Kurtuluş Yolu Gazetesi 72.Sayı BAŞYAZI
Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur
ürkekleri işbirlikçiliğe yönelten de bir kuru vaattir
Ne yazık ki küçükburjuva sol ortamımızın en önemli zaaflarından biri de ürkekliktir, kararsızlıktır, direnç eksikliğidir.
Ortalama son bir ayın en çok tartışılan siyasi olayı bildiğimiz gibi, 17 Aralık’ta patlak veren Tayyipgiller ve Pensilvanyalı İblisin ekibi arasındaki kavgadır. Yine hepimizin bildiği gibi bu iki şer cephesi; satılmışlar cephesi, ABD İşbirlikçileri cephesi, hainler, halk düşmanları cephesi ve insanları Allah’la aldatan alçaklar cephesi, bütün sermayesi din alıp satmak olan şerefsizler cephesi, 10 küsur yıldan bu yana kaynaşık durumdaydı. AKP İktidarının en önemli iki bileşenini oluşturuyordu bunlar. Birlikte Türkiye’yi bugünkü yürek parçalayıcı duruma düşürdüler. Ortaçağın karanlıklarına doğru sürüklediler. Ve Yeni Sevr bataklığının kıyısına getirdiler.
Bu hainane işleri yapabilmek için de Türk Ordusu’ndaki, Türk üniversitelerindeki ve medyadaki neredeyse bütün namuslu, antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı, yurtsever, Mustafa Kemalci insanları, kadroları, sahte-düzmece belgelerle, tanıklarla bir bahane bularak Silivri, Hasdal, Sincan Zindanlarına doldurdular. Bu yol temizliğini yaptıktan sonra da ihanetlerini, alçaklıklarını, namussuzluklarını ve vurgunculuklarını gönüllerince icra ettiler.
Türkiye’nin Kuvayimilliye yadigârı yüzlerce kamu kuruluşunu birkaç yıllık geliri karşılığında yandaşlarına ve efendileri olan yabancı Parababalarına “özelleştirme” yaftası altında sözüm ona sattılar. Daha açığı peşkeş çektiler, yeyim ettiler. Tabiî bu işlerden komisyon almayı da asla ihmal etmediler. Tayyipgiller, 10 küsur yıllık iktidarları süresince Türkiye’de miktarı yüz milyarlarca doları bulan vurgun yaptılar. Onların hep söylediğimiz gibi kanuna, kitaba, ahlâka, dine uygun bir tek işlerini bile bulmak neredeyse mümkün değildir. Onlar şeytanın bile aklına gelmeyecek yol ve yöntemlerle kamu mallarını aşırırlar. İhaleye fesat karıştırırlar, görevlerini kötüye kullanırlar, zimmetçilik yaparlar, kalpazanlık yaparlar, rüşvetler alırlar, daha bir sürü yol ve yöntemle vururlar ha vururlar… Doymak, kanmak nedir bilmezler. Utanmak, arlanmak nedir bilmezler. Ar-namus nedir bilmezler. Yüzleri kızarmaz onların. Onlar insan soyunun yüz karasıdırlar. Sefalettirler. İğrençtirler, mide bulandırıcıdırlar…
İşte bu aşağılık işleri, yani ihanet ve vurgunu 10 küsur yıldır durup dinlenmemecesine yapan bu iki satılmışlar-hainler cephesi 17 Aralık’ta uzlaşmaz bir kavgaya tutuştu. Her iki taraf da kendince artık Türkiye’yi bütünüyle ele geçirdiklerini, zafere ulaştıklarını, kendilerine bundan böyle kimsenin başkaldıramayacağını düşünüyordu. Bu nedenle de iktidarın, artık o güne kadar olduğu gibi bir koalisyon iktidarı olarak değil de tek başlarına, kendilerinin iktidar olmasının zamanının geldiğini düşünmüş olmalıydılar. Bu sebeple de birbirlerine savaş açtılar. Her biri karşısındakini kesinkes bertaraf etmeyi yani saf dışı etmeyi kafasına koymuştu. İlk saldırıyı iki ay kadar öncesinde Tayyipgiller’in şefi, Ali Ağaoğlu adlı vurguncu alçağın deyişiyle “Büyük Patron” Tayyip başlattı. Pensilvanyalı İmamın kadro devşirdiği, yetiştirdiği dershanelerin kökünü kurutmak için onları kapatmaya girişti. Tabiî bu açıkça Pensilvanyalının yeni kadrolar edinmesinin önüne aşılmaz bir set çekmek anlamına geliyordu. Tayyip’in saldırısı uzun vadede kesin sonuç alıcı bir vuruştu. Pensilvanyalı bununla amaçlananın kendisi için ne kadar vahim bir sonuç doğuracağını anında gördü. Ve tepkisini göstermekte gecikmedi. Zaten hazırlığı yeterliydi.
Tayyipgiller’in nerede, ne zaman, nasıl ve ne miktarda maddi vurgun yaptığını kuruşu kuruşuna sahip olduğu elektronik takip-izleme-gözleme gücü sebebiyle zaten biliyordu. İşte ivedilikle bu vurgunları açık eden ve Tayyipgiller’in iğrenç içyüzünü ortaya seren, üstelik de onları, ele geçirmiş olduğu mahkemelerinde yargılatıp ağır mahkûmiyetlere uğratmayı hedefleyen saldırısını başlattı 17 Aralık’ta.
Ayakkabı kutuları içine doldurulmuş 4 buçuk milyon dolar, “Kocacığım yeşiller geldi”, diyen ses kayıtları, sayısı 7’yi bulan para kasaları, para sayma makineleri yine Avrupa Birliği yetkililerine, tepsiler içinde baklava ikramıyla ünlü Egemen Bağış’a verilen çikolata kutusuna doldurulmuş 1 buçuk milyon dolar, İçişleri Bakanının oğluyla yaptığı vurguna ilişkin telefon görüşmeleri, vb. yüz kızartıcı, rezil işlere ilişkin belgeler bir anda ortalığa saçılıverdi.
Tayyipgiller ve şefi Tayyip panikledi. Zaten yarım olan ruh sağlığını ve dengesini iyice yitirdi. Önce vurgunu matematikteki dört işlem kesinliğinde ortaya konan bakanlarını savunmaya yeltendi:
“Yol arkadaşı olmazsa yol neye yarar?” türünden hezeyanlarla onları savunmaya kalktı. Ama baktı ki hep birlikte batacaklar, 180 derecelik bir dönüşle onları anında sattı. “Hemen istifa edin, bu arada da beni savunan yani benim, yaptığımız işlerle hiçbir ilgimin olmadığını öne süren bir açıklamada bulunun”, diye bir emir verdi onlara. Erdoğan Bayraktar hariç diğerleri bir açıklamada bulunmamakla birlikte hemen istifa ettiler. Erdoğan Bayraktar’sa hatırlanacağı gibi TOKİ’deki bütün işleri Erdoğan’ın talimatı ile yaptık, eğer ben suçluysam o da suçlu, onun da benim gibi hemen istifa etmesi gerekir, diyerek Tayyip’e bir darbe indirdi istifasıyla birlikte. Tayyip, Bayraktar’ın bu tutumuna gık diyemedi.
Bu istifalar sonrasında da Tayyip, “Biz aramızdaki çürükleri temizleriz ya da temizlemek için gerekenleri yaparız”, diyerek “yol arkadaşları”na bir tekme de kendisinin savurmasını uygun buldu. İşin garibi, yukarıda da söylediğimiz gibi, Tayyip dengesini iyice yitirdiği için saçmalamalarını da arttırdı. Yukarıdaki cümleyi sarf ettiği konuşmasında şöyle de demekten geri durmadı:
“Bu bir yolsuzluk soruşturması değildir, bu siyasete ve millete karşı açık bir komplodur, açık bir tezgâhtır.
“Bu komplo sadece AK Parti’ye değil, sadece Hükümete değil Türkiye’ye, 76 milyona yapılmış bir komplodur.”
Evet, Tayyip işte böyle bir taraftan biz içimizdeki çürükleri ayıkladık, ayıklarız, diyor, bir yolsuzluk varsa onu yapanları içimizden atarız diyor; diğer taraftan da bu sadece AK Parti’ye değil, Türkiye’ye, 76 milyona yapılmış bir komplodur, diyor.
A soytarı! İçinizdeki çürükleri ayıkladınızsa, yolsuzluk yapanları içinizden attınızsa bu yapılan bir yolsuzluk soruşturması, bir yolsuzluk operasyonudur. Yok eğer bu bir komplo ise, bir darbe ise hem de sadece size değil, tüm Türkiye’ye yapılmış bir darbe ise o zaman ne diye bakanlarını istifa ettiriyorsun?
Besbelli ki Tayyip iş üstünde-suçüstü yakalanan hırsızların paniği ve ne yaptığını bilmezliği içindedir…
Bataktaki Tayyip’in yardımına Feyzioğlu koştu
İşte olayın tam bu noktasında yani Tayyip panikten dağılmış-dağıtmış, ne yaptığını bilmez bir duruma düşmüş haldeyken işin içine aniden ve birden Metin Feyzioğlu daldı. Tayyip’e ve Tayyipgiller’e uzatılmış bir can simidi olacak öneride bulundu. Bu önerileri en sade biçimde şu şekilde özetleyen hukukçular vardır. Oradan görelim:
“- Özel görevli mahkemeleri kaldıran kanunda, bu mahkemelerin ellerindeki davaları sonuçlandırana kadar sürmesine olanak veren geçici 2. madde kaldırılsın.
“- Süren davalar genel görevli mahkemelere aktarılsın.
“- Özel görevli mahkemelerin Temmuz 2012’den sonra verdikleri hükümlerin Yargıtay tarafından bozulması için düzenleme yapılsın.
“- Temmuz 2012 sonrası verilen hükümler konusunda yeniden yargılama sağlansın.
“- Terörle mücadele mahkemeleri de kaldırılsın.
“- Savcılara bağlı adli kolluk teşkilatı kurulsun.” (www.egundem.net)
Yukarıda da açıkça görüldüğü gibi Feyzioğlu, Özel Yetkili Mahkemelerin kesinleşmemiş dosyalarının-davalarının Ağır Ceza Mahkemelerine aktarılmasını, Temmuz 2012’den sonra vermiş oldukları kararların kesinleşmiş olanlarının da bozularak yeniden Ağır Ceza Mahkemelerinde görülmesini önermiş oluyor. Yani Özel Yetkili Mahkemeler her şeyleriyle ortadan kalksın, bunların baktıkları davalar ve verdikleri kararlar bozularak Ağır Ceza Mahkemelerinde görülsün ya da yeniden görülsün, demiş oluyor.
Oysa Tayyip’in siyasi başdanışmanı ve Ankara milletvekili Yalçın Akdoğan ne demişti yazısında?
Aynen şunu: “Milli Orduya kumpas kuruldu”.
