Hatırlanacağı gibi Okuyan, Gezi İsyanı’mızın Taksim zaferinin ikinci gününün akşamında bile korku, hatta panik içindedir. Bu isyandan yakamızı nasıl kurtarırız endişesi ve telaşı içindedir. O yüzden Merkez toplantısında Gezi İsyanı’nın “Derin devletin, Seferberlik Tetkik Kurulu’nun işi” olduğu gibisinden utanç verici zırvalamalar gevelemektedir.
Sanırız o, kendi kendine şöyle bir evhama kapıldı:
Ulan bu büyük bir isyan. Hükümetin tekerlenmesiyle bile sonuçlanabilir. Derin Devletle hükümetin bir kapışması bu. Bunlar birbirlerini yemeye çalışıyorlar. O nedenle biz bu hareketten uzak duralım. Yoksa arada biz de gümbürtüye gidebiliriz. Hani derler ya; filler tepişir çimenler ezilir, diye. İşte bu büyük güçlerin kapışmasında biz de ezilip gidebiliriz. En iyisi uzak duralım. Bizim bu işle sayımız suyumuz yok, deriz bir hesap soran olursa. Bakın biz o harekette olmaktan uzak durduk. Söz dinletemediğimiz heyecanlı gençlerimizi bile çektik sonunda hareketten, diyerek kendimizi savunuruz, paçayı da kurtarırız onların elinden. Ne diye durduk yerde başımızı belaya sokalım… İşte ne güzel Kadıköy Nazım Kültür’de tatlı tatlı geyik çevirip duruyoruz.
Bu düşüncelerin ürünü olsa gerek; Okuyan Efendi parti örgütlerine de bu doğrultuda talimatlar göndermeye yeltenir. Fakat, yönetimdeki gençliğin temsilcisi konumundaki genç, dinamik kadroların tepkisiyle bu düşündüğünü gerçekleştiremez.
Biliniyor ya, hatırlatalım bir kere daha. Gezi İsyanı’mızın üç düşmanı vardır:
1- Büyük Patronu da dahil olmak üzere AKP Hükümeti.
2- Amerikancı Kürt Hareketi’nin İmralı, Kandil ve HDP merkezli temsilcileri. Hatırlanacağı gibi bunlar da aynı Okuyan gibi, AKP gibi değerlendirmişlerdi Gezi İsyanı’mızı. Hatırlayalım isterseniz yeniden. Demirtaş’ın ağzından söylenenler işte budur:
“(…) Fakat şöylesine bir hareket içerisine de girildi. ‘Bu şekilde hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz? Ya da bu halk hareketini darbeye kanalize edebilir miyiz?’ Böyle bir arayış vardı. Bunu, biz hem sokaktaki gözlemlerimizle hem de arkadaşlarımızın tespitleriyle rahatlıkla ifade edebiliyoruz. Bu bir spekülasyon değil. Biz bu kısmına şiddetle karşı çıktık. Bu yüzden de bir mesafe koyduk. Buradan bir darbe çıkarmak isteyenlerle birlikte olmayız biz.” (http://odatv.com/agactan-devrim-diyen-demirtas-gezi-direnisine-bakin-ne-demisti-1507141200.html)
Zaten Kürt illerinde de Gezi İsyanı’mız sürecinde yaprak kımıldamadı. Yalnızca Dersim’de BDP’ye rağmen sınırlı sayıda da olsa katılım oldu.
3- Kemal Okuyan-Aydemir Güler şefliğindeki Yeni Sahte TKP.
Cumhuriyet Tarihinin tanık olduğu bu en etkili, en güçlü, en yaygın halk isyanının düşmanları olarak tarihe geçecektir bu üçlü.
Yeni Sahte TKP, yine hatırlanacağı gibi, 13 Temmuz 2014 tarihinde iki ayrı kongreyle iki ayrı partiye bölündü.
