gibi, görecektir bunların içyüzünü.
O günlerde nasıl Batılı Emperyalistlerin ve onların maşası Yunan ve Ermeni Ordularının içyüzlerini görüp onlara karşı isyan edip silaha sarılmışsa ve onların tamamını yenip Birinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı zafere ulaştırmışsa, bugün aynı yakıcılıkta önümüze çıkarılan bu felaketten kurtulmak için de aynı anlayış, şiar ve bayrakla uyanışa ve şahlanışa geçecektir, bir gün mutlaka.
Yukarıda da aktardığımız gibi, ne diyordu Önder’imiz Kıvılcımlı?
“Birinci Kuvayimilliyecilik: SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok genel kurallara göre basitti. Hedefi ise olağanüstü kolay anlaşılırdı.
“İkinci Kuvayimilliyecilikte, cephe ne denli baş döndürücü, strateji ve taktik ne denli karmakarışık, hedef ne denli güç anlaşılır olursa olsun, Birinci Kuvayimilliyeciliğin devrimci, kutsal Mustafa Kemal gelenekli CUMHURİYET BAYRAĞI başımızdadır.” (Hikmet Kıvılcımlı, Cumhuriyet Bayramı Nedir?, 29 Ekim 1968)
Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz!
14 Ağustos 2016
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı