Dört yıldan beri AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçi satılmışlar tarafından maddi-manevi hayâsızca saldırılara uğratılan Türk Silahlı Kuvvetleri’nden nihayet korkakça da olsa bir tepki geldi

Dört yıldan beri AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçi satılmışlar tarafından maddi-manevi hayâsızca saldırılara uğratılan Türk Silahlı Kuvvetleri’nden nihayet korkakça da olsa bir tepki geldi

 

AB-D Emperyalistleri ve yerli hainler Türkiye’yi, hep söylediğimiz gibi, Yeni Sevr’e sürükleyebilmek için karşılarında en büyük engel olarak gördükleri Türk Ordusu’na 2007 Haziranından bu yana durup dinlenmeden en alçakça, en namussuzca oyunlara, düzenlere başvurarak saldırmaktadırlar, ordunun haysiyetini, onurunu kırmak, bozmak, itibarsızlaştırmak için ellerinden ne geliyorsa yapmaktadırlar.

Bundan amaçları bir: Ordunun sürekli darbelere maruz bırakılarak hırpalanması böylece de özgüvenini yitirmesidir.

İkincisi de: Halkın gözünde orduyu itibarsızlaştırmak, onu neredeyse bir çakal örgütü görünümüne sokmaktır.

Özgüveni bitmiş ve halkın gözünde saygınlığı kalmamış bir ordu ne yapabilir?

Hiç.

İç ve dış saldırılar karşısında ne etkinlik gösterebilir?

Hiç.

İşte orduya saldırılarla varılmak istenen hedef budur.

Dört yıldan beri şuraya buraya askeri açıdan pek bir işe yaramayan bombalar vb. askeri malzemeler gömülerek, işte bunlar darbecilerin darbe hazırlıklarının bir kanıtıdır, dendi. Oysa o beş para etmez sözde silahları oralara gömenler de sonra yine “kimliği meçhul” kişilere ihbar ettirtenler de ve en sonunda da onları gömdükleri yerden kazıp, bulup, çıkarıp emniyet birimlerinde çarşaflar üzerinde sergileyenler de hep kendileriydi. Yani bu işleri yapanların tümü aynı vatan millet düşmanı, AB-D işbirlikçisi çetenin elamanlarıydı.

Bunlar yine ordunun resmi, yasal prosedürlere uygun plan ve seminerinin belirli bölümlerine suç unsuru teşkil edecek namussuzca hazırlanmış metinleri ekleyerek; bakın, işte generaller Balyoz, İnternet Andıcı türünden hükümeti devirmeye yönelik darbe planları yapmışlardır, seminerler düzenlemişlerdir, diye orduyu sürekli en iğrenç, en hayâsızca yöntemlerle suçlamışlardır.

Tabiî bu suçlamaların her birinin sonrasında Türk Ordusu’nun en yiğit, Mustafa Kemalci, vatansever, laik subayları gece yarısı operasyonlarıyla baskına uğratılmışlar, kümesten tavuk çalarken suçüstü yakalanan tavuk hırsızları gibi polis komiserlerinin kollarında yaka paça minibüslere tıkılmışlar sonra da Hasdal ve Silivri Zindanına doldurulmuşlardır.

Işık Koşaner’in Türk Ordusu’na hitaben yazdığı veda mesajında dile getirdiği gibi şu anda böyle namuslu iki yüz elli general, amiral ve daha alt rütbelerden subay bu zindanlarda yatmaktadır.

Beşiktaş ve Silivri’deki Nemrut Mustafa Paşa’nın torunlarından oluşan divanların hakla da, hukukla da, adaletle de, vicdanla da, yasayla da hiçbir ilgisinin bulunmadığını biz dört yıldan beri yani saldırının ilk anından beri söylemekteyiz. Bu saldırganlar, AB-D Emperyalistlerinin onların en azgın casus örgütü CIA’nın ipleriyle oynamaktadırlar. Onların normal hukukçu kimlikleri yoktur. Onlar, on yıldan beri AB-D Pensilvanya’da oturan, insanları Kur’an’ın söyleyişiyle “Allah’la aldatan büyük aldatıcı”nın yani İblis’in Fethullahçılar denen cemaatinin müritleridir. Dolayısıyla da emri hukuktan, yasalardan değil cemaatin imamlarından almaktadırlar.

Bu saldırının Türkiye’deki diğer ayağını oluşturan en önemli güç ise Tayyipgiller iktidarıdır. Bu iki Ortaçağcı, vatan millet düşmanı, AB-D hizmetkârı hain güç çıkar birliği etmiştir. Bunlara uzun yıllar Kanal 7 televizyonunda hizmet etmiş olan Ahmet Hakan bile bugün artık Fethullah Gülen Cemaati’yle Tayyipgiller’in kaynaşık olduğunu itiraf etmektedir. Ayrıca Türkiye’de bulunan Fethullahçılardan daha küçük çaplı tüm tarikatlar da Tayyipgiller’le kaynaşmıştır artık. Özellikle son iki genel seçimde ve 12 Eylül Referandumu’nda bunların tümü birlikte davranmıştır.

Bu demokrasi filan değildir. Uzaktan yakından ilgisi yoktur demokrasiyle. Yine bizim yıllardan beri dile getirdiğimiz bu tezi bugün pek çok namuslu bilim insanı savunur duruma gelmiştir. Daha geçende, dünya çapında saygınlığa sahip yerbilimcimiz Profesör Celal Şengör de oynanmakta olan bu seçim oyununun-bu sandık oyununun, demokrasiyle bir ilgisi olmadığını Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknik Eki’nde açıkça yazmıştır. Şengör Hoca’nın da söylediği gibi, yapılanan demokrasi olabilmesi için her şeyden önce insanların objektif bilgiyle donatılması, bilinçlendirilmesi gerekir. Tabiî bunun yapılabilmesi için de insanların özgürce düşünebilen, aydınlık düşünebilen bir düşünce sistemine, kafa yapısına sahip olması gerekir. Fakat ne yazık ki, insanlarımızın büyük çoğunluğu bu imkândan yoksun. İnsanlarımız, cemaatlerin elinde tutsak. Manevi anlamda ve maddi anlamda tutsak…

Bugün Türkiye’de İmam Hatip Liselerinde ve İlahiyat Fakültelerinde tabiî Kur’an Kursları’nda da öğretilen din, 120 bin İmamın cami hutbelerinde anlattığı din, gerçek İslamiyet değil. Bunu namuslu ilahiyatçı Profesör Yaşar Nuri Öztürk de “Allah’la aldatmak” adlı kitabında ve ayrıca geçen haftalarda haber programlarına konu olan ve gazetelerde kendisiyle yapılmış röportajı yayımlanan Malatya Şeker Camii’nin sevimli Şeker Hoca’sı Celal Tilgen de açıkça ortaya koymaktadır.

Yaşar Nuri Hoca, Türkiye’de öğretilen din İslamın gerçeği değil, Arap-Emevi yorumudur, diyor. Bu yorumda İslamın ruhu yoktur, diyor. Bozulmuş, çarpıtılmış, şeklî bir İslam vardır, diyor. İşte bu gerçek dışı İslamla da insanlarımız Allah’la aldatılmaktadır, diyor. Ve aldatmaların en alçakçası “Allah’la aldatmaktır”, diyor.

Malatya’nın Şeker Hoca’sı ise “Dinin genleriyle oynadık. Şu anda uygulanmakta olan dinin gerçek İslamiyetle bir alakası yoktur”, diyor.

Tayyipgiller, Fethullahçılar ve diğer tüm Ortaçağcı güçler bilinçsiz, geçim derdindeki zavallı kara halk yığınlarımızı işte böyle tuzağa düşürerek Allah’la aldatmaktadırlar. Ve onları bu dünya için değil de sadece öbür dünya için yani ölümden sonrası için yaşamaya zorlamaktadırlar. Buna inandırmaktadırlar.

Bu şekilde kandırılmış insanlarımız artık normal insanlar gibi düşünemez, sağlıklı akıl yürütemez hale geliyor. Şeyhin, cemaatin imamının söylediği, emrettiği, Tanrı buyruğunun yerini alıyor. Ve cemaat ne emir verirse tereddüt etmeden, duraksamadan o yapılıyor. Yedi yüz İmam Hatip Lisesinde, ki bu liseler her yıl 60 binin üzerinde mezun vermektedir, işte gerçek İslamiyetle alakası olmayan bu sahte din öğretiliyor. Resmisi ve resmi olmayanı 10 bin civarında olan ve hemen tümü de cemaatlerin yönetimi altında bulunan Kur’an Kurslarında küçücük çocuklarımıza yine gerçek İslamla ilgisi olmayan bu bozulmuş, çarpıtılmış İslam anlayışı öğretiliyor. İlahiyat Fakültelerimizde yine aynı şey yapılıyor… 120 bin imam, aynı şeyi anlatıyor. Ve hemen her mahallede örgütlenmiş bulunan cemaatler aynı şeyi yapıyor.

ABD’nin 1945 sonrası başlattığı “Yeşil Kuşak Projesi” adı verilen “İslam ülkelerini Ortaçağcılaştırma Projesi”nin bir ürünü ya da sonucudur, Türkiye’nin şu an içine düşürüldüğü durum. Türkiye Halkları bugün 65 yıl öncesinin, ne yazık ki, daha gerisine düşürülmüş bulunmaktadır.

İşte Tayyipgiller’in 12 Haziran 2011 Seçimlerinde aldıkları yüzde 50 oy oranı bu 65 yıllık çalışmanın, daha doğrusu Türkiye Halklarına uygulanan psikolojik harekâtın sonucunda elde edilmiş bir orandır. Dolayısıyla da böyle bir seçim oyununun adı demokrasi olamaz. En fazlasından bir demokrasicilik oyunu olabilir. Bu kandırmacadır, düzenbazlıktır, insanların Allah’la aldatılmasıdır…

Tayyipgiller ve cemaatler Antika çağların egemen sınıfı olan asalak, sömürgen, vurguncu, vatan millet düşmanı Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcileri oldukları için bunlarda ulusal değerler bulunmaz. Vatan ve halk sevgisi bulunmaz. Bunlar Ortaçağın ümmetçilik konağında yaşamaktadırlar ruhen. Bunlar bencildir-çıkarcıdır, vurguncudur, sömürücüdür, soyguncudur. Bunlar nefislerinden başka hiç kimseyi düşünmezler. Bunların namazları, oruçları, sarıkları, cübbeleri, tespihleri, çarşafları, türbanları da sadece Cennet’ten iyi bir arsa kapalım diyedir. Başka hiçbir şey için değildir.

Hz. Muhammed’in “İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır. İslamiyet güzel ahlaktan ibarettir. Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” diye buyuran Hadisleri, bunlara hiçbir şey söylemez. Anlatmaz. Bunlar için hiçbir anlam ve değer ifade etmez. O nedenle bunların gerçek İslamı anlamaları da mümkün değildir. Kur’an’ın diliyle söylersek; bunlar, gerçek İslama karşı yani Hz. Muhammed’in ve Dört Halife’nin savunduğu ve yaşayışlarıyla da örnek oldukları İslamiyete karşı “Kör ve sağırdırlar.”

Bunların AB-D Emperyalistlerinin ortalama yüz yıldan bu yana hiç akıllarından çıkarmamış oldukları Yeni Sevr planıyla da hemen uyum sağlamaları işte bu vatansız ve milletsiz oluşlarından dolayıdır.

Bunlar, Türkiye Halklarına ve vatanına düşmandır…

Bunlar, namusa, onura, eşitliğe, kardeşliğe, adalete, hakkaniyete düşmandır…

Bunlar, gerçek İslamiyete düşmandır…

Bunlar, antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın önderi Mustafa Kemal’e ve diğer komutanlarına düşmandır…

Bunlar, Devrimci Gelenekli Türk Ordusu’nun Gençliğine düşmandır…

Bunlar, tam bağımsızlığa, laikliğe, gerçek demokrasiye ve özgürlüğe düşmandır…

Bunlar, vicdana ve bütün insancıl değerlere, duygulara düşmandır…

Bunlar, namuslu, yurtsever, antiemperyalist, Mustafa Kemalci yargıya, medyaya, bilim insanlarına düşmandır…

Bunlar, hep söylediğimiz gibi, sürekli Yeni Sevr rüyası gören ve projeleri üreten AB-D Emperyalistlerine dosttur, onların işbirlikçisidir, çıkar ortağıdır…

Bu sebeple onların Türkiye’deki tüm namuslulara olduğu gibi, Ordu’daki namuslu, yurtsever unsurlara karşı da saldırıları bundan sonra da olacaktır.