İşte bu kongrelerden biri Okuyan-Güler Hafızların önderliğindeki Bostancı’da yapılan, kendilerinin “Atılım Kongresi”adını verdikleri kongreydi. İşte burada Okuyan Efendi, parti şefi olarak kürsüye çıkar ve okur nutkunu. Fakat gariptir, görürüz ki Okuyan Hafız’ımız Gezi İsyanı’mızın üzerinden tam bir yıl geçmiş olmasına rağmen isyan korkusunu hâlâ üzerinden atamamıştır, hâlâ rahatlayamamıştır. O korku, panik ve tabiî isyana ettiği ihanet bilinçaltında öylesine güçlü bir birikim oluşturmuş ki Okuyan Efendi elinde olmadan Gezi İsyanı’mıza saldırmaktan kendini alamamıştır. İsyana ilişkin şunları der orada:
“Haziran’ın bir devrim olmadığını defalarca söyledik (…)” (http://www.gercekgundem.com/siyaset/56755/tkpde-bolunme-resmilesti)
Hafız’ın bu cümlesi doğru. Zaten bizim bildiğimiz kadarıyla kimse de devrim demedi. Bu apaçık bir şeydi. Bunun söylenmesi yeni bir bilgi aktarımı olmaz ki. Fakat Hafız’ın derdi başka. Oradan hareketle saldıracak isyana. Şöyle devam ediyor, cümlenin ikinci bölümünde:
“(…) aynı zamanda kendi içinde “devrimci dinamikleri” de barındırmıyordu. Muhteşem bir halk hareketiydi, devrimci rotaya sahip olması gerekmez tarihsel olması için, devrimci mücadelenin ihtiyaç duyduğu halkçı enerjiyi sunmuştur, ortadadır.”
İşte Hafız burada korkak, gerici içyüzünü ortaya sermekten kendini alamıyor. Bir halk hareketi ki hem “muhteşem” olacak hem de “devrimci mücadelenin ihtiyaç duyduğu halkçı enerjiyi sun”muş olacak ama bütün bunlara rağmen yine de “devrimci dinamikler” barındırmayacak. Zırvalamanın boyutunu görebiliyor musunuz? Halk isyan ediyor. Milyonlar, hatta on milyonu aşkın biçimde ve kime karşı isyan ediyor?
Ortaçağcı iktidara karşı.
Temel sloganı ne İsyan’ımızın?
Bebelerin bile belleğine kazındığı gibi “Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam” ve bir de “Her Yer Taksim Her Yer Direniş”.
İsyanın bu gücü, bu şiddeti ve devasa dalgasının vuruşuyla AKP’nin Büyük Patronu aynen Kemal Hafız gibi panikliyor, Kuzey Afrika’ya kaçıyor.
AKP çatırdıyor. Abdullah Gül, Bülent Arınç suçu Tayyip Erdoğan’ın üzerine yıkarak kendilerini temize çıkarma, başlarını kurtarma derdine düşmüşler.
Abdullah Gül diyor ki; “Demokrasi sandıktan ibaret değildir, halkın taleplerine de kulak vermek gerekir, onları da dikkate almak gerekir.”
Bülent Arınç diyor ki; “Taksim’de nasıl bir düzenleme yapılması gerektiğini önceden halka sormalıydık, onlarla ortaklaşa bir karar oluşturup ondan sonra harekete geçmeliydik, yanlış oldu yapılan. Yani biz yanlış ettik.”
Eğer Amerikancı Kürt Hareketi İsyan’ımızı sırtından hançerlemeseydi ve bugün olduğu gibi yoğun bir direnişe ve mücadeleye girseydi bizlerle uyum içinde, AKP iktidarı tekerlenip gidecekti.
Ve bu tekerleniş de Mısır-Tahrir İsyanı’nda olduğu gibi Politik bir Devrim’e yol açacaktı. Yani Ortaçağcılık yenilecekti.
Fakat ne yazık ki ihanete uğradık, İsyan’ımız başarısız oldu.
Şahane zırvalarına devam eder Okuyan Hafız’ımız. Bilinçaltının kapısını sonuna kadar aralamıştır artık ve tüm gericiliğini ve korkularını kusmaktadır.
“Hiçbir halk her gün sokağa çıkmaz, çıkarsa müsamere olur.”
Gezi’de 27 Mayıs’tan 15 Haziran da dahil olmak üzere insanlar her gün sokağa çıktı. Yani halk her gün sokağa çıktı. Sonrasındaysa belli aralıklarla yine kitlesel biçimde sokağa çıkmaya devam etti. Mesela şehidimiz Ahmet Atakan, Hatay’da 9 Eylül’ü 10’una bağlayan gece şehit edilmiştir.
Demek ki Gezi İsyanı’mızda halk her gün sokağa çıkmıştır.
Ne oldu Hafız?
Hani çıkkmazdı?
Hafız burada şöyle bir kolpaya sapabilir:
“Ben her gün derken öyle bir ya da birkaç ay değil, yıl ya da yıllar boyu her gün demek istedim.”
Bunun da olmayacağı zaten belli bir şeydir. Herkes geçim derdinde. Üretim faaliyeti içinde. İşsizlerimizse ayrı bir dert içinde, bir tasa içinde. Yani böyle dese de anlamlı bir laf söylemiş olmaz Hafız’ımız. Konuşmak için konuşmuş olur.
Fakat Hafız’ın asıl tepki duyduğu, o nedenle de saldırdığı Gezi İsyanı’mız süresince her gün sokağa çıkılmasıdır. Bu olmamalıydı, diyor. Yani kitlelerin bir amaca ulaşmak için günler hatta aylar süren isyanını benimsemiyor. Reddediyor onu.
Ne demişti o konuda da?
“(…) çıkarsa müsamere olur”
Şimdi soralım Hafız’a:
Gezi sürecinde her gün sokağa çıkıldı mı?
Çıkıldı.
Söyle bakalım Hafız, böyle olduğu için “müsamere” miydi Gezi?
He? Cevap ver bakalım.
Hafız’ın zırvalamasında çelişki bir, iki değil ki. Mebzul miktarda. Cümlenin başında ne diyordu Hafız?
“Hiçbir halk her gün sokağa çıkmaz.”
Öyle mi Hafız?
Öyle. Peki hiçbir halkın yapmayacağı bir şeyi niye bir olasılık olarak ortaya koyuyorsun?
“Çıkarsa müsamere olur.”, diyorsun?
Yani Hafız’ımız hem çıkmaz, diyor, ardından da “çıkarsa”, diyor. Bir şarta bağlayarak halkın her gün sokağa çıkabileceğini de söylüyor.
Hafız burada Deniz Baykal’ın bir zamanlar CHP’nin başındayken yaptığı anlamsız, boş zırvalamaları bile sollamış oluyor. Hatırlayan olacaktır; o da o zamanlar konuşmuş olmak için konuşur, bol miktarda “eee” “eee” “eee” dedikten sonra “eee”ler arasında ara sıra da işte böyle anlamdan yoksun saçmalamalarda bulunurdu.
Haklı olarak bazı yetenekli tiyatrocular onun bu durumunu kavrar ve oyunlarında alaya alırlardı onu. Önce anlamsız saçmalamalar yapar, tabiî bilerek, sonra da “Baykal gibi konuştum, değil mi?”, derlerdi.
Ne yapalım, biz de bu Okuyan-Güler kafadarları Kadıköy Nazım Kültür’de tiyatro çalışması yapan akıllı tiyatroculara mı havale edelim?..
Hafız sürdürüyor cümlesini:
“(…) halklardan müsamere beklemeyelim, halklar gerektiğinde sokağa dökülür ve masaya vurur; iyi ki öyle yapar (…)”
Peki Hafız sana göre bu “gerektiğinde”nin zamanı ne zamandır?
