İşte bu kucağımdaki Sarman da İpsiz Tosun… Hasta bu da. Bu da erimeye başladı.
Kanserli kızımız da veterinere gitti. Durumu kötü, dedi Üsküdar Belediyesinin sevimli Veterineri, kızımız Sümeyye Hanım. Yine de ameliyat edelim, birkaç ay uzatalım ömrünü, dedi. Çarşamba günü ameliyata gidecek.
Hasta beş altı kedimiz daha var, durumları iyi değil. Ama nasıl hepsini birer birer götürebileceğiz ki?..
Biz ev hapsindeyiz. Eşim, Sultan’ım 72 yaşında. Zaten bunların, sokaktakilerin yiyeceği, temizliği, bakımı, hastalıklarıyla uğraşmaktan yorgun düşüyor. Arabamız yok, bu hayvanları veterinere götürüp getirmek için. Toplu taşıma araçlarının kullanmak durumundayız. İşte durum böyle.
***
Saygıdeğer Arkadaşlarım;
İki gün önce 10 Kasım’dı, değil mi?
Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Komutanı Mustafa Kemal’in ebediyete intikalinin 85’inci yıldönümü.
Çok sönük geçti, değil mi bu yılki anma?
Hatta Antep’te saat dokuzu beş geçe siren bile çalmamışlar. Bahane de: “siren bozuk”.
Düzenbazlığa bakar mısınız?
Ulan harbi olun zerre kadar be!
Şu kuyruklu hayvanlar kadar dürüst olun, harbi olun. Ama olamazlar ki…
Biz Mustafa Kemal’e damardan düşmanız, Kuvayimilliye’ye damardan düşmanız. Biz, “Keşke Yunan galip gelseydi”, diyen Fesli Deli Kadir avenesiyiz deyin de, hiç değilse açık konuşmuş olursunuz.
Saygıdeğer Arkadaşlarım;
Bunlardan bir tekinin olsun yani bu Tayyipgiller’den, onun etrafındaki sözde ittifak blokunu oluşturan Testici’den, Çömlekçi’den, Bahçeli’den, Bohçalı’dan, Sinanoğlan’dan, Aksakal’dan, Göksakal’dan hatta Sorosçu Kemal’in Meclise soktuğu Davidson Ahmet’ten, Bilderbergci Bebecan Ali’den, Karamolla’dan, Gültekin’den, Meclise giren milletvekillerinin bir tekinin olsun Mustafa Kemal’e sıcak baktığını, Kuvayimilliye’ye sıcak baktığını düşünebilir misiniz?
Ahmak olmamak kaydıyla hiç kimse herhalde bizim bu sorumuza olumlu yanıt veremez. Yani sıcak bakıyor, diyemez. Hepsi düşman bunların…
İşte Türkiye bu hale geldi. Sorosçu Kemal de düşmandı, onun avenesi de düşman. Bakmayın onların yalandan, sahtekârlık yaparak, ikili oynayarak Mustafa Kemalci, Atatürkçü oynadıklarına.
Biraz geçmişe gidelim isterseniz…
Biz ilk kez Mustafa Kemal’in vefatının 15’inci yıldönümünün anmasını hatırlıyoruz. 1953-1954 ders yılında İlkokul birinci sınıfa başlamıştık. Ve o 10 Kasım’da, Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümünün ne olduğunu öğrendik, Kuvayimilliye’nin ne olduğunu öğrendik ve bu büyük liderin 15 yıl önce aramızdan ayrıldığını öğrendik.
Köyümüz Konya’nın güneyinde, doğup büyüdüğün köy yani. Kökenim Bozkır-Bozkır Dereköy’ü. İşte oradan göçmüş atalarım Eksile’ye, bugünkü adıyla Çatören Köyüne. 45 kilometre Konya’ya yakınlığı. Yani sabah çıkarsanız, akşama yayan, atla, eşekle, at arabasıyla, öküz arabasıyla gelirsiniz Konya’ya. Bu kadar yakın ama 1953-1954 yıllarında köyümüzde ilkokul yoktu.
Cumhuriyet kurulalı 30 yıl geçmiş: 1923-1953. Ama Konya’nın 45 kilometre yakınındaki bir köyde ilkokul yok. Köy, Ortaçağ’ın karanlıklarına teslim; hacılara, hocalara, şıhlara, şeyhlere, hurafelere.
Fakat dedem Kuvayimilliyeciydi, hem Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’na katılmış hem onun öncesindeki Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na katılmış. Yani Paylaşım Savaşı’na Osmanlı’nın girmesiyle birlikte askere gitmiş, ancak sekiz sene sonra Kurtuluş Savaşı’mızın Zaferi sonrasında köyümüze dönebilmiş.
Ninemin dizinin dibinde Kuvayimilliye türküleri dinleyerek büyüdüm ben. Dedem seferberliğe katıldığında, babam ninemin karnında üç aylıkmış. Ve dedem geldiğinde hep Kuvayimilliye hatıralarını anlatmış babama. O sebepten biz Mustafa Kemalciydik, Kuyavimilliyeciydik, İnönücüydük. Aydınlığa, bilime hayrandı babam.
Köyümüzde, hepsi de önlenebilir hastalıklardan, yani zatürre, difteri, kuşpalazı gibi hastalıklardan beş kardeşim ölüp ölüp gitmişler. Bir kısmı benden önce, ikisi benden sonra. Kıran artığı şu çocuğu okutup adam edeyim diye çiftini çubuğunu, her şeyini satıp savıp Konya’nın kenar mahallesine geldi babam. Büyükbaş hayvan besiciliği yaparak bizi besledi, büyüttü, okuttu. Konya’ya gelince üç kardeşim daha oldu ve tabiî onlar doktor, hastane, ilaç yüzü görebildikleri için hepsi de yaşadılar.
Diyeceğim; Mustafa Kemal Askeri Ataşeliği yıllarında, Sofya’dayken, bir lokantada yiğit bir köylünün, lokantanın sosyetik müşterilere hizmet eden patronu ve garsonlarına verdiği ayarla (videolarda izleyebilirsiniz) köylünün gerçekten “milletin efendisi” olduğunu görmüş, anlamış, kavramış. “Köylü milletin efendisidir”, özdeyişinin kaynağı bu olaydır.