Şimdi isterseniz virgülüne dokunmadan kendi yazısından aktaralım ne dediğini:
“(Başbakan Erdoğan) Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir.” (Yalçın Akdoğan, Star Gazetesi, 24 Aralık 2013)
Apaçık bir şekilde görüldüğü gibi Yalçın Akdoğan, uyguladıkları şeytani bir planı itiraf ediyor. Diyor ki, bu ülkenin milli ordusuna kumpas kurulmuştu. Aynı kumpası kuranlar işte şimdi de bu ülkenin milli bankasına yani Halkbank’a ve onun evinde ayakkabı kutularında milyon dolarlar bulunan genel müdürüne, milli istihbaratına yani MİT’ine ve “milletin gönlünde taht kuran” sivil iktidarına yani bize kumpas kuruyorlar, diyor.
Böyle demekle de “Ergenekon Davası” adlı CIA Operasyonunda canı yananların ve operasyona karşı çıkan kesimlerin desteğini almak istiyor. Bak dün size yapmışlardı, bugün de bize yapıyorlar, biz de sizin gibi mağduruz, komplo kurbanıyız. Düşmanımız da aynı. O halde bu ortak düşmanımıza karşı birlik olmalıyız ve birlikte mücadele etmeliyiz, demiş oluyor.
Oysa bu CIA Operasyonu ilk başladığı yıllarda Tayyip’in kendisi “ben bu davanın savcısıyım”, demişti. Böylesine sahiplenmişti bu Operasyonu. Beşiktaş ve Silivri Mahkemelerini eleştirenleri “hukuka hepimiz saygılı olmalıyız, devletin mahkemelerine kimse hakaret edemez” diyerek suçlamıştı. Üstelik bebeler bile bilir ki “Ergenekon Davası” denen Pentagon-CIA Operasyonu hukuki bir dava değil; tam tersine siyasi bir saldırıydı. Bu saldırının da iki uygulayıcı ayağı ya da maşası vardı. Bunlardan biri Fethullah Cemaati ise öbürü de Tayyipgiller İktidarıydı.
Yine hatırlanacaktır; Tayyip, Korgeneral Engin Alan’ın Silivri Zindanına neden tıkıldığının ve Balyoz Davası’nda 18 yıl ağır cezaya çarptırılmasının gerekçesini şöyle belirtiyordu:
“Çanakkale’de anma törenlerine gidiyoruz bu beyefendi ayağa kalkmadı. Ondan sonra gereği yapıldı o ayrı mesele. Ama şimdi bakın gideceği yeri o da buldu.”
Söylenen açık. Bize ayağa kalkmayan Silivri’yi boylar, 18 yıl cezayı yer, demiş oluyor Tayyip. Böylece de Silivri Mahkemeleriyle iç içe-kaynaşık olduğunu açıkça beyan etmiş oluyor. Yani bunların hukuka uygun, haklıyı haksızdan ayıran, böylelikle de adalet dağıtan gerçek anlamda mahkemeler olmadığını, Fethullah’la kendinin emrinde çalışan hukuk büroları olduğunu yine apaçık bir şekilde dile getirmiş oluyor.
Şimdi de kalkmış aynı mahkemeler kendi yolsuzluklarını, hırsızlıklarını, vurgun ve talanlarını somut-maddi delilleriyle birlikte ortaya seriverince “iç ve dış güç odakları bize darbe yaptı”, diye feryat ediyor. Oysa iki sene önce onlar senin mahkemelerindi. O zaman savunuyordun yaptıklarını. Şimdi senin pisliklerini ortaya dökünce bir anda “darbeci” oluyor onlar, öyle mi? Bakın ne diyor şimdi bunlara:
“Bugün artık geçmişteki bazı yargılamaların da üzerinde çok büyük soru işaretlerinin oluştuğunu daha net olarak görüyoruz. Sahte ihbar mektuplarıyla, yasa dışı dinlemelerle, sahte delillerle tasarlanmış ve ayarlanmış bir kısım yargı mensuplarıyla insanların nasıl mahkûm edildiklerini bugün çok daha belirgin şekilde görebiliyoruz. Bütün bunlar hukuk saikıyla, adalet saikıyla, vicdan saikıyla değil tamamen örgüt saikıyla yapılıyor. Bununla tabiî ben yargının tümünü zan altına asla alamam, bunun içinde yürütme de var. Bunlar müşterek yapılıyor ve bir dayanışma içerisinde yapılıyor. 17 Aralık’tan bugüne kadar devletin kurumları içinde nasıl bir çark kurulduğu, nasıl bir örgütsel yapılanmaya gidildiği net olarak ortaya çıktı.” (AKP Grup Toplantısı, 14 Ocak 2014, www.akparti.org)
Bunlar böyle, öyle mi?
Peki 2007’den bu yana 6 yıldır sen bunların ne olduğunu yeni mi öğrendin? Senin MİT’in, Hakan Fidan’ın, Efkan Ala’n, Yalçın Akdoğan’ın ve daha İblise bile pabucu ters giydirecek cinlikteki sürüyle yandaşın, danışmanın uyuyorlar mıydı? Hiçbiri bilmiyor muydu bu mahkemelerin içyüzünü?
Soytarılık yapma Tayyip! Düzenbazlık yapma! Milleti ahmak yerine koyma…
Tayyip’in yolsuzluk sürecinde kalıptan kalıba girmesi soygunculuğunun itiraf belgesidir
Tayyip ve şürekâsı sadece Ordu’dan ve Ulusalcılardan değil, Deniz Baykal’dan bile medet ummaya başladı artık:
“Bu komplonun benzerleri inanın merhum Ecevit’e, Sayın Demirel’e Sayın Baykal’a dahi yapıldı. Eğer, bugün bu çirkin operasyonlara en sert, en kararlı cevabı vermezsek, biliniz ki bu komplolar yapılmaya, gelecekte de milli irade üzerinde mühendislik tasarımları yapılmaya devam edecektir.” (Akşam Gazetesi, 26 Aralık 2013)
İşin garibi, Baykal, Tayyip’in bu iddiasını reddediyor. Bana Fethullah Gülen Cemaatinin bir kötülüğü, bir operasyonu olmadı, diyor. Bana yapılan kasetli saldırının onlarla bir ilgisi yok, diyor.
İşin diğer bir garip yönü de Baykal’a bu saldırı yapıldığı zaman, Tayyip de o saldırıya olanca gücüyle katılıyordu, destek veriyordu. Bu kasette ortaya çıkan olayların özel hayata ilişkin değil, genel olduğunu ve o doğrultuda değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Yani Baykal bu yaptığının cezasını çekmelidir, diyordu:
“Baykal beline hâkim olamadı. Hâlâ bu medya, bu siyasiler ‘insanın özeline karışıyorlar’ diyorlar. Yahu kendi eşiyle mi bir şey oluyor da özel oluyor. Bu özel değil, bu genel genel. Bu genel bir ahlâksızlıktır” (Kastamonu Mitingi Konuşması, 4 Mayıs 2011)
Tayyip, BDP’den-PKK’den yani Amerikancı Kürt Hareketinden de medet ummaktadır şimdi. Şöyle demektedir bu konuda da:
“Dünyada artık sesi çok çıkan, adaletin ve vicdanın sesi haline gelen, itibarı her geçen gün artan Türkiye’nin yükselişini durduralım dediler. Özellikle de çözüm sürecini, milli birlik ve kardeşlik sürecini bozalım, bu ülkede yeniden kan akıtalım, yeniden gençlerin ölmesini ve öldürmesini sağlayalım dediler. Evet, bir tek operasyon paketinin içine bütün bu kirli niyetleri koydular ve işte o tuzak ayaklarına dolaştı.” (AKP Grup Toplantısı, 14 Ocak 2014, www.akparti.org)
Tayyip’in bu çağrısı, PKK’den hemen karşılık buldu. Öcalan; “darbeye benzin dökmeyiz”, diyerek Tayyip’in yanında yer aldıklarını açıkça belirtti, ilan etti. Ayrıca Gündem de 17 Aralık’tan bu yana Tayyipgiller’le aynı paralelde bir yayın yapıyor bu konuya ilişkin olarak. Başta Veysi Sarısözen gelmek üzere birçok köşe yazarı da net bir şekilde Tayyipgiller’in yanında yer aldıklarını ifade ediyor. Hep söylediğimiz gibi onların Türkiye’deki en yakın dostu AKP’dir, Tayyipgiller’dir.
Tayyip, bugüne dek ABD ve İsrail’e karşı etmiş olduğu kuru gürültülerden dolayı da açıkça nedamet getirdiğini-pişmanlık duyduğunu Japonya’da ilan ediyor hem de:
“Türkiye’nin bölgesel veya küresel bir güç olma gibi bir hedefi yoktur. Türkiye sadece üzerine düşen görevi yapmak suretiyle gerek bölgede gerekse uluslar arası camiada bir yere oturtuluyor. Diğeri hırs olarak tanımlanır ki hırs her zaman tehlikelidir. Bizim böyle bir hırsımız yok” (7 Ocak 2014)
Oysa daha geçen ekimde Tayyip ve şürekâsı, İzmir’de düzenlenen 2. İktisat Kongresi’nde, Türkiye’nin yeni hedefini “Küresel Güç” olmak şeklinde belirliyorlardı. Görelim:
“Türkiye’nin yeni hedefi İzmir’de belirlendi: Küresel güç
“Birincisi 1923’de düzenlenen ve ülkenin tarihindeki önemli mihenk taşlarından biri olan kongre, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın da katıldığı törenle başladı.
“Türkiye’nin önümüzdeki süreçte bir küresel güç olması hedefi ortaya konan kongre 3 bin 400’ü aşan katılımcı sayısıyla rekor kırdı.” (http://www.yeniasir.com.tr, 30 Ekim 2013)
Tayyip apaçık bir şekilde görüldüğü gibi tüm hırsızlıklarının, vurgunlarının ortaya serilivermesi üzerine yani bir anlamda suçüstü yakalanma durumuyla karşı karşıya kalınca bir anda çark ediyor. Küresel güç olmaktan vazgeçmekle yetinmiyor, bölgesel bir güç olmak gibi bir hedefimiz de yok, diyor. Bunlar hırs olur ki bizim böyle hırslarımız olmaz, diyor. Biz, efendimizin (ABD Emperyalistlerinin) verdiği görevleri yapıyoruz sadece, başkaca da hiçbir amacımız yoktur, diyor. Yani efendimiz, bizi kubura süpürme, biz verdiğin her emri eksiksiz yerine getirmeye hazırız, hizmette ettiğimiz kusurlardan dolayı da bizi affeyle, diyor.
Aslında Tayyip’in tüm bu fırıldak gibi dönmeleri, kalıptan kalıba girmeleri onun hırsızlığının, kamu malı aşırıcılığının, hayâsızca soygunculuğunun bir itiraf belgesidir…
Onun bu son süreçte ortaya koyduğu itiraf belgeleri bir hayli fazla aslında:
Her türlü yargıdan bağımsız bir diktatör…
Operasyonun ikinci dalgasında savcılığın haklarında milyar dolarları bulan soygunculuk nedeniyle dosya hazırladığı ve suçluların yakalanması için mahkemeden karar da çıkardığı halde Tayyip, İstanbul Emniyet Müdürü ve İçişleri Bakanına emir vererek yargının bu kararını uygulatmamıştır. Bu konuya ilişkin kısa bir bilgi verelim.