Mesela Gezi İsyanı’mız o gereken zamanlardan biri midir?
Yoksa yanlış zaman mıdır?
E, işte sormayın, diyeceksin. Hafız’ın kuru lakırdısı bunlar. Cümlesini hâlâ noktalamadı Hafız. Şöyle sürdürür:
“(…) öteki türlü egemen sınıflar her gün müsamere eden halkı manipüle etmeye çalışır (…)”
Yahu Hafız, hani hiçbir halk her gün sokağa çıkmazdı?
E, ne oldu şimdi?
Hiçbir halkın yapmayacağı bir şey üzerine senaryo yazmaya başladın. Yani kendi kabulüne göre de mümkün olmayan bir şey üzerine gittikçe daha ayrıntılı senaryo yazmaya başladın.
“Egemen sınıflar her gün müsamere eden halkı manipüle etmeye çalışır”, diyorsun. Olmayan ve olmayacak bir şey üzerine hayaller kuruyorsun.
Nerede gördün her gün sokağa çıkan halkı egemen sınıfların manipüle etmeye çalıştığını?
Görmüşlüğün, duymuşluğun var mı?
Yok. Zaten böyle bir şey olmaz da diyorsun.
Peki bu manipüle etme işini nereden çıkardın şimdi?
Haa; “Ben sahip olduğum üst akılla bunu gördüm, bunu sezdim.” diyebilirsin. Bak işte ona bir şey demeyiz Hafız. Senin üst aklın da sezgilerin de gerçekten üst seviyede.
Nihayet şu ibareyle cümlesini noktalıyor Okuyan Efendi:
“(…) bu düzeni titretmeye yetiyor halkın enerjisi.”
Nihayetinde doğru bir cümle kurabildi Hafız. Evet, Gezi İsyanı’mız sürecinde halkımızın ortaya koyduğu sonsuz enerji, düzeni titretmeye yetti.
Fakat Okuyan Efendi’nin şu zavallılığına bakın ki düzeni titretmeye yeten bu dev enerji bile ona göre devrimci dinamik sayılmıyor, kabul edilmiyor.
Peki nedir Hafız, devrimci dinamik sence?
Halkımız Gezi İsyanı’mız sürecinde “ben bu iktidarı istemiyorum”, dedi. Ve ona başkaldırdı.
Bu devrimci dinamik değil midir?
Yahu Hafız sen ne anlarsın devrimci dinamikten?..
Senin bildiğin tutarsız, ipe sapa gelmez, sol lafazanlık. Nasıl olsa yiyorlar dinleyen gariban gençler, diyorsun, sıkıyorsun palavrayı.
O heyecanlı, içtenlikli gençlere de bir uyarımız ve önerimiz olacak:
Şef belleyip peşinden gittiklerinizin içyüzlerini gösterdik yukarıda. Onları serinkanlılıkla ve özgür bir akılla değerlendirin kendi kendinize.
Bir de Taksim Gezi İsyanı’mız hakkında o isyan günlerinde ve isyanın kalbinde isyanı değerlendiren şu 9 yaşındaki altın kalpli yavrumuzun söylediklerine bakın. İsyanı nasıl gördüğüne, nasıl yorumladığına bakın. Sonra da karar verin. Acaba Okuyan Efendi mi yoksa bu 9 yaşındaki yavrucak mı daha sağlıklı değerlendiriyor Gezi İsyanı’mızı:
Gezi İsyanı’mız o günlerin ateşi ve sıcaklığı içinde yaptığımız değerlendirmelerde de söylediğimiz gibi halkımızın kendiliğinden bir hareketiydi. Zulme karşı bir patlamaydı, bir isyandı.