Mustafa Kemal’in yan masadan izleyip tanık olduğu olay şöyle gelişiyor:
Bir köylü, köyünde, tarlasında tapanında çalışırkenki kıyafetleriyle o lüks lokantaya gelip bir masaya oturuyor. Garsonlar kendisiyle ilgilenmiyor. Bunun üzerine köylü masaya yumruğunu vurarak garsonları çağırıyor. Garson geliyor; “Senin gibilere burada hizmet verilmiyor.”, deyip gidiyor. Bu davranış üzerine köylü, masaya tekrar yumruğunu şiddetli bir biçimde vurarak lokanta görevlilerini çağırıyor. Bu kez patron geliyor, köylünün yanına. “Sizin gibi adamlara burada yemek verilmiyor. Mekânımızı terk edin.”, diyor. Bunun üzerine köylü, çileden çıkıyor; “Ulan burada sattığınız her şey benim ürünüm. Bütün yemeklik malzemelerinizi ben üretiyorum; onlar için ben alınteri döküyorum. Siz asalaklar benim alınterimin karşılığı olan emek ürünümü ucuzca alıp müşterilerinize pahalı satarak benim sırtımdan kâr elde edip geçim sağlıyorsunuz. Siz kimsiniz ki beni buradan kovmaya cüret edebiliyorsunuz. Bana hizmet etmeye mecbursunuz. Milleti doyuran, böylece de memleketin efendisi olan benim. Derhal istediklerimi getirin”, diye bağırıyor. Yiğit köylünün verdiği bu ayar sonrası lokantanın patron ve garsonları efendice, hizmette kusur etmeksizin köylünün taleplerini yerine getiriyorlar.
Mustafa Kemal de tanık olduğu bu olayın kahramanı olan köylüye hayran kalıyor. Ve olayı belleğine silinmemek üzere yazıyor.
Fakat ne yazık ki bu özdeyiş ve Mustafa Kemal’in bu özlemi sadece sözde kaldı.
İşte Cumhuriyet’ten 30 yıl sonra köyümüzün hali buydu. Ve bizim köy dâhil komşu iki köy; Çomaklar ve Sadıklar Köylerinin en verimli arazileri de Hatunsaraylı Bahri Ağa’nın ve onun çetesinin işgali altındaydı.
İşte dedem, üç köyün halkını, üretici insanlarını örgütleyerek bir köylü isyanıyla 1929 yılında, ağanın zulmünden, tasallutundan ve işgalinden kurtarmış o üç köyün topraklarını, arazisini. Köylüler resmen başkaldırmışlar. İsyan etmişler. Babam 13 yaşındaymış o zaman ve o isyanda yer almış.
Anlatırdı bana…
Bahri Ağa, adamlarıyla silahlanıp gelmiş köylüleri püskürtmek için işgalleri altında tuttukları topraklardan. Ve silah patlatmışlar köylülerimizi ürkütmek için.
Ama dedem sekiz yıl savaşmış bir adam…
Babam sorarmış; “Baba kaç gâvur öldürdün?”, diye çocukluğunda.
“Oğlum keferenin hesabını mı tuttuk, çaldık kurşunu, kavak gibi devrildiler yere namussuzlar”, dermiş dedem.
O bakımdan gözü yılar mı hiç?..
Yürümüş üstüne ağanın ve adamlarının. Ağa bakar ki köylüleri korkutup püskürtemiyor, bir kurnazlığa başvuruyor: “Durun hemşerilerim, bir konuşalım. Anlaşırız”, demiş.
Dedem bunun ne anlama geldiğini biliyor tabiî, deneyimli.
“Vurun ulan”, diyor.
Ve köylüler taş, sopa bir girişiyorlar… Ağa birkaç dakika içinde yerde, cansız halde kalıyor, taş yığının altında. Ve adamlarından canını kurtaranlar geri püskürtülüp panik halinde köyleri olan Hatunsaray’a kaçıyorlar. Ve topraklar ağanın işgalinden kurtuluyor.
Yani sene 1929. 1929 ama Konya’da bile şehrin 40-45 kilometre mesafesinde ağanın köyleri işgal etmesi, köylüleri esir alması ve tahakküm altına alması söz konusu.
Varın daha uzak illeri, Derebeyleşmiş aşiretçiliğin tahakkümünde olan Kürt İllerini bir düşünün artık.
Üç köyün üretmenlerinin arazileri kurtuldu. Bahri Ağa öldü. Fakat ağanın oğullarından Muhittin Güzelkılınç, 1954 ve 1957 Genel Seçimlerinde Bayar-Menderes Çetesinin liderliğindeki Demokrat Parti’nin Konya milletvekili olarak Meclise girer. Ağanın bir diğer oğlu Kara Mustafa namıyla maruf Mustafa Güzelkılınç ise Konya’nın ilk AVM’si olarak yaptırdıkları, Hükümet Binasının hemen dibindeki Saray Çarşısı’nda kurduğu karargâhından şehrin bütün devlet kurumlarını fiiliyatta yönetir. Tıpkı bugün AKP il yönetimlerinin devlet kurumlarını yerelde yönettiği gibi. Tabiî parti merkeziyle irtibatlı olarak…
Yine ağanın torunlarından bir diğer Mustafa Güzelkılınç da Demokrat Parti’nin devamı olan Morrison Sülü’nün-Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nin milletvekili olarak 16’ncı dönem seçimlerinde Meclise sokulur hatta partisinin Meclis Adalet Komisyonu üyelerinden biri olarak yer alır.
1960 sonrası birbirini takip eden Amerikancı gerici iktidarlar, Türkiye’deki vurguncu, sömürücü derebeyi kalıntılarının da damardan temsilcileri oldukları için bu Muhittin Güzelkılınç adını bir de Konya Meram İlçesindeki bir İmam Hatip Ortaokuluna verirler.
Şimdi aradan 85 yıl geçmiş değil mi, Cumhuriyet’imizin kurucu ve Kurtuluş Savaşı’mızın Önderinin bedence aramızdan ayrılmasının üzerinden?
Ve her şey tersine dönmüş. 1950’de ekonomik ve siyasi anlamda Karşıdevrim gerçekleşmiş, Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal düşmanları resmen iktidara gelmiş. Bayar-Menderes çetesinin hâkimiyetindeki sıfır numara Amerikancı Demokrat Parti iktidara gelmiş. İşte 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidara geliyor. Benim okuduğum kenar mahalle ilkokulunun da adını “14 Mayıs İlkokulu” koyuyorlar, bu sebepten.
Sonra hatırlanacağı gibi 27 Mayıs 1960’ta Sivil Aydın ve Asker Gençliğimiz Politik bir Devrim yaptı. Ve kısmi bir özgürlük ortamı getirdi Türkiye’ye. İşçi Sınıfımıza örgütlenme ve toplusözleşme yapabilme, bağımsız sendikalar, kendi sendikalarını kurabilme hakkı getirdi. Düşünceyi serbest bıraktı, sosyalist düşüncenin de hayata geçirilmesinin, örgütlenmesinin, siyasi partiler halinde mücadeleye girmesinin önünü açtı. Bu hakkı ve özgürlüğü getirdi. İşte bu sebeple okulumuzun adı “27 Mayıs İlkokulu” oldu uzun süre. Fakat daha sonra sanıyorum 1980 12 Eylül Faşist Diktatörlüğü sonrasında okulumuzun adı yeniden değiştirildi; “Yunus Emre İlkokulu” oldu.
Yani bu da neyi gösteriyor?
Türkiye’deki siyasi gelişmelere göre tüm devlet kurumlarının şekillendiğini gösteriyor.
Ve bugün ekonomi iflas etmiş durumda…
Daha önce de söylediğimiz gibi, halkımızın 60 milyonu aşkın bir kesimi Asgari Ücret ve daha alt bir ücretle işsizlik ve pahalılık cehenneminde yaşamaya mahkûm edilmiş durumda. Büyük şehirlerimizin en kıyı semtlerinde bile ev kiraları 10 bin liranın altında değil. Yani yaşayamaz hale geldi insanlarımız. Gençlerimiz evlenemez hale geldi ve aylıkla geçinen insanlarımız artık kira artışları karşısında kirayla oturdukları evleri terk edip, amcalarının, annelerinin, dedelerinin evlerine sığınmak durumunda kaldı. Kendi mahallemizde bile tanık oluyoruz bunlara.
Atomu bulan ve atom kavramını bilime hediye eden Abderalı Demakritos der ki; “Bir tek sorunun cevabını bulmayı Pers İmparatoru olmaya tercih ederim.”
Demek ki doğru soruları sormak ve onların bir tekine bile cevap bulabilmek bu kadar önemli.
Hani kısa süre önce yitirdiğimiz müzisyenimiz Erkin Koray da der ya, “Öyle bir geçer zaman ki”, adlı bestesinde: “Bir cevap buldun mu sorulara?”, diye, arkadaşlar.
Önemli olan sorular ve onlara verilecek, onlara bulunacak cevaplardır.
Burada şu soruyu sormamız gerekir:
Mustafa Kemal Cumhuriyet’i kurduktan sonra 15 yıl o Cumhuriyet’in Cumhurbaşkanı olarak kalmış, silah arkadaşları yanı başında olmuş ve İsmet İnönü, İnönü Savaşları’nın muzaffer Komutanı ve Mustafa Kemal’in uzun süre en yakınında bulunan Komutanımız 1973’e kadar yaşamış; 1972’ye kadar da siyasi hayatta kalmış; Cumhuriyet Halk Partisi’nin Başkanı olarak kalmış ayakta.
Peki, bütün bunlara rağmen neden şu anda Kuvayimilliye’ye, Mustafa Kemal’e, İnönü Geleneğine düşman, hasım, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen, Türkiye Cumhuriyeti düşmanı, Laik Cumhuriyet düşmanı bir ekip Türkiye’yi işgal etti ve Meclisini işgal etti, edebildi? Bunu nasıl başarabildi?
İşte sormamız gereken en doğru soru ve en önemli meselemiz de şu anda bu soruya bulunabilecek doğru yanıttır.
10 Kasım’da yazılan yazıları, yapılan konuşmaları, 11 Kasım’daki gazeteleri okudum. Onca Atatürkçü geçinen, Kuvayimilliyeci geçinen, Laik Cumhuriyet’i savunur geçinen aydınlarımızın, düşünürlerimizin, akademisyenlerimizin bir teki olsun bu soruyu sorup, bu soruya doğru bir yanıt verebilmiş değil.
Tabiî doğru soruyu sorup yanıtı bulamayınca bu cehennemcil felaketten çıkış yolunu da bulamazsınız.
Çünkü olayı okuyamıyorsunuz daha. Olayı neyse öylece, olduğu gibi görüp, kavrayıp, çözümleyip, sebep ve sonuçlarıyla aydınlığa çıkarıp, açığa çıkarıp göremedikten sonra çıkış yolunu hiç göremezsiniz.
Ne diyorlar koro halinde?
Yapılacak iş, bu felaketten çıkışın tek yolu; “Cumhuriyet’in kuruluş ayarlarına dönmesidir.”
Yahu, Cumhuriyet neden bugünlere geldi, bu kara günlere geldi? Neden bayır aşağıya gitti her yıl?
Bunu görüp, sebebini bulamadıktan sonra yüz defa kuruluş günlerine dönsen, yüz defa aynı süreci yaşar bugünlere gelirsin.
Yani ne yazık ki bu yazarların, çizerlerin, aydınların, düşünürlerin, akademisyenlerin hiçbiri gerçek anlamda Sosyal Bilime, Diyalektik Mantık ve Metoda sahip değil.
Siz Marks’ı, Engels’i, Lenin’i ve Kıvılcımlı’yı küçümser ve hafife alırsanız, en büyük kötülüğü kendinize edersiniz. Türkiye’nin ve dünyanın hiçbir meselesini doğru görüp, doğru okuyup, doğru kavrayamazsınız, çözümleyemezsiniz, olumlu bir sonuç çıkaramazsınız.
Mustafa Kemal’in kaybının 15’inci yılında onu anmamız, okulumuzun dar koridorunda hepimizin toplanması, öğretmenlerimizin konuşması bugünkü gibi gözlerimin önünde. Belleğime tam yerleşmiş o konuşmalar, o topluluğumuz, o sessizce, o saygıyla yerlere oturuşumuz, dinleyişimiz, kavrayışımız. Aradan 70 yıl geçmiş, insan nasıl geçtiğini fark etmiyor.
Yine Erkin Koray da der ya aynı şarkısında;
Öyle bir geçer zaman ki
Dediğim aynıyla vaki
Birden dursun istersin
Seneler olunca mazi, diye…
Evet, aynen öyle.
***
Üniversiteyi bitirdik, Mersin Mut Lisesi Felsefe Öğretmenliğine atandık ve ondan sonra hızla evlenelim, dedik. Daha önce de gerekçesini açıklamıştım. Defalarca işkenceci cellatların elinden geçmiştik, başımıza ne geleceği belli değildi. Bir an önce evlenelim, çocuklarımız olsun ve bizler için dünyalarını feda edebilecek anacığıma, babacığıma; eğer ölürsek bir pusuda, bir tuzakta hiç değilse avunacakları torunlar bırakalım, diye…
Ve o arayış içinde Sultan’ıma rastladım. Adı Hacer Hoca Hanım. Ama ben hep Sultan derim, Sultan’ım derim. Benim Sultan’ım, benim Kibele’m…
Bir kere gördüm vuruldum. Aklım başımdan gitti. Tamam, dedim; ben artık kesinkes başka bir kadına dönüp bakmam, ben aradığımı buldum. Şimdi bakmayın bu hallerimize. Ben 78’i geride bıraktım, Sultan’ım 72’yi. İşte Sultan’ımı bulduğum, gördüğüm günler, aylar.
***
Sorumuza geri dönersek…
Yine sanırım birkaç gün öncenin gazetelerindeydi. Bir haber: Bankaların ilk dokuz aylık net kârı 440 milyar TL olmuş.
Düşünebiliyor musunuz?
Halkımız yokluk, sefalet, işsizlik, pahalılık cehennemi içinde ama bankalar kârlarını yüzde 300-400 oranında artırıyorlar.
Bu neyi gösteriyor?
Demek ki Türkiye’de de 6 bin yıldan bu yana olduğu gibi durumları ve çıkarları birbirine zıt, karşıt, asla uzlaşmaz olan, antagonist bir çelişki taşıyan, yani uzlaşılamaz, uzlaştırılamaz bir çelişki taşıyan sosyal sınıfların varlığını gösterir, var olduğunu gösterir.
Demek ki halkımızın ezici çoğunluğu cehennemcil bir yoksulluk içinde yaşarken, toplumun neredeyse binde birini oluşturan bir kesim lüks içinde, büyük bir refah içinde, büyük bir zenginlik içinde devran sürüyor.
İşte mesele bu…
Kurtuluş Savaşı’mız yıllarında da bu çelişki aynen var mıydı?
Evet, vardı! Vardı!..
O zamanlar özellikle sahil, liman şehirlerimizde ve büyük şehirlerimizde örgütlenmiş, “Komprador Burjuvazi” dediğimiz yabancı kökenli burjuvazi ve onun “Dolap” adlı bankaları halkı kasıp kavuruyor ve sömürüyordu.
Anadolu köylerinde, kasabalarında ve şehirlerinde ise Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı dediğimiz; vurguncu, soyguncu, sömürüden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen, üretimle asla ilgisi olmayan bir sosyal sınıf vardı. Bu Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının kökleri 6 bin yıl geriye, tâ Sümer’e dayanır.
Zaten Şark Toplumlarının, İslam Ülkelerini oluşturan toplumların onmaması, modern, sağlıklı bir kapitalizme geçememeleri, hep sömürge ve yarısömürge durumunda kalmaları da bu asalak Antika Sermaye Sınıfının tahakkümünden ve insanlarımızı, toplumumuzu çürütmesinden kaynaklanır.
Fakat bu arada yine büyük şehirlerimizde ve Anadolu’nun belli başlı merkezlerinde çok cılız da olsa bir Ticaret Burjuvazisi filizlenmişti.
İşte Kuvayimilliye’ye sınıf olarak önderlik eden, ona ideolojik damgasını vuran, bu cılız olmakla birlikte Anadolu Burjuvazisiydi. Her burjuvazi gibi o da bir Halk Meclisinden, seçimle işbaşına gelip giden iktidarlardan, Laiklikten yana bir sosyal düzen hayali kuruyordu ve öyle bir projeye sahipti.
Fakat dünya genelinde burjuvazi artık Tekelci aşamaya yani Emperyalizm aşamasına ulaşmıştı. Yani özgürlükçü, Serbest Rekabetçi Burjuvazi Konağı olmaktan çıkıp Tekelci Emperyalizm Konağına ulaşmıştı Burjuva Sınıfı.
Aslında bizim aydınlarımız, Burjuva Demokrasisinin ne olduğunu da bilmiyorlar. Burjuva Demokrasisi, sermaye grupları arasında rekabetçi bir yarışmayı öngörür. İşçi Sınıfıyla kendisi arasında yine rekabetçi bir yarışmayı öngörür. Yani her ikisiyle de rekabet ortamı oluşturacak bir düzen ortaya koyar. Buna biz “Burjuva Demokrasisi” ve “Burjuva Özgürlüğü”, diyoruz.
Ortaçağ’ın Feodal Düzenine karşı bu ilericilik mi?
Evet, ileri bir aşamadır ve bir devrimdir. İşte Burjuva Devrimleri Batı’da bunu gerçekleştirdiler.
Fakat Burjuva Devrimleri Batı’da bunu yaparken Antika Sınıfların yani Derebeyliğin, Feodalitenin, Tefeci-Bezirgân Sermayenin kökünü bütünüyle kazıdılar. Onların ideolojisini de (ki ideolojileri Katoliklikti) etkisizleştirdiler. Onun yerine Deizmi, Ateizmi ve Protestanlığı koydular. Yani aklın özgürce düşünüp yaratabilmesini, doğayı ve toplumu okuyabilmesini, çözümler getirebilmesini ve bilimi, teknolojiyi üretip geliştirebilmesini sağlayan bir özgürlük ortamı oluşturdular. O sayede Batı Medeniyeti bunca bilimsel teknolojik buluşa imza atabildi.
Ama bizde Burjuva Devrimi çok geç oldu. Yani 20’nci Yüzyıl’la beraber bütün dünya çapında Burjuvazi, Emperyalizm aşamasına ulaşmıştı; Türkiye bu aşamada yani uluslararası kapitalizmin tekelci aşamaya yani emperyalizm aşamasına geldiği bir konakta Burjuva Devrimini yapabildi. Tabiî böyle bir ortamda da o devrim yarım kaldı. Batı’daki Burjuva Devrimleri gibi olmadı.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na giriştiler, 1939-1945 yılları arasında. Ve bütün kapitalizmce geri ülkeleri, bizim gibi ülkeleri, oluşan yeni güçler dengesine göre aralarında yeniden paylaşarak sömürgeleştirmeyi ve yarısömürgeleştirmeyi ve aynı zamanda Alman Nazi Emperyalizmini (Faşizmini) koçbaşı yapıp Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni ortadan kaldırmayı amaçladılar. Böylece onlar taşıdıkları tüm olumlu kavramları tümüyle reddettiler, inkâr ettiler. Yani onların özgürlüğü dünyayı talan etme özgürlüğüdür; özgürlükten anladıkları budur. Onların adaleti; kendilerinin tüm dünya halklarını köleleştirip, sağmal sürü gibi kullanabilme ve dünyanın tüm doğal kaynaklarını yağmalayabilme serbestisidir.
Yoksa insan hakkı, hak, hukuk, adalet, kanun; hepsini reddettiler. İşte en son Ortadoğu’daki jandarmaları ve ileri karakolları olan Siyonist İsrail’in Filistin Halkına yaptığı… Ve kendileri de alkış tutarak ve de tüm atom silahları, atom gemileri dâhil İsrail’in yanına gelerek, destekleyerek ortaya koydular, insanlıktan da vicdandan da merhametten de nasipleri olmadığını.
Yani Burjuva Demokrasisi 19’uncu Yüzyıl’da bitmiştir. Dünyada Burjuva Demokrasisi filan yok! Bizde de yok! Ancak Proletaryanın önderliğindeki devrimlerde halkın zaferiyle gerçekleşecek olan Devrimci Demokrasi var olabilecektir bundan sonra.
Yani demokrasilerin de, demokrasinin de sınıfsal karakteri vardır. Hiçbir şey sınıflarüstü değildir. Bütün sosyal kavramların sınıfsal karakteri ve niteliği vardır.
Bizdeki burjuvazi çok cılız olduğu için Ordunun vesayetiyle Burjuva Devrimini gerçekleştirebildi, Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızı zafere ulaştırabildi. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde örgütlenmişti büyük oranda Anadolu Burjuvazisi. Fakat burjuvazi dünya çapında devrimci barutunu yitirdiği için Türkiye’deki cılız Anadolu Burjuvazisi de eser miktarda devrimci nitelik taşıyabildi. O yüzden daha devrimini başarmadan Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıyla anlaştı. Onun kökünü kazımak şöyle dursun, onunla ittifaka girdi.
Ve o ittifak sonucunda ikisi beraber, elbirliğiyle Mustafa Suphi ve Onbeş Yoldaş’ımızı Karadeniz’de “Kayıkçılar Kâhyası Yahya Kâhya” denen bir alçağa boğdurtarak katlettirdi.
O zamanlar bizim Kurtuluş Savaşı’mızın tek destekçisi devlet, Lenin’in önderliğindeki Sovyetler Birliği’ydi. Halkımızda ve Mecliste öylesine bir hayranlık ve sevgi vardı ki Sovyetler Birliği’ne ve Lenin’e karşı, Meclisteki milletvekillerinin üçte biri kalpaklarına kızıl şerit takıyorlardı. “Biz de Bolşevikiz” anlamına gelen bir simgeydi bu. Ve açıkça Meclis koridorlarında konuşuyorlardı: “Sovyetler’le beraber, Bolşevik Sovyetler’le beraber olalım, biz de onlarla ittifak ederek tüm dünyada Bolşevikliği yayalım, bunun önderliğini, bayraktarlığını yapalım”, diyorlardı.
İşte Burjuvazi ve Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye bundan ürktü. 10 Eylül 1920’de Azerbaycan Bakü’de kurulan Gerçek Türkiye Komünist Partisi’nin lideri Mustafa Suphi ve Ethem Nejat Yoldaşlar diğer 13 Yoldaşlarıyla birlikte Anadolu’da Kuvayimilliye’ye katılmak üzere gelmelerine rağmen tuzağa düşürülüp katledildiler.
Mustafa Kemal, Meclisteki Bolşevikliğin önderliğini yapalım, diyen milletvekillerinin de tasfiyesinde önemli rol oynadı Kazım Karabekir’le beraber, Fevzi Çakmak’la beraber ve diğer Rauf Orbay gibi hâlâ saltanatçı, sultancı eğilimler taşıyan silah arkadaşlarıyla birlikte.
Bu katliamın bayraktarlığını Kâzım Karabekir yaptı. Ortaçağcı dünya görüşüne sahipti. Fakat Mustafa Kemal ve diğer silah arkadaşları da onayladılar o katliamı. Hepsinin bilgisi, görgüsü dâhilinde gerçekleşti bu katliam.
Ondan sonra da sola soluk aldırılmadı. Mustafa Kemal ve arkadaşları Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Rusya’yı kandırabilmek için sahte “Komünist Partisi” kurdurdular, Ankara’da. İşte Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu Yunus Nadi, Tevfik Rüştü Aras, Mahmut Esat Bozkurt, Celal Bayar, Kılıç Ali, Refik Koraltan gibi kişiler de o Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer alır. Sovyetler’in yardımına muhtacız ve bu yardım belirleyici oranda etken ya Kurtuluş Savaşı’mızın zaferinde, başarısında o yüzden şöyle davranıyor Mustafa Kemal: “Yine hem yardım alalım hem de gerçek komünistliğin kökünü kazıyalım. Diğer taraftan da bir Komünist Partisi kurarak Bolşevik Sovyetler’i kandıralım. Bakın biz de komünizmi benimsiyoruz, ona özgürlük tanıyoruz, ona yer veriyoruz, diye görüntü verelim. Yardımın kesintiye uğramaması için bu manevrayı yapmamız gerekiyor.”