“Erdoğan 2. Rüşvet dosyasını iktidar zoruyla engelledi
“Yolsuzluk Örtbas
“Başbakan oğlu Bilal’i ifadeye yollamadı, polisleri operasyona göndermedi, savcıyı değiştirdi, yandaş 7 işadamının malvarlığına konan tedbiri kaldırdı
“2. YOLSUZLUK OPERASYONU BOĞULDU
“25 Aralık’ta başlayan 2. Rüşvet operasyonu Erdoğan’ın sürece doğrudan müdahalesi ile engellendi. Başbakan, dosyada adı geçen ve ifadeye çağrılan oğlu Bilal’i kanatları altına alarak ifadeye yollamadı. Müdür Altınok yasayı çiğneyerek polisleri operasyona göndermedi.
“7 İŞADAMINA TEDBİR KALDIRILDI
“2. Rüşvet operasyonunda adı geçen Erdoğan’a yakın 7 işadamının şirketleri için alınan tedbir kararı 3 Ocak’a kadar geciktirilip yürürlüğe konmadı. Daha sonra 13 Ocak’ta tedbir kararı tümüyle kaldırılarak, yolsuzluk dosyasında adı geçen işadamlarının malları kurtarıldı.” (Yurt Gazetesi, 15 Ocak 2014)
Tayyip’in bu davranışı açıkça ceza kanunlarını da Anayasayı da, Adliyeleri de hiçe saymak anlamına gelir. Her türlü kanundan bağımsız bir diktatör olduğunun ilanı anlamına gelir. Böylece de kendisinin milletvekilliği ve başbakanlık sıfatı otomatikman ortadan kalkar. Açıkça bir zorba, bir çete reisi durumuna düşürmüş, getirmiş olur kendisini. Tabiî onun başkanı olduğu Bakanlar Kurulunun ve AKP milletvekillerinin de tüm bakanlık ve vekillik sıfatları onun bu kanunsuzluklarına göz yummaları sebebiyle yine aynı şekilde ortadan kalkar. Onlar da “Çıkar Amaçlı Suç Örgütü”nün yöneticileri ve bileşenleri durumuna girerler. Yani onların her türden meşruiyetleri bitmiş olur. Bu nedenle de acilen onların Anayasayı İhlalden ellerine kelepçe takılarak tutuklanmaları ve Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmaları gerekir.
Tayyip’in Anayasa ve yasa ihlalleri yukarıdakilerle sınırlı değildir. Yine hatırlanacağı gibi El Kaide adlı İslamcı-Ortaçağcı terör örgütüne, cellâtlar örgütüne silah taşıyan TIR’ın aranmasını ve yaptığı kanunsuzluktan dolayı o işle ilgili olanların yargılanmasını Cumhuriyet Savcılığının kararına ve savcının bilfiil kendisinin de olay mahalline gelerek çabalamalarına rağmen polise ve jandarmaya aksi yönde emir vererek savcılığın bu kararını da uygulatmamıştır Tayyip. TIR aranmamış ve yoluna devam etmiştir. Tayyip’in bu yaptığı sadece Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre değil, uluslararası yasalara göre bile suçtur. Bir terör örgütüne silah temin ederek yardım etmek uluslararası ceza mahkemesinde yargılanmayı gerektiren bir suçtur da aynı zamanda. Kaldı ki Tayyip bu suçu 3 yıldan bu yana yani Suriye’ye karşı ABD Emperyalistlerinin emri üzerine açılmış olan savaşın başladığı ilk günden itibaren işlemektedir. Kardeş ve dost bir Müslüman ülkenin halkının oyuyla işbaşına gelmiş yönetimini devirmek için tüm İslam ülkelerinden devşirilmiş kafa kesen, insan ciğeri yiyen, insanlıktan çıkmış Ortaçağcılarla el ele vererek savaşmaktadır bu ülkeye karşı. Bildiğimiz gibi, Tayyip, Libya’da da aynı ağır suçu işlemiştir. Hatta Irak’ta da böyle bir suç işlemişti.
Hep tekrarladığımız gibi o, ülke içinde de yüzlerce masum insanın canına kıymıştır. Elleri halkımızın genç evlatlarının kanına bulanmıştır. En son Gezi İsyanı’mızda on civarında genç insanımızın katlinden sorumludur Tayyip. Roboski’de 34 genç, geçim derdindeki Kürt insanımızın katlinden sorumludur Tayyip. Hatay-Reyhanlı’da kendi açıklamalarına göre 53 masum insanımızın katlinden sorumludur. Hızlı tren kazasında, aslında cinayettir bu, 42 masum insanımızın katlinden sorumludur Tayyip. Tabiî aynı zamanda da miktarı yüz milyarlarca doları bulan vurgundan, soygundan, hırsızlıktan, kamu malı aşırıcılığının sorumlusudur Tayyip. Tabiî Tayyip diyoruz da o, bu katliam ve vurgunların, ihanetlerin bir numaralı sorumlusudur. Tüm ekibi de bu cinayetlere, katliamlara, vurgunlara fiili iştirakten sorumludurlar. Yani Tayyipgiller de bakanlarıyla, vekilleriyle, belediye başkanlarıyla, il meclisi üyeleriyle, il ve ilçe yöneticileriyle birlikte ve bunların akrabalarıyla birlikte, yakınlarıyla birlikte sorumludurlar. Hesabını vereceklerdir yaptıklarının. Hiçbirinin yanına kalmayacaktır. Boşuna umutlanmasınlar, bu suçlardan yırtarız, işi zamana yayar unuttururuz filan diye. Hayır, asla öyle bir şey olmayacak…