Türk Ordusu’nun komuta kesimi, ne yazık ki, bu hayâsızca saldırılar karşısında acziyet ifadesinden başka bir anlama gelmeyen birkaç yakınmanın dışında bir tepki ortaya koyamamıştı. AB-D’ye güvenen ve onların ipiyle oynayan yerli hainler güruhu da bu suskunluktan, tepkisizlikten de güç alarak azdıkça azmıştı. Hainane saldırılarını rutine bağlamıştı. Seçimler, referandumlar, YAŞ toplantıları gibi önemli siyasi olaylar öncesinde hemen bir mizansen hazırlanıp yeni bir saldırı yapılıyordu. İşte nitekim bu YAŞ Toplantısı öncesinde de Türk Ordusu’nun, içinde Ege Ordu Komutanının da bulunduğu, 7’si general ve amiral toplam 22 subayı hakkında Beşiktaş’taki Nemrut Mustafa Paşa Divanları tarafından yakalama kararları çıkarılmıştı. Bu divanlardan biri, Zekeriya Özgiller’den olan savcı Cihan Kansız tarafından hazırlanan ve sözünü ettiğimiz subaylar hakkında birkaç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları istemini içeren iddianamesini kabul etmişti.

AB-D, CIA, Tayyipgiller, Cemaat ve bunların Beşiktaş-Silivri’deki hukukçu maskeli personeli bir kez daha şöyle demişti, Türk Ordusu’na:

“Biz sizin, orgeneralleriniz de dahil olmak üzere, ordu komutanlarınız da dahil olmak üzere, en büyüğünüzü bile istediğimiz zaman çizeriz. Sizi, torbacılar gibi, yaka paça yakalar, sürükler, minibüslere tıkar, Hasdal zindanına atarız. Sizi istediğimiz gibi tokatlarız. Bize artık son zamanlarda yaptığınız gibi, hep topuk selamı vereceksiniz. Bizimle konuşmaya öyle başlayacaksınız. Siz bizim gözümüzde sadece “site güvenlikçisi” statüsündesiniz. Kendinizi asla farklı yerlerde hayal etmeyeceksiniz. Biz size konuşun demedikçe konuşmayacaksınız. Hele siyasi konularda hiç ağzınızı açmayacaksınız. Sizin işiniz de, göreviniz de bu değil. O alan bizim. “Site güvenlikçisi” siyasetten ne anlar? Ne aklı erer? Geçmişi, içinde Mustafa Kemal de bulunmak üzere, unutacaksınız. O dönem bitti. Bak, biz ne dedik en önde gelen siyasi temsilcimiz Tayyip’in ağzından (kasetinde) Mustafa Kemal’i kastederek “Ölmüş İnektir”… CIA’nın Türkiye ve Ortadoğu Masası Eski Şefi Graham Fuller, daha diplomatik bir dil kullanarak “Kemalizm çağını doldurmuştur.” dedi. Siz farklı dillerden söylenen bu sözü hiç anlamadınız. Hâlâ Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk diyorsunuz. Biz de size işte böyle, söz anlamayanın hakkı budur, diyerek anlatmaya çalışıyoruz.”

4 yıldan bu yana sürekli bunu diyor, bunu yapıyor AB-D ve yerli hainler.

İşte bu hayâsızca darbelere karşı, korkakça da olsa, ilk tepki-artık yeter sözü Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve Kara, Hava ve Deniz Komutanı Paşalardan geldi. Ne yazık ki Jandarma Genel Komutanı, bu onurlu tavrın içinde yer almadı. O, AB-D ve işbirlikçileriyle birlikte olmayı tercih etti. Demek ki, Ali Nadir Paşaların (Vahdettin ve Damat Ferit’ten aldığı emir üzerine İzmir’i işgalci Yunan Ordusu’na hiç karşı koymaksızın teslim eden, askerin kışladan çıkmasına izin vermeyen kolordu komutanı) neslindenmiş. Yazık…

Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, kendisiyle birlikte davranan namuslu kuvvet komutanı silah arkadaşlarını da temsilen şu açıklamayı yaptı:

“Şu anda 173’ü muvazzaf, 77’si emekli olmak üzere 250 general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır. Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, birçok hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir.