Tabiî Lenin ve Yoldaşları buna kesinlikle kanmadılar. Ama verilen antiemperyalist bir savaştı, o yüzden hiçbir art niyet taşımadan bütün içtenlikleriyle her türlü yardımı yaptılar bizim Kurtuluş Savaşı’mıza.
Ve daha önce de söylediğim gibi, Yoksul Köylülüğümüzün ve İşçi Sınıfımızın hakkını arayacak, onun hak ve çıkarlarını savunacak gerçek bir sosyalist, bir komünist partinin yaşamasına izin vermeyince, soluk aldırmayınca; Köylümüze ve İşçi Sınıfımıza da soluk aldırılmadı, nefes aldırılmadı. Köylümüz ağaların zulmü altında inledi ve ağaların yanında jandarma da yer alarak Köylümüzün kıpırdanmasına izin vermedi. Jandarma korkusu Allah korkusuna eşdeğer duruma geldi Köylülerimiz nezdinde. O denli zulüm yapıldı Köylülerimize. Ve İşçi Sınıfımıza da soluk aldırılmadı.
Ortaçağcı Antika Tefeci-Bezirgân Sermayenin ideolojisi olan Din ve onun önde gelen savunucuları olan tekkeler, zaviyeler sözde kapatılmış oldu. Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak güya din, hükümetin, devletin denetimi altına alınmış göründü ama Devrim Yasalarıyla kapatılan bu tekke ve zaviyeler yani tarikatlar, cemaatler yeraltında olanca hızlarıyla çalışmaya hiç ara vermeksizin devam ettiler, onların çalışması hiç kesintiye uğramadı. Ve onların tamamı hem emperyalizme bağlıydılar göbekten, hem halk düşmanıydılar, hem demokrasi ve laiklik düşmanıydılar. Kuvayimilliye düşmanıydılar, kadın düşmanıydılar. Bugünkü Afganistan Taliban’ı, IŞİD, Suudi Krallığı neyi savunuyorsa bu tarikatların, cemaatlerin tamamı da onu savunuyor. O gün de bugün de…
Bunlar harıl harıl çalışmaya devam ettiler ve bunların finans desteğini Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı sağladı. Ve 1924’te Türkiye, İş Bankası’nın kuruluşuyla birlikte Finans-Kapital aşamasına ve Finans-Kapital tahakkümü altına girer. İşte bu Tekelci Sermaye de Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfıyla birlikte sağladı tarikatların ve cemaatlerin finansmanını. Yargı da görmemezlikten gelerek onların destekçisi, koruyucusu, kollayıcısı oldu.
Yani 1923 Burjuva Demokratik Devrimi’miz yarım bir devrim oldu. Demokrasisi de, devrimi de onun getirdiği özgürlük ortamı da hep yarım kaldı, bu sebepten dolayı. Ve gericilikle kolayca anlaştı, ittifaka girdi.
Siz her türlü aydınlık düşünceye, sola, sosyalist düşünceye soluk aldırmazsanız, nefes aldırmazsanız, gün yüzü göstermezseniz; önü açılır tabiî Ortaçağcı gericiliğin.
Hayatta boşluğa yer yok. Nasıl toplumda birbirine karşıt, zıt, uzlaşmaz sınıflar varsa, onların ideolojileri de durmaksızın birbiriyle çatışmalı ve savaş halindedirler. Sen bütün devlet imkânlarıyla Yoksul Köylülüğümüzün, İşçi Sınıfımızın ve Küçük Memurumuzun yani alınteriyle geçim sağlayan insanların ideolojilerini ve onların hak arama yollarını tıkar, bastırır, onlara nefes aldırmazsan; Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfına ve Modern Finans-Kapitalistler Zümresine ve onları ideolojilerine, Ortaçağcı ideolojilerine meydanı terk etmiş olursun. Türkiye’yi onlar için dikensiz gül bahçesi haline getirmiş olursun.
İşte bu ortamda onlar harıl harıl çalıştılar ve geliştiler ve Türkiye hızla geriye gitmeye başladı, 1923’ten sonra. Özellikle 1929-1930’la birlikte yani Celal Bayar’ın Ekonomi Bakanlığına getirilmesiyle birlikte Türkiye’de Karşıdevrim ekonomiyi bütünüyle ele geçirdi. Celal Bayar’ın 1937’de Başbakanlığa getirilmesiyle birlikte siyaseti de ele geçirdi, önemli ölçüde ele geçirdi. Tabiî 1950’de de yaptığı büyük Karşıdevrimle Ordunun vesayetinden, Askerin vesayetinden bütünüyle kurtularak artık Amerika’nın himayesine, onun koltuğu altına girdi, onun emri altına girdi. Ve zaten bugünden bakarsak 150 yıldan beri Batı Emperyalizmiyle, Batı Kapitalizmiyle iç içe olan tarikatları, cemaatleri, tekkeleri, zaviyeleri de serbest bıraktı, özgür bıraktı.
Bunlar çığ gibi örgütlendi, yasal planda yasaklı olmalarına rağmen, yasaklı görünmelerine rağmen. Kaldı ki yasaklı olmayan tarafı İmam Hatipler de aynı işi yapıyor. Bugün binlerce İmam Hatip’te, İlahiyat Fakültesinde, İslam Bilimleri Akademisinde öğretilen din aynen tarikatlarda, cemaatlerde öğretilen dindir. Muaviye Yezid İslam’ıdır bu. Yani Taliban İslam’ı, IŞİD İslam’ıdır, başka bir şey değil. Orada da Laiklik, Kuvayimilliye, Mustafa Kemal ve Kadın düşmanlığı öğretilir. Orada da Ortaçağcı bir Din Devleti özlemi yaratılması için çalışmalar yapılır, durup dinlenilmeden.
Daha önce de söyledik, Toplumda böylesine zıt, karşıt, belirleyici temel sınıflar varken siz bu iki temel sınıftan biri olan, ezilen sınıfların yani alınteriyle geçim sağlayan emekçi sınıfların ideolojilerini yasaklarsanız, onların hak alma yollarını, düşünce özgürlüklerini yasaklarsanız; ülke sömürücü, vurguncu, gerici, Ortaçağcı, asalak, zalim sınıfların tahakkümüne, onların ideolojisine, onların kültürüne teslim edilmiş olur.
İşte bu günlere gelmemizin temel sebebi budur.