17 Aralık’ta meşruiyetini yitiren Tayyip niye iktidardan alaşağı edilemedi?
17 Aralık’ta Tayyip’in tüm meşruiyetini yitirdiği ve bütün iğrenç vurgunlarının ortaya serileceği bir operasyon başlatmıştı eski can dostu, koalisyon ortağı Pensilvanyalı İmam ve ekibi. Yukarıda da söylediğimiz gibi artık Türkiye’yi paylaşma kavgasına girdiler bu iki hain ABD işbirlikçisi ekip. Kavganın bu aşamasında içinde zerrece namus, cesaret, yurtseverlik ve Mustafa Kemalcilik bulunan güçlerin ve biz devrimcilerin yapması gereken; Tayyipgiller İktidarının tepetaklak-alaşağı edilmesi için olanca gücümüzle onlara saldırmaktı, elimizdeki tüm imkânlarla. Bu hain ittifakın bir ayağı çöktü müydü öbür ayağının da sonu yaklaşmış olurdu. Tek başına o da zaten iktidarda kalamazdı. Bunlar 10 küsur yıldan bu yana tüm ihanetleri birlikte yaptılar. El ele, omuz omuza vererek yaptılar. Daha önce de söylediğimiz gibi Tayyipgiller’in yolsuzluktan, vurgunculuktan, hırsızlıktan dolayı bütün meşruiyetini yitirerek iktidardan tekerlenmeleri Türkiye Devrimci Hareketine hız verirdi. Önünü açardı. Artık din sömürüsüyle-din alıp satarak-insanları Allah’la aldatarak kullanmak çok zorlaşırdı. Masum, saf, günlük geçim derdinde olduğu için ülkemizin ekonomik ve siyasi olaylarını, bölgemizdeki olayları ve dünyanın gidişini algılamaktan uzak insanlarımızın bir ölçüde de olsa gözleri açılırdı. Artık din sömürüsü yapanlara ve dindarlık maskesi altında kendisini kandırmak isteyenlere karşı en azından daha temkinli olurdu bu kara halk yığınları. Böylelikle de onları gerçekten kendi çıkarlarına olan devrimci düşüncelerimizle ve tezlerimizle etkilememiz, uyandırmamız, örgütlememiz aynı oranda kolaylaşırdı.
Ne yazık ki bu altın fırsat önemli oranda kaçırılmış oldu. Bunda devrimci, demokrat, solcu geçinen, aslında burnunun önünü görmekten aciz küçükburjuva hareketlerin de rolü oldu.
Bu hareketlerin böylesine sağa savrulmalarında iki etken önemli rol oynadı: Birincisi; bu hareketlerin Silivri, Hasdal, Metris ve Sincan’daki tutsaklarla bağları, yakınlıkları. İkincisi de Barolar Birliği Genel Başkanı Metin Feyzioğlu’nun bizce karanlık, süreci sabote eden ve Tayyipgiller’i kurtarmayı içeren önerisi.
Metin Feyzioğlu, yukarıda da söylediğimiz gibi Özel Yetkili Mahkemelerin Temmuz 2012’den itibaren verdiği bütün kararların yok sayılması ve o kararlara muhatap kişilerin yeniden normal mahkemelerde yargılanmasını öneriyordu. Tabiî bu arada tutsakların da tahliye edilmelerini.
Metin Feyzioğlu’nun bu önerisine Silivri tutsaklarının tümü ne yazık ki sarıldı. Bir kurtuluş umudu buldu bu öneride. Oysa bu tutum açıkça bir öngörüsüzlüğü ve telaşı, paniği barındırıyordu içinde. Çünkü Metin Feyzioğlu bu iş için Tayyipgiller’le açıktan bir işbirliğini önermişti. Bu işleri yapacak yasal düzenlemeyi Tayyipgiller’e ve onların kesin hâkimiyetinde olan Meclise havale etmişti.
Böyle bir işbirliği Tayyip’i ve Tayyipgiller’i hiç tanımamak anlamına gelir. Tayyipgiller’in en önemli özelliklerinden birisi onların güvenilmez oluşudur. Onların insani değerlerden yoksun oluşudur. Onlar gerçek anlamda “Çıkar Amaçlı bir Çete”dir.
Varsayalım ki Tayyip Silivri tutsaklarını tahliye ettirdi ve onların normal mahkemelerde yani Özel Yetkisiz mahkemelerde yeniden yargılanmalarını sağladı. Peki, bu mahkemeleri kim oluşturacaktır? Kim belirleyecektir?
Tabiî ki Tayyipgiller.
O zaman bu tutsakların benzer cezalara çarptırılmamalarının garantisi nerededir? Var mı böyle bir garanti?
Hayır, yok.
Varsayalım ki tutsakların bir kısmı cezadan yırttı. Ama bir kısmı da daha az olmak üzere cezaya çarptırıldı. Yine varsayalım ki ceza alanların yattıkları süre göz önüne alındığında bu cezalar daha az olduğu için yeniden zindana tıkılmaları söz konusu olmadı. Böyle bir durumda yurtseverler, Mustafa Kemalciler, laikler, tam bağımsızlıkçılar ve antiemperyalist güçler kazanmış mı olacaktır? Bu kavgadan galip çıkmış mı olacaktır?
Hayır, kesinlikle hayır. Yenilmiş, kaybetmiş olacaktır. Zaten ABD Emperyalistlerinin ve onların maşası olna Pensilvanyalının ekibiyle Tayyipgiller’in amacı bu tutsakların içeride onlarca yıl yatmaları değildir.
Onların esas amacı, hedefi nedir?