Ne yazık ki biz gerçek devrimciler kadrolarımızın yetersizliği ve kitlelerle organik bağlarımızın olmayışı yüzünden halkın bu isyanını yani ortaya koyduğu bu müthiş devrimci dinamiği, devrimci enerjiyi, sonuç alacak devrimci bir kanala yoğunlaştırarak yönlendiremedik. Eğer bunu becerebilseydik o isyanı ve o gücü belli bir noktaya odaklayıp oradan vurabilseydik iktidara, bu Amerika yapımı Ortaçağcı iktidarı paldır küldür devirirdik, alaşağı ederdik. Politik bir Devrim yapardık. Bu da bize sosyal devrime giden yolda önemli bir basamak oluştururdu.
Devrimden sonra bile Gerçek Proletarya Partisi denizde bir damladır. Yani halk kitlelerinin tamamını çatısı altında toplamaz. Yani tamamını üye statüsüyle örgütlemez. Böyle bir şey, partinin homojenliğini ve çelik çekirdek özgücünü zaafa uğratır.
Ne diyor Lenin Usta?
“Az olalım, öz olalım.”
O yüzden Gerçek Proletarya Partisinin üyeleri milyonlarla, yüzbinlerle sayılmaz. Eğer böyle olursa partinin gerçek devrimci kalitesi ve homojen yapısı bozulur, zaafa uğrar. Proletarya Partisi, devrimin öncü müfrezesidir. Proletaryanın genelkurmayıdır. O bakımdan da başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere halkımızın en bilinçli, en kararlı, en fedakar, en cesur, en çalışkan temsilcilerinden oluşur.
Fakat bu çelik çekirdeği oluşturan kadrolar, kitlelerle öylesine yakın ve sıcak bağlar kurarlar ki, halk kitleleri içinde denizde balık gibi rahat ederler ve müthiş bir uyum kabiliyeti sağlarlar. Böylece de kitlelerle aralarında sonsuz iletişim telleri oluştururlar. Halkın özlemlerini, dileklerini, taleplerini ve tepkilerini anında görürler, kavrarlar, değerlendirirler ve onlara devrimci çözümler üretirler. Bu çözümleri hayata geçirirler. Ve bu işte halka önderlik ederler. Böylelikle de halkın devrimci dinamiklerini ve isyan isteklerini değerlendirirler, yönlendirirler; düzenin en zayıf noktasına o güçle vururlar. Demek ki partinin görevi buymuş.
İşte böyle bir partiye sahip olmadığımız için Gezi İsyanı’mızda halkımızın ortaya koyduğu isyan enerjisi bir anlamda heba edildi. İlk günlerde panikleyen ve çatırdayan iktidar sonrasında uluslararası desteği sayesinde yani AB-D Emperyalistlerinin kendisine verdiği akıl ve destek sayesinde kendini toparlayıp karşı saldırıya geçti. Ve yendi isyanımızı sonunda.
Gezi İsyanı’mızın yenilgisi ona gerçek bir devrimci partinin önderlik edememesinden kaynaklandı. Biz çok çırpındık, çok çabaladık, hiç değilse mevcut imkanlar ölçüsünde önerlik edip devrimci bir potaya ulaştıralım diye. Ama gücümüz yetmedi buna.
Fakat hepten de boşa gitmedi isyanımız. Halk kitleleri kendi güçlerini gördüler. Kendilerinin bir anda sokakları, meydanları dolduruverdiğinde, isyan çığlıklarıyla zalimlerin karşısında ayaklanıverdiklerinde karşılarında hiçbir gücün duramayacağını gördüler. Kurtuluşun tek tek değil, hep birlikte mücadeleyle kazanılacağını gördüler. Kurtuluşun, isyanda olduğunu gördüler.
Evet, yenildik. Ama olsun. İsyanın halkımıza kazandırdığı bu bilinç ve güven çok önemli kazanımlardır. İleride meyvesini verecek bu kazanımlar.
Ne diyorduk isyan günlerinde?
Bu Daha Başlangıç, Mücadeleye Devam.
O günler de gelecek. Adımız gibi eminiz bundan… 28.12.2015
Nurullah Ankut
HKP Genel Başkanı