Sosyal sınıflar gerçeğini göremedik miydi, hiçbir şeyi göremeyiz kendi toplumlumuzda ve dünyada. Tarihi de okuyamayız, anlayamayız, Türkiye’nin bugününü de anlayamayız, geçmiş Osmanlı’yı da, Selçukluyu da anlayamayız, İslam Tarihini de anlayamayız. Mekke-Medine İslamı’nın birbirine neden zıt olduğunu da, karşıt olduğunu da anlayamayız. Dolayısıyla hiçbir sosyal olayı gerçekte neyse, öylece görüp anlayamayız, kavrayamayız.
Bazı sözde akıldaneler diyorlar ki; “Mustafa Kemal erken öldü. Erken ölmeseydi, daha uzun yaşasaydı bu karşıdevrimler olmazdı, bu kara günlere gelmezdik.”
Bu çok komik, zavallıca bir yorum. Anlattım biraz önce yaşanan süreci.
Kaldı ki 1930’lardan sonra özellikle 1935’ten sonra İsmet İnönü, Mustafa Kemal’den daha ilericidir. İnönü; Toprak Reformu, diyordu. Yani ağalığın, derebeylik kalıntılarının, derebeyleşmiş aşiretçiliğin kökünü kazıyabilmek için köklü bir Toprak Reformu yapmalıyız, diyordu.
Ama Mustafa Kemal’i, ne diyelim, kandıran, onun zihnini çelen Bayar’lar ve çevresindeki asalak Finans-Kapital zümreleri, ağalarla, derebeyi kalıntılarıyla iç içeydiler. Ve Batı Emperyalizmiyle de iç içeydiler.
İnönü’nün 1937’de (Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşı olmasına rağmen) Mustafa Kemal tarafından harcanıp, hem de aşağılanarak harcanıp, yerine Uluslararası Finans-Kapitalin has adamı, halk düşmanı Celal Bayar’ın getirilmesinin temel sebebi budur.
Mustafa Kemal’i o denli kandırıyor ki bu gericiler, bu Parababaları, Antika ve Modern Parababalarının temsilcileri, Mustafa Kemal’in sofrasına çöreklenmiş asalaklar; Mustafa Kemal, ölüm döşeğindeyken bile Dolmabahçe’de, yerine İsmet İnönü’nün değil de Fevzi Çakmak’ın getirilmesini öneriyor; onu vasiyet ediyor. M. Kemal bu denli düşman ediliyor İnönü’ye.
Demek ki, hep söyleyegeldiğimiz gibi Tayyipgiller’in bugün Laik Cumhuriyet’i 21 yıldan bu yana aşındırıp, art arda indirdiği darbelerle çökertip yıkma aşamasına getirdiği düzenin ve ortamın ve bugünlere gelişin, bu düzene gelişin, bu ortamın yaratılışının yolunun ilk taşları, 29 Ocak 1921’de Karadeniz’de Mustafa Suphi önderliğindeki Onbeş Yoldaş’ımızın kalleşçe, zalimce boğdurularak katledilmesi ile döşenmiştir. Yani bu ihanet yolunun ilk taşı o gün döşenmiştir.
İşte biz, sosyal sınıflar gerçeğini bu denli net, Türkiye’nin geçmişinde ve bugününde geçirdiği tüm aşamalar içinde görüp değerlendirebildiğimiz için, ülkemizin bu geriye gidişinin ve dünyanın bugünkü geriye savruluşunun sebeplerini çok net bir şekilde görebiliyoruz. Bu sosyal sınıfların varlığını ve aralarındaki uzlaşmaz savaşın varlığını ve durup dinlenmeden sürdüğünü görmezseniz; hiçbir şeyi, hiçbir sosyal olayı görmezsiniz.
İşte bu sebeple Lenin diyor ki: “Sınıflarüstü siyasi yorumlar yapmaya kalkanları ve siyaset yapmaya kalkanları Avustralya Kangurusu ya da onun gibi bir şeyin yanında bir kafese koyarak panayırlarda sergilemek gerekir.”
Yani böylesine komik, zavallı, absürt insanlardır bunlar aslında. Fakat işte böylesi bir gerici ortamda, emperyalizm tarafından yarısömürge durumuna düşürülen Türkiye’de kendilerini bilim adamı diye akıldane, araştırmacı, yorumcu, akademisyen, televizyoncu, gazeteci, siyasetçi diye satabiliyorlar. Acıklı durumumuz bu.
Ve biz çıkış yolu olarak ne diyoruz?
Devrimci Demokratik Halk Devrimi.
Peki, bu Halk Devrimi kiminle gerçekleşecek?
Özgücü İşçi Sınıfımız, yanı başında Ordu Gençliğimiz, Yoksul Köylülüğümüz, Aydınlarımız (İlerici, Devrimci Aydınlarımız), Küçük Esnafımızla gerçekleşecek. İşte bu Halk Devriminin zaferiyle kuracağımız iktidarda biz çözümü getireceğiz.
Ve bu iktidar neyi sağlayacak?
Biraz önce söylediğim gibi, toplumun nüfusça binde birini oluşturan bu Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcilerini ve Finans-Kapitalistler Zümresinin temsilcilerini siyaseten ve ekonomik planda ortadan kaldıracaktır. Bunların hem ekonomik varlıklarına son vereceğiz hem siyasetteki varlıklarına son vereceğiz.
Böylece ekonomi de, siyaset de halkın eline geçecek. Bunların tahakkümü son bulacak. Bunların her ikisi de ABD ve AB Emperyalizmine göbekten bağlıdır, çıkar ortaklığı içindedir. Ve asla ayrılmazlar çünkü güvencelerini orada bulurlar, orada görürler.
“Yeşil Kuşak Projesi”nin mucidi kimdir?
Amerika’dır, CIA’dır.
Ve onun bizzat pratikte uygulayıcı şefi kimdir?
Karargahı Ankara’da bulunan CIA’nın Ortadoğu Masası Şefi. Graham Fuller’dir değil mi?
Yani Ortaçağcılığı tüm İslam ülkelerinde yayarak ilericiliğe, antiemperyalistliğe, ulusal kurtuluş savaşçılığına ve devrimciliğe, sosyalistliğe, komünistliğe giden yolun önüne aşılmaz bir set çekmek için; Muaviye-Yezid İslam’ıyla set çekmek için oluşturuldu Yeşil Kuşak Projesi. NATO’lar, Avrupa Birlikleri hep bu amaç için kuruldu.