Başta Türk Ordusu’nun tüm Mustafa Kemalci Birinci Kuvayimilliye geleneklerinden arındırılması, o geleneği taşıyanların tasfiyesi, korkutulması, sindirilmesi, saf dışı edilmesi. Onların deyişiyle “site güvenlikçisi” durumuna düşürülmesi…
Bir de üniversiteleriyle, medyasıyla, aydınlarıyla aynı olumlu değerlere sahip olan tüm kurumların ve güçlerin ezilmesi, sindirilmesi ve AB-D Emperyalistlerinin istediği duruma düşürülmesi. Yani her türlü işbirliği ve ihanete teşne, Türkiye’nin Yeni Sevr’e götürülüşüne ses çıkarmaya cesaret edemeyecek zavallılar durumuna düşürülmesi, getirilmesi.
İşte Metin Feyzioğlu’nun önerisi doğrultusunda bütün Silivri tutsakları dışarı çıkarılmış olsalar bile bu durum ortadan kalkacak mıdır? Yani antiemperyalistler onurlarını kurtarmış olacaklar mıdır?
Hayır.
İşte Metin Feyzioğlu ve onu destekleyenler, olması kuvvetle muhtemel bu gelişmeleri ve sonucu hiç öngöremiyorlar. Onların bütün derdi Silivri’dekiler dışarı çıksın da gerisi ne olursa olsun. Gerçek Devrimciler böyle bakmazlar olaya, böyle değerlendirmezler olayları, süreçleri. Tüm yönleriyle ve kapsamıyla değerlendirirler.
Olaya böyle Devrimci bir açıdan bakınca da şu anın acil görevi; bu şer cephesini oluşturan hain ittifakın çatırdayan Tayyipgiller ayağının kırılması ve onların iktidarının son bulmasıdır. Bunun için mücadele etmektir.
Bu ayak kırılıp ortadan kaldırılınca öbürüyle hesaplaşmak çok kolaylaşır. Zaten o da tek başına iktidarını sürdüremez.
Adımız gibi eminiz ki Tayyipgiller İktidarı tekerlendiği anda Silivri tutsaklarını hiçbir güç zindanda tutamaz. Tayyipgiller sonrası gelişecek süreçte ortaya çıkacak hiçbir kombinasyon Silivri tutsaklarının içeride tutulmasını sürdüremeyecektir.
Kaldı ki Pensilvanyalı İblis, 2 ay önce Silivri tutsaklarını kastederek “Yaşlı başlı adamlar böyle orada hesap verince ciğerim yanıyor benim. Elimde bir imkân olsa ben onların hepsine ‘serbestsiniz’ derim.”, dememiş miydi?
Demişti. Tayyipgiller İktidarı tekerlendiği anda Pensilvanyalı hemen aynı önerisini kendiliğinden yapacaktır bizce. Bu insanları zindanda tutan biz değildik, AKP İktidarıydı. Bunları çıkarmamız lazım, diyecektir. Tıpkı Tayyip’in bugün suçu Pensilvanyalının üzerine yıkmaya çalışması gibi o zaman da Pensilvanyalı Silivri’deki zulmün tüm vebalini Tayyipgiller’in üzerine atarak kendini sorumluluktan kurtarmaya çalışacaktır.
Silivri tutsakları ve yakınları, küçükburjuvalıklarından ve ürkekliklerinden, panikçiliklerinden bunu göremiyorlar. Denize düşmüş insanların telaşı içinde Metin Feyzioğlu’nun, özünde çatırdayan Tayyipgiller İktidarını kurtarmayı barındıran, önerisine sarılıyorlar dört elle. Üzücü bir durum…
Dikkat edelim; 17 Aralık ve onu takip eden günlerde Türkiye gündemi Tayiypgiller’in yolsuzlukları, vurgunculukları, hırsızlıkları ile doluydu.
Bugünkü gündem ne?
HSYK’nin yapısını Tayyipgiller’in hazırladığı 52 maddelik tasarı üzerinde anlaşarak mı değiştirelim yoksa Anayasa değişikliği ile mi?
Gündem nasıl kaymış değil mi? Bugün medyada tüm yazılıp çizilip konuşulan bu değişikliğin nerede, nasıl yapılacağıdır. Tayyipgiller’in vurgunculukları neredeyse unutulup gitti. Dikkat edersek, Tayyip de ilk günlerdeki paniğini attı. Az çok güven kazandı yeniden. Artık meydanlarda, kürsülerde eski günlerdeki gibi kasaba vaizi üslubu ve tonlamasıyla konuşmaya başladı.
Neylersiniz. Böyle altın fırsatlar heba edilip gidiyor. Biz gerçek Yurtseverler, gerçek Devrimciler önerdiğimiz tutumu benimsetebilseydik, ana muhalefet partisi CHP de çok önemli ölçüde bizden etkilenirdi. Ona da tutumuzu benimsetebilirdik. O zaman cephemiz genişlerdi. Ve Tayyipgiller İktidarının devrilmesi kolaylaşırdı.
Tayyip ve Tayyipgiller insan soyunun yüz karası. İnsan sefaleti, sadece suretleri insan.
Ne diyor Tayyip, İmam Hatip çıkışlı yandaşı Halkbank Genel Müdürünün evinde, ayakkabı kutularının içinde bulunan 4,5 milyon dolar için?
“Siz o paraların ne için orada olduğunu nereden biliyorsunuz? Onlarla İmam Hatip Lisesi yapılacaktı.”
Görüyor musunuz en iğrenç biçimde, en namussuzca yapılan din sömürüsünü? Bre insanlık düşmanı… Ayakkabı kutularının içinde meşru yolla elde edilmiş paraların saklandığı nerede görülmüş? Bunun hiç bilinen bir örneği var mı? Bugün ya da geçmişte-tarihte?
Bunlarda zerrece insanlık olmadığı gibi; zerrece din iman da, Allah korkusu da, utanma-arlanma da yok.
İşte Metin Feyzioğlu ve yandaşları böyle bir adamla iş tutuyorlar. Olacak iş mi?