“Bu durum, birçok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen soruna yasal çerçevede bir çözüm bulunması mümkün olmamıştır.

“Haklarında henüz hiç bir kesin yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14 general-amiral ile 58 albay, hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura’da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve peşinen cezalandırılmıştır.

“Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da  TSK’nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır.

“Bu durumun önlenememesi ve yetkili makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması  Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda göreve devam etme imkânını ortadan kaldırmıştır.” (Vatan Gazetesi, 30 Temmuz 2011)

Koşaner Paşa’nın burada dile getirdiği haksızlıkların, hukuksuzlukların, vicdansızlıkların tamamı yapılmış mıdır?

Kat be kat fazlasıyla yapılmıştır…

Pekiyi bunlarla karşılaşan bir kurumun temsilcisi olan insanlar ne yapar?

Şu üç şeyden birini:

1- Sessiz kalır, yapılan her saldırı ve zulmü sineye çeker. Sıra kendisine gelinceye kadar susar. Bu konuda en yiğit, en halkçı olan Hz. Ali şöyle der: “Haksızlık karşısında boyun eğerseniz hakkınızla birlikte şerefinizi de yitirirsiniz.”

Ne yazık ki, bugüne kadar, 4 yıldan bu yana TSK’nin komutanları böyle davranmıştır…

2- Koşaner Paşaların yaptığını yapar. Haksızlığa karşı dur diyemez. Kaçar… İstifa eder. Karşı koymaya cesaret edemez. Ona yüreği yetmez. Ama hiç değilse; ben yapamadım, yapacak olanlar gelsin, yapsın, der. O bakımdan bu davranış da, cesaretsiz olmakla birlikte, dürüstçe bir davranıştır. Namusluca bir davranıştır. Öyle ya her insanın yüreği her şeye yetmeyebilir.

Demek ki, biz Mustafa Kemalciyiz demekle Mustafa Kemal olunmuyor.

3) Mustafa Kemal gibi davranır… Mustafa Kemal’in 1919’da yaptığı gibi yapar. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yok etmek isteyen kapitalizme ve onların işbirlikçisi, hain Vahdettin’e, Damat Ferit’e (İstanbul Hükümetlerine) karşı davrandığı gibi davranır. Zalimin, saldırganın karşısına geçer ve “Ey, hain zalim, seni yeneceğim” der. “Geldikleri gibi gidecekler”, der.

Onu diyecekler de gelecektir, ileride… Devrimci Gelenekli Ordu Gençliğimizin “yiğitlik yarışı” olarak askerliği kavrayan Mustafa Kemal Gelenekli Halk Çocukları onu da mutlaka yapacaklardır…

Tabiî bu kısa sürede olmayacaktır. Yukarıda da söylediğimiz gibi, halklarımızın ne yazık ki, şu anda yarısı, Ortaçağcı güçlerin “Allah’la aldattığı” tutsakları durumundadır.

Biz gerçek devrimciler, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, köylülerimizle, esnaflarımızla, Kürt kardeşlerimizle, aydınlarımızla, kamu emekçilerimizle, bilim insanlarımızla ve Ordu Gençliği’mizle, el ele vererek tıpkı Birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı da zaferle sonuçlandıracağız. Bize Yeni Sevr’i dayatan AB-D Emperyalistlerinin alçakça hevesleri yine kursaklarında kalacaktır. Yerli Hainler de ihanetlerinin bedelini ödeyeceklerdir. Yaptıkları yanlarına kalmayacaktır. Ve adları da “Ulu Hakan Vahidüddin Han” dedikleri Vahdettin’le, Damat Ferit’le, Sait Molla’yla, Filozof Rıza’yla, Ali Kemal’le birlikte yazılacaktır, Tarihin defterine… Birlikte anılacaklardır… 30 Temmuz 2011

Halkın Kurtuluş Partisi

Genel Merkezi