İşte Türkiye’deki bütün sermayedarlarımız da aynen bunlarla iç içedirler ve ABD Emperyalistleriyle, AB Emperyalistleriyle iç içedirler.
Bir tek yerli sanayi firmamız, şirketimiz, ürünümüz var mıdır?
Yoktur…
Hepsi Batı, ABD ve AB Finans-Kapitalistlerinin, Japon Finans-Kapitalistlerinin, onların tekellerinin Türkiye’deki şubeleri olarak üretim yaparlar. Yahu kaba teknolojiden ibaret olan bir otomobilin bile üretilmesine izin verilmedi, Türkiye’de üretilmedi, ürettirilmedi. Türkiye’nin eli kolu bağlı. Teknolojice, sanayice, ekonomice gelişmesine asla izin verilmez. Hep geri planda tutacaklar ki istedikleri gibi kullanabilecekler, yönetebilecekler, yönlendirebilecekler ve bununla da kalmayıp BOP çerçevesinde, Yeni Sevr Projesi’ne uygun olarak Türkiye’yi üç parçaya ileride bölebilecekler; Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye gibi. Çünkü küçük parçalara bölerlerse, onlar dünyayı sömürgeleri statüsünde, hegemonyaları altında, tahakkümleri altında çok daha kolay tutabileceklerini çok iyi biliyorlar. Nihai amaçları bu.
Ne diyor Amerikan Derin Devletinin kurucuları, temsilcileri?
“Küçük, kent devletçiklerine bölmemiz gerekir dünyayı”, diyorlar. Yani binlerce parçaya bölmek istiyorlar. Onları çerez gibi kullanabilecekler, sömürebilecekler, yiyip yutabilecekler çünkü.
Demek ki, bu TÜSİAD’cıları, MÜSİAD’cıları, TİSK’çileri, TOBB’cuları ve bunların ekonomideki varlıklarını, bu Tayyipgiller’in beşli, yedili, onlu çetelerini ve bunların ekonomideki varlıklarını, vurgunlarını, soygunlarını sona erdirdik mi ve bunların siyasetteki temsilcilerini yani Meclisteki alayı da Amerikancı satılmışlardan oluşan siyasetçilerin, hainlerin tahakkümüne son verdik mi; halkımızın bütün prangaları çözülmüş ve halkımız özgürleşmiş olacak.
O zaman sanayimiz de, teknolojimiz de füze hızıyla ilerleyecek. Ekonomimiz füze hızıyla gelişip güçlenecek. Dünyanın en zengin, en genlikli, en rahat, en mutlu, en bağımsız ülkelerinden biri olacağız.
Unutmayalım hiç:
Mustafa Kemal düşmanlarımızı nasıl sayıyordu?
“Amerika da içinde olmak üzere tüm Batı âlemi, tüm emperyalist Batı âlemi ve onların işbirlikçisi olan İstanbul Hükümetleri. İstanbul’daki Çökkün Osmanlı’nın Saray Hükümetleri”, diyordu. Düşmanlarımız bunlar, diyordu.
Peki, bugün bu düşmanlar değişti mi?
Dün bizi mahvedip, yok edip, bizi, Türkleri Anadolu’dan kovmak isteyen o şeytanlar, o zalimler, o haydutlar bugün melek mi oldular da onların kucağına atladı Türkiye’nin siyasileri, sermayedarları?
Hepsi onlarla çıkar ortaklığına girdiler, etle tırnak gibi kaynaştılar onlarla. Ekonomistleri de, ekonomicileri de, siyasetçileri de, kültürcüleri de bilimcileri de…
Hayır, düşmanlarımız hiç değişmedi. Zalimlikleri, yırtıcılıkları, bize düşmanlıkları daha da arttı. İşte BOP haritası meydanda…
E, o zaman Amerikancılığı, onun NATO’culuğunu, Avrupa Birlikçiliğini nasıl savunuruz?
Bu açıkça ihaneti savunmak değil mi yahu?
Bu açıkça Türkiye’nin boyunduruk altına girmesini savunmak değil mi?
Zincirlerimizin daha da kalınlaşmasını savunmak değil mi?
Ama Türkiye’yi kandırıyorlar.
Bir taraftan Muaviye-Yezid Dininin temsilcileri; tarikatlar, cemaatler, İmam Hatipler, Kur’an Kursları, İlahiyat Fakülteleri, 211.154 kişiden oluşan Diyanet İşleri personeli, Amerikancılığı, Avrupa Birlikçiliği ve Ortaçağcılığı aşılıyor insanlarımıza.
Son bir kararname çıkardı Millî Eğitim Bakanlığı. Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Yüksek Kurulu, öğretmenlerimize online din eğitimi vereceklermiş. Dinlemeye, izlemeye mecbur tutmuşlar öğretmenlerimizi. Dinleyene ek ders ücreti verilecek, izlemeyene ek ders ücreti verilmeyecek. Yani öğretmenlerimizi rüşvetle din eğitimi almaya razı kılmak istiyorlar.
Şuraya bakın, arkadaşlar?
Küçücük çocuklarımızı cehennem zebanileriyle korkutuyorlar, travmalar yaşatıyorlar. Psikolojilerini bozuyorlar insanlarımızın. Özgür, Özerk Kişilik gelişmesini mahvediyorlar. Kul Kişilik geliştirmek istiyorlar, zihin hasarına uğratmak istiyorlar yavrularımızı.
Evet, arkadaşlar; dert çok hani derman yok demeyelim de, derman arayan bizden başka yok…
Herkes kuru gürültü yapıyor, herkes laf ebeliği yapıyor. İnsan cahil olabilir ama öğrenmek ister, doğru bilgiyi edinmek ister. Bizdeki allame geçinen cahillerse her şeyi bildikleri iddiasındalar. Ve onlar ellerinde tutuyor işte siyaseti de, medyayı da, bilimi de, üniversiteleri de.
Saygıdeğer Arkadaşlarım;
Hep söyleyegeldiğimiz gibi bir tek şey istiyoruz sizden: Anlaşılmak…
Kalın sağlıcakla…
12 Kasım 2023