Din tüccarı insan sefatleriyle bir yere varılamaz
16 Ocak tarihli Cumhuriyet Kitap Eki’nde Celal Üster’in “Bir Kitap Hırsızlığının Politik Öyküsü” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Oradan bir bölüm aktaralım. Olay İtalya’da geçer:
“Marcello Dell’Utri, eski bir senatör; ama aynı zamanda uzun süredir eski başbakan Silvio Berlusconi’nin danışmanı. Dell’Utri, şimdilerde, İtalya’nın gelmiş geçmiş en büyük nadir kitap hırsızlığı skandallarından birinin tam ortasında.
“Yıllar boyunca çok değerli kitaplar armağan edilmiş eski senatöre. Thomas More’un ‘Utopya’sının az bulunur bir basımı, Rönesans döneminin deri kaplı ciltleri… Üstelik, bu kitapların önemli bir bölümü Napoli’deki Girolamini Kütüphanesi’nden çalınmış…
“Dell’Utri, kitapların çalıntı olduğunu öğrendikten sonra, biri dışında hepsini geri verdiğini söylüyor. Kaldı ki, bu büyük çaplı nadir kitap hırsızlığının başındaki kişi olduğu savıyla Napoli’de yargılanmakta olan, Girolamini Kütüphanesi’nin eski müdürü Marino Massimo De Caro’yla her türlü ilişkisini de kestiğini vurguluyor. Gel gör ki, De Caro’nun yıllar boyunca kendisine gönderdiği kitapları kabul ettiğini ve De Caro’ya meslek yaşamında her zaman arka çıktığını da yadsımıyor.
“Milano’daki Biblioteca di Via Senato adlı özel kuruluşun da başında bulunan Dell’Utri ‘tutuklamalar başladığında ne kadar şaşırdım, bilemezsiniz’ diyor. ‘Oysa o ana kadar De Caro’ya hep övgüler yağdırmıştım, kültür alanında ülkesi için büyük işler yaptığını söylemiştim.’
“New York Times’dan Cipriano ise, alaylı bir bibliofil olan De Caro’nun ülkenin en önemli kütüphanelerinden birinin başına geçmesinin Dell’Utri’nin desteği olmadan asla mümkün olamayacağını ve iki adam arasındaki ilişkinin İtalya’da kültür ile politikanın ne kadar iç içe geçtiğini gösterdiğini vurgulamadan edemiyor.
İtalya Antika Kitapçılar Derneği’nin başkanı Fabrizio Govi de ‘De Caro gibileri her zaman olmuştur’ diyor. ‘Dünyada da her zaman olmuştur, her zaman da olacaktır. Asıl sorun, o kütüphanenin başına nasıl geldiğinde…’
“De Caro, geçen mart ayında, bir yolsuzluk davasında yedi yıl ev hapsi cezasına çarptırılmış. Bir düzine kadar davadan da yargılanıyor şimdilerde. Girolamini Kütüphanesi’nin müdürlüğüne getirildikten bir yıl sonra, 2012 baharında, Verona’da, yakınlarına ait olduğu belirlenen depolarda binlerce kitabın ele geçirilmesi üzerine tutuklanmış De Caro. Daha başka kitapların izine de İtalya’nın başka kentlerindeki bazı kitapçılarda rastlanmış.
“De Caro’nun gerekçesi hem çok ilginç, hem de bizden bir şeyler çağrıştırıyor: ‘Kitapların satışından elde edilecek geliri kütüphanenin bakım ve onarımına harcayacaktım…’ Gel de, evindeki ayakkabı kutusundan çıkan paraları imam hatip okulu yaptırmak için ayırdığını söyleyen muhteremi anımsama…
“(…)
“Bir kitap hırsızlığından ortaya dökülen çıkar ilişkileri, son zamanlarda bizde yaşananlara ne kadar da benziyor. Yalnızca politika ve iş dünyalarıyla değil, medyasıyla da. Berlusconi’nin medyası örtbas ediyor, muhalif medya ortaya döküyor.” (Celal Üster, Bir Kitap Hırsızlığının Politik Öyküsü, Cumhuriyet Kitap Eki, 16 Ocak 2012, s. 6)
Berlusconi’nin İtalya’sındaki bu vurguncular, kitap hırsızları bile bizdeki Tayyipgiller’le kıyaslandığında çok temiz kalırlar. Nihayet onların aşırdığı birkaç bin antika kitaptır. Eh, ne de olsa onlar bibliofil…
Tayyipgiller’se miktarı yüz milyarlarca doları bulan vurgun yapmışlardır. Ve hâlâ da gözleri doymuş değildir.
Üstelik de İtalya’dakiler bu vurgun paralarıyla kütüphanenin bakım ve onarım giderlerini karşılayacaktık, diyorlar. Bizdekilerse en aşağılık biçimde din sömürüsü yapıyorlar, İmam Hatip okulu yaptıracaktık, diye. Nereden bakarsanız bakın bizdekilerin alçaklıkları, iğrençlikleri, mide bulandırıcılıkları ve hainlikleri kıyas kabul etmez gibi görünüyor.
İşte bu sebepten biz Tayyipgiller’in ya da Pensilvanyalının suretlerini görünce ekranlardan, gazetelerden, seslerini duyunca içimiz kalkıyor. Sofra başındaysak iştahımız kilitleniyor, boğazımızdan lokma geçmez oluyor. Lanet olsun şunlara, deyip kalkıp gezelemeye başlıyoruz. Bizim sözde yurtsever küçükburjuva Cumhuriyetçiler de bunlara bel bağlayarak bunlarla iş tutarak bir yere varacaklarını sanıyorlar. Yazık… 16.01